Ferai Tınç

Yüzleşme örneği olarak gerçek komisyonları

28 Haziran 2009
12 Eylül ile yüzleşmek, darbecilerin mutlaka yargılanması demek değildir. Her toplum, bir daha tekrarlanmasını önlemek için darbelerle yüzleşmenin kendi koşullarına uygun yollarını bulabilir. Anayasa’nın 15’inci maddesinin kaldırılması gündeme düşer düşmez eski Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in yaptığı açıklamalar bile yüzleşme sürecinin ne kadar etkili olabileceğini göstermeye yetiyor.

Evren, Ertuğrul Özkök’ün 26 Haziran tarihli köşesinde yayınlanan açıklamalarında "Beni yargılamak isteyenlere şunu da hatırlatmak isterim" diyor "Türk Silahlı Kuvvetleri’nin İç Hizmet Kanunu’nda madde var. Bir emir kanunsuzsa, suçsa sadece emri veren değil, uygulayan da sorumludur. 12 Eylül hárekatını, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bütün mensupları uyguladı. Haydi şimdi hepsini yargılayın."

Bu açıklama bile bir gerçeği düşündürmeye yetiyor. Kimse, emir nereden gelirse gelsin suç işlememeli, suça ortak olmamalıdır.

İşkence yapmamalı, düşünce ve ifade özgürlüğüne saygı göstermeli, insan haklarını ihlal etmemeli ve demokratik değerleri çiğnememelidir.

Bu bile, yüzleşme sürecinin ne kadar yararlı olacağını göstermeye yetiyor.

* * *

HER
şey 12 Eylül darbesi ile başlamadı tabii ki.

12 Mart’ta işlenen insan hakları ihlallerinin hesabı sorulabilseydi, 12 Eylül’ü yaşamayabilirdik.

Kimse düşünceleri nedeniyle susturulmayacak, gençliğin bir kısmı vatan haini, diğeri vatansever ilan edilmeyecekti.

Şiddetin kahramanlık olmadığı siyaset kültürümüze yerleşebilecekti.

Siyasi cinayetlere meçhul failler bulmak zorlaşacaktı.

Toplumu karmaşa ve darbeye sürüklemek isteyen güçlere karşı demokratik direnç güçlenmiş olacaktı.

Barış ve huzurun darbelerle sağlanabileceği inancı hálá bugün içimizde yaşıyor olmayacak, bugünkü gibi darbe tehdidi ya da darbeci suçlamalarıyla kimse siyaset yapamayacaktı.

* * *

DARBE
ya da ağır baskı dönemlerinin bir daha yaşanmaması için uluslararası deneyimlere de bakılabilir. "Gerçek Komisyonu" en sık başvurulan önlem.

Örneğin Cezayir’de 1992 yılında İslamcı Parti’nin kazanacağı anlaşılınca genel seçim askeri müdahale ile iptal edilmiş ve ardından ülke büyük bir karmaşaya sürüklenmişti. Daha sonra sıkıyönetim ilan edildi ve radikal İslamcıları desteklediği ileri sürülen binlerce kişi ortadan kayboldu. 1999 yılında Abdülaziz Buteflika devlet başkanı seçildi. Buteflika, ulusal uzlaşmayı sağlamak için çeşitli önlemler aldı, "Gerçek Komisyonu" kurmak da onlardan biriydi. Bu komisyon birbuçuk yıl çalıştı ve hazırladığı raporu açıklamadı ama kamuoyu, 6 bin kişinin kaybolmasından Cezayir ordusunun sorumlu olduğunu öğrendi. 2005 yılında ulusal uzlaşma şartı kabul edildi. Ona dayanarak bir yıl sonra silahlı İslamcı gruplar ile güvenlik yetkilileri için af çıkartıldı.

Peru, Arjantin, Brezilya, Burundi, Çad, Şili, Liberya, Ruanda da "Gerçek Komisyonu" kurarak toplumsal travmalarıyla yüzleşti.

Almanya birleşme sürecinde entegrasyonu derinleştirmek için Doğu Almanya’da 1945 ile 1989 arasında işlenen insan hakları ihlallerini incelemek üzere iki kez "Gerçek Komisyonu" oluşturdu.

