Ferai Tınç

AKP’nin yeni AB stratejisi

5 Mart 2007
SUSSEXTÜRKİYE -AB ilişkilerinde yeni bir ivme arayışı var. Bu konunun tartışıldığı bir toplantı için geldiğim İngiltere’de, Kıbrıs sorunundan Ermeni meselesine kadar on beş yıldan beri duyduğumuz aynı argümanları bir kez daha duyunca, AB-Türkiye ilişkilerindeki tıkanıklığın ancak ilişkilerin değişen parametrelere göre yeniden tarif edilmesiyle rayına oturabileceğini gördüm.

Avrupa Birliği ile ilişkiler, soğuk savaş sonrası dönemin parametreleri içinde devam ettiği için tıkandı.

Türkiye, Doğu Avrupa ülkelerine açılan genişleme dalgası içinde yer almak için yola çıkmış, diğer adaylara eşit haklarla bu yolda yürüyebilme mücadelesi vermiş, kısmen kazanmıştı da.

Bu süreç Türkiye’nin demokratik reform sürecini hızlandırdı, ekonomik istikrar ve güven verdi.

Ama Irak savaşıyla birlikte yeni bir dönem başladı.

Artık, Türkiye’nin gündemi Avrupa Birliği merkezinden bölgesel sorunlara, bu sorunların yol açacağı sonuçlara hazırlanmaya kaydı.

Avrupa Birliği ile Türkiye ilişkilerinin de bu değişen parametreler hesaba katılarak yeniden tarif edilmesini gerektiriyor. Yoksa tıkanıklığı aşmak çok zor olacak.

* * *

SOĞUK
Savaş sonrası parametrelerin belirlediği ilişki biçimi, Türkiye’nin iç ve dış sorunlarının Avrupa üzerinden çözümünü kolaylaştırıyordu. Bunun mekanizmaları net idi.

Bu dönem kapandı.

Kürt meselesinden, inanç özgürlüğüne, demokratikleşmeden, yolsuzluklarla mücadeleye kadar kendi sorunlarımızı Brüksel üzerinden değil, kendimizi mecbur hissederek çözmek zorundayız.

Dış sorunlarda da durum böyle. Yunanistan, Kıbrıs, Ermeni sorunlarının Türkiye’nin Avrupa üyeliği kozuyla çözülmesi mümkün değil. Çünkü bu koz artık zayıfladı.

Bu durumun farkına varmamak sorunların devamı demek.

Sorunlar, yeniden ikili çerçeveye oturtulmak zorunda.

Avrupa Birliği ile ilişkileri yeni parametreler içinde değerlendirme önerisi sorunları çözmekten kaçış gibi değerlendirilebilir.

Hayır. Tam tersi. Türkiye, sorunlarını Avrupa üyeliğinin belirsizliğine bırakamaz.

Çünkü bu sorunları çözmeden, gündeminden çıkartmadan, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra bölgede ilk kez yaşanan bu derin değişim sürecinden, beklentilerine uygun biçimde çıkamaz

* * *

BRÜKSEL dönüşü Londra’da yatırımcılarla görüşen Devlet Bakanı Ali Babacan’ı, Sussex’te İngiltere Dışişleri Bakanlığı’nın düzenlediği bu konferansta dinledim. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Churchill’in desteği ile başlayan Wilton Park konferansları, dünyanın çeşitli bölgelerinden konusunda uzman kişileri bir araya getirerek, bağımsız tartışma ortamları yaratıyor.

Bu konferansın açılışında konuşan Babacan, son haftalarda birkaç kez dile getirdiği bir "strateji değişikliği"nden söz etti.

Bu strateji, AB müktesebatı ile uyum çalışmalarına fasıllar açılmasa da devam etmeyi öngörüyor.

Müktesebata uyum için atılması gereken adımlar ve bunlarla ilgili takvim çalışmalarının yapıldığını öğrendik.

Bir nevi ulusal program niteliğindeki bu çalışma çok köklü bir reform sürecinin başlaması demek.

Bu yeni strateji yolsuzlukla mücadeleden gıda standartlarının yükseltilmesine, eğitimden sağlık hizmetlerine kadar hayatın çeşitli alanlarında Türkiye’nin standartlarını Avrupa ile uyumlu hale getirebilecekse neden olmasın?

Ama bunun için, "seçim dönemi de olsa reform yapmanın zorluklarını göğüslemeye hazırım" diyen bir siyasi liderlik şart.

