Ferai Tınç

Avrupa genişleme yorgunu

3 Mayıs 2009
<b>PRAG</b><br>ÖNCEKİ gün ben, Avrupa ile Türkiye arasındaki kültür farkını gördüm. Prag Kongre Merkezi’nde, "Avrupa Birliği genişlemesinin beşinci, Demir Perde’nin çöküşünün 20’nci yılı nedeniyle uluslararası bir toplantı düzenlenmişti. (Zaman nasıl geçiyor değil mi?) Dönem Başkanı olduğu için Çek Cumhuriyeti’nin inisiyatifi ile gerçekleşen toplantıya, AB’nin genişlemeden sorumlu komiseri Olli Rehn ve Avusturya’nın eski Dışişleri Bakanı Ursula Plassnik de katılmışlardı.

İlk oturumda Çekler söz aldılar. Konuşmalar tahmin edeceğiniz gibi Çekçe yapılacağı için kulaklıklarımızı alıp yerlerimize geçtik.

Gazeteci milletiyiz ve her şeye hakim olacağız uçan kuşu kaçırmayacağız ya. Ben de öyle yapıyorum. Hem dinleyip, hem not alırken bir yandan da en öndeki sırada yan yana oturup konuşmaya dalan Rehn ile Plassnik’i izliyorum. Oturum başkanı olan Forum 2000 Vakfı’ndan Cerny’nin toplantıyı açtığının farkında değiller.

BİZ OLSAK

KONUŞMANIN
ortalarına doğru toplantının başladığını ve Çekçe konuşulduğunu fark ediyorlar. Bir kıpırdanma oluyor önde. Rehn ve Plassnik’in, çeviriyi dinlemek için kulaklık aradıklarını görüyorum. Masada bir tane var. Olli Rehn, onu alıyor ve kulağına geçiriyor.

Ya Plassnik? Ona kulaklık yok. Kalkıyor, salonu dolaşıyor, en arkadan kulaklık alıp geliyor.

İşte Türkiye’yi Avrupa’da istemeyenlerin her fırsatta altını çizdikleri "kültür farkı" dank ediyor.

Biz olsak, diyorum içimden, o mikrofonu birbirimize ikram eder, sonu "Allah aşkına"lı, "ölümü öp"lü (çevirisi bile mümkün değil) itiş kakışa bile yol açacak olsa, katiyen kendi kulağımıza geçirmezdik.

Ya da politikacılarımızın omuz başlarında mutlaka birileri olur, leb demeden leblebiyi anlar, ne yapar eder bir değil beş mikrofon kapıp getirirlerdi.

YENİ GENİŞLEMELER ÇOK DAHA SANCILI OLACAK

ŞAKA
bir tarafa kültür farkı en kolay mazeret. Avrupa Birliği’nde sadece Türkiye’ye karşı değil, genel olarak genişlemeye karşı bir direnç var artık.

Çek Cumhuriyeti Avrupa İşlerinden sorumlu Başbakan Yardımcısı Alexander Vondra, konuşmasında "Avrupa’nın gelecekte atacağı genişleme adımları 2004’dekinden çok daha zor olacak" diyor.

Olacak mı? Ya şu anda yaşananlar?

Yunanistan ismini değiştirmediği için Makedonya’nın AB’ye yaklaşmasını engelliyor. Bir Makedonyalı gazeteci, Olli Rehn’e "Neden genişlemeden söz ederken hiç Makedonya’nın adını geçirmiyorsunuz" diye sorunca, şaka gibi bir yanıt aldı: "Sizin adınızın telaffuzu çok zor da ondan."

Slovenya, sınır sorunları yüzünden Hırvatistan ile AB arasındaki müzakerelerin ilerlemesini engelliyor. Sırbistan, Hollanda artık yeni üye istemediği için bekletiliyor. Almanya, Karadağ ile ilişkileri bloke ediyor. Türkiye ile görüşmelerde fasılların bir kısmını Kıbrıs, bazılarını da Fransa bloke ediyor.

KIBRIS KARARI KARIŞIK BİR İŞ

AVRUPA
Adalet Divanı’nın, Kıbrıs mahkemelerinin kararlarıyla ilgili görüşünü soruyorum Rehn’e. "Bu karar Kıbrıs’ta çözüm sürecini olumsuz etkilemez mi" diyorum.

Üstüme varmayın havasında, "O iş çok karışık" diyor. Ne "Evet AB hukukudur herkes uyar" ne de "Önemli değil. Son kararı İngiltere Mahkemesi verecek" diyebiliyor. Hiçbir şey söyleyemem, söylemek istemiyorum, kem ve küm. Beş yıl önce göreve gelirken hedeflerinden birinin de "Türkiye’yi Avrupa Birliği yoluna sağlam biçimde sokmak" olduğunu söyleyen AB’nin Genişlemeden Sorumlu Komiseri de işlerin gittikçe karıştığının farkında.
Yazının Devamını Oku

Orams kararı çözümü etkiler mi

1 Mayıs 2009
KARAR sürpriz olmadı. Ama Avrupa Birliği Adalet Divanı’nın Kıbrıs mahkemelerinin kararlarıyla ilgili görüşü siyasi sonuçları açısından çok tartışmalı.

Linda ve David Orams’ın, emeklilik hayalleri olan Lapta’daki yazlığın bulunduğu arazinin Kıbrıslı Rum sahibine iadesi için Rum mahkemesinin aldığı karar, İngiltere’de de hukuki sonuçlar doğuracak. Avrupa Adalet Divanı son sözü söyledi.

Kıbrıslı Rum mimar Aristides’in hukuki zaferi, KKTC’de mülk sahibi olan AB üyesi ülkelerin vatandaşları, eğer ellerindeki mülkleri iade etmezlerse AB sınırları dahilindeki mal varlıklarına ve gelirlerine haciz tehdidiyle karşı karşıyalar.

Kıbrıslı Türk ve Rum liderlerin, kapsamlı çözüm için görüştükleri bir sırada, bu karar görüşme masasını mutlaka etkileyecek.

Kıbrıs sorununun en zor meselelerinden biri olan mülkiyet konusunun, bu karardan sonra kendileri açısından "çözülmüş" olduğunu düşünen Rumlar arasında, çözümü savunanların işleri de çok güçleşiyor.

***

KARAR
, sadece Ada’nın kuzeyinde ev sahibi olan beş bin İngiliz’i ilgilendirmiyor.

Kıbrıslı Rumların AB üyesi ülkelerde mal varlıkları bulunan KKTC vatandaşları aleyhinde dava açmalarını da cesaretlendiriyor.

Mesela Girne’de yıllardan beri oturduğunuz bir evi, kullandığınız bahçeyi, 1974’ten önceki sahibine iade etmezseniz, eğer varsa, Londra’daki evinize el konulması tehdidiyle karşı karşıyasınız.

İşin bir başka boyutu daha var. İnşaat sektörü KKTC ekonomisinin lider sektörlerinden. ABAD kararı bu sektöre de ağır bir darbe indiriyor. Bu saatten sonra kim inşaat yapar, kim KKTC’den ev alır?

Kıbrıs’ta işler karışıyor.

***

AVRUPA
Adalet Divanı kararı o kadar bağlayıcı ki, yoruma olanak bırakmıyor.

Görüşme sürecini yakından izleyen uzmanlar kararla ilgili, "çok zamansız; çözüme darbe olabilir; dar hukuki bakış" yorumlarını yapıyorlar.

ABAD’ın kararı, İngiliz Mahkemesi’nin sorusuna verdiği bir görüş niteliği taşıyor.

Kıbrıs diğer AB üyelerinden farklı. Kıbrıs’ın Avrupa Birliği’ne katılım anlaşmasına eklenen 10. protokol ile AB müktesebatı Kuzey’de uygulanmıyor.

Bu durumda, Rum Mahkemeleri’nin Kıbrıs Türk kesimi ile ilgili aldığı kararlar AB hukuku sayılabilir mi?

Avrupa Adalet Divanı, "Ada’nın kuzeyinde uygulanamasa da, Rum mahkemelerinin kararları AB hukuku sayılacağından diğer üye ülkelerde de geçerlidir" diyor.

Bu karar, bir yandan da Kıbrıslı Türklerin ve Ankara’nın Annan Planı ile ilgili tartışmalardan beri söyleyegeldiği bir gerçeği ortaya koyuyor.

Kıbrıs’ın Avrupa Birliği üyeliğinden sonra, 10. protokol Türk ve Rumlar arasında varılacak anlaşmanın kalıcılığı açısından yeterli hukuki güvence güvence değildir.

Masada çözüme bağlanacak herhangi bir mesele için Rum mahkemelerinin vereceği kararlar, Avrupa Birliği Adalet Divanı’nda Ada’nın durumu dikkate alınmadan sırf dar hukuk açısından yorumlanabilir. Bu durumda çözüm çerçevesinde varılacak mülkiyet ve toprak düzenlemelerinin anlamı kalır mı?

***

ŞİMDİ
gözler İngiliz mahkemesinde. Orams çifti, Lapta’daki evlerini yıkıp araziyi sahibine iade etmezlerse, İngiltere’deki evlerine haciz kararı çıkacak mı?

Yoksa, çok az bir ihtimal de olsa "görüşünüz için teşekkür ederiz" deyip ABAD’dan gelen dosyayı bir kenara koyacak ve çözüme şans tanıyacak mı İngiliz mahkemesi?
Yazının Devamını Oku

Şantajdan kurtulalım ama nasıl

27 Nisan 2009
24 Nisan "atlatıldı". <br><br>ABD Başkanı Obama, bu kez önceki başkanlara göre daha yüklü bir açıklama ile mesajını verdi. 1915 olaylarına "soykırım" tanımlaması getirilmeden önce aynı anlamda kullanılan "Büyük Felaket" sözcükleriyle yetindi. Türkiye ziyareti sırasında söylediği gibi, bu konudaki görüşlerini değiştirmediğini zımnen gösterirken, diasporanın beklentisini de yanıtsız bıraktı. Soykırım demedi.

Tarafların önüne yarısı dolu bir bardak koydu. Herkes için bardağın boş ve dolu olan tarafı var.

O yüzden de mesaj Türkiye’de olduğu gibi Ermenistan’da da buruk karşılandı.

***

BU
mesele bir gerilim filmi haline dönüştü. 24 Nisan yaklaştıkça yürekler ağızlarda. Washington ne diyecek?

CHP Lideri Deniz Baykal, önceki gün açıklamasında "Türkiye, artık soykırım konusunda uluslar arası tehdit ve şantajların hedefi olmaktan bir an önce çıkmalıdır. Bu konudaki söylemlerin Türk dış politikasına yön vermek için baskı unsuru gibi kullanıldığını herkesin görmesi lazım. Artık yeter. Bu soykırım şantajından, söyledi söylemedi tedirginliklerinden ülkeyi kurtarmak lazım" diyor.

Yanlış mı? Baykal, çok doğru söylüyor, bu şantaja bir son vermek lazım.

Ama nasıl? İşte bütün mesele burada.

***

CHP
lideri Baykal, bunun nasıl olacağını da açıklamalı.

Muhalefet, böyle önemli konularda sadece eleştirmekle sınırlı kalmamalı.

Bu sorun bugünün meselesi mi? Hayır. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından bu yana Türkiye’nin gündeminde.

Ermenistan’ı ilk tanıyan ülkenin Türkiye olması bir tesadüf değil.

MHP lideri Türkeş’in iki ülke arasındaki ilişkilerin normalleşmesi için gerçekleştirdiği girişimler de öyle.

Yirmi yıla yakın bir süreden beri tartışılan böyle önemli bir konuda muhalefet partilerinin hamasi sloganlar dışında ortaya koyacakları uygulanabilir önerileri olmalıydı.

Ermeni meselesinde politika geliştirme sorumluluğu sadece hükümete bırakılırsa, Baykal’ın dediği gibi, sorunların dış politikaya yön vermek için baskı unsuru olarak kullanılma ihtimali de artar.

Ama muhalefet kendi çözüm önerilerini geliştirir ve ulusal uzlaşma zemini oluşmasına katkı sağlayan bir üslupla meselenin çözümünde rol üstlenmeye talip olursa gerçek bir "çözüm" sürecinin önünü açar.

Sosyal demokrat muhalefet bu sorumluluğu duymazsa kim duyar?

***

ERMENİ
meselesine sosyal demokrat yaklaşım nasıl olabilir?

Sosyal demokrat bir muhalefet partisinin temel yaklaşımı, bu sürece halkların çıkarları açısından bakan öneriler geliştirmek olmalı. Çünkü tepeden kotarılan gizli anlaşma ve girişimler çatışma çözüm süreçlerini sürdürmek için yeterli değil.

Türkiye, Ermenistan ve Azerbaycan halklarının ön yargılarını, endişelerini aşacak samimi açılımlar olmadan, yani halkın desteği sağlanmadan bu kadar kökleşen, önyargıları bu kadar besleyen sorunları aşıp normalleşme sağlamak zor olur.

Evet, bir 24 Nisan’ı daha geride bıraktık. Şimdi ne olacak? Beni en çok bundan sonrası ilgilendiriyor.

Normalleşme süreci, kozmetik bir açılım olarak mı kalacak? Yoksa Kafkasya’ya barış gelecek mi?
Yazının Devamını Oku

Yol haritası günü kurtardı ama

24 Nisan 2009
TÜRKİYE ile Ermenistan arasında ilişkilerin normalleşmesi için izlenecek yol haritasının tamamlandığı açıklandı. Açıklamanın Ermenistan Dışişleri Bakanlığı tarafından da aynı saatlerde yapılmış olması, iki ülke arasında süren gizli görüşmelerde bir yere gelindiğini gösteriyor.

Ama yine de aklımı kurcalayan sorular var.

Mesela, bu sadece 24 Nisan tarihini kazasız belasız atlatmak için yapılan bir son an manevrası mı?

Obama’ya uzatılan bir kurtarma simidi mi?

Çünkü ABD Başkanı’nın bugün yapacağı konuşmada soykırım sözcüğünü telaffuz etmesi Türkiye’yi çok fena rahatsız eder. Bu da Washington’ın işine hiç gelmez. Üstelik de Irak’ta Kerkük nedeniyle işlerin karıştığı bu sırada.

Ama Ermenistan ile normalleşme dönemi, kozmetik bir çare değil, ilişkileri güçlendirecek gerçek bir değişim olmalı.

***

NORMALLEŞMENİN yol haritası konusunda uzlaşma sağlandığını duymak sevindirici. Bu kolay olmadı. Yaklaşık iki yıldır süren gizli görüşmeler sonucu bir noktaya gelinmesi çok olumlu. Ama yol haritası her şey demek değil. Esas olan siyasi liderlik.

Ermenistan’daki durumu derinlemesine bilemiyorum ama Türkiye’de kimse taşın altına elini sokmaya yanaşmıyor.

Normalleşmenin siyasete yansımasını, politik karşılığını hálá göremiyorum ben.

Muhalefet partileri olan biten konusunda habersiz. Bilgilendirilmiyorlar. Destek vermeleri için en ufak çaba harcanmıyor.

Sadece iç politikada değil, Azerbaycan’ın endişeleri de ciddiye pek alınmıyor.

Öyle olsaydı Başbakan Erdoğan, rahatsızlıklarını Türkiye’ye gelerek duyurmak isteyen Azeri kadın milletvekillerini sert bir üslupla eleştirir miydi?

Onların sadece muhalefet temsilcilerini değil mutlaka AKP’li yetkilileri görmeleri için de zamanında gereken yapılmaz mıydı?

Bunların hiç biri olmuyor ama Başbakan Erdoğan her fırsatta, Karabağ konusu çözümlenmedikçe Ermenistan ile sınırın açılmayacağını tekrarlıyor.

O böyle dedikçe hem Washington’dan, hem de Erivan’dan, "normalleşme ön koşulsuz olacak" açıklamaları geliyor.

***

ÖNKOŞUL
meselesi Türkiye gibi Ermenistan ve Azerbaycan kamuoylarının da aklını karıştırıyor.

Güney Kafkasya’nın istikrar bölgesi olmasını istemeyen güçlere de ortalığı karıştırmak için gün doğuyor.

Azerbaycanlı bir dostumun söylediği gibi, Karabağ sorunu çözülmeden bölgede normalleşme imkansız.

Bu sır değil. Bölgede yumuşama için kolları sıvayan ABD başta olmak üzere herkes bunu biliyor.

ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın önceki gün Kongre’de yaptığı konuşmada, Karabağ sorununun çözümüne destek konusunda Azerbaycan hükümetine güvence vermesi, Amerikalı diplomatların önceki gün Ermenistan’da, dün de Azerbaycan’da bulunmaları bir tesadüf değil.

Evet ön koşul yok. Kafkasya’daki bütün "normalleşme"lerin Karabağ’dan geçtiğini haritayı da yolu da çizenler biliyor.

Önemli olan kamuoylarının aydınlatılması, normalleşmenin zihniyet ortamının yaratılması. Clinton’ın Kongre’yi aydınlattığı gibi hükümet de muhalefetin soru işaretlerini gidermeli.

Bunlar yapılmadan yol haritası, bir 24 Nisan’ı daha geçiştirme çabası olarak kalır. Çok yazık olur.
Yazının Devamını Oku

Hayal kırıklığı çözüm ve düşler

20 Nisan 2009
KIBRIS Türkleri, dünkü seçimlerde beklenen yanıtı verdiler. Ada’da çözümün önündeki bütün engellere direnerek CTP’yi iktidara taşıyanlar desteklerini geri çektiler. Nedenlerden biri CTP’nin ülkeyi iyi yönetememesi.

Ama tek neden bu değil.

Eğer, "Annan Planı’nı kabul edin, sizi destekleyeceğiz" diyen Avrupa Birliği bu kadar büyük bir haksızlık yapmamış olsaydı, bugün Kıbrıs Türkleri daha farklı biçimde kullanırlardı oylarını.

Referandum’a "Hayır" diyen Rum tarafının Avrupa Birliği üyeliğine kabul edilmesi de bir dereceye kadar hazmedilebilirdi.

Kıbrıs Türkleri üzerindeki ambargolar devam etmeseydi, Avrupa verdiği sözleri tutsaydı bu mümkündü. Böyle olmadı ve siyasetini "çözüm" üzerine oturtan CTP etkisizleşti.

Yine de iddia ediyorum ki, bu seçimin sonucunu Kıbrıs Türk halkında "çözüm" isteğinin kalmadığı şeklinde yorumlamak doğru değil.

***

CUMHURBAŞKANI Mehmet Ali Talat
, geçen hafta Washington’da ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton ile görüştü. Washington Times Gazetesi’ne verdiği demeçte Talat, "Ulusal Birlik Partisi iktidara gelirse bazı sorunlar ortaya çıkabilir. Endişeliyim" demiş.

Talat, on gün önce Türkiye’den bir grup gazeteci ile yaptığı görüşmede de aynı şeyleri söylemişti.

"Görüşme süreci zora sokulabilir" demişti.

Bugünden itibaren KKTC’de iki başlı bir yönetim ortaya çıktığı düşünülebilir.

Annan Planı’na karşı çıkanların ağırlıkta olduğu bir hükümet ile Annan Planı’nın kabulü için verdiği mücadeleyle başkanlığa taşınan bir cumhurbaşkanı.

Eğer ekonomik sorunların çözümünde yeni hükümet etkili adımlar atabilir ve siyasi istikrar sağlanırsa, öyle bir iki başlılık ortaya çıkmayabilir.

Ama yeni kurulacak hükümet, vaatlerinin hiçbirini yerine getiremezse o zaman kapsamlı görüşme sürecini gündemin birinci maddesi haline getirmeye çalışabilir.

Görüşmelerde hazır bulunmak için siyasi baskı yapmaktan, her aşamayı tartışmaya açmaya kadar birçok yöntem denenebilir.

Ve sonuçta KKTC, eskiden de olduğu gibi hem Türkiye hem de uluslar arası çeşitli müdahalelerin hedefi haline gelir.

Kıbrıslı Türklerin bunu istemediğini biliyorum.

Çözümsüzlüğün bir yere götürmeyeceğini, çözüme en fazla karşı olanlar da söylüyor. İki devletlilik umudu bile çözümden geçiyor. Tek taraflı dayatma ile böyle bir sonucun mümkün olamayacağını geçmiş deneyimler orta koyuyor.

***

SEÇİMLERLE kritik bir dönem açılıyor önümüzde.


Türkiye’deki ayrışmanın KKTC’ye yansımaması gerekiyor.

Önümüzdeki kritik döneme ve çözüm sürecine büyük darbe olur bu.

AKP, KKTC’de uyumun sağlanması için destek olmanın yollarını aramalı.

Seçimlerden önce muhalefete karşı izlenen tepeden bakan, dışlayıcı tavır terk edilmeli.

Seçim sonucu, KKTC halkının Avrupa ve çözüm konusundaki hayal kırıklığını yansıtıyor. Ama bu, Kıbrıs Türklerinin ambargosuz bir hayatı ve çözümü düşlemedikleri anlamına gelmiyor.
Yazının Devamını Oku

Fethiye’de bir itiraf

19 Nisan 2009
BİR toplantı için Güney’e inerken, son gelişimden bu yana ortaya çıkan iki gelişmeyle sarsıldım. Anılar arşivimin en güzel sayfalarını oluşturan Kalkan’ın, AKP’li eski belediye başkanı döneminde nasıl mahvedildiğini gördüm. Artık o eski, güzel, narin, saklı sahil kasabası da, sırtını dayadığı çamlı tepeler de yok. Kalkan’ın etrafındaki bütün tepeler tıraşlanmış. Çirkin orta halli sitelerle sıradan bir Anadolu kasabası haline dönmüş Kalkan.

AKP’li Belediye Başkanı, sadece müteahhitlere çalışmış. Bu seçimlerde de CHP’ye kaptırmış koltuğunu. Kalkanlılar, İngilizlerin aldıkları bu evlerin konuklar adı altında kiralanmalarından şikayetçi. Turizm baş aşağı gitmiş.

Fethiye de ise ölü deniz gerçekten ölmüş. Ölü Deniz’i belediye ilan edip, orayı da müteahhitlere teslim etmişler.

CHP’nin kalesi Fethiye’de şimdi MHP var. Nedenini sorduğumda, "şehit cenazeleri" diyorlar. Her cenaze geldiğinde daha çok "milliyetçi oluyor insan" diyor konuştuğum esnaf.

Hatta, turizm sezonlarında güneydoğudan bu bölgelere çalışmak için gelen Kürt kökenli vatandalar tepki ile karşılanıyormuş.

Aynı tepkiyi Ege’de de fark ediyorum.

* * *

PKK
’ya karşı savaş 30 yıldan beri sürüyor. Otuz yıl çok uzun bir süre.

İstediğiniz kadar bu etnik bir çatışma değildir diye iddia edin, otuz yılın birikimi sonuçta etnik çatlamalara yol açıyor.

İç çatışmanın 30 yıl sürmesi, terör kadar tehlikeli. "Cenazeler geldikçe insan milliyetçi oluyor" diyenler, bu tehlikeyi artık çok ciddiye almamız gerektiğini gösteriyor.

Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, hafta başında yaptığı açıklamalarında her ne kadar Kürt meselesi yok diyor, sorunun sadece terör olduğunu vurguluyorsa da, terörün kitle desteğini zayıflatmak için sıraladığı öneriler, ortada bir sorun olduğunu zımnen askerin de kabul ettiğini ortaya koyuyor.

Bu sorunu çözmeliyiz. 30 yıl sürmüş olan bir iç çatışmadan kurtulmak, teröre son vermek için değil, birliğin bozulmaması açısından da şart. Gençleri birbirine karşı bilenen bir ülkede ne birlikten, ne de bütünlükten söz edilebilir.

Türkiye’nin parçalanmasını istemeyen herkes, büyük lafları bir kenara bırakıp her şeyden önce Kürt sorununun çözümünü istemelidir.

* * *

TÜRKİYE
halkı mı, Türkiyelilik mi tartışmaları, Genelkurmay Başkanı’nın konuşmasında PKK’lıların annelerini anımsatmasını gölgeledi.

Benim açımdan değerlendirmelerin en önemli mesajı burada saklıydı. Bu ülkenin annelerine kalsa savaş devam eder mi? Analar, çocuklarını dağlardan, silahlardan, savaşlardan korumak için ne gerekirse yaparlar, terörizmi devre dışı bırakacak uzlaşmanın en kestirme yolunu pratik biçimde bulurlardı.PKK’lıların da ana kuzusu olduklarını fark eden bir devletin hızla, bu çocukları hayata döndürmenin çarelerini de bulması lazım. Af işin bir parçası.

Konunun diğer önemli tarafı ise bugün Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bu konunun tarafı var. Siyaset yolunu seçen DTP ile birlikte bu ülkede yaşayan herkesin içine sinebilecek çözüm önerileri oluşturulmalıdır. Erbil’deki Kürt Konferansı gibi işi dışarıdan bitirme çabaları kulağını öteki taraftan göstermekten farkı yok.

Ama ne yazık ki yeni "açılım" ihtiyacının en fazla somutlaştığı bir dönemde, Genelkurmay Başkanı’nın, "Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yaşamakta olan Kürt ve Zaza kökenli yurttaşlarımızın ’mağduriyete uğradıkları şeklindeki algılarının’ düzeltilmesi ve değiştirilmesi gerekmektedir. Bu devletin asli görevidir" dediği sırada DTP’ye karşı başlatılan operasyon akıl karıştırıcı olmuştur. Çünkü Kürtler, son olayları bir intikam operasyonu olarak algıladılar.

Doğayı korumayan, insanını hiç korumaz.
Yazının Devamını Oku

PKK’lı bir genci kazanmak suç mu

17 Nisan 2009
KIZ çocuklarının eğitimi için kim taşın altına elini koyarsa, Türkiye halkı için o kıymetlidir. Türkan Saylan bu yüzden toplumun bütün kesimleri tarafından (onu misyoner, PKK işbirlikçisi, Ergenekoncu göstermeye çalışan karanlık güçler ve bazı cemaatler hariç) sevilen, beğenilen, onun gibi olunmak istenen bir kadındır.

Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, gücü yetmeyen ailelerin çocuklarına eğitim olanağı sağlamak için aydınlıkçı düşünce etrafında toplanan insanların oluşturduğu bir sivil toplum kuruluşu.

Yıllar önce bu kuruluştan eğitim bursu alan bir erkek öğrenci Işık Evleri ve oradaki yapılanma ile ilgili açıklamalarda bulunmuştu. ÇYDD’nin yanına ilk çarpı o zaman kondu.

Bu yıl Ocak ayı başında Zaman Gazetesi’nde yayınlanan bir köşe yazısında, derneğin PKK ile ilişkisi olan gençlere burs verdiği iddiasını okuduğumda, "demek sadece yanına değil, derneğin üstüne çarpı işareti konmuş" diye düşündüm.

VELEV Kİ

GÖZALTINA
alınanlara ,"Burs verdiğiniz çocuklar için temiz kağıdı istiyor musunuz? Sabıka belgesi arıyor musunuz?" gibi sorular sorulduğunu öğreniyoruz.

Yani ne demek oluyor bu? Gençlere eğitim yardımı siyasi tercihlerine göre mi yapılmalı?

Ya da siyasi tercihi olanlara burs yok deyip, cezalandırılmalılar mı?

PKK’ya, şu ya da bu biçimde bulaşmış olan gençleri kendi hallerine daha doğrusu PKK’ya mı terk etmek gerekir?

Eğer, ÇYDD güneydoğuda bazı gençleri dağın çekim alanı dışına çıkartabildiyse buna sadece sevinirim ben.

"Velev"ki PKK’nın yanından geçmiş olsun ya da siyasi bir örgüte ilgi duymuş olsun, gençlerin gelişmesi için kendi olanakları ile onlara fırsatlar yaratan birileri varsa fena mı?

Ama şimdi Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ne burs desteği verenler üzerinde de bir baskı kurulmak isteniyor, suç örgütüne ortaklık ettikleri havası yayılıyor.

BU DA DARBECİLİK

TOPLUMDA
yükselen tepkiye karşı bazıları tuhaf savunmalar ileri sürmeye başladılar.

ÇYYD cemaat okullarına set çekmek için örgütleniyormuş dolayısıyla 28 Şubat müdahalesini destekliyormuş. Senaryo hazır (savcılardan önce kimlerin tutuklanacağı, dalgaların ne zaman nasıl geleceğini bilenleri var artık bu sürecin).

Hükümetlere karşı çıkmak, siyasi muhalefeti yükseltmek "darbecilikle" eş anlamlı hale geldi neredeyse.

Bugüne gelinmesinde askerin siyasete müdahale alışkanlığının etkisi var tabii ki.

Muhalefete askeri gölge düşürmek kolaylaştı.

Darbeciler ile onların siyasi düşüncelerine sempati duyanları aynı sepete koyarken bu gerekçeye sarılıyorlar.

Böyle bir şeyi savunmak, 12 Mart ve 12 Eylül’de sol ve sağ siyasi örgütleri dağıtan, okudukları gazeteleri gerekçe göstererek insanları hapse atan, akademisyenleri siyasi görüşleri nedeniyle üniversiteden uzaklaştıranları haklı görmek demektir.

Bu tam da darbecilerin kendi dışındakilere bakışıdır.

O yıllarda Türkiye’nin aydınları, bu baskılara direnerek Türkiye’nin demokrasiye dönüşünü sağlamadılar mı?

Bugün bazıları, "devlet içi çeteleri, darbecileri, Gladio’cuları ortaya çıkartacak bir süreç bu. Ses çıkartmadan sonuna kadar susun, bekleyin, ortalığı bulandırmayın" diyebiliyor.

İyi ki demokrasiden yana olan kesimler, darbe dönemlerinde, "Yasalar böyle diyor şimdi solcuların, sağcıların beli kırılıyor, susup oturalım" demediler, tutuklamalara, işkencelere, cezaevlerindeki kötü uygulamalara karşı, her fırsatta seslerini yükselttiler, darbeci zihniyetin baskılarına direnmesini bildiler.

Bugün de Ergenekon sürecinin siyasi baskı aracı haline dönüşüp sulandırılmasını engelleyecek olan işte bu demokratik reflekstir. 
Yazının Devamını Oku

Talat Washington’a giderken

13 Nisan 2009
KIBRIS yemyeşil. Bu yıl öyle çok yağmur yağmış ki her taraf yemyeşil. Turp otlarının sarı çiçekleri boy vermiş, papatyalar, yedi veren portakalları, Ada nefis bir bahara hazır. Mehmet Ali Talat ile öğle yemeği için buluştuğumuzda, Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın küçük bahçesini hiç bu kadar çiçekli görmediğimi fark ediyorum. Talat da bahçesi gibi keyifli. Yarın Amerika’ya gidiyor. Hillary Clinton ile görüşecek. Görüşme daha önce olacaktı ama Rumların itirazı üzerine biraz ertelendi.

Gündem açıklanmasa da konunun Rum ve Türk liderler arasında süren kapsamlı görüşme süreci olacağı kesin.

Washington’un Kıbrıs’ta devreye girmeye hazırlandığı anlaşılıyor.

Obama Türkiye gezisinde bunun sinyalini verdi. Türkiye’nin küresel güç olarak ABD ile ortak meselelerde işbirliği yapabileceğini söylerken, "Barış için çalışmak Doğu Akdeniz’deki sorunları da kapsar" diyerek Kıbrıs’ı gündeme getirmiş, "ABD, adil ve kalıcı bir barış ve iki toplumlu iki bölgeli bir çözüm ile Kıbrıs’ı birleştirecek olan liderlere isteyecekleri her türlü yardımı yapmaya hazırdır" demişti.

Ama bunun nasıl olacağı henüz belli değil. Kıbrıs Cumhurbaşkanı Hristofias, Birleşmiş Milletler ve ABD’nin müdahalesini istemiyorsa da arabuluculuk mekanizmasının gerekebileceği herkes tarafından kabul ediliyor.

TAKVİM ORTAYA ÇIKMAYA BAŞLIYOR

KIBRIS
’ta liderler arasında süren görüşmelerin sonucu yavaş yavaş bir takvim de ortaya çıkıyor.

Rum tarafında yayınlanan Politis Gazetesi’nin geçen hafta verdiği habere göre, BM Kasım’da anlaşmaya varılmasını, 2010 Ocak ayında da referanduma gidilmesini öngörüyor.

Şimdiye kadar görüşmelerde güvenlik, güç paylaşımı, mülkiyet ve Avrupa Birliği başlıkları tartışılıp bitirilmiş durumda.

Önümüzdeki buluşmalarda ekonomi, toprak ve güvenlik başlıkları ele alınacak.

Haziran sonuna kadar bu başlıkların kapatılabileceği, temmuz ayında ise hepsinin üzerinden yeniden geçilebileceği öngörülüyor.

Ağustos sıcağında Ada’da kimse çalışmaz. Demek ki eylül ayından itibaren, uluslararası toplumun da etkinleşeceği bir son pazarlık süreci başlayacak.

Yıl sonu ya da ocak ayında anlaşma referanduma hazır hale gelebilir.

Temmuz ayından itibaren Avrupa Birliği dönem başkanlığını üstlenecek olan İsveç de Kıbrıs sürecine hazırlanıyor.

Çünkü yıl sonunda Avrupa Birliği Türkiye ile ilgili olarak Kıbrıs raporu hazırlayacak. Müzakerelerin başlama kararı alınırken Kıbrıs ile ilgili verilen sözlerin ne derece yerine getirildiği incelenecek.

Ancak rapor, Ada’da devam eden görüşme süreci ve çözüm çalışmalarını mutlaka dikkate almak zorunda, bu durum sadece Türkiye’yi değil karar vermek durumunda olan Avrupa Birliği’ni de rahatlatacak kuşkusuz.

O yüzden, bu sürecin sağlam ve sakin biçimde sürmesi herkesin yararına.

BUNU DA BATIRMAMAK İÇİN

YUKARIDA
da söylediğim gibi Cumhurbaşkanı Talat’ı iyi gördüm. Görüşme sürecinin gidişatından memnun. Ya da öyle olduğu izlenimini vermek istiyor.

Eğer, gerçekten ocak ayına kadar Ada’da bir çözüm sağlanacaksa buna kamuoylarının hazırlanması gerekiyor. Kasım’da ortaya çıkacak bir çerçeve anlaşma metnin anlaşılabilmesi ve anlatılabilmesi için de zamana ihtiyaç var.

Umuyorum bu konu, Ermenistan ile yakınlaşma sürecinden daha iyi yönetilir. Yoksa bütün yapılanlar kozmetik bir çaba olmaktan ileri gidemez.
Yazının Devamını Oku