Ferai Tınç

Avrupa için önümüzdeki altı ayın en önemli konusu

22 Mayıs 2009
AVRUPA Birliği sürecinde sıkıntılı bir dönem başlıyor. ’Ne zaman sıkıntısızdı’ diye sorabilirsiniz, hatta böyle bir sürecin var olup olmadığını bile tartışmaya açabilirsiniz. Ama bu kez farklı. Diğerlerinden daha sıkıntılı bir dönem olacak. Üstelik de AKP "artık seçimler bitti, şimdi Avrupa Birliği meselesiyle ilgileneceğim" demişken, ciddi bir sınavla karşı karşıya. Avrupa Birliği konusunda, AKP’nin son samimiyet sınavı bu.

Dönem başkanlığına hazırlanan İsveç’in Dışişleri Bakanı Carl Bildt, Brüksel’de Avrupa Birliği-Türkiye Ortaklık toplantısından sonra, "Kıbrı,s Avrupa Birliği için önümüzdeki altı ayın en önemli konusu olacak" dedi.

Bu açıklama, Brüksel’in işi gücü bırakıp Kıbrıs sorununu çözmek için uğraşacağı anlamına gelmiyor.

Kıbrıs sorununu Türkiye’nin önüne koymaya hazırlandığını gösteriyor.

Ek protokolün uygulanması, limanların açılması için baskılar artacak.

Vazgeçildiği iddia edilmiş olsa bile, Türkiye’nin üyelik sürecinin bu açıdan değerlendirileceği rapor bile gündeme gelebilir.

AKP hükümetinin, hele de yeni kabine revizyonundan sonra Kıbrıs konusunda herhangi bir adım atabileceğini sanmıyorum.

Atmayacağı için eleştirmiyorum, koşullar öyle sıkışık ki, herhangi bir hükümetin, bir yandan Ermenistan açılımı, öte yandan Kürt meselesinin çözümü ve de Kıbrıs’ta hiçbir ilerleme sağlanmadan Türkiye’nin limanları açmaya yanaşması mümkün değil.

***

BRÜKSEL
’deki Ortaklık Konseyi’nden sonra Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun, "Taktik oyalamalar, zaman kazanma çabaları, Türkiye üzerinde Avrupa baskısı iyi niyetle bağdaşmaz" açıklaması da durumun sertleşmekte olduğunu ortaya koyuyor.

Yine döndük başa, müzakerelerin başlama kararının alındığı günlere. Avrupa Birliği ile müzakerelerin başladığı günlerde de, Kıbrıs meselesinin Avrupa ile ilişkileri tıkayacağı öngörülüyordu.

Sürecin işlemesi ve Kıbrıs konusunu aşmanın yolu Türkiye’nin reform sürecine hız vermesi ile mümkün olabilir diye defalarca yazıldı, konuşuldu.

AKP Hükümeti içine düştüğümüz toplumsal ayrışma sürecini geri çevirebilir, reform adımları atmak için siyasi vizyonunu çatışma ekseninden, uzlaşma arama eksenine yöneltebilirse tıkanıklık aşılabilir. Türkiye yön mü değiştiriyor, istikrarsızlık derinleşiyor mu sorularına açıkça yanıt verilmiş olur.

Ama bunun işaretleri yok.

***

HÜKÜMETİN
Türkan Saylan’ın cenaze törenine bu kadar ilgisiz kalması, diğer bütün yaptıklarını bir kenara bıraksak bile bu ülkenin cüzzama karşı mücadelesinin öncüsü olan bir tıp insanına Sağlık Bakanlığı’ndan bile bir çelenk gönderilmemiş olması, AKP Hükümeti’nin durumu değiştirme niyetinin olmadığını ortaya koyuyor. Bu sadece bir örnek.