* * *

HER ülke gerçek komisyonlarını farklı bir formülle kurdu, ama hepsi somut sonuçlar ve önerilerle gelerek, toplumsal bilincin gelişmesine katkıda bulundular.

Korku, baskı ve yeni insan hakları ihlalleri ile darbe defterleri kapanmaz. Bu olsa olsa darbe tehdidini siyasi amaçlı kullanmak olur.

Gerçek Komisyonları gibi darbelerin zararları konusunda zihniyet coğrafyamızın en derin köşelerine ulaşacak yöntemler bulunabilir.
Yazının Devamını Oku

Adalet ne sulu bir şakadır ne de intikam

26 Haziran 2009
TÜRKİYE’de darbelere karşı uyanan bilinç, ilk kez kendi geçmişimizle yüzleşme fırsatını yarattı. Bu fırsatı kaçıramayız.

Baykal’ın Anayasa’nın 15’inci maddesini kaldırma teklifi bir fırsattır.

Eğer yaşadığımız süreç gerçekten bir demokratikleşme süreci ise birileri susturulurken başka bir tezgáha su taşıyan bir düşünce iklimi için toplumsal mühendislik amaçlanmıyorsa bu fırsat mutlaka değerlendirilmeli.

Tarihin dokunulmazlığı olamaz.

Darbelerin de.

Belki yirmidokuz yıl önce demokrasi kavrayışı bu noktaya ulaşmamıştı, bugün ise darbelere karşı Türkiye’de geniş bir uzlaşma zemini olduğu kesin.

***

BİR
toplum, darbelerin insan yaşamlarında açtığı yaraları görmezden gelerek, hayatları altüst olan insanların ve yakınlarının yanıtsız bırakılmış sorularını yok sayarak gerçek demokrasiye ulaşamaz.

Unutmak, demokratik bir çözüm değildir.

Darbe dönemlerindeki baskıların, insan hakları ihlallerinin, işkence ve faili meçhullerin nedenini öğrenmek zorundayız.

Gerçeği öğrenmek, sadece darbe dönemlerinde baskıya uğrayan, işkence gören, cezaevlerine gönderilen, susturulan insanların hakkı değildir.

Birleşmiş Milletler’in 2 Ekim 1997 tarihli "İnsan hakları ihlalleri faillerinin dokunulmazlıkları" başlıklı belgesinde de belirtildiği gibi, geçmişte yaşananları sorgulama ve bilme hakkı toplumsal bir hak.

Çünkü toplumlar sadece başarıları, zaferleri ile tanımlanamazlar.

Yaşadıklarımız, acılarımız, travmalarımız, çektiklerimiz de ulusal mirasımızın bir parçasıdır.

Acıların yaşandığı o dönemleri bilmek toplumun hakkı.

Bir daha tekrarlamamak, tekrarlanmasına fırsat vermemek için.

Darbe dönemlerinin sorgulanması işte bu yüzden hukuk devletinin sorumluluğudur.

***

CHP
Lideri Deniz Baykal’ın Anayasa’nın geçici 15’inci maddesinin iptali için harekete geçmesini bu açıdan önemsiyorum.

Her fırsatta darbelere karşı olduğunu söyleyen Başbakan Erdoğan’ın bu girişimi "sulu şaka" olarak nitelemesini ise yadırgıyorum.

Oysa, bu ülkenin Başbakanı olarak darbelerin ve 28 Şubat dahil darbe girişimlerinin hesabını sormak öncelikle onun sorumluluğunda. Bu süreci Başbakan başlatmayacaksa kim başlatacak?

Baykal’ın önerisi karşısında beni en çok şaşırtan bazı meslektaşlarımın yorumları oldu. Bu girişimi Ergenekon’un ordu içindeki mücadelesine bağlayanı da oldu, hükümeti sıkıştırma amaçlı komplo teorisi üretenleri de.

Hem darbe karşıtı olduğunu söyleyeceksin hem de darbelerin hesabının sorulması için ortaya çıkan fırsatı karartmaya uğraşacaksın, böyle demokratlık, böyle "sululuk" olur mu?

