Ferai Tınç

Stalin gibi yönetip Abramoviç gibi yaşamak

8 Haziran 2009
DÜN Helsinki’de, Novaya Gazeta’nın Genel Yayın Yönetmeni Dimitri Muratov, Uluslararası Basın Enstitüsü’nün (IPI) 2009 basın özgürlüğü ödülünü aldı. Rusya’da 2000 yılından bu yana öldürülen gazeteci sayısı 30.

Bağımsız bir çizgi sürdürerek ayakta durmaya çalışan gazetenin genel yayın yönetmeni, Rusya’da muhalif gazeteci olmanın sonuçlarını bu rakamı vererek somutlaştırıyordu.

"Rusya’da devlet kurumlarının internet sitelerinde, okul kitaplarında Stalin için etkili devlet adamı tanımı kullanılıyor. Yönetim iyi bir devlet adamı olmak için Stalin gibi olmak zorunda olduğu iddiasını benimsetmek istiyor. Ama aslına bakarsanız Stalin gibi yönetiyor, Abramovitz gibi yaşıyorlar."

Biliyorsunuz Abramoviç, Rusya jet sosyetesinin ultra zenginlerinden. Muradov bu yeni "elit"in, devleti "kutsal"laştırdığını söylüyor. "Kutsal devlet zırhı ardına saklanıp yolsuzluklarının hesabını vermekten kurtulmak istiyorlar" diyor.

"Ama biz, halkın çıkarları için bu otoriter rejimin kontrol edilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Çünkü hepimiz demokratik bir Rusya istiyoruz. Demokratik değerleri önemseyenler olduğunu yayınlarımızla göstererek halkın umudu oluyoruz."

***

YÖNETİCİLERİN Stalin
gibi yönetip, Abramoviç gibi yaşamaya kalkıştıkları ülkelerde basın özgürlüğünden söz etmek mümkün mü?

Belki sadece "majestelerinin medyası" için mümkün. Sorgulamaya kalkanlar için değil. Karalama, cezalandırma o da olmazsa öldürerek susturma yöntemlerinin sadece geçen yüz yılların yöntemleri olmadığını dehşetle izliyoruz.

Basın özgürlüğü, önümüzdeki dönemde daha fazla konuşacağımız bir konu olacak.

Dünkü toplantıda uluslararası medyaya seslenen Finlandiya Meclis Başkanı Suali Ninisto, basın özgürlüğü konusunda örnek ülkeler listesinin ilk sıralarında bulunan Finlandiya’da, gazeteciye kaynağını açıklama mecburiyeti getiren yasanın Meclis’e geldiğini hatırlattı. Bunu doğru bulmadığını ifade ederken İngiltere’yi örnek verdi.

Eğer İngiltere’de gizli bir kaynak bakanların harcamaları hakkında gazeteciye bilgi vermeseydi, hükümet düşme tehlikesiyle karşı karşıya kalmayacaktı.

"Evet medyaya iletilen illegal, gizli bir bilgiydi" dedi Ninisto, "Ama hepimiz bu gizli bilginin bugün demokrasiye hizmet ettiğini görüyoruz. Bu kamu yararına oldu. Çünkü halk, ahlak değerlerinin ölmediğini, onları önemseyenlerin olduğunu görüyor."

***

BİR
gazeteciye beş halkla ilişkiler uzmanının düştüğü bir dönemdeyiz. Amerikalı bir gazetecinin verdiği bu sayıyı katiyen küçümsemeyin. Bu ne demek biliyor musunuz? Medyada yönlendirmenin, haber karartmanın, halkın dikkatini gerçekten uzaklaştırmanın bir basın özgürlüğü sorunu olarak karşımıza dikilmesi demek.

Finlandiya Meclis Başkanı bu tehlikeye, "Basının kaynakları azalıyor" sözleriyle dikkat çekti "lobi şirketleri, medya iletişim uzmanları artıyor, bu işlerin arkasındaki maddi güç ile medyanın kaynakları arasında büyük farklılaşma meydana geliyor. Bu basın özgürlüğü açısından ciddi tehdittir."

Dünyayı güçlü lobilerin aracılığıyla, halkla ilişkiler uzmanlarının hazırladığı metinlerle, büyük şirketlerin çıkarlarının prizmalarından halka gösterilmek istendiği bir dönemde gerçeğin çıplaklığını nasıl yakalayacağız?

Demokrasiyi, gerçeğe ulaşamayan halkı peşinden kolayca sürükleyen popülizmin sahtekar çekiciliğine karşı nasıl savunacağız? Stalin gibi yönetip, Abramoviç gibi yaşayanları nasıl teşhir edeceğiz? Özgür basın olmadan mümkün mü?
Yazının Devamını Oku

Avrupa’da basın özgürlüğü kampanyası

7 Haziran 2009
<b>HELSİNKİ</b><br>ULUSLARARASI Basın Enstitüsü’nün 58’inci Genel Kurul’u bu yıl Helsinki’de yapılıyor. Dünya basın özgürlüğü açısından iyi bir yıl geçirmiyor. Helsinki’nin beyaz gecelerinde dünyanın her yerinden gelen editör ve medya yöneticileri bunu konuşuyor.

İfade ve basın özgürlüğü listelerinde ilk üçte yer alan Finlandiya bile bu yıl ciddi bir sorun ile karşı karşıya geldi. Hükümet, gazetecileri kaynak açıklamak zorunda bırakacak bir yasa üzerinde çalışıyordu. Büyük tepki aldı tabii ki.

IPI, kurulduğu 1950 yılından bu yana Türk basınının da içinde yer aldığı uluslararası bir meslek örgütü. Kurucu üyeleri arasında Demokrat Parti’nin hedefindeki gazetecilerden Ahmet Emin Yalman da var.

IPI bu yıl Avrupa Birliği ülkeleri arasında daha fazla basın özgürlüğü için kampanya başlatıyor.

Avrupa Birliği üyesi ülkeler, gazetecilere yönelik hapis ve ağır para cezalarını, hakaret ve aşağılama ile ilgili maddeleri ceza kanunundan çıkarmaya çağrılıyor.

Uluslararası Basın Enstitüsü kararında, "Avrupa Birliği üyesi ülkeler ceza yasalarını modernleştirmedikçe, dünyanın diğer yerlerindeki basın özürlüğüne de dolaylı olarak zarar veriyorlar" deniyor.

Kampanyanın tanıtımında, yasalar değişmedikçe Türkiye gibi ülkelerde hükümetlerin basın özgürlüğü ihlallerinde, "Avrupa standratlarına uyuyoruz" gerekçesini kullanabilecekleri söyleniyor.

* * *

TÜRKİYE’
nin basın özgürlüğü karnesi son bir yılda kötüye gitti.

Son gelen haber de kötü. Araştırmacı gazeteciliği sayesinde, hasır altı edilebilecek çok önemli gerçeklerin ortaya çıkmasını sağlayan Milliyet Gazetesi muhabiri Nedim Şener’in karşılaştığı duruma bakın. Şener, Hrant Dink davasıyla ilgili olarak iddianamede yer alan, gazetelerde yayınlanan bilgileri değerlendirip, aradaki boşlukları araştırmalarıyla belgelendirerek cinayete giden süreçle ilgili önemli bir kitap yazdı. "Dink Cinayeti ve İstihbarat Yalanları".

Kitap yüzünden Şener hakkında 28 hapis istemiyle dava açıldı. Katil zanlıları için istenenden daha fazla ceza, ihmallere ışık tutan bir gazeteci için isteniyor. Gerçeğin ortaya çıkmasına karşı olan direncin gücü bu.

* * *

Haberi
duyduktan sonra Şener ile görüştüm. "Cinayette görevi ihmalle suçlanan istihbarat kuruluşlarında, olay sırasında sorumlu noktalarda bulunan ve ihmalleri belirlenenlerle ilgili kanıtları yayınladığım gerekçesiyle cezalandırılmak isteniyorum" dedi.

Basın özgürlüğünü halkın haber alma özgürlüğü olarak kabul edersek, bu haberleri açık ya da gizli, her türlü belgeye ulaşarak kanıtlı biçimde ortaya çıkartmanın da gazeteci sorumluluğunun bir parçası olduğunu anlamak zorundayız.

İşlerini doğru düzgün yapmayan kamu görevlilerini bulup çıkartmak bunun nedenlerini araştırmak da aynı sorumluluğun bir parçasıdır.

Mesleğini ciddiye alan, manipülasyonları zamanında fark edecek kadar usta ve oyunun parçası olmayacak kadar yalnızlığı seven gazeteciler olmasaydı, gerçekler de olmazdı.
Yazının Devamını Oku

Obama’nın İstanbul-Kahire farkı

5 Haziran 2009
ABD Başkanı Obama’nın Türkiye ziyareti sırasında yaptığı konuşma ile dün Kahire’den seslenişi arasında da fark vardı. Tıpkı tepkilerdeki farklılık gibi.

Ankara’da, Obama’nın konuşması zaman zaman alkışlarla kesilirken, Kahire’de salondan "Bravo" sesleri, zaman zaman da haykırışlar duyuluyordu. Daha heyecanlı, daha rahat bir izleyiciye konuştu Obama.

Ankara’da, Obama nabza göre şerbet verdiğinde yükselen alkışlar, Kahire’de demokrasi, kadın hakları gibi hakim sınıflar açısından dikenli konularda da duyuluyordu.

ABD Başkanı, Kahire’den İslam dünyasına neredeyse bir din adamı yaklaşımı ile seslendi. Mesajlarını, sadece Kuran-ı Kerim’den referanslarla değil bütün dinlere atıflarda bulunarak güçlendirmeye gayret etti. Bütün dinlerin temelinin barış olduğunu söylemesi, "Hepimiz İbrahim’in çocuklarıyız" demesi ve Kudüs’ün Hz.Musa, Hz.İsa ve Hz.Muhammed’in dua ettikleri kutsal bir yer olduğunu anımsatması gibi.

Obama, Kahire’den İslam dünyasına seslendi, oysa Ankara’da Büyüm Millet Meclisi’nde yaptığı konuşmada hedef kitlesi Türkiye kamuoyu idi.

***

KAHİRE’
de Obama’nın kaygısı, İslam dünyasındaki Amerikan karşıtlığını aşağı çekmek, önyargıları aşmak, yanlış anlamaları düzeltmekti.

Obama’nın İslam dünyasına mesajını Mısır’dan vermesi Mısır’ın Ortadoğu’nun bölgesel güç rolünün tesliminin yanı sıra, İslam dünyasında da ona ayrı bir önem atfetmek anlamına geliyordu.

Türkiye’deki konuşmasında ise iki ülke arasındaki ittifakın, bölge istikrarı açısından önemi üzerinde durmuş, bu ittifakın bölge barışı için önemli olduğu mesajını dünyaya vermişti.

Sokaklarında Amerikan karşıtlığı dolaşan bir coğrafyada "Selamünaleyküm" diye başladığı konuşmasında Obama ülkesinin "Müslüman" yüzünü öne çıkarttı. ABD’deki büyük ve etkili Müsülman nüfustan söz etti. "Benim ülkemde Müslüman kadınların örtünmesine karışmayız" dedi. Ama İslamiyet adına "şiddet"e başvuranlara tolerans göstermeyeceklerini açıkça ortaya koydu.

Afganistan’dan, Irak’a, Pakistan’dan Filistin İsrail sorununa, İran’a "anlayışlı" yaklaşıma kadar her konuda adil, şeffaf ve dürüst bir izlenim vermek istedi.

Demokrasi konusunda ise çok dikkatliydi. "Hiçbir ülkenin bir diğerine model dayatma hakkının olmadığını" en başında söyledi.

***

TÜRKİYE’deki konuşmasında ise Obama demokrasi meselesinin altını çizdi. Ermenistan açılımı, Kürt sorunu, azınlıklar gibi konularda çözüm adımları atacak olan Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliğini dünya barışına hizmet olarak niteledi. Beklentilerin aksine Obama Türkiye’yi Müslüman dünyaya örnek göstermedi. Türkiye gibi olun demedi.

ABD’nin Türkiye ile işbirliği yapabildiğini örnek gösterdi.

Müslüman çoğunluğa sahip Türkiye ile nasıl dost olabiliyorsa, ABD’nin tüm İslam dünyası ile de müttefik olabileceği mesajıydı Ankara’dan verilen. Kahire’den yaptığı konuşma ile ABD Başkanı İslam dünyasına doğrudan, kendi sesiyle açılım yaptı.
Yazının Devamını Oku

Davutoğlu’nun vazgeçemeyeceği iki dosya

1 Haziran 2009
BUGÜNDEN itibaren Türkiye’nin Birleşmiş Milletler gündemi hareketleniyor. Güvenlik Konseyi geçici başkanlığını bir ay için üstlenilmesiyle birlikte Ankara, Irak, Afganistan ve Pakistan dosyalarını hızlandırmak istiyor.

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu New York’a gitti.

Ama Dışişleri Bakanı’nın programında daha da önemli bir ziyaret var. Irak.

Bu ay sonundan itibaren Amerikan askerlerinin Irak’tan çekilmeye başlamasıyla birlikte bölgede taşlar yeniden oynayacak.

Bu çekilme işlemi, Amerika’nın tamamen bölgeyi terk edeceği anlamına gelmiyor kuşkusuz ama Ortadoğu’da yeni ve bilinmezlerle dolu bir dönemin başlayacağı kesin.

ABD ve bazı bölge ülkelerini en çok rahatsız eden ihtimal, meydan okuyan bir İran’ın önümüzdeki dönemde bölgedeki gücünü artırması.

ASKERİ İŞBİRLİĞİ

7 Haziran’da Lübnan’da yapılacak olan parlamento seçimlerinde Hizbullah’ın tek başına hükümet kurma ihtimali, İran’ın bölgede etkisini artırabileceği için tedirginlik yaratıyor.

Ama Türkiye, uzun zamandan beri ikinci bir Hamas olayı yaşanmaması için ABD ve Avrupa’ya, sandık sonuçlarına saygı gösterilmesi gerektiğini telkin ediyor.

Bir yandan da Lübnan Ordusu’na eğitim vermeye ve Amerikan yapımı silah satmaya hazırlanıyor. Türkiye’nin bölgenin güvenlik meseleleriyle ilgili aktif rol almaya başlaması Lübnan ile sınırlı değil.

Suriye ile ilişkiler de tarihinin en sıcak dönemini yaşıyor. Nisan ayında düzenlenen ortak askeri tatbikat bu yakınlaşmanın boyutunu gösteriyor.

Amerika’nın terörist ülkeler listesinde bulunan ve Obama’nın bir yıl daha yaptırımların uzamasına karar verdiği Suriye ile NATO üyesi Türkiye’nin ortak tatbikatına Washington’un itiraz etmediği anlaşılıyor. Çünkü Türkiye ile Suriye arasındaki askeri işbirliğinin geliştirilmesi bu ülkenin İran’a askeri bağımlılığını azaltacak. Lübnan ile ilgili gelişmelere de Washington’dan yeşil ışık yakılması gibi.

Obama Yönetimi, önümüzdeki dönemde Türkiye’nin, bölgede İran dahil bütün ülkelerle ilişki içinde olmasını destekliyor.

Bazı Amerikalı yetkililer, "Bölgenin istikrarı için bizim Kongre’den izin alamayacağımız bazı faaliyetleri Türkiye aracılığıyla sürdürmek mümkün olacak" diyorlar.

Bunu, Hamas’ın Ortadoğu görüşmelerine dolaylı dahil edilmesinden tutun da, Afganistan seçimlerine Taliban’ın ılımlı unsurlarının katılmasının sağlanmasına kadar geniş bir çerçeveye oturtmak mümkün.

Türkiye, NATO’nun bölgeye uzanması anlamına geliyor.

İÇERİDE İSTİKRARIN SAĞLANMASI ÖNEMLİ

DIŞİŞLERİ
Bakanı Davutoğlu, Türkiye’nin önümüzdeki günlerde Avrupa Birliği sürecini canlandıracağı mesajını verirken iki dosyanın öneminden söz etmişti. Avrupa ve Ortadoğu dosyaları. Bunların ikisinin birden koltuğunun altına almadan Türkiye’nin Avrupa ve Ortadoğu’da istediği sonuçları alamayacağını ifade ediyordu bu yaklaşımı.

Avrupa sürecini ciddiye alan Türkiye’nin Ortadoğu’da da etkili bir oyuncu olarak sivrilmesine kesin gözüyle bakılıyor. Bu durumun da Avrupa sürecini olumlu etkileyeceği kesin.

Ama kendi iç siyasi istikrarını sağlayamayan bir ülke dünya istikrarı açısından kaçınılmaz bir oyuncu haline gelebilir mi?
İçeride sorunlarla boğuşan, uzlaşma atmosferini yaratamayan Türkiye’nin, ne Irak’taki, ne de Ortadoğu’daki gelişmeleri etkileme şansı olabilir.

Uzlaşma atmosferi yaratmak o kadar zor mu? Değil. Davutoğlu’nun, ne birinden ne diğerinden vazgeçebiliriz dediği Avrupa ve Ortadoğu dosyalarına hakimiyet için geleceğe, günlük siyasi çıkarların prizmasından bakmamak yeter.
Yazının Devamını Oku

Yeni Avrupa denklemi

31 Mayıs 2009
AHMET Davutoğlu’nun İstanbul’daki dış politika yazarlarıyla yaptığı toplantıların en hoş tarafı, onun sorgulamaya açık olan yönüydü.

Davutoğlu, Bildt, Sarkozy Yeni Avrupa denklemi

Akademik kimliğinin de etkisi var mutlaka. Dış politika sürecinde halkı bilgilendirmenin önemini kavrayan ender siyaset yapıcılardandı. Üç yılı aşkın süren bu ufuk turlarının sonuncusunda, yani Cuma günü Davutoğlu karşımıza Dışişleri Bakanı olarak oturdu ve önümüzdeki dönemle ilgili AKP hükümetinin gündemine ilişkin çok önemli ipuçları verdi.

Biz, Davutoğlu ile Avrupa Birliği ile ilgili süreci tartışırken, Fransız basını da Sarkozy’nin 2 Haziran’da yapacağı İsveç ziyaretini neden ertelediğini sorguluyordu.

Le Monde Gazetesi’nin, kimliğini açıklamayan bir diplomata dayandırdığı haberine göre, Sarkozy Türkiye yüzünden bu ziyareti ertelemişti. Önümüzdeki hafta yapılacak Avrupa Parlamentosu seçimlerini Türkiye karşıtlığı üzerine kuran, ama muhalifleri tarafından "Fransa’nın başkanlık döneminde Türkiye ile fasıl açtın, iki yüzlüsün" diye suçlanan Sarkozy, İsveç Dışişleri Bakanı Carl Bildt’in birkaç gün önce muhafazakar Le Figaro Gazetesi’ne verdiği demeçte, "Avrupa Birliği genişlemeye devam etmeli, Türkiye’yi de içine almalıdır" demesi yüzünden ziyareti iptal etmişti. Dönem başkanlığına hazırlanan İsveç ile Türkiye nedeniyle daha ilk gün sorun yaşamak istememiş, ziyareti 3 Temmuz’a, Avrupa Parlamentosu seçimleri sonrasına ertelemişti.

Yazının Devamını Oku

Mayın anlaşmasının özü insan

29 Mayıs 2009
SURİYE sınırı boyunca mayınlanmış arazinin temizlenmesi ile ilgili ihale kanun tasarısının yeniden gözden geçirilmesi doğru bir karar. Çünkü tasarı, sanki bir şablona uygun biçimde hazırlanmış izlenimi veriyor.

Mesele mayınların temizlenmesinden çok, arazinin 44 yıllığına kiralanmasıymış gibi bir yaklaşım öne çıkıyor tasarıda.

Örneğin, mayından temizlenecek alanların dışındaki alanların da yükleniciye bırakılmasından söz ediliyor.

"İhalenin müstakil kullanımı mümkün olmayan ve bu taşınmazlarla bütünlük teşkil eden Hazineye ait diğer taşınmazların tarımsal faaliyette kullandırılmak üzere yükleniciye bırakılması karşılığı yapılması öngörülmüştür. Ayrıca söz konusu alanda bulunan ve diğer kamu kurum ve kuruluşlarına ait olan taşınmazların da aynı yöntemle ihale edilmesine imkan tanınmıştır" deniyor.

Askeri bölgeler ve sınır boyu güvenlik için gerekli alanlar dışarıda bırakılmış ama onun dışında ne var ne yok, mayınları temizleyeceğim diyen firmanın tasarrufuna 44 yıllığına verilebilecek.

YABANCI DÜŞMANLIĞI DEĞİL ADALET

Hükümet adına tasarıyı savunanlar, petrol, su gibi yeraltı zenginliklerinin güvence altına alındığını söylüyorlar. Evet, maden ve petrol kanunlarından söz ediliyor. Ama eğer benim gibi üşenmeyip onlara da bir göz atarsanız, mesela maden kanununda bakanlar kurulunun yetkisinin ne kadar geniş olduğunu fark eder, 44 yıl gibi uzun bir zaman dilimi içinde gerçekleşecek tasarruflar için bugünden kefil olunamayacağını görürsünüz.

Olaya yabancı düşmanlığı penceresinden bakmıyorum.

Bölgenin mayından arındırılması işi ile bu toprakların ihalesi işini birleştirmekte art niyet sezdiğim için doğru bulmuyorum.

Evet, Türkiye bu mayınları temizlemekle yükümlü. Prenses Diana’nın öncülük ettiği kara mayınlarına karşı kampanyanın özü insan. Temizlenecek olan alanlar da o mayınlı arazinin yükünü taşıyanların olmalı.

Hemen GAP bölgesinde, su kullanmayı bilmedikleri için toprakları tuzlandıran çiftçileri hatırlatanlar olacak. Bu arazinin bölge halkı tarafından en iyi biçimde değerlendirilmesi için modern bir proje yapılabilir, bu projeye ortaklar da alınabilir. Önemli olan bölge halkının önceliği.

DÜNYA NE YAPIYOR?

OTTAVA
Konvansiyonu’nu incelediğiniz zaman, "Her ülke taraf ülkelerden mali destek arayabilir" diyor. Ayrıca Dünya Bankası da bu amaçla kredi veriyor. Dünya Bankası "Mesele sadece kredi değil, yetersiz kaynakların en iyi biçimde değerlendirilmesi için destek sağlayabiliriz" de diyor.

Dünya Bankası yardımı tabii ki koşullara bağlı, bunlardan biri mayın temizleme işinin bir kalkınma programının parçası olarak hükümet tarafından planlanması.

Demek bölge ile ilgili büyük bir tarım projesini hükümet ilgili STK’larla birlikte yapabilir ve Dünya Bankası’ndan destek arayabilir.

Zaten ihaleyi alacak olanların da başvuracakları yer Dünya Bankası olmayacak mı?

Birleşmiş Milletler ve mayın temizleme konusunda uzman sivil toplum örgütleri de var. Çatışma bölgelerindeki mayınların temizlenmesinde büyük ölçüde bu örgütler çalışıyorlar. APOPO bunlardan biri, köpekler pahalı olduğu için mayın aramada özel eğitilmiş farelerden yararlanıyor. Başka uluslararası örgütler de var. Afrika, Afganistan, Sri Lanka’da bu örgütler temizleme işlerini üstlenmiş.

Mayın temizleme tasarısına karşı muhalefeti İsrail düşmanlığına bağlayıp oradan Türkiye’nin azınlıklara karşı tavrına atlamak işleri karıştırdı. Öyle karıştırdı ki, azınlık tartışması gerçek bir özeleştiri niteliği kazanmadığı gibi, bu süreç İsrail düşmanlığını da hortlattı.

Ne yazık. Mayınları temizleyelim derken ortalığı batırmak buna denir.
Yazının Devamını Oku

Obama neocon direnişe tosladı

25 Mayıs 2009
"BİZİM güçlendirilmiş sorgulama yöntemlerimizi her zaman destekledim ve desteklemeye devam edeceğim. O sorgulamalar, diğer bütün çabalar başarısızlığa uğradıktan sonra teröristlere uygulanmıştı. Yasaldılar, haklıydılar ve yapılması gereken şeylerdi." Bu sözler, seçimlerden sonra kendisini unutturacağı sanılan Dick Cheney’ye ait.

Obama’nın, Guantanamo’yu kapatmaya uğraştığı bir sırada Cheney, işkenceleri savunmak için geri döndü.

Neoconların en şahini, en kuralsızı Cheney’nin Washington’a dönüşü, uzun zamandan beri aşırı muhafazakar çevrelerden yükselen itirazların zaten yarattığı direnç ortamını daha da sağlamlaştırdı.

Senato, geçen hafta yaptığı oylamada, bu yıl sonuna kadar Guantanamo’nun kapatılması için Obama’nın istediği 80 milyon doları ödeneği kabul etmedi.

Cumhuriyetçiler topyekün karşı oy kullandılar, ama karşı çıkanlar arasında Demokratlar da vardı.

Obama, CIA’nın dünyanın değişik yerlerindeki tutuklu kamplarında yaptığı yasa dışılıkları gösteren bazı belgeleri ve resimleri bu ay sonuna kadar açıklayacağı sözünü vermişti.

İşkencecilerin yargı önüne götürüleceğini vaat etmişti.

Her iki konuda da geri adım attı.

Bu arada, CIA’nın 2002’deki bir panelde, terör zanlılarının sorgulanmasında işkencenin de yöntem olarak kullanıldığı konusunda kendilerine bilgi verilmediğini söyleyen Meclis Başkanı Demokrat Nancy Pelosi de tepkiler karşısında susma kararı aldı.

NEOCON DİRENİŞ

CHENEY
’nin kendisinden bu kadar emin bir biçimde Obama Yönetimi’ni sorgulamaya başlamasıyla birlikte yandaşları, eski başkan yardımcısının arkasındaki büyük desteği açıklamak zorunda kaldılar.

Cheney, desteğini ordunun bazı kesimlerinden alıyordu. 11 Eylül’de hayatlarını kaybedenlerin aileleri, CIA içinde terör suçlamasıyla gözaltına alınanları sorgulayanlar ve sorgulama sürecinde görev almış olan herkes onu destekliyordu.

Onlar da Cheney’nin açıkça söylediği gibi, terörizme karşı savaşta esas olan ulusal güvenlik olduğunu söylüyor, işkence ile elde edilen bilgi sayesinde Amerikan vatandaşlarının hayatlarının kurtarıldığına inanılmasını istiyorlardı.

Tartışma yeni değil. Yabancı da değil.

Ama terörle mücadelede demokrasi ve insan hakları değerlerinden uzaklaşıldığında, yol açtığı zarar, yarardan çok daha büyük olduğu bu olayda da kanıtlandı.

Amerikan Ulusal İstihbarat Direktörü Denis Blair, geçen ay yaptığı açıklamada "Bu uygulamalar imajımızı bozdu" diyor, "Yarardan çok zarar verdi. Ulusal güvenliğimiz için kaçınılmaz değillerdi."

OBAMA FARKLI MIYDI?

GUANTANAMO
, Obama’nın Bush Yönetimi’nden farkını gösteren bir siyasi semboldü. Kapatılacaktı ve ABD, demokrasi değerlerinin savunucusu, hürriyet heykelinin sahibi olarak uluslararası toplumda eski yerini alacaktı.

Artık çok zor görünüyor. Guantanamo ve işkencelerle ilgili vaat ettiklerinden hiçbirini gerçekleştiremeyen Obama’nın, Küba’daki hapishanenin kapatılması ve tutukluların ABD’ye transferinden sonrası için hazırladığı tasarı da bunu ortaya koyuyor.

Obama Yönetimi, mahkemeler suçsuz bulsa bile, güvenlik açısından tehlikeli oldukları düşünülen kişiler için "ömür boyu gözaltı" yasası hazırlatıyor.

İnsan hakları örgütleri tabii ki böyle bir şeye karşı çıkıyorlar. Ama devletin derinliklerindeki muhafazakar direniş, gelen ile gidenin arasındaki farkı o kadar hızla törpülüyor ki, farklılık biçimde kalıyor.
Yazının Devamını Oku

CHP, Kürt sorununu düşünmeye başladı mı

24 Mayıs 2009
BAYKAL’ın Merkez Yönetim Kurulu’ndaki sözleri, benim uzun zamandan beri kafamı taktığım dil meselesi yüzünden hoşuma gitti. Çok derinlere giden sorunlarımızı aşabilmenin en önemli meselelerinden biri uzlaşma iklimini yaratabilmek. Kavga etmeden konuşmak, karşımızdakini anlamaya çok ama çok ihtiyacımız var.

Bu yüzden CHP Lideri Deniz Baykal’ın Merkez Yönetim Kurulu’nda, Kürt meselesiyle ilgili olarak "Bu dönemde bir hata yapmazsak sorunu elbirliğiyle çözebiliriz. Herkes toplumsal ayrışmayı değil, kaynaşmayı destekleyecek her türlü öneride bulunabilmelidir. Biz de hükümetin bu yöndeki önerilerini destekleriz" demiş olmasını doğru bir çıkış olarak görüyorum.

Kürt sorunu ciddi bir dönemeçte.

Bunun tek nedeni bölgedeki stratejik değişimde Türkiye’ye düşen rol değil.

"Amerika Irak’tan çekilecek, doğacak boşluğu İran doldurmasın, Türkiye etkili olsun" gerekçesiyle bu meselenin çözülmesinin istendiği yorumları yapılıyor.

Evet bu yorumlarda doğruluk payı var. Ama bu konu, Amerikan askerlerinin Irak’tan çekilmesi çerçevesinde dikkate alınan unsurlardan sadece biri.

ABD’nin Irak ile ilgili gelecek planlarını değişebilir.

Bağdat ile imzalanan anlaşmada, askerlerin çekilmesiyle ilgili belirlenen tarihler kesin ama ayrıntılar yoruma tabii.

Dolayısıyla, Kürt sorunun Türkiye’de çözüm sürecini tetikleyen tek neden bu değil.

Neden bizimle ilgili. Bu çözüme herkesten çok bizim, Türkiye’nin ihtiyacı var. Savaş, bizi birbirimize düşecek noktaya getirdi. Sosyal dokumuzu hırpaladı, hiçbir zaman olmadığı kadar insanlar birbirlerine kırıldı, birbirinden soğudu.

Baykal’ın dediği gibi "herkes toplumsal kaynaşmayı desteklemeli" bunun için de üzerine düşeni yapmalı. Amerika, Türkiye’ye böyle rol biçtiği için değil, kendi başımızın çaresine bakmamız gerektiği için.

* * *

MUHALEFET
bu hassas süreci, hükümete eşit bir sorumluluk ile destekleyebilirse, önümüzdeki günlerde konunun daha hayati ve daha zor aşamalarını da göğüsleyebiliriz.

Baykal, ekonomik önlemler öneriyor, bölgedeki çocuklara pozitif ayrımcılık yapılmalı diyor, Türkçe bilmeyen vatandaşların taleplerini devlet dairelerine Kürtçe bildirebilmeleri gerektiğini söylüyor.

Bunların söylenmesi bile önemli.

Ama benim merak ettiğim CHP’nin gerçekten önümüzdeki süreçle ilgili ciddi bir politikası var mı? Hükümet ile bu konuda çalışmaya ne kadar hazır? Bu meselenin iç siyasete alet edilmemesi için CHP ne yapacak?

DTP’nin de çözüm sürecinde, sadece Kürtleri değil bu ülkede yaşayan Türkleri de dikkate alması gerektiğini anımsatmak için CHP nasıl yapıcı bir tavır izleyecek?

* * *

CHP’nin
bu soruların yanıtını verebilecek bir hazırlık içinde olmasını diliyorum.

Çünkü bu süreç göstermelik davranışlarla, kozmetik düzenlemelerle bir yere varmaz.

Bunun etkisi çok fena olur. Çözüme olan inanç her kesimde sarsılır.

Önümüzdeki günlerde, Irak, ABD ve Türkiye’nin Kürt meselesiyle ilgili bir araya geleceklerini duydum.

Keşke, ondan önce Türkiye’de siyasi parti temsilcileri bir masanın etrafına oturabilse ve "toplumsal kaynaşma" sürecine ilham verseler.
Yazının Devamını Oku