Başka örnekler de var. Dün insan hakları dernekleri basın açıklaması yaparak duyurdular. Hükümet, İnsan Hakları Kurumu yasa tasarısı hazırlamış. Ama bu konuda yıllardan beri mücadele veren insan hakları örgütlerinin haberi yok. Ne danışma ihtiyacı duymuş ne de böyle bir çalışma yapıldığı duyurulmuş kendilerine. İnsan haklarının korunması ve geliştirilmesi için bu tasarı, hükümetin 2004 yılından beri üçüncü insan hakları kurumu girişimi. Olmuyor. Sivil toplumu dışarıda bırakarak, sırf Avrupa Birliği gerekli gördüğü için insan hakları konusunda adım atılamıyor.

Neden? Çünkü hükümet bunu da Avrupa istiyor diye kerhen yapıyor. Aslına bakarsanız da yapmıyor.

Böyle giderse AKP, Avrupa konusundaki son sınav hakkını da kaybedecek.
Yazının Devamını Oku

Bu işlerde bir tuhaflık var

18 Mayıs 2009
ERMENİSTAN açılımı sona mı erdi? <br><br>Kürt sorunun çözümü için doğmuş olan fırsat öldü mü? Son zamanlarda öyle gelişmeler oldu ki, aklım karıştı.

Başbakan Erdoğan’ın Azerbaycan ziyaretinden sonra yaptığı açıklamalara bakın.

Ermenistan açılımının Karabağ sorununa bağlı olduğunu tekrarlamakla kalmadı, Türkiye’de çalışma izni olmadan yaşayan Ermenilerin geri gönderilebileceklerini de söyleyerek sert mesajlar verdi.

Ermenistan’dan gelen açıklamalar da sertleşti.

Ne oldu da, açılımdan konuşurken birden restleşmeye başladık?

24 Nisan’ı geçiştirdik, ABD Başkanı Obama Kongre’de soykırım sözcüğünü telaffuz etmedi, bizim de istediğimiz zaten bu muydu?

Ermeni açılımının bütün afra tafrası buraya kadar mıydı?

Kafkasya’nın istikrarı ve Türkiye’nin bölge ile ilişkileri açısından bu kadar önemli bir konuda, dış politika vizyonu bu kadar kısa vadeli ve günü kurtarma eksenli olabilir mi?

Erdoğan’ın açıklamalarından sonra, Türkiye’nin Ermenistan ile sorunların çözümüne ilişkin "yol haritası"nı görüşmekten vaz geçtiğine dair de hiçbir işaret gelmedi.

Demek süreç devam ediyor.

Devam ediyor ama sıkıntılı bir biçimde. Çünkü bu sert mesajlar, keskin açıklamalar gizli görüşmeleri sürdüren diplomatları etkilemese bile, kamuoylarını olumsuz etkiliyor, siyaseti sürecin dışına itiyor.

***

KÜRT
sorunuyla ilgili gelişmelere bakıyorum, çözüm için büyük bir "fırsat" havası göremiyorum.

DTP milletvekilleriyle ilgili soruşturmanın gelişme yönü, gerilimli günler yaşanacağını gösteriyor.

Bir yandan "fırsat" döneminden söz edilirken, diğer yandan çözüm için uygun bir atmosfer yaratacak açıklama ve adımlar atmak yerine, tam tersi ortamı geren yeni gelişmeler bir biri ardından gündeme düşüyor.

Bunda bir tuhaflık yok mu sizce?

***

TEPEDEN
inme formüllerle, çözümü zor ve iç politikaya iyice alet edilmiş sorunların kolayca aşılması mümkün değil. Bunun için çok yönlü bir çaba ve siyasi taahhüt gerekiyor. Hükümetin bu sorunların çözümüne kendini adamış bir hali var mı?

Ermeni meselesinin çözümü Azerbaycan ile omuz omuza ilerleyen bir süreç olmalıydı. Öyle olduğu ileri sürüldü ama ne Azerbaycan, ne Türkiye, ne de Ermenistan kamuoyları dikkate alındı.

Ermenistan ile yol haritası konusunda iki yıla yakın zamandan beri çalışmalar sürmesine rağmen Başbakan Azerbaycan’ı kaç kez ziyaret etti? Cumhurbaşkanı Gül, Ermenistan’a maç izlemeye gittiğinde Bakü’de ne yapıldı?

Tabii Türkiye kamuoyuna verilecek mesajlar da önemli. Başbakan "Biz Ermenileri gerekirse geri göndeririz" diye milliyetçi damara hava basarsa halk "Ermenistan açılımı"nı anlayabilir mi?

Aynı şey Kürt meselesi için de geçerli.

Kürt sorununu çözmek için fırsat dönemi ilan ederken, yerel seçimlerde bölge halkının desteğini arkasına alan DTP’ye yönelik baskıları ağırlaştırarak, onun gerilim politikalarını tırmandırmasını kolaylaştırmak da tutarlı değil.

Bu işlerde bir tuhaflık var. En tuhafı da, çözümden, komşularla sıfır sorundan söz eden bir siyasi iktidarın, bunları yapabilmek için değişim gerektiğini dikkate almaması. Değişime önce dilden, üsluptan başlanacağını fark etmemesi.

Çatışma üslubuyla barış ve yumuşama süreçleri hazırlanabilir mi? Mümkün mü?
Yazının Devamını Oku

Ordu ve yerel medya semineri

17 Mayıs 2009
YEMYEŞİL dağların uzandığı koya baktıkça Karadeniz’in neden turizmde geri kaldığını anlamakta zorlanıyorum. Ordu’nun İl Kültür ve Turizm Müdürü Erkan Gülderen’in heyecanla anlattıklarını dinlerken de, kente tepelerden bakarken, sahilde denizin kokusunu içime çekerken de burayı sevmek için ille de Oktay Ekşi olmak gerekmediğini düşünüyorum. (Oktay Bey, bir Mesudiyeli olarak büyük bir tutkuyla kendi topraklarına bağlıdır. Mesudiye’nin gelişmesi için köy kent projesinin gerçekleştirilmesi de dahil çok önemli işler yaptı bölge için.)

Karadeniz artık eskisi gibi zor gidilen bir yer değil. Sahil yolu mesafeleri kısaltmış. Derin tarihi geçmişten gelen hikayeleri, turizmini çeşitlendirecek zengin değerleri, çok güzel doğası ile Ordu Karadeniz’in mutlaka gidilmesi gereken yerlerinden. Otları, mantarları, balık çeşitleri, pideleri ile mutfağı da özel. Ama Türkiye’nin birçok bölgesi gibi burası da kendi değerini bilmiyor.

Gazeteciler Cemiyeti ve Konrad Adenauer Vakfı’nın düzenlediği yerel gazetecilik meslek eğitim programı için Ordu’dayım.

Farkında değiliz ama Türkiye’de çok sayıda yerel gazete çıkıyor, televizyon ve radyo yayınları yapılıyor. Ordu’da sekiz günlük gazete var. Samsun’da 11, Giresun, Vezirköprü, Gümüşhane’de günlük gazeteler dışında haftalık ve aylık gazetelerin sayısını da katarsak yüzlerce gazete yayınlanıyor bu bölgede. Sorunları, çabaları, sıkıntıları ile yalnız başlarına bırakılmışlar.

GÜMÜŞHANE’DE BİR KİŞLİK GAZETE
/images/100/0x0/55ea4c24f018fbb8f876b759
ŞAHİNDE TURHAN
, emekli olduktan sonra gazete çıkartmaya karar veren Gümüşhaneli bir ilkokul öğretmeni. Ekin adlı aylık bir gazete çıkartıyor. Gazetenin dağıtımına kadar her işini kendisi yapıyor. Gazete, 1996 yılından beri yayınlanıyor. Köşe yazarları da kadın. Şahinde Turan, gazetesini hem Gümüşhane’nin sorunlarını dile getirmek, hem de halkı eğitmek için çıkardığını söylüyor. Bu sayıda Gümüşhane’de şoförlerin "feryadı" manşet. Şahinde Hanım’ın kaleme aldığı başyazı ise İstanbul’daki Dünya Su Kongresi ve suyun dikkatli kullanımı üzerine.

Anadolu sürprizlerle dolu. Şahinde Hanım’ı görünce bunu bir kez daha düşünüyorum, gazetecilik heyecanı genç, yaşlı, kadın, erkek demiyor insanı peşinden sürüklüyor. Şahinde Hanım’ın heyecanının, eğitim seminerlerini izleyen genç meslektaşlardan aşağı kalır tarafı yok.

OT GİBİ YAŞAYIP MURADA ERMEK Mİ?

Yerel basındaki meslektaşlarımızı dinliyorum. Yerel basın çok zor durumda. Ekonomik açıdan büyük çoğunluk resmi ilanlara bağımlı. Bu da, resmi ilanların siyasi baskı aracı olarak kullanılmasına yol açabiliyor. Eleştirinin dozu artarsa ekonomik yaptırım derhal devreye giriyor.

Oysa yerel medya, yolsuzlukların üzerine gitmezse, yöneticilerin hatalarını eleştirmezse hatalar nasıl düzelecek? Gözden uzak bölgelerde dönenler nasıl ortaya çıkacak?

Vali yasakladığı için yazı yazamayan gazeteciler var yerelde. Basın üzerindeki baskılar yerelde daha yıkıcı olabiliyor.

Ama yıkılanın demokrasi olduğu fark edilmiyor.

Bir gazeteci meslektaşın sözleri durumun ne kadar ciddi olduğunu gösteriyor, "En iyisi ot gibi yaşayıp murada er, etliye sütlüye karışmadan işi idare et" diyor.

Türkiye’de yerel medya çok sesli ve çok renkli olarak gelişiyor. Bu gelişmenin desteklenmesi, resmi ilan bağımlılığının kırılarak, hükümetin ekonomik ve mesleki teşviklerle bu gelişmeyi desteklemesi gerekiyor. Eşit ve proje bazlı destekler kayrımcılığı da önler.

Yeter ki yerel medya ot gibi yaşayıp etliye sütlüye karışmayı bırakmasın.
Yazının Devamını Oku

Töre cinayetlerinin dini, ırkı olmaz

14 Mayıs 2009
NAMUS cinayetleri gerçekten "Kürtlerin meselesi" midir?

Yazının Devamını Oku

Brüksel, basın özgürlüğünü yakın takibe aldı

11 Mayıs 2009
BİR gazeteciye inen darbeleri dehşetle izledim. Alanya’nin Mahmutlar İlçesi’nde yayınlanan bir yerel gazetenin muhabirini döverek yazdığı haberin hesabını sormaya kalkışan Belediye Meclis üyesi, bu cesareti nereden alıyor? İşin bu noktalara gelmesinde, medya mensuplarını hedef göstermenin, gazete almayın kampanyalarının yarattığı atmosferin hiç payı yok mu?
Var tabii ki.

Ama medyayı şamar oğlanına dönüştürerek, muhalif sesleri kısmak isteyen her girişim, sahibine zarar getirir.

Umuyorum, AKP de artık yerel seçimlerdeki havanın ne kadar olumsuzluklara yol açtığının farkına varmıştır ve durumu gözden geçirir.

Zaten, 301’de yapılan değişikle Türkiye’de basına yönelik tüm baskıların ortadan kalktığı efsanesinin de sonu geldi.

Basın özgürlüğünü tehdit eden uygulamaları uzun bir süre Avrupa Birliği Komisyonu "Hükümet ile bir iş adamı arasındaki mesele" olarak yorumlamıştı. Ama son günlerde Brüksel’den farklı açıklamalar geliyor.

2009 İlerleme Raporu’nda basın özgürlüğü konusuna daha titiz bir yaklaşım olacağı şimdiden açıklandı.

***

AB
Komisyonu Genişlemeden sorumlu Komiseri Olli Rehn, geçen hafta bazı Avrupa parlamenterlerinin Doğan Yayın Holding’e kesilen vergi cezasıyla ilgili sorularına yanıt verirken Türkiye’deki gelişmeleri yakın takibe aldıklarını söyledi.

Yerel seçimlerdeki basın karşıtlığı, Brüksel’in gözlerini açtı anlaşılan.

Rehn’in, "Türk siyasetinin önde gelen isimleri tarafından basına karşı yapılan açıklamalar, Türkiye’de basın özgürlüğüne tam saygı atmosferinin yaratılmasına yardımcı olmuyor" demesi de bunu gösteriyor.

Saygı atmosferinin nasıl dinamitlendiği, gazetecilere fiziki saldırılardan tutun da, akreditasyon keyfiliklerine kadar her alanda kendini ortaya koyuyor.

***

REHN
, Doğan Yayın Holding’e kesilen vergi cezasıyla ilgili gelişmeleri izlerken üç ilkeyi dikkate alacaklarını söylüyor.

Bunları, "yargının bağımsızlığı, yargının tarafsızlığı ve orantılılık" olarak sıralıyor.

Yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı demokratik hukuk devletinin en temel ilkeleri. Siyasal hesaplardan arındırılmış gerçeğin ortaya çıkması için temel koşul.

Orantılılık ne anlama geliyor?

Rehn’in burada kast ettiği, iki kamusal çıkar arasında doğru bir orantının kurulması şartı.

Yani vergi bir kamusal çıkar ama basın özgürlüğü de halkın haber alma, bilgiye ve gerçeğe ulaşma hakkı olarak bir başka kamusal çıkar.

Hiç biri bir diğeri uğruna feda edilemez.

Dolayısıyla bir kamusal çıkar korunurken, diğer kamusal çıkar olan basın özgürlüğünün baskı altına sokulmaması gerekir.

Bütün mesele, ölçüyü tutturmakta. Brüksel bu ölçünün kaçıp kaçmadığına göre nihai yorumun yapacak.

***

BASIN
özgürlüğü ile ilgili uyarıları ille de Brüksel’in yapması gerekmiyor. Biz de söylüyoruz, Basın meslek örgütleri, gazeteciler durumun ciddiyetine dikkat çekiyor. Dinletemiyoruz.

Örneğin Youtube yasağı birinci yılını doldurdu. Başbakan bile farklı adreslerden izlediğini açıklamışken yasak neden devam ediyor. Anlamak zor. Sadece o değil, çok sayıda web, her hangi bir mahkemenin tedbir kararlarıyla hiçbir savunma almadan, bilirkişiye baş vurmadan erişime kapatılıyor. İnternet Teknolojileri Derneği Başkanı Mustafa Akgül, "Ülkemiz, dünya internetine savaş açmıştır" diyor.

Ölçü kaçınca dünyaya savaş açma noktasına gelmek çok kolay oluyor.
Yazının Devamını Oku

Anneler en çok barış istiyor

10 Mayıs 2009
KÜSECEĞİZ artık. Belki de çoktan küsmüşüzdür de sırtlanarak yaşamaktan, hep içimize atmaktan, küstüğümüzü kimse fark etmemiştir. Biz bile. Otuz yıldır süren bir savaş için çocuk doğurmaktan bitap düştü artık Türk ve Kürt anneler, Lazlar, Çerkezler, Gürcüler.

İnsan, oğlu olunca içi cız eder mi? Oğullarının yüzünü gördüklerine bu toprakların kadınlarının yüreği sızlar.

O süt kokulu nefesi içine çekişte, "Büyüyünceye kadar şu savaş belki biter" diye geçer her kadının içinden.

Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, İstanbul’daki basın toplantısında ilk kez savaşa "anne" boyutunu da getirdiğinde, dağdakilerin de annelerinden söz ettiğinde, "işte ben konuşmanın en çok burasını anladım" demiştim.

* * *

KARANLIK
tünelin sonundaki ışık tam da o noktadan süzüldü içime.

Bu tünel aydınlanmalı artık, yol gözükmeli çünkü biraz daha karanlık, birkaç yıl daha terör, kin, düşmanlık gerilimine dayanamayacağız. Hepimiz hastalanacağız.

Şiddeti böylesine kendi haline bırakılmış biçimde taşımaktan yorgun düşen ruhların bu güzel ülkenin her yerinde, her an yaşadıkları Mardin’lerin farkında mısınız?

Savaş sendromu diye bir şeyin varlığından haberdar mısınız?

Ama anneler biliyor bunun ne olduğunu.

Yitirdikleri evlatlar için ağıt yakarken, eve dönenlerin durumunu da ağır bir yük olarak yaşıyor anneler.

Gece sıçramalarını, uykusuzlukları, terlemeleri, içe kapanmaları, kendini ve karşıdakini yiyip bitiren saldırganlıkları, bir türlü mutlu olamamaları, kendi içinden başlayarak sorunların çözümüne sabır göstermeyen tahammülsüzlükleri, derin suçlulukları, yüzleşme korkusunu, kaçışları, bilinçaltı patlamalarını.

Türk ve Kürt, ya da ne olursak olalım biz, bu toprakların anaları bu savaşın altında kaldık.

Beni hamasi nutuklar teselli etmedi, etmiyor, nereden gelirse gelsin, çocukların ölümlerini sıradanlaştıran zafer vaatleri midemi bulandırıyor.

* * *

ZAMAN KALMADI
. Şapkalarınızı, poşularınızı, takkelerinizi önünüze koyup düşünün artık. Kürt gençlerini dağlarda sersefil edenler de düşünsün, Türkiye’yi yönetenler de. Yönetmeye aday olanlar, muhalefeti iktidarın her yaptığına karşı çıkmak sayanlar da.

Formül ne çok karmaşık, ne zor.

Hasan Cemal’ın maceraya ya da alkışa ihtiyacı mı vardı? O gazeteci olarak taşın altına elini koydu ve konuşulmayanı konuşmaya, duyulmayanı duyurmaya yardımcı oldu. (Milliyet Gazetesi’nde 9 gündür süren Karayılan röportajı ve Kuzey Irak notları ile.)

Gölge oyunlarını şeffaflaştırmak denir buna.

Herkes elini taşına altına koysun.

Barışın formülü aslında basit.

Kuzey Irak üzerinden veyahut ortak paydamız İslamiyet’tir tezlerinden, yani dolaylı çözümlerden kurtulup, bugüne kadar çatışanlar, savaş kışkırtan, sürdüren, provokasyonlara çanak tutanlar birbirlerinin gözüne bakarak formülü bulacak.

* * *

FORMÜL
basit.

Şiddet duracak. Silahlar susacak. PKK’nın yöneticileri silahları bırakmanın kolay olmadığı gerekçesinden medet umuyorlar. Kolay. İstenirse çözüm bulunur.

Türkiye’nin siyasetçileri, dağdakilerin inişlerini kolaylaştıracak bir affın mümkün olmadığını söyleyip duruyorlar. Mümkün. İstenirse uygun çözüm bulunur.

Önemli olan istemek.

Bugün Anneler Günü.

Bugün ne çiçek, böcek, ne incik, boncuk, ne de süslü sözcükler gönül almaya yetiyor.

Bugün Türkiye’nin bütün anneleri artık barış istiyor. Küskün gözlerle çözüm bekliyor. Geri kalan her şey boş.
Yazının Devamını Oku

Tarla için Sevgi’yi öldürmek

8 Mayıs 2009
ONU da yazacağım. Önceki akşam Strasbourg’da Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye oturumunun kodlarını da mutlaka anlatacağım. Ama önce Mardin.

Geride acılar, çaresiz insanlar, yaşadıkları içinde kavrulmuş çocuklar, kinler bırakan büyük felaketin sorularına yanıt bulmadan ilerleyemeyiz biz.

Bu katliam, gövdemizi sarmakta olan sinsi kanserin teşhis raporu. Teşhisin zamanında neden konamadığı áşikar. Töre dedin mi, akan sular durur ile başlıyor her şey. Örf ve adet meselesini yücelterek kendini dokunulmaz kılan muhafazakarlık kılıfının siyasi rantında yatıyor gerçek. Sevgi yüzünden katliam.

İnanma, sevgi kimseye zarar vermez.

Olaydan üç gün önce Sevgi Çelebi’nin babasına, "Siz Sevgi’yi bizim ailemize verecektiniz. Sözünüzden döndünüz. Şimdi Sevgi’yi hasmımıza veriyorsunuz. Bizim tarlalarımızdan kazandığınız paraları hasımlarımıza yedireceksiniz. Bu işten vazgeçmezseniz hepinizi yok edeceğiz."

Mesele bu. Tarla meselesi.

Her kadın tarladır, maldır törede ve bu durumu sorgulamayan her yerde.

YA ÖTEKİLER?

ELLERİNDEKİ
devlete ait silahlar ile akrabalarını sırtlarından tarayan insanlara da yanıyor içim.

Nasıl bir haksızlığa uğramışlık duygusudur anlamaya çalışıyorum.

Devlete, mahkemelerine, vatandaşlık haklarına nasıl bir güvensizliktir, bu güvensizliğin açtığı nasıl bir çaresizliktir dehşete düşüyorum.

Bu çaresizlik içinde herkes her zaman haklı, herkes kendi hakkını kendi alır.

Bir de koruculuk.

Sevgi katliamı ne kadar hastalıklı ise bu çaresizliğin içindeki insanlara devletin gücünü teslim etmek de o kadar hastalıklı.

Şimdi ne olacak? Koruculuk sistemi yeniden gözden geçirilecekmiş, geçirilsin ama köylerini bir gecede terk etmek zorunda kalan insanlara, on çocuğuyla yerleşecek yer bile bulamadan yola çıkanlara ve onların birlikte götürdükleri sorunlara nasıl çare bulunacak? Hangi çözüm gösterilecek?

Ya çocuklar? Anasız babasız kalan 70 çocuk ne olacak? Geçici çadırlarda, geçici psikolojik yardımlarla bu iş bitmeyecek. Mutlaka ama mutlaka bu köye, onun çocuklarına zamana yayılmayacak hızda köklü çözüm gerekiyor.

BRÜKSEL’DE TON DEĞİŞİKLİĞİ

AVRUPA
Parlamentosu Salı akşamı Türkiye’de demokrasi meselesini tartışırken Olli Rehn’in verdiği mesajlar Brüksel’de AKP baharının devam etmeyeceğini ortaya koyuyor. Toplantıda DTP’ye yönelik operasyonlar, Ergenekon davası ve hükümetin basın özgürlüğüne karşı girişimleri konuşuldu.

Rehn, "Türkiye’de basın özgürlüğü konusunda ciddi endişelerim var. 301’de değişiklik yapılmış olması başka alanlarda basın özgürlüğüne yönelen saldırıları haklı gösteremez. Bu yıl son baharda yayınlayacağımız raporda konuya özel yer ayıracağız" dedi. Sonbahar raporunda Ergenekon sürecine de özel yer verileceğini söyledi Rehn, kendisine soru soran Avrupalı parlamenterlere, "Son gelişmelere bakınca Ergenekon sürecinde hukuk kurallarının tam olarak uygulandığı ya da bunun arkasında siyasi bir amaç olup olmadığı sorusu geliyor insanın aklına" yanıtıyla hak verdi.

Rehn’e göre, önümüzdeki dönemde Türkiye ile müzakere hızını üç şey belirleyecek: "temel özgürlükler, hukuk düzeni ve demokratik laiklik" ve tabii bunların ülkenin her köşesinde uygulanıp uygulanmaması. Son iki yıldır öne çıkartılmayan bu vurgu, Brüksel’in AKP’ye açtığı krediyi gözden geçirmeye başladığının işareti.
Yazının Devamını Oku

Davutoğlu’nun dışişleri

4 Mayıs 2009
PROFESÖR Ahmet Davutoğlu’nun dışişleri bakanlığına gelmesi, Türkiye’nin dış politika ekseninde bir kaymaya yol açabilir mi? Bu soruyu yanıtlamadan önce Davutoğlu’nun Başbakan Dışişleri Baş Danışmanı olarak Türkiye’nin özellikle Ortadoğu ilişkilerinde rol üstlenirken ABD çıpasını her zaman göz önünde tuttuğunu vurgulamak gerektiğini düşünüyorum.

Ortadoğu’da "Batı" tarafından kabul edilen aktörler değil, Suriye gibi, Hamas gibi dışlanan unsurların da dikkate alınmasını öneren Davutoğlu’nun başta Washington, "Batı"ya verdiği mesaj, "Bu bölgeyi biz sizden daha iyi tanır ve anlarız, bizim önerilerimizi ciddiye alırsanız başarılı olursunuz" idi.

Bütün uygulamalarını da bunu söyleyebilecek düzeye ulaşmak üzere geliştirdi.

Sadece dışarıya karşı değil, Davutoğlu iç kamuoyuna da AKP’nin bölge ile ilişkilerde, özellikleri nedeniyle bugüne kadar iktidara gelen diğer partilere oranla daha derin bağlar kurabildiği mesajını verdi.

Bir toplantıda merhum İsmail Cem’in de Ortadoğu açılımını önemsediği anımsatıldığında "Cem’in tipi ile Abdullah Bey’inki aynı mı?" karşılığını almıştık. Anlamıştık ki, Türkiye’nin Ortadoğu ile ilişkilerini geliştirmeye Gül’ün tipi daha müsaitti.

* * *

DAVUTOĞLU
, AKP’nin Ortadoğu’da radikal olarak yorumlanan tüm unsurların güvenini sağlayarak, sorunların çözümünde Türkiye’yi Batı için vazgeçilmez hale getirdiğine inanıyor.

Böylece Avrupa ve ABD’nin Türkiye’yi daha fazla ciddiye alması sağlanabilir. Türkiye’ye özelliklerinin daha iyi fark edilmesine yarayacak yeni bir derinlik kazandırabilir.

Bu doğru bir hesap mı?

Olmadığını İran ve Suriye’nın her fırsatta yaptıkları açıklamalardan anlıyoruz. Her iki ülke de ABD ve Avrupa ile "vesayetsiz" doğrudan temas istediklerini söylüyorlar.

Ortadoğu’da, İran’a karşı duyulan endişe ve Mısır’ın bölgesel rolünün değişmemesi konusunda varılan uzlaşmanın sürdüğü gerçeklerini bir kenara bıraksak bile, sadece bu yüzden, yani dışlanan ülke ve grupların doğrudan temas kararlılığı yüzünden, Türkiye’nin ABD ve Avrupa ile ilişkilerinde, "arabuluculuk" rolünün abartılması yanlış.

Bu, ABD ve Avrupa ile ilişkilerin kendi rayından çıkmasına ve Türkiye’nin iddialı ama sonuç vermeyen hamleleriyle itibarının yıpratılmasına yol açtı ve açmaya devam edebilir.

* * *

YAZININ
başındaki soruya, yani "Davutoğlu’nun dışişleri bakanlığına gelmesi, dış politikada eksen kaymasına yol açabilir mi?" sorusuna dönersek, Davutoğlu’nun Türkiye’yi Batı’dan uzaklaştırmak gibi bir niyeti olacağını düşünmüyorum.

Ama "derinlik" boyutunun aşırı vurgulanmasının, Sudan Devlet Başkanı’nın savunulmasına kadar varan "reddedilenlerin hamisi olma rolü"nün abartılmasının Türkiye’nin dış politikasında, eksen kayması denemese bile bir dağınıklık görüntüsü yarattığı kesin.

Davutoğlu’nun, dış politika danışmanlığı döneminde Türkiye dünyaya Ortadoğu ve Müslüman kardeşliği prizmasından baktı. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Azerbaycan ve Orta Asya Cumhuriyetleri açılımına önem veren dış politika yaklaşımı terk edildi.

Önümüzdeki dönemde bu dengelerin yeniden gözden geçirileceğini umuyorum.

Danışmanlık Davutoğlu’nun adını taşıyordu. Ama artık koltuk değişti ve şimdi Prof. Davutoğlu Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı koltuğuna oturacak.
Yazının Devamını Oku