CHP’nin amacı ne olursa olsun madem doğru bir öneri getirmiş, yapılması gereken bu önerinin daha ileri bir aşamaya taşınmasını sağlamak değil midir?

***

DOKUNULMAZLIK
zırhları yaratarak darbe mağdurları ve ailelerinin acılarını zamanın tesellisine havale edemeyiz.

Ama yüzleşme süreci de bir intikam süreci anlamına gelmemeli. Adalet ile intikam bağdaşmaz. İntikam, insan hakları ve demokrasi kavramlarına taban tabana zıttır. Demokratik toplumlar, acılarıyla yüzleşmenin kendilerine en uygun yöntemlerini bulabilirler. Yeter ki uzlaşma zemini sağlansın.
Yazının Devamını Oku

Kaçak göç krizi

22 Haziran 2009
CUMARTESİ akşamı Atina’da büyük bir törenle açılan yeni Akropolis müzesi gerçekten güzel. İki ay önce Akdeniz’de Teke yarımadasında Likya konfederasyonu kentlerini dolaşmıştım. Aynı dönemlerde ayrı coğrafyadaki insanların benzerlik ve farklılıklarını karşılaştırabilme imkanı verdi bana Akropol Müzesi. Atina’da başka karşılaştırmalar yapma imkanı da buldum. Son gelişimden bu yana Atina’nın büyük bir sorunla uğraştığını kentin bazı mahallelerinden geçerken fark ettim.

Kaçak göç tehdit edici bir boyuta ulaşmış. Son bir yılda Yunanistan’a gelen kaçak göçmen sayısı 145 bin. Şu an ülkede bir milyona yakın kaçak göçmen olduğu söyleniyor. Kentin bazı bölgeleri, Irak ve Afganistan’dan gelenler yerleşmeye başladığı için yerleşik nüfus tarafından terk ediliyor.

Avrupa’ya geçmek isteyenlerin Patras’ı "karton kent" haline dönüştürdüğü ileri sürülüyor. Karton kent demelerinin nedeni burada insanların kartonlar içinde yaşamaya çalışmaları.

Ta Nea Gazetesi, hükümetin kaçak göçmenler için kamplar kuracağını haber verdi. Kullanılmayan onbir askeri üssün bu iş için ayrılacağını ileri sürdü gazete.

Yunanistan’ın ciddi bir göç sorunuyla karşı karşıya olduğunu, Atinalı arkadaşlarımın tavrından ve "gece şuraya gitme, bu yoldan geçme" gibi şimdiye kadar hiç duymadığım uyarılarından anlıyorum.

Gerçeğin bir başka yüzü daha var. Bu ay başındaki Avrupa Parlamentosu seçimlerinde ağır yenilgiye uğrayan Yeni Demokrasi Partisi’nin, aşırı sağ Laos’a kaçan oyları geri almak için göç meselesini öne çıkardığı yorumlarını da duydum.

***

KARAMANLİS
Hükümeti, Parlamentoda zor durumda çoğunluğu sadece bir milletvekili ile sağlıyor. 300 sandalyeli parlamentoda 151 milletvekilinden ikisinin istifası hükümetin azınlığa düşmesi için yetiyor. Bu durum iktidarın tepesinde Demokles’in kılıcı gibi sallanıyor. Ekonomik kriz ile zaten sarsılan hükümet, Avrupa seçimlerinde uğradığı kayıptan sonra erken seçim seçeneğine daha sıkı sarılmış durumda.

Hükümet dayanabilirse en geç mart ayında erken seçimlere gidilecek. Müzenin görkemli açılışını hükümetin bir gövde gösterisi haline getirmesi, kaçak göç meselesine büyüterek sahip çıkışı ülkenin seçim ortamına girmiş olduğuna bağlanıyor.

Böyle ortamlar Yunanistan’da milliyetçi dalganın kabarması anlamına geliyor. Bu nedenle Başbakan Tayyip Edoğan’ın müze açılışına gelmesi gibi, bu ziyareti ertelemesi de büyük haber oldu.

Cumartesi günü ziyaretin iptal edileceği açıklanana kadar bütün televizyonlar 45 dakikalık baş başa görüşmede Karamanlis’in, "son zamanlarda Ege’de hava sahası ihlallerinin artmasından duyulan rahatsızlığı ve kaçak göçe karşı Türkiye’nin önlem almamasından duyulan sıkıntıyı" aktaracağı söyleniyordu.

Ziyaretin iptal edildiği açıklandıktan sonra da "Türkiye Başbakanı, Yunanistan’ın Avrupa Birliği Zirvesi’nde kaçak göç ile ilgili paragrafa Türkiye’nin adını eklettirdiği için ziyareti iptal etti" haberi döndü televizyonlarda.

***

KAÇAK
göç sorununun ne kadar büyük bir sorun anlamak kalabalık kentlerde kolay değil. Ama nüfusu on milyonu aşmayan ülkeler için toplumun dokusunu etkileyebilecek nitelikte bir olgu.

Halkın kaçak göç korkusunu kullanarak büyük destek sağlayan Karacaferis’in aşırı sağcı "Laos" Partisi ile Neo Nazi "Hrisi Aygi" Partisi’nin güçlendiği Yunanistan’da, Türkiye ile ilişkilerin bu atmosferden etkilenmemesi mümkün değil. Dolayısıyla taraflar arasında "jestler" yapmanın kolay olmayacağı bir döneme giriyoruz. Bu dönemde göç meselesi gibi konuların krize dönüşmemesi için en doğrusu karşılıklı anlayış olmalı.
Yazının Devamını Oku

Akropolis sırları

21 Haziran 2009
<b>ATİNA </b><br>KENTİN, adını neden Tanrıça’dan aldığı belli değil, hikaye o kadar eskilere gidiyor ki. Kayaların tepesine üç bin yıl önce sarayını yerleştiren Miken kralının zamanında da Atina, Akropolis’in tanrısıymış. Atina, dün görkemli bir törenle o tepenin eteğinde yeni Akropolis müzesini açtı.

130 milyon euroya mal olan müze gerçekten görülmeye değer.

300 yabancı gazeteci yeni Akropolis Müzesi’nin açılışını izlemek üzere Atina’daydı.

Yabancı devlet başkanları, başbakanlar ve kültür bakanlarının da bulunduğu törende en kalabalık heyet Türkiye’dendi. Ama son dakikada durum değişti ve Başbakan Tayyip Erdoğan dün sağlık nedeni ile katılmayacağını bildirdi.

Cuma günü Brüksel’de olanlardan sonra bu ziyaretin iptal edilme olasılığı ortaya çıkmıştı aslında.

***

YUNANİSTAN, Cuma günü Brüksel’de Avrupa Birliği liderler zirvesi sonuç bildirisine son anda Türkiye’nin de adını ekletti. Buna göre Türkiye, Avrupa ile müzakere sürecinde yeni bir kriterle karşı karşıya kalacak. Avrupa ile yasadışı göç konusunda anlaşma imzalamak zorunda bırakılacak. Türkiye üzerinden Yunanistan’a gelen göçmenlerin Türkiye tarafından geri alınmasının kapısı aralanacak.

Konu uzun zamandır Brüksel’in ve özellikle de Yunanistan’ın gündeminde. Brüksel, aday ülke olarak Türk vatandaşlarına vize kolaylığı sağlama karşılığında, Türkiye’nin de Avrupa’ya yasadışı yollardan gitmek isteyen ilticacıları kendi toprakları içinde tutmasını istiyor. Ve sadece bu yüzden Türkiye, vatandaşlarına vize kolaylığı sağlanması konusunda ısrarcı olmuyordu.

Cuma günü, Brüksel’den gelen bütün haberlerde, Yunanistan Başbakanı Karamanlis ve Dışişleri Bakanı Bakoyanni’nin son andaki ısrarları sonucu göç ile ilgili paragrafa Türkiye’nin adının da eklendiği yer aldı.

Bu haberlerin mürekkebi kurumadan bu kez Atina’ya Ankara’dan bir haber geldi. Başbakan Tayyip Erdoğan, cumartesi günü Atina’ya müze açılışı için gelemeyecekti.

Söylendiği gibi ziyaