Ferai Tınç

KKTC’de sert viraj

12 Nisan 2009
<b>LEFKOŞA </b><br>ERGENEKONLU SEÇİM Seçimlere bir hafta kala, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Ergenekon tartışmalarıyla meşgul. İki günlük bir nabız tutma ziyareti için bir grup gazeteci arkadaşımla KKTC’deyim. Kıbrıslı Türklerin yayın hayatına yeni başlayan gazetesi Havadis’in yayınladığı Ergenekon belgeleri bu toprakların zaten bildiği şeyleri anlatıyor. Kıbrıs’ta seçimlere müdahale sır değil. Her seçimin üzerinde Türkiye kaynaklı müdahalelerin gölgesi var. Bu müdahaleler seçimlerle de kalmaz, koalisyonlar dağıtılır, hükümetler bozulur. Şimdi Ergenekon belgelerinde yer alan Ulusal Birlik Partisi Lideri Derviş Eroğlu, bir zamanlar baskı ile başbakanlıktan uzaklaştırılmaya çalışılmış, Cumhurbaşkanlığına adaylığı engellenmişti ve saire. Denktaş da yaşadı bu baskıları, Talat da.

KKTC siyaseti kimi zaman ordu kaynaklı baskıların hedefi oldu, kimi zaman Ankara hükümetlerinden gelen müdahalelerle sarsıldı, kimi zaman da çetelerin hukuk tanımayan tehdit, şantaj ve cinayetleri ile yüz yüze kaldı. Ergenekon iddialarının, seçimlere bir hafta kala gündeme taşınması burada bazı çevreler tarafından yine seçimlere "müdahale" olarak yorumlansa bile, artık bu karanlığın üzerine gidilmesi konusunda görüş birliği olduğu da kesin. (CTP’den sonra, Serdar Denktaş’ın liderliğindeki DP de bu yönde düşündüğünü açıkladı.) Müdahale başarılı olacak mı? Sanmıyorum. bu tip manipülasyonlar seçmenin tepkisi ile karşılanır genelde. Ters bile tepebilir.

Peki Başbakan Ferdi Sabit Soyer’in, "Ankara’dan resmi yollardan kendisine ulaştırıldığını" söylediği belgelerle ilgili iddiaların üzerine gidilebilecek mi? İşte şimdi esas sorun burada. Seçimlerden sonra dengeler değişir ve UBP güçlü bir biçimde iktidara gelirse, soruşturmanın tıkanabileceği söyleniyor. Ama bu belgeler, onları KKTC Başbakanı’na gönderen resmi kaynakların elinde artık.

Bazı meslektaşlarıma göre, "Ergenekon burada semirdi, KKTC’de üzerine gidilemezse Türkiye’de de sonuç alınamaz."

REFERANDUMUN İNTİKAMI Kıbrıslı Türklerin çözüm umudunu üstlenen ve o sayede iktidara gelen CTP, bugün zor durumda. Meydanları geceler boyu dolduran ve çözüm için mücadele eden ve Annan Planı’na "Evet" diyenler, yaşadıkları hayal kırıklıkları karşısında artık yeni bir arayış içinde.

Kıbrıs sorununun çözümünü en önemli gündem maddeleri arasına yerleştiren Kıbrıs Türk halkının, son anketlerde bu konuyu gerilere ittiği görülüyor. Eskiden yüzde 44 ile ilk sıralarda yer alan Kıbrıs sorunu, artık ada Türklerinin öncelik listesinde beşinci sırada. İlk sırayı ekonomi, ikinciyi enflasyon, üçüncü sırayı işsizlik, dördüncüyü eğitim alıyor. Avrupa Siyasi Araştırmalar Merkezi’nin Ada’nın her iki tarafında yaptırdığı son kamuoyu yoklamasına göre ise Kıbrıslı Türklerin yüzde 61’i sürmekte olan kapsamlı çözüm müzakerelerinden ümitsiz. Çözüm vaadiyle iktidara gelen CTP’ye karşı şimdi, iki devleti savunan Ulusal Birlik Partisi Kıbrıslı Türk seçmenin daha çok dikkatini çekiyor. CTP, iktidarı sırasında soldaki desteğini de belli ölçüde kaybetti, sendikalarla ve sivil toplum örgütleri ile girişilen tartışmalar bunun önemli nedenlerinden.

Sonuç: UBP önde gidiyor.