Aksi halde sadece Avrupa Birliği hedefine bağlı bir program, Türkiye’nin ihtiyacı olan reform sürecinden sapmaların bahanesi haline gelebilir.
Yazının Devamını Oku

Evren’i savunmak da mı bize düşecekti

4 Mart 2007
İNANAMIYORUM. Ben ki, Şili diktatörü Pinochet’den hesap sorulmasını imrenerek izlemiştim. Bu ülkede darbeler yapılmış, insanlar asılmış, işkencelerde nesiller sakatlanmış neden hesap soran da, hesap veren de yok diye isyanlar etmiştim.

Darbe müptelalarına karşı adalet mekanizmasındaki bu duyarsızlığın bir gün, ama mutlaka bir gün değişeceğine, hukuk devleti refleksinin geç de olsa harekete geçeceğine inanmış, bunu hep istemiştim.

Bir gün gelip böyle bir yazıyı yazmak durumunda kalacağımı ise hiç aklıma getirmemiştim.

Kenan Evren’in, Sabah Gazetesi ile başlayıp diğer gazetelere yaptığı açıklamalarla devam eden ifadelerinin incelemeye alındığı, gerekli görülürse hakkında hapis cezası istemi ile dava açılması, aklıma getirmediğim o durumla karşı karşıya bırakıyor beni şimdi.

Kenan Evren’in düşüce ve ifade özgürlüğünü de mi savunacaktık? Gerekirse evet.

İşte şimdi gerekiyor.

Hele, bazı genç meslektaşlarımızın, Kenan Evren ile birlikte, onun fikirlerini tartışmaya başlayan ve destek veren köşe yazarları hakkında da soruşturma açılması için "bu gidişe dur diyecek birileri yok mu?" nidalarıyla savcıları göreve çağırmaları beni ürkütüyor.

Evren’in ne dediği bile tam anlaşılmış değil. Federalizm mi, eyalet sistemi mi, mahalli yönetimlerin güçlenmesi mi tam net olmayan bazı önerileri gündeme getiriyor eski cumhurbaşkanı.

Olabilir, bir insan bir öneriyi tam olgunlaştırmadan da tartışma açamaz mı?

Türkiye’nin tarihine bir dönem damgasını vurmuş bir kişi, bir şeylerin tıkandığını söylüyor ve çözüm üretiyor.

İzin yok. Darbelerin özgürlükleri boğan tortusunu ağır ve yıpranmış bir asker kaputu gibi hálá sırtında sürüklüyor bu toplum.

Emir komuta zincirine böylesine bir gönüllü prangalanma inadı hangi demokraside var bilmiyorum doğrusu.

Kafalarda, herkesin kendisine uygun emir komutları var. Onlara uyulmalı. Sorgulamaya kalkan, emri veren de olsa derhal izlenmeli, soruşturulmalı, susturulmalı.

***

TÜRKİYE
’de yerel yönetimlere önem veren, anlayış yeni değil. Son otuz yıldır gündemde. Eski girişimler bölük pörçük ortaya atılıyor. Ben de oniki yıl önce yedinci beş yıllık planı anımsıyorum. Orada yepyeni bir yapılanma biçimi gündeme getiriliyordu.

Eğitimden, yönetime yerelleşmenin önü açılıyor, yerel yönetimlerin iktidarı genişletiliyordu. Ama raporun bu yönü hiç dikkate alınmadı.

Ama bugün gidin bir belediye başkanı ile konuşun. Bakalım, sadece Kürt kökenliler ya da dini referansları öne çıkaranlar mı yerel yönetimlerin iktidar sınırlarının genişletilmesini isteyenler?

Yeniden yapılanma ihtiyacı Türkiye’de uzun zamandan beri hissediliyor, planlar hazırlanıyor. Ne yazık ki değişim korkusu, doğru dürüst ve ortak çıkara uygun bir yol haritası yapılmasına izin vermiyor.

Zaman geçiyor, sıkıntı büyüyor, sorun derinleşiyor ama tartışma açılmıyor.

Ne kadar çok laf üretiyorsak, ifade ve düşünce özgürlüğünden de o kadar çok korkuyoruz.

***

İFADE özgürlüğünün önemini en iyi biçimde yansıtan sözlerden ikisi aklıma geldi. İlki, Musevi kökenli Hollandalı düşünür Erasmus’tan. "Özgür bir devlette, diller de özgür olmalı" demiş beşyüzonbir yıl önce. 1516’da.

İkincisi de yirminci yüzyılın büyük yazarlarından George Orwell’a ait. Hayvanlar Çiftliği’nin önsözünde şöyle yazmıştı:

"Özgürlük, insanlara duymak istemediklerini söyleyebilme hakkıysa eğer, bir anlam ifade eder."

Ama biz sadece duymak istediklerimizi söyleyenlerin konuşmasına izin veriyoruz.

Diğerlerini susturmazsak rahat etmiyoruz. Kenan Evren bile olsalar!
Yazının Devamını Oku

İnisiyatif elden kaçtı mı?

2 Mart 2007
TÜRKİYE inisyatifi elinden kaçırdı mı? <br><br>Komşu ülkelerin Irak’ın geleceğini tartıştığı toplantılar Türkiye’nin girişimiyle start almış, son MGK toplantısında da bu sürecin canlandırılması önerisinde bulunulmuştu. Tam bu sırada, Bağdat hükümeti bir açıklama yaptı. Komşular toplantısının, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi daimi üyeleri de davet edilerek, genişlemiş biçimde yapılacağını duyurdu.

10 Mart’ta, uzman heyetler bir araya gelecekler ve bakanların katılacağı üst düzey toplantıyı hazırlayacaklar.

Eğer burada teknik ya da diplomatik bir sorun çıkmaz ise bakanlar başka bir yerde muhtemelen de İstanbul’da bir araya gelecekler.

Bu inisiyatif kimindi? Türkiye inisyatifi elden kaçırmış mıydı?

* * *

OLAYLARA
siyah-beyaz ya da kazanan-kaybeden zıtlığıyla yaklaşanlar için karar vermek zor olmadı.

"Açıklamalarda hiç kimse Türkiye’den söz etmedi. Bizim adımız geçmiyor. İnisiyatif elden gitti. Türkiye davet bile edilmedi."

Oysa, inisiyatif elden gitti diye yakınıp, mazoşist zevk avcılığıyla yapılanları küçümsemek için fırsat aramak yerine, biraz araştırıldığında durum farklı.

Türkiye tabii bu süreçte var. Irak Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari’nin davet mektubu, Ankara’ya geçen hafta ulaştı. Bunun üzerine, 10 Mart’taki toplantı için, Irak özel temsilcisi Büyükelçi Oğuz Çelikkol başkanlığında bir heyetin Bağdat’a gitmesi kararlaştırıldı.

Demek ki, Türkiye dışlanmamıştı.

İnisiyatifi "kaptırdığı" endişesi de tam olarak yerinde değil. Bu süreçteki tıkanıklığı aşmak için çabalar uzun zamandır sürüyordu.

Komşular toplantısının 9’uncusu İran’da yapılmış, 10’uncusunun ise Bağdat’ta mı Kahire’de mi olacağı konusunda pürüz çıkmıştı.

Bu pürüz aşılmaya çalışılırken konu Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün Washington ziyareti sırasında da ele alındı.

* * *

BU ziyaret sırasında, ABD Dışişleri Bakanı Rice, Irak konusunda uluslararası bir toplantı fikrinin dolaştığını Gül’e aktardı. Gül’ün yanıtı ise, uluslararası toplantı yerine konuyla doğrudan ilgili ülkeler arasında bir toplantının daha iyi sonuç vereceği oldu. Irak’ın komşuları ve BM Güvenlik Konseyi Daimi üyelerinin de davet edilebileceği önerisi Türk tarafından geldi. Amerikan tarafı ise, Japonya gibi Irak’a yardım eden "donör" ülkelerin de bu toplantıya katılması önerisini ekledi.

Bunları hatırlatırken, söz konusu toplantı kararının sadece Türkiye’nin iradesi ve ısrarı ile gerçekleştiğini söylemiyorum. Birden fazla dinamik var bu toplantının gerçeklemesini sağlayan.

Ama, bölgedeki herhangi bir gelişmede Türkiye’nin iradesinin dikkate alınmaması, Türkiye ile konuşulmamasının mümkün olmadığının altını çizmek istiyorum.

ABD Dışişleri Bakanı Rice, Bağdat’taki hazırlık toplantılarından sonra bakanların nerede bir araya gelecekleri sorusuna "İstanbul’da olabilir" yanıtı tesadüfen mi verdi? Sanmıyorum.

* * *

IRAK
’ın geleceği tek bir merkezden çizilemez. Komşular toplantısının en önemli tarafı, ABD’nin İran ve Suriye ile aynı masaya oturacak olmaları.

Kuzey Kore ile önümüdeki hafta diyalog kapılarını aralayacak olan Washington’da "düşman ile de görüşülür" diyenlerin sesleri yüselmeye başladı.

Rice, Irak’ın bölünmesinin büyük felaketlere yol açacağını söyleyen ve önerilerini Irak’ın toprak birliği temeli üzerinde geliştiren Baker-Hamilton planının İran ve Suriye ile temas önerisinin dikkate alındığını açıkladı.

Bölgede diplomasi sürecine fırsat tanındığı bir dönemde, Türkiye’nin kaale alınmamasının mümkün olamayacağını görmek ve gelişmelerin içinde aktif olarak yer almak, inisyatif rekabetine girmekten daha önemli.
Yazının Devamını Oku

Hangi Kerkük İşgal altındaki mi?

26 Şubat 2007
BUGÜNE kadar Kerkük konusunda sessiz kalmayı tercih eden DTP, neden şimdi "Kerkük’e müdahale Türkiye’deki Kürtleri rahatsız eder" ya da "Kerkük’e yapılan bir saldırıyı Diyarbakır’a yapılmış sayarız" gibi açıklamalar yapıyor? Bu açıklamaların tam da Iraklı Kürtlerle konuşmaktan söz edildiği bir sıraya denk gelmesi tesadüf mü?

Hele de bu görüşmelerden ve Iraklı Kürtlerle, PKK’ya karşı mücadele dahil her konudaki işbirliğinden öncelikle güneydoğu Anadolu bölgesinin yararlanacağını da hesaba katarsak?

Gerçekten bu bir tesadüf mü yoksa çatışma ortamından beslenenlerin tedirginliği mi?

* * *

BİR
süre önce uluslararası bir toplantıda karşılaştığım Iraklı Araplar, "Türkiye’nin Kerkük konusunda yüksek perdeden konuşması pazarlıklarda elimizi güçlendiriyor" demişlerdi "Kerkük konusunda taviz vermeyin."

Türkiye’den medet umarak bir yere varamayacaklarını söyledim onlara.

Irak halkının dış tehditlere sırtlarını dayayarak uzlaşmaya varması mümkün değil.

Çünkü bu kalıcı olamaz. Irak bugün işgal altında. İşgal altındaki bir ülkede ise, devletin temelini oluşturan bir toplumsal uzlaşma sağlanması mümkün değil.

Kerkük’ün kaderini çizmeye çalışan her adım, bugünkü koşullar değişmedikçe geçici olacaktır.

* * *

ZATEN
Türkiye açısından da önemli olan bu uzlaşmanın sağlanması. Eğer Kerkük’te herkesi memnun edecek bir uzlaşma sağlanamazsa bunun sonucu bölgede güvenlik sorununu daha da derinleştirecek.

Kerkük’ün istikrarsızlaşması, çatışma alanına dönüşmesi uluslararası terörizme yeni bir çekim merkezi yaratacağı için Türkiye’nin güvenliğini yakından ilgilendirir.

Yoksa petrollerini nasıl paylaşacakları Iraklıları ilgilendirir bizi değil.

Bunun dışında, Kerkük üzerinden siyaset yapmak ise tam bir sahtekarlıktır.

Türkiye’nin Kerkük gerekçesiyle Irak’a müdahalesini savunanlar ne kadar Türk milliyetçiliğinin siyasi rantı peşindeyseler, bunun Türkiye’deki Kürtleri harekete geçireceği tehdidini savuranlar da Kürt milliyetçiliği yaparak belli çevrelere yaranma peşindeler.

Bir yanda kucak açarak yaranma öte yandan Kandil’de filan operasyonlara kalkışmayın mesajları, halkına acıdan başka hiçbir şey vaat etmeyen kaşarlanmış politikacıların taktikleri bunlar.

DTP Diyabakır İl Başkanı’nın sözlerini de, DTP’nin hafta sonunda yaptığı açıklamayı da bu çerçevede değerlendiriyorum.

* * *

KERKÜK
’e müdahale Türkiye’deki Kürtleri rahatsız edecek deniyor.

Hangi müdahaleden söz ediyorlar?

İşgal altındaki Irak’a müdahaleden mi?

Sadece Amerikan işgali değil, İran başta olmak üzere tüm komşuları Irak’a zaten sürekli müdahale ediyorlar.

Bugün Irak’ın kuzeyindeki bölgenin işgal altında olmadığını söylemek mümkün mü? Ya da Bağdat daha fazla işgal altında, Basra ondan biraz az, Kürdistan ise en az gibi bir sıralama yapmak ne kadar gerçekçi?

İşgal, işgaldir.

Bakın, cumartesi öğleden sonra Süleymaniye’de Irak Devlet Başkanı Talabani ile Irak Kürdistan bölgesel Yönetimi Başkanı Barzani buluştular ve petrol yasa tasarısını konuştular. Yalnız mıydılar?

Tabii ki hayır. Toplantı sonrası Barzani anlaşmaya vardıklarını açıklarken, Irak Başbakanı Maliki yoktu ama Talabani’nin yanı sıra bir kişi daha vardı orada.

ABD’nin Irak temsilcisi Zalmay Halilzad.
Yazının Devamını Oku

Neo-con’ların yeni hedefi

25 Şubat 2007
DICK Cheney, İran’a askeri müdahalenin masadaki seçenekler arasında olduğunu ilan etti. Cheney’in İran’a ilgisi yeni değil. Bill Clinton döneminde, 1995’te İran ile iş yapan şirketlere özellikle de petrol şirketlerine ambargo kararı alındığında, petrol devi Halliburton’un CEO’su olarak az mı karşı lobi yapmıştı?

Başkan yardımcılığı görevine geldikten sonra Halliburton’dan ayrıldı. Ama neo-con’ların birçoğu gibi bu iş çevresinden tamamen kopuş anlamına gelmiyordu.

Halliburton, hem petrol şirketi olarak hem de kendisine bağlı inşaat ve diğer alanlarda savaş sektörüne hizmet veren yan şirketleriyle Irak savaşından en kárlı çıkan kuruluş oldu.

Şimdi size İran’daki ilişkilerinden de bazı haberler vereyim.

***

CLINTON
’dan sonra George Bush da 13 Mart 2003’te İran’a yatırım ve ticaret yasağının devam kararı aldı.

Hem de "İran hükümetinin attığı adımlar ve politikaları ABD’nin ulusa güvenliğini, dış politikasını ve ekonomisini tehdit etmektedir" gerekçesiyle.

26 Temmuz 2005’te bu karara bir ek geldi ve özellikle Amerikan petrol şirketlerinin İran petrol sektörüne yatırım yapmamaları istendi.

23 Aralık 2006’da kabul edilen BM Güvenlik Konseyi kararı ile ise İran uranyum zenginleştirmesine son verene kadar yaptırımla yürürlüğe girdi.

Bütün bunlara rağmen Halliburton, İran’ın en büyük petrol şirketlerinden olan Oil Kish ile illegal ilişkisini sürdürdü.

Bu şirketin Başkan Yardımcısı Nasseri, Uluslararası Atom Enerji Ajansı’ndaki İran delegasyonunun başkanı. Halliburton’un da danışmanlarından.

İran şirketinin sahipleri arasında İran’ın eski devlet başkanı Rafsancani de bulunuyor.

Halliburton’a bağlı bir servis şirketinin Tahran’da ofisinin olduğu ve 2009’a kadar en azından orada kalacağı biliniyor.

Halliburton ilginç bir şirket. Pentagon’un Irak savaşından en fazla kár sağlayanlar listesinin ilk yirmisi arasında.

İnşaat şirketleri Irak’ta sadece savaştan zarar gören değil, görmeyen petrol kuyu ve tesislerinin yanı sıra bundan sonraki tesislerin de inşaatını garantilemiş durumda.

Ve raporlarında "savaş gelişme fırsatları sağlar" diye görüş bildiriyor.

***

ORTADOĞU
’da savaşın, siyasi çatışmalar sonucu çıktığını söyleyen bir tek kişi bile kalmamıştır yeryüzünde.

Ne de bunun terörizme karşı savaş olduğuna inanan kaldı artık.

Küreselleşmiş dünyada savaş sektörü de küresel. Bugün Irak’ta yönetime yakın birçok şirket cezaevlerinin kontrolünden tutun da yol yapımına kadar çeşitli işleri yapıp para kazanıyor. Tehlikeli işleri ise onlar da daha gözü kara taşeronlara veriyor ve bu durum denetlenebilirliği ortadan kaldırıyor.

Bu kadar büyük kayıp vermesine rağmen Amerika’nın bir ikinci savaşı planlıyor olması sürpriz değil.

İran rejiminin, haklı bir konumdan haksız bir zemine kaymak için bu kadar ısrar etmesi de şaşırtmamalı aslında.

Halkı, biraz terör soslu, bağımsızlık, milliyetçilik kışkırtmalarıyla harekete getirip savaşa sürme bu kadar kolay olduktan sonra hiç beklemediğimiz, ihtimal vermediğimiz savaşı çıkartmak çok kolay.

İran’a yönelik baskının sadece nükleer programı nedeniyle değil, Irak’ın geleceğinin biçimlenmesiyle de yakından ilgili olduğunu dikkate alınca, savaş taciri neo-con’ların hálá işbaşında olduklarını görmek zor değil.
Yazının Devamını Oku

Suçlu medya ayağa kalk ve sus!

23 Şubat 2007
SOBANIN başına oturan beyaz sakallı bey, "Yakmadık" dedi, "Havalara baksana. Bademler açtı. Erikler de canlanmaya başladı. İnşallah don olmaz." Sohbet olsun diye ben de bildiklerimi söyledim, "Mevsimleri küstürdük. Önlem alınmazsa susuzluk da çekilebilir diyorlar" dedim.

Söylediklerimi beğenmedi. "Yok yok, bunlara inanma. Medyanın lafı onlar."

Lapsekili çiftçi de suçluyu bulmuş. Medya! İtiraz ettim tabii.

"Ne doğru değil? Zamansız bahar da, bademlerin şaşırıp çiçek açması da mı medyanın suçu?"

Daha konuşabilirdim ama sustum. Herkesin bir suçluya ihtiyacı vardır belki de.

Ama artık herkesin ortak suçlusu var. Medya.

Bir toplumda başbakandan, soğuk sobası başında vakit öldüren yaşlı çiftçiye kadar herkes, hoşuna gitmeyenlerin hesabını medyadan sormaya kalkarsa, orada ciddi bir sorun var demektir.

Bugün Türkiye’de en geniş toplumsal ittifak hangi konuda? Tabii bildiniz, medyanın suçu konusunda herkes hemfikir.

Bu, büyük bir cadı avının habercisidir.

Daha bir ay önce Hrant Dink’i kaybettik.

Ardından geldiğimiz yere bakıyorum. Ne acı. Hrant Dink’in neden öldürüldüğü unutulmuş gibi.

Hrant, gazeteci olduğu için öldürüldü. Ne dini yüzünden, ne etnik kökeni nedeniyle. Verdiği haberler bazılarının hoşuna gitmedi. Düşünceleri bazılarını kızdırdı.

Susturulmalı dediler. Susturdular.

Basına yönelik bu ağır darbenin kabul edilemez olduğu tartışması daha olgunlaşmadan, cinayet üzerinde konuşmak yerine onun üzerinden siyaset yapılmaya başlandı.

Sanki basın özgürlüğü herkese lazım değilmiş gibi.

* * *

TÜRKİYE
’nin en büyük sorunlarından birinin "kayıt dışılık kanseri" olduğunu söylüyor Dünya Bankası Türkiye Başekonomisti Rodrigo Chaves.

Milliyetçi duyarlılığı yüksek ama yolsuzluklara karşı hissiz bir toplumda şeffaflığın ne kadar zor ama o kadar da önemli olduğunu bilenlerdenim.

Medya patronlarının ve çalışanlarının gelirleri de şeffaf olmalı. Bu, basın özgürlüğü açısından da çok önemli.

Patronlarının kim olduğu, paranın kimin tarafından verildiği belli olmayan basın yayın kuruluşları, okuyucu ve izleyicilerin kimin adına konuşulduğunu bilme hakkını ihlal eder.

Ama hesap denetiminin medyayı susturmak için siyasi bir araç haline dönüşmesi de kabul edilemez.

Kanaltürk Televizyonu’nun başına gelen de, bu yüzden kabul edilemez.

Maliye Bakanlığı Gelir İdaresi Başkanlığı’ndan yapılan açıklamada, "vergi incelemelerinin başkanlığa gelen ihbar ve şikayetlerin değerlendirilmesi sonucu yapıldığı" söylendi, bilgi toplamanın kanuni yetki olduğu belirtildi. Buraya kadar diyeceğim yok.

Ama açıklamanın sonundaki hüküm ilginçti. Medya gücü kullanılarak baskı yapıldığı bunun da etik olmadığı vurgulanıyordu.

Araştırmaya kimsenin diyeceği yok ama tarzı ve kapsamına bakınca teknik bir çalışmanın ötesinde, siyasi bir amaç olduğu görülüyor.

Kanaltürk’ün siyasi görüşlerini paylaşmasam da bu kurumun ve orada çalışan meslektaşlarımın ifade ve düşünce özgürlüğünü kısacak her türlü girişime karşı çıkarım. Çünkü bu özgürlük hepimizin.

Ancak bu özgürlük içinde tartışabilir, birbirimizi anlayabilir ve ortak noktalar bulma şansına sahip oluruz.

Susturarak değil.
Yazının Devamını Oku

Kritik rapor değişti

19 Şubat 2007
KIBRIS Türkleriyle ilgili olarak hazırlanan kritik rapor, geçen hafta son anda değişti. Avrupa Parlamentosu’nun Kıbrıslı Türkler ile ilgili oluşturduğu Temas Grubu raporundaki, olumsuz noktalar çıkartıldı. Başkanlık Divanı’na sunulan rapor önümüzdeki günlerde görüşülecek ve öneriler değerlendirilecek.

Taslak raporun, ne kadar kötü olduğunu geçen hafta yazmıştım. "Kıbrıslı Türklerin Türk işgali altında oldukları için izolasyonlar altında bulundukları" iddialarının yer aldığı raporda, Türklerin Avrupa Parlamentosu’nda Temas Grubu tarafından temsil edilmesi öneriliyordu.

Alman Yeşiller Partisi’nin Avrupa Parlamentosu üyesi Cem Özdemir ve KKTC’ye yönelik haksızlıklara karşı çıkan Temas Grubu üyelerinin çabalarıyla raporda Kıbrıslı Türkleri rahatsız edecek ifadeler değişti.

Buna karşın, Kıbrıslı Türkler için yeni açılımları sağlayacak ifadeler yer aldı.

Türkçenin Avrupa Birliği’nin resmi dilleri arasına girmesi bunlardan birisi. Kıbrıs Hükümeti, Avrupa Birliği’ne üye olurken, kendi resmi dilini İngilizce olarak göstermişti.

Yunanca denseydi, iki toplumdan diğerinin ana dilinin de resmi diller arasına girmesi gerekiyordu.

Türkçenin engellenmesi, Kıbrıslı Türklerin AB kurumlarında iş bulmalarının yolunu tıkadı.

Çünkü, ya ülkenizin resmi dilinden ya da AB dilleri arasından seçeceğiniz bir başka dilden sınavlara girebiliyorsunuz.

Yunanistan AB üyesi ve Yunanca da AB dillerinden biri olduğu için, Kıbrıslı Rum gençler kendi ana dillerinden sınava girme şansı kazanırken, Türkler İngilizce’den girmek zorunda kalıyordu.

Türkçenin Avrupa Birliği’nin resmi dilleri arasına alınması önerisi, şimdilik sadece bir tavsiye. İki gün içinde bunun olmasını beklememek lazım.

Rapordaki diğer öneriler gibi.

* * *

KIBRISLI
Tüklerin Avrupa Parlamentosu’nda resmen temsil edilmeyi istedikleri de ilk kez bu raporla bir AB belgesine girmiş oldu.

Bu çok önemli, çünkü ilk taslakta bu noktada çıkan tartışmalar sonuçsuz kalmış ve Kıbrıslı Türklerin temsili sorununa değinilmemişti. Ancak bulunan ortak bir formülle, yani Kıbrıslı Türklerin kendi talepleri olarak formüle edilince temsil sorunu raporda yer aldı.

Ekonomik ve sosyal yardım konularının yanı sıra Rumların son yıllarda yoğun faaliyet gösterdikleri, KKTC üniversitelerinin gençlik programlarının dışında tutulması girişimlerine karşı da ses yükseltildi.

KKTC üniversitelerinin Socrates ve Erasmus programlarına dahil edilmeleri yolunda bulunan formülde sadece KKTC üniversitelerinden öğrencilerin dışarıya gidebileceklerine dikkat çekildi ve tek taraflı olması üstü kapalı eleştirildi.

* * *

CEM Özdemir
, "Bu rapor bir başlangıç. Ayrıca yaptırımı da yok. Ama bugüne kadar Kıbrıs konusunda Avrupa Parlamentosu Türk tezlerine karşı en sertlere en sert tepkinin gösterildiği yerdi. Türkiye raporunda referandumdan bile söz edilmemişti. İlk kez, bu ton değişti. Artık Kıbrıslı Türkler, Brüksel’de kendi tezlerini savunurken, bu rapora atıfta bulunabilirler" diyor.

Temas grubu, Kıbrıslı Türklerin kendi seslerini duyurmak için bir ilk adımdı.

Bu adım etkili oldu. Özdemir’in dediği gibi, "karşı gruptan insanların da ikna edilebileceğini" gösterdi.

Ama her an sular tersine dönebilir. Bu nedenle kamu diplomasisi denen, konuşmak, kendini anlatmak ve bunun en iyi biçimde algılanabilmesi için yöntemler bulmak çok önemli. Rapor, bu yolu açıyor.
Yazının Devamını Oku

Kürt yönetimi ile temas meselesi

18 Şubat 2007
ÖNCE bir ayrıntıya dikkat çekmek istiyorum. <br><br>Aşkabat dönüşü Başbakan Erdoğan ile uçakta, bir grup gazeteci olarak yaptığımız sohbette, "PKK konusunda olumlu gelişmeler olduğunu daha da olacağını söylediniz. Bu süreç devam ederse Kuzey Irak Kürt yönetimine açılımlar olabilir mi? Yeni adımlar atılabilir mi?" sorusunu yönelttik. Başbakan, "Neden olmasın? Eğer bir şeyler olacaksa, bizim için huzur ve barış getirecekse, onlar için huzur ve barış getirecekse neden olmasın?" dedi.

Yani, "Kuzey Irak Kürt Yönetimi" ifadesi başbakanın ağzından çıkmadı.

Bunun pratikte hiçbir önemi yok. Çünkü soru ortada, yanıtı ortada.

Başbakan, eğer olumlu gelişmeler olursa adım atılabileceğini söyledi.

Ama bu açıklamaya tepkiler geldi. "Kürdistan Yönetimi ile nasıl ilişki kurulur, bu onları tanımak anlamına gelir" dendi.

***

ÖNCE
şunda anlaşalım. Irak Kürdistan bölgesel yönetimi varlığını Irak anayasasından alıyor.

Evet bu anayasada bazı değişiklikler yapılacak, ama Irak halkı tarafından onaylandı ve bugün Irak’ta yapılan işler bu anayasaya göre yürütülüyor.

Kuzey Irak’ta yatırım yapan Türk şirketlerinin muhatabı Kürdistan bölgesel hükümeti değil mi?

Bizim Kuzey Irak’taki sorunlarımızın muhatabı kim? Irak merkezi hükümeti ve bölgesel yönetim.

Kaldı ki bölgesel yönetim ile konuşmak, onları bir devlet olarak tanıma anlamına gelmez.

Ancak, Barzani ve Iraklı Kürtler ile birinci Körfez Savaşı sonrasında var olan ilişkilerin artık olmamasının nedeni var. Iraklı Kürtler, PKK terör örgütünün kendi bölgelerindeki faaliyetlerine göz yumdukları sürece diyalog kapısını aralamak çok zor.

***

BÜTÜN
mesele de burada. Kuzey Irak’tan gelen mesajlar değişmedikçe bugün hiçbir siyasi güç kolay kolay tavır değiştirmez.

Bu yüzden de Türkiye’de "devletin tepesi" denen yerde çok farklı görüş olduğunu düşünmüyorum.

Iraklı Kürtlerin temsilcileri "Türkiye’ye meydan okuyan, bölücü demeçlerden kaçınırlarsa", teröre karşı işbirliği sağlanırsa neden konuşulmasın?

Başbakan’ın söylediklerinden de, terörle mücadele koordinatörlüğünün Türkiye temsilcisi Edip Başer’in açıklamalarından da, Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın Washington’daki yanıtlarından da anladığım bu.

Dışişleri Bakanı Abdullah Gül de dün, Suudi Arabistan’a gitmeden önce yaptığı açıklamada, "Bazı şeyleri yüz yüze söylemek gerekir. Tehlikelerin neler olduğunu da yüz yüze söylememiz gerekir" demedi mi?

Tehlikelerin neler olabileceğinin ipuçları, Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın Washington’daki basın toplantısında vardı.

Kuzey Irak’a askeri operasyon. Hem de bu konunun ABD temaslarında da gündeme geldiğini öğrendik Genelkurmay Başkanı’nın açıklamalarından.

Aslında Türkiye’nin Kuzey Irak’a yönelik politikalarında bir karmaşa yok. Hatta her şey çok açık. Türkiye’nin iki senaryosu var.

Bir yanda teröre karşı ortak mücadele ve diyalog, eğer bu sağlanamazsa Türkiye’nin tek başına da olsa teröre karşı mücadeleye devam kararlılığı.

***

YİNE
de, bir ay öncesine göre, "devletin tepelerinde" bir ton farkı görüyorum. Iraklı Kürtlerden gelen yakınlaşma taleplerine eskisi kadar soğuk bakılmıyor. Barzani Yönetimi’nin attığı her adım dikkatle izlenip değerlendiriliyor.

Irak’ın geleceği bizim de geleceğimiz. Savaşların gerekçesi barışı sağlamaksa, savaşmadan da bu sonuca varmanın yolunu konuşarak zorlamak gerekir. Her yerde Kuzey Irak’ta da.
Yazının Devamını Oku