GÖRÜŞMELERİ ETKİLER Mİ? KKTC seçimlerinin sonucu neden önemli? Kıbrıs Türk ve Rum liderleri uzun zamandan beri çözüm görüşmelerini sürdürüyorlar. Bu görüşmelerden şimdiye kadar heyecan verici bir sonuç çıkmadı ama, sürecin yürüyor olması bile önemli. Kesilen görüşme süreçlerinin yeniden başlayabilmesi çok zor. Eroğlu, "En azından 2010’daki Cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar Türkiye’yi zora sokacak bir şey yapmam" demesine rağmen, bu sorunun yanıtı tam belli değil. Serdar Denktaş’ın Demokrat Partisi’nin de, sakin fakat istikrarlı bir ilerleme içinde olduğu anlaşılıyor. KKTC seçim yarışının son virajına sert giriyor, o virajdan kimin nasıl çıkacağı henüz belli değil.
Yazının Devamını Oku

Ermenistan açılımı liderlik zaafına takıldı

10 Nisan 2009
16 Mart tarihli yazımda, Ermenistan ile yakınlaşma konusunda sadece yetkilileri değil ama Azerbaycan halkını da aydınlatmak gerektiğini yazdığımda, itirazlar bu denli yükselmemişti. Dün Azerbaycan muhalefetinin önde gelen isimlerinden biri ile telefonda konuşurken, "Karabağ unutuldu. Bizim tek kozumuz Türkiye’nin desteği" diyordu.

Azerbaycan’da muhalefet ayakta, sivil toplum örgütleri tepkili, bazı radyolar Türkçe şarkılara bile ambargo getirmeyi tartışıyor. Sadece Azerbaycan’da değil, dışarıda da Azeri diasporası açıklama üstüne açıklama yapıyor, Amerika’dan, Almanya’dan açıklamalar geliyor. Ahıska Türkleri’nin örgütleri bile "Azerbaycan toprakları üzerindeki işgalden vazgeçmedikçe Ermenistan ile ilişki kurmayın" çağrısında bulunuyorlar.

Sınırların açılacağı haberleri Ermenistan’da tartışmalara yol açıyor. Muhalefet, hükümeti Türkiye’ye taviz vermekle suçluyor. Karabağ ve soykırım konularında geri adım atılacağını düşünüyorlar.

Türkiye’de de, Aliyev’in İstanbul’a gelişini iptal etmesi, ardından Obama’nın tarihinizle yüzleşin çağrısı muhalefeti harekete geçirtti.

***

SONUÇ? Sonuçta herkes geri adım attı.

Aliyev, Medeniyetler İttifakı Zirvesi’ne katılmaktan vazgeçti. Güvenlik Konseyi’ni topladı ve "Biz ikili ilişkilere karışmayız. Ama bölgede bir değişim olacaksa biz de stratejimizi ona göre belirler, yeni ittifaklar kurarız" dedi. (Rusya’yı kastettiğini söylemeye gerek var mı?)

Ermenistan Dışişleri Bakanı Nalbantyan, İstanbul’daki toplantıya gelmeden, "Ermenistan ile Türkiye arasındaki ilişkiler Ermeni soykırımının gerçekliğine şüphe düşüremez" demekle kalmadı, Ankara’dan, "Karabağ konusunun ikili görüşmelerin tamamen dışında kalacağı" güvencesini istedi. Bu güvenceyi alana kadar da Erivan havaalanında uçağını bekletti.

Kamuoyu baskıları üzerine Başbakan Tayyip Erdoğan da çıtayı çekti, "Karabağ konusunda adım atılmazsa biz de adım atmayacağız."

***

ERMENİSTAN
ile Türkiye arasındaki gizli görüşmeler iki yıldan beri devam ediyor. Ancak siyasi liderler bu diplomatik sürece uygun kamuoyu çalışması yapmadılar. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan’ın futbol buluşması dışında, bu yakınlaşma arayışıne Ermenistan’da ne de Türkiye’de siyasete yansıdı.

Oysa, bu süreçlerin siyasi karşılığı olmadıkça başarıya ulaşmaları çok zor. En son Gazze örneğinde bütün dünya izledi.

Gizli diplomasi nasıl siyasete yansıyacak? Pazarlıkların herkesin gözü önünde olmasından söz etmiyorum elbette. Önemli olan siyasi liderlik. Siyasi liderler halklarını ikna etmenin yöntemini belirleyip bunun riskini üstlenmeden, şaşırtıcı adımlar atılsa bile beklenen sonuç alınamayabilir. Halk benimseyecek, inanacak ki değişim başlayabilsin.

***

ŞİMDİ
ne olacak? Süreç devam edecek. Ama bu kez Karabağ ile ilgili paralel süreç daha da canlanacak ABD Başkanı Obama’nın, Türkiye’den ayrıldıktan sonra telefonla aradığı Azerbaycan Devlet Başkanı Aliyev’e vaat ettiği gibi.

Türkiye’nin de, Azerbaycan halkının gönlünü almaya çalışacağını umuyorum.

Ermenistan açılımı, kilitlenen Karabağ sürecini de hareketlendirecek. Yeter ki siyasi liderlik zaafına takılmasın.
Yazının Devamını Oku

Beş yıl önce beş yıl sonra

6 Nisan 2009
OBAMA, dün Prag’da yaptığı konuşmada, "dünya değişmez sanmayın" diyordu. Yeni Amerikan Yönetimi’nin dünyaya vermek istediği mesaj işte bu "Değişim". Obama’lar kendi konumları ile de bu mesajın temsilcisi. Çalışkanlıkları ve değerlere bağlılıkları ile zorluklar içinde geçen hayatlarını değiştiren iki insan, Michelle ve Barack Obama.

G-20’de Amerika yüzünden çıkan krize birlikte çözüm kararı aldıran, ardından NATO’nun 60’ncı kuruluş yılında Avrupa’daki durumunun sağlamlığını test eden, dün Prag’da Avrupa Birliği ile ABD asındaki ilişkilerin çerçevesini çizen Obama, bugün Türkiye’de.

Türkiye, Irak savaşı yüzünden Amerikan karşıtlığının en yüksek olduğu ülke.

Ama Barack Obama, her yerde olduğu gibi Türkiye’de de insanlara sıcak gelen, umut veren bir politikacı.

NE DİYECEK?

IRAK
savaşının en yakın tanığıyız biz. Bir ülkenin müzelerine, arşivlerine varıncaya kadar sıfırlanışını, milyonlarca insanın evsiz barksız, geleceksiz kalışını baştan sona izledik.

Bu noktaya adım adım nasıl gelindiğini bildiğimiz gibi, hiç üstümüze vazife olmayan bedellerini de ödedik. Hem de 1990’da beri. Yani bizim Irak Savaşı’mız Amerikalılarınkinden uzun sürdü. Onlar çekilse bile süreceğini de şimdiden tahmin etmek mümkün.

Obama, Amerika’nın savaşı yüzünden bedel ödeyen, Amerika’nın krizi yüzünden işsiz kalan insanların arasına geldiğini bildiği için, mesajlarını da ona göre verecek.

Biraz bizim duymak isteyeceklerimizi söyleyecek.

"Sizi dinlemeye, sizden öğrenmeye, değişimi birlikte nasıl sağlayacağımızı anlamaya geldim" ile başlayıp ne kadar büyük bir ulus olduğumuz ile devam edecek. Ama önemli ve ciddi mesajları da olacak.

BUSH İLE ARASINDAKİ FARK

ESKİ
Başkan Bush 2004’de NATO zirvesi sırasında Türkiye’ye geldiğinde, PKK terörünü kınamış, Türkiye’nin AB üyeliği’ne destek vermiş ve AB reformlarını gerçekleştirme konusunda yapılanları övmüştü.

Obama’nın da bu noktalar üzerinde duracağını sanıyorum. Dün Prag’da Türkiye’nin AB’ye üyeliği konusundaki açıklaması da bunu gösteriyor. Bush da aynı açıklamayı yapmıştı (Chirac’ı kızdırmıştı, dün de Sarkozy’den tepki geldi).

Ama Bush ile Obama’nın mesajları arasında önemli bir fark olacak.

Bush, Türkiye’yi demokrasi ve İslami bağdaştıran bir ülke olarak Ortadoğu’ya örnek göstermişti.

O zaman Irak, Nato’nun esas meselesiydi ve Büyük Ortadoğu Projesi rafa kalkmamıştı. Türkiye’nin Müslüman yüzü öne çıkartılıyor, demokratikleşme mücadelesi de " ılımlı" oluşuna bağlanmak isteniyordu.

Obama’nın ılımlı İslam demeyeceğini düşünüyorum.

ABD’nin yeni yönetimi, Türkiye’yi Ortadoğu’da örnek gösterilecek bir müttefik değil, NATO’nun ikinci büyük gücü olan eski bir partner olarak algıladığı mesajını verecek. Aradaki dostluk ve işbirliğinin "Batı" eksenli olduğunu öne çıkartacak.

Enerjiden, ekonomiye, Irak’ta istikrarın sağlanmasından, Afganistan’da sorumluluk üstlenmeye kadar geniş bir yelpazede ortak çıkarları olan partner.

Türkiye ziyaretinin, Avrupa gezisinin son durağı olarak belirlenmesinin nedeni de bu.

Zaten artık NATO’nun esas meselesi de Irak değil, Afganistan.

PÜRÜZLER AŞILACAK MI

ABD
’nin yeni yönetimi, transatlantik ittifakın çatlaması sonucu Avrupa’daki durumunun sarsılmasından dersler çıkardı. Avrupa’da zayıflayan bir Amerika’nın dünya ile başa çıkması kolay değil. Türkiye ise, Ortadoğu’da bir müttefik olarak değil, transatlantik ittifakın güçlü üyesi olarak ABD’nin konumunu güçlendirir.

Bu da, Türkiye’nin Ortadoğu ile ilişkilerini güçlü tutması ama Avrupa vizyonunu bulandırmaması anlamına gelir.
Yazının Devamını Oku

Rasmussen krizi

5 Nisan 2009
NATO’nun altmışıncı kuruluş yıldönümünde Danimarka Başbakanı Rasmussen ile yeni döneme adım atması ne kadar yanlışsa, Türkiye’nin ona karşı çıkış sürecini yönetimi de yanlıştı. NATO’da genel sekreterlik için aday gösterilmeden önce bütün üyelerin görüşleri alınır, uzlaşma sağlandıktan sonra aday açıklanır. Bu uzlaşma için Türkiye’nin ikna edilmesi beklenmeden Rasmussen’in adaylığının açıklanması, en azından ortaklık kültürüne yakışmayan bir tutumdu.

Rasmussen’in neden doğru seçim olmadığını anlamak için NATO’nun yeni dönemdeki önceliklerine bakmak yeterli.

Yeni dönemde NATO’nun gündeminin başına Afganistan olacak.

ABD Afganistan’ı kaybetmek üzere. Karzai Hükümeti seçimlere gidiyor, bazı savaş ağaları siyasete çekilmek isteniyor. Bu çabalar da başarılı olmazsa ABD tek başına kalır.

NATO’daki yetkililer, "Sadece savaşarak olmayacak, burada halkla mutlaka temas kurmalı, diyalog kanalları açabilmeliyiz" diyorlar.

İki yıl önce Müslüman dünyayı ayağa kaldıran açıklamaları, ırkçı yaklaşımlarıile özelikle Müslüman aleminin tepkisini kazanmış Rasmussen ile mi yapılacak bu?

İslam Konferansı Örgütü de Rasmussen’in adaylığı açıklandığında karşı çıktı. Seçim NATO’nun meydan okuması olarak algılanacak.

BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ DEMİŞTİ

İSLAM dünyası, Hz. Muhammed karikatürlerini basın ve ifade özgürlüğü çerçevesinde değerlendirmedi, değerlendirmesi de bugünün koşullarında imkansız.

Bizim buralarda bu karikatürler, "Batı"nın "Müslümanlara" Haçlı zihniyeti prizmasından bakışını yansıtıyor. Müslümanları küçümsemenin göstergesi olarak algılanıyor.

Doğru ya da yanlış tartışmıyorum. Ben onları ifade özgürlüğü çerçevesinde değerlendiriyorum, farklı düşünenleriyse anlıyorum.

AKP NASIL YÖNETTİ?

SEÇİM yanlıştı, ama Türkiye de bu süreci iyi yönetmedi. Sonuç değişmeyecektiyse, bu meseleyi bu kadar görünür hale getirmek doğru muydu?

"Erdoğan’ı nasıl ikna ettiniz?" sorusuna Merkel’in verdiği yanıt Tükiye açısından hazin bir durum ortaya koydu: "Hepimiz kararlıydık."

Bunun, Türkiye direnemezdi demekten başka anlamı olabilir mi?.

Haklı bir hassasiyeti, dile getirmenin de, onun kamuoyunu yaratmanın da daha ince yolları vardır.

Monşerler işlerin ne renk alacağını, tek başına kalmaya nereye kadar direnilebileceğini söylemişlerdi muhakkak.

60’ıncı yıldönümünde Türkiye, NATO içindeki yıllarının birikimine uygun bir "başarı" atmosferini yaşayabilirdi, olamadı.

Yeni bir döneme sorunlu üye olarak başladı.

Dün ABD Başkanı Obama, Rasmussen için Türkiye’ye teşekkür etti ve "Yeni Genel Sekreter Türkiye’nin güvenlik endişelerine yanıt verecek" dedi. Bütün bunlar Roj TV için miydi?
Yazının Devamını Oku

Mürekkebi kurumadan Talabani

3 Nisan 2009
TÜRKİYE’de Kürt meselesini çözmek için mutlaka Irak’taki Kürtlerin gerekmediğini iki önemli olay gösterdi. Birincisi Güneydoğu ve doğu Anadolu’daki seçim sonuçları.

İkincisi de Talabani’nin önceki gün Selahaddin’de yaptığı açıklaması: "Biz PKK’nın Irak’ı terk etmesi ve silah bırakması konusunda bir şey demiyoruz."

Bağdat’taki basın toplantısının en can alıcı haberi değil miydi bu?

Cumhurbaşkanı Gül’ün ziyareti sırasında Talabani, "Bizim önerimiz şu; PKK, ya silahı mücadeleyi bıraksın ya da ülkemizi terk etsin. Biz ilkini temenni ediyoruz, yani silahı bıraksınlar. Türkiye demokratik bir süreçten geçiyor onun için herkesin silahı bırakmasını tavsiye ediyoruz. Terör herkese zarar veriyor" dememiş miydi?

Irak Cumhurbaşkanı Talabani çok usta bir politikacıdır, her nabza göre şerbet veren siyasi kişiliği ile tanınır.

PKK konusunda bazı adımlar atıldığı haberleri geliyor ama bunların, bugünkü tabloyu tamamen değiştirebilecek kadar etkili adımlar olacağını beklemek boş.

PKK ne Irak’ın, ne de Irak Kürdistan Yönetimi’nin meselesi.

Türkiye’den ithal ettiği bir sorun.

Bu sorunu, Türkiye’deki muhataplarını bypass ederek Irak üzerinden çözmeye kalkışmak sonuç vermez. Bugün Talabani’nin, yarın bir başka Iraklı ya da bir Amerikalının gözüne bakarsınız, ne oluyor bizim şu iş diye.

Ayrıca iki komşu ülke arasındaki ilişkileri Türkiye’nin bir iç sorununa ipotek etmek de dış politika açısından ne kadar akılcı?

Hele de komşu ülke Irak ise. Dünyanın en zengin enerji kaynaklarına sahip topraklarsa.

KALENİN CEVABI

KÜRT
sorununa asker destekli AKP çözümü, dünün meselesi değildi. Bir yılı aşkın bir süredir konuşulan, çeşitli kulislerde tasarlanan bir projeydi. Ama tutmadı. Tutamazdı. AKP’nin 2007 seçimlerinde bölgede yaptığı çıkışın devam etmemesi de bunun göstergesi.

Halk, "biz yoksulluğa öyle bir alışığız ki, varsın böyle devam etsin, elimizde tek şey var, o da kimliğimiz" diyerek DTP adaylarını destekledi.

Bu seçimler, Türkiye’de, DTP’nin dışlanacağı bir çözüm sürecinin yürümeyeceğini gösteriyor. 

Ama bir şeyi daha, Kürt ve Türk milliyetçiliğinin yükseldiğini de gösteriyor.

Önümüzdeki dönemde, bütün siyasi partilere ve liderlerine büyük sorumluluk düşüyor. Irkçılığa, ayrımcılığa varan milliyetçi eğilimleri güçlendirmeyecek, provokasyon ve inatlaşmalara meydan vermeyecek ortak bir çözüm arayışı sürecini olgunlaştırmak. Bunun için de hiç vakit kaybetmeden kolları sıvamaları gerekiyor. DTP, AKP ama özellikle de sosyal demokrat bir parti olduğunu hatırlarsa CHP. Kürt sorununun çözümü, önümüzdeki dönemde Türkiye’nin dış politika açılımlarını olduğu kadar bölgenin istikrarını da yatkından ilgilendiriyor.

Kendi meselesini çözen Türkiye daha güçlenir, sadece Irak ile ilişkilerde değil, Kıbrıs konusunda da, Avrupa Birliği ile ilişkilerde de.

BAĞIŞ’IN MAZERETİ

EGEMEN
Bağış, Avrupa Karma Parlamento Toplantısı nedeniyle Brüksel’de DTP’yi şikayet etmiş. Sandık başlarında insanları tehdit ettiklerini söylemiş. Bağış, Türkiye’nin baş müzakerecisi. Bu görev, Türkiye’yi tümüyle temsil etmeyi gerektiriyor, onu bunu şikayet etmeyi değil. Brüksel’den haber veren AB Haber sitesine göre aynı toplantıda Bağış, "Türkiye’nin bugünlerde yoğun dış politika gündemi nedeniyle açılacak fasılların sayısının düşeceğini" de ileri sürmüş. Ne ilgisi var? "Çiklet çiğnerken yürüyemem" demek gibi bir şey bu. Bir mazeret aslında, süreci hızlandırmak için fazla bir şey yapılmayacağının mazereti.
Yazının Devamını Oku

Yerel seçimlerin ardından

30 Mart 2009
SONUÇLARLA ilgili tahlilleri uzmanlarına bırakıp, yerel seçim süresince kafama takılan birkaç noktayı paylaşacağım sizlerle. Seçim kampanyalarında Adalet Bakanı ile başlayıp Başbakan tarafından da tekrar edilen ve her seviyedeki AKP yetkilisinin halka söylediği bir şey vardı. "Bizim adayımıza oy verin, kaynaklar bizim elimizde, hizmet almakta sıkıntı çekmeyin."

Eleştirilmesine, demokrasi anlayışına, siyasi etiğe sığmamasına rağmen iktidar partisi bu yaklaşımı sonuna kadar sürdürdü. Seçmene bir anlamda aba altından sopa göstermek gibi de bir şeydi.

Ama itiraf etmeliyim ki çok da haklıydı.

Kaynaklar hükümetin elinde değil mi? Devletin kaynaklarının dağılımında son kararı hükümet vermiyor mu? O da kendi programına ve önceliklerine göre bu dağılımı yapmakta serbest.

Burada sorun iktidarlara büyük yetkiler tanırken, yereli ıskalayan aşırı merkeziyetçi yapı.

MERKEZİYETÇİ DAYATMA

MERKEZİ
hükümetin kararı yerel yönetimlerde bu kadar etkili ve tayin edici olmasa, yerel seçimler genel bir referandum havasına bürünebilir miydi?

Evet bu seçimlerde, merkezin dayatmasına olanak sağlayan düzenin sorgulanması gerektiği iyice ortaya çıktı.

Türkiye’de yerel yönetimlerin güçlenmesi konusunu korkularımız yüzünden olması gerektiği gibi tartışamadık.

Artık zamanı geldi. Türkiye yerel yönetimlerin hem sorumluluğunu hem de özgürlüğünü arttıracak yeniden yapılanmayı ciddi biçimde tartışmaya başlamalıdır.

Hükümetlerin, yerel seçimlerde halka gidip, "Oyunuzu bizim adayımıza vermezseniz size hizmet gelmez" diyememesi, insanların nezaketine, sağ duyusuna, siyasi ahlak anlayışına bırakılamaz. İktidarların böyle bir güce sahip olmalarını engelleyecek düzenlemelere ihtiyaç var.

Demokrasi yerelden başlar. Bu seçimlerde adayların belirlenmesinden, halkın sesinin hiç duyulmamasına kadar birçok unsur, yerelin tamamen devre dışı kaldığını ortaya koydu.

Merkeziyetçi dayatma, yerelin iradesini gömdü geçti.

İHTİYARLAYANA KADAR BEKLETECEK MİYİZ?

YEREL
olmayınca, halk da olmuyor, tabii kadınların da, gençlerin de sesleri duyulmuyor.

Bu seçimlerde de kadınlar doğru dürüst aday bile olamadılar. Ya gençler?

Seçimlerden önce beni o kadar çok aradı ki, peşimi öylesine bırakmadı ki daha önceden verdiğim kararları değiştirip, işlerimi ayarladım ve onunla buluştum. İstanbul Üniversitesi Moleküler Biyoloji ve Genetik bölümü öğrencisi Umut Kara. 21 yaşında. Ulusal Gençlik Parlamentosu Eğitim ve Koordinasyon ekibinden. Seçimlerden önce bütün adaylarla görüşmek istemişler ama Ahmet Özal dışında adayların kendilerine ulaşamamışlar. Ama söz verilmiş, "seçimlerden sonra" denmiş. Türkiye’nin her yerinden 90 bin gencin, çeşitli toplumsal sorumluluk projeleri içi gönüllü bir araya geldikleri bir sivil toplum girişimini, yerel seçimler öncesi dinlemezseniz onlara neler vaad edebilirsiniz? Oysa onlar seçimler öncesi, gençlerin yerel meclislerde daha fazla sayıda temsil edilmeleri için bir kampanya başlatmış ve 56 ilde 87 bin imza toplamışlardı. Karar mekanizmalarında gençlerin daha aktif yer almalarını istiyorlardı.

Genç nüfusumuzla övünüyoruz övünmesine ama o nüfusun potansiyelini harekete nasıl geçirebileceğimizi hiç düşünmüyoruz.

Umut Kara, "Biz geleceğin liderleri değil, bugünün ortakları olmak istiyoruz" diyor. Dinleyen kim?

Neyse gençler, bu seçimler olmadı bir dahaki sefere.

Bekle ey genç nüfusumuz, ihtiyarlayınca sıra sana gelecek, o zaman meydan senin.
Yazının Devamını Oku

Buzlar altında bir gazeteci

29 Mart 2009
BİR meslektaşımın başına bir şey gelince, ne olursa olsun, sahip çıkma dürtüsü bende harekete geçer. Beki de bu işe başladığım ilk günlerde duyduğum "biz bir aileyiz" nostaljisi bu. İsmail Güneş, on yıldan beri İhlas Haber Ajansı Sivas muhabirliğini yapıyor. Gazeteci olmasaydı, kendisine BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu’nu izleyip, haber yapma görevi verilmeseydi, bugün yaşıyor olacaktı.

İşte gazetecilik böyle bir şey, ne zaman nereye gideceğinizi, kimi izleyeceğinizi her zaman siz belirleyemezsiniz, git derler gidersiniz, haberi herkesten çabuk ve herkesten iyi biçimde yetiştirme zorunluluğunuz vardır.

Başbakan Erdoğan’ın, memurluk diye küçümsemeye çalıştığı gibi memurluktur bir nevi. Çünkü patrondan aldığı maaştan başka bir geliri yoktur ki gazetecinin, öyle olmalıdır yani. Ama özgürlük- bağımsızlık didişmesinin en fazla yaşandığı, doğru mu-yanlış mı tartışmalarının en çok yapıldığı, her an halk jürisinin karşısına çıkıldığı, hem içeriden hem dışarıdan sürekli didik didik edilen belki tek meslek.

İsmail Güneş, 1975 doğumlu, gazeteci. Görev sırasında donarak öldü, tıpkı 1963’ün 24 Ocak’ında Çatalca’da kara saplanan yolcu trenine ulaşmak isterken tipiye yakalanıp donan üç Hürriyet muhabiri Yüksel Kasapbaşı, Yüksel Öztürk ve Abidin Behpur Tapaner gibi.

Bugün içimiz donuyor, yastayız biz.

***

ERGENEKON
davasının ikinci iddianamesini okurken hep aynı noktaya rastladım. Medyayı kullanmak. Manipüle etmek.

Bütün iktidar odaklarının medyaya ilişkin niyetleri ve medyadan beklentileri aynı. Hatta iddianamenin 168’inci sayfasında "Medyaya yönelik faaliyetlerle ilgili çalışmalar" başlığı altında "Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı hasmane tutum takınan medya kurumlarına ekonomik yaptırımlar uygulanması" bile isteniyor.

Birleşik tüpler yasası.

Bir toplumun sivili farklı, askeri farklı; iktidarı farklı, muhalefeti farklı olmuyor.

Medya denince hepsinin aklına aynı şey geliyor. "Nasıl kullanırım?". "Nasıl yola getiririm."

Medya kullanılmaz diye bir şey yok. Kendi yayın organınızı kurar onu tepe tepe kullanırsınız. Ama halk, bunu bilir. Kimin gazetesini okuduğunu, kimin televizyonunu izlediğini bilir. Önemli olan bu şeffaflık.

Ama yok efendim. Onlar, okuyucunun bağımsız çizgisi ile güvenini kazanmış olan medya kuruluşlarının, kimseye çaktırmadan kendileri için çalışmalarını istiyorlar.

O kuruluşun inanılırlığını, izleyicinin açtığı krediyi kendi çıkarları doğrultusunda kullanmayı amaçlıyorlar.

***

BAZEN
yapıyorlar da. Gazeteciliğin bir mesafe mesleği olduğunu unutup, o mesafesizlikten kendilerine pay çıkartanlar, başbakanlardan, patronlara, show dünyasının ünlülerinden reklam verenlere kadar medyanın haber kaynağı ve konusu olan her açılıma tezgah kuranların sayesinde yapıyorlar.

Dev aynalarında hayran kaldıkları şişkin egoları ile medyayı kullanılabilir hale getiren, gazetecinin alçakgönüllü bağımsızlığını ayak bağı olarak algılayan güç peşindekileri çook eskiden beri görürüz bu alemde.

Biraz da onların, o başbakanlara akıl vermekten, ahkam kesmekten çok hoşlananların, bir yerde dinlediklerini başka yerlere taşıyarak mesleği kötüye kullananların, darbecilerle darbe planları yapan, iktidara taktik veren, boynu kopartılacakları işaret edenlerin sayesinde geldi medya bu günlere. Güç odaklarının, "Ya benden yanasın ya düşmandan" dayatmasını tabii hak olarak algıladıkları günlere.

Ama ben yine, hangisi olursa olsun bir meslektaşımın başına bir şey gelince ona sahip çıkmam gerektiğini düşünürüm, bir yerlerde mutlaka birbirimize emeğimiz geçmiştir çünkü, bir haberi paylaşmışızdır, bir yerde yolumuz kesişmiştir. Hiçbir şey olmasa bile, bugün olduğu gibi, birlikte yas tutmuşuzdur.
Yazının Devamını Oku

Powerpoint darbe

28 Mart 2009
DARBE girişimi yasadışı bir şey. Ama bizim darbeciler kendilerinden o kadar eminler ki, iddiaya göre darbe planlarının powerpoint sunumlarını bile hazırlamışlar. Söylenenler henüz iddia ama artık bazı siyasi grupların iteklemesi ve bazı askeri çevrelerin gaza gelmeler sonucu Türkiye’nin, Jandarma Genel Komutanlığı merkezli bir darbe niyeti ile karşı karşıya kaldığı anlaşılıyor.

Hatta tarih bile belirlenmiş. 10 Mart 2004.

Kıbrıs’ta referandumdan bir, Avrupa Birliği ile müzakere kararının alındığı 17 Aralık’tan sekiz ay önce.

***

EVET iddianamede insanın aklını kurcalayan çok soru var. Örneğin, 106’ncı sayfada, örgütün tasarladığı eylemler başlığı altında Yargıtay saldırısından söz ederken parantez içinde "Başsavcının tehdit edilmesine ilişkin yazı bulunup buraya eklenecek" denmesine rağmen o yazının bulunup eklenmediği anlaşılıyor.

Konuyla ilgisiz kişiler hakkında telefon konuşmalarının ve belgelerin de iddianamede yer alması, gizli bir niyet bulunduğu izlenimini uyandırıyor. Konunun özünü gözden kaçırtan tartışmalara yol açıyor.

Ama bütün bunlara rağmen, bir darbenin eşiğinden döndüğümüzü görüyoruz.

Kuvvet komutanlarının kenara çekilmesi ve Genelkurmay Başkanı Özkök’ün karşı çıkması sayesinde işler daha fazla karışmamış. Ya yaşanan gerginlikler, suikastlar diyeceksiniz. Haklısınız.

***

İDDİANAMEDE baka mecralardan geldiği anlaşılan raporlar da dikkat çekiyor. Mesela, "Başarılamayan bir darbe planı ve bugüne yansımaları" başlıklı ve bir makama hitap eden belge.

Ama işin ilginç yanı bu belgenin, darbe planlamasının bir numaralı ismi görünümündeki Org. Eruygur’un genel başkanlığını yaptığı Atatürkçü Düşünce Derneği’nde ele geçmiş olması.

"Darbe planları ile ilgili hazırlanan powerpoint sunumların, GİZLİLİĞİN korunabilmesi için kodlanarak hazırlandığı, ancak dikkatli bir inceleme sonucu bu kodların %95’in çözüldüğü"
söyleniyor raporda. Bunu yazanlar, darbecileri izleyenler.

"Darbeci ekip dağıtılsa bile hareketi sürdürecek İDHARIN yapılması öngörülmüştür" deniyor ve dağıtılan darbeci ekibin yerini hem ordu içinde hem sivil kesimde başka kadroların alabileceği yorumunu yapıp 28 Şubat benzeri postmodern darbe riskinin devam ettiğine dikkat çekiyor.

***

AYNI RAPORDA
bir de Doğan medya meselesi var. Daha üstte Doğan medyanın "başlangıçta hükümet destekçisi olmasına rağmen sonradan tamamen hükümet karşıtı bir çizgi benimsemesi"nden söz edilirken, önümüzdeki günlerin meselesi olarak "Doğan medya grubu tekrar sağduyulu bir çizgiye çekilmeye ikna edilmeli ve maceraya girmesi önlenmelidir" uyarısı yapılıyor.

Sağduyulu, yani hükümet yanlısı. Aykırı haber ve yorumlar maceracılık olarak niteleniyor besbelli.

Raporun sonundaki nasihatler de önemli. "Türkiye’yi geriye götürecek ve 28 Şubat’tan daha vahim sonuçlar doğuracak bu tür girişimlerle, her ne pahasına olursa olsun acımasızca mücadele edilmelidir. Şurası unutulmamalıdır ki, darbe girişimini yapmaya yeltenecekler hem TSK içerisinde hem de siviller arasındaki azınlıkta olan bir grubu temsil etmektedir. Gerek askeri gerekse sivil kesimde zihinlerde büyük değişim meydana gelmiş ve süreç devam etmektedir. Cesaretle tavır konduğu takdirde başarılı olmaları mümkün değildir. Millet artık gerçekleri görmektedir. Maskeler düşmüştür."

Darbe girişimini ortaya çıkartırken, bu talimatların da nereden geldiği anlaşılmalıdır. Bunu istemek Ayışıkçılara karşı mücadeleyi sulandırmak değildir. Bir "powerpoint" plana karşı çıkarken bir diğer "powerpoint"in hedefi olmama çabasıdır.
Yazının Devamını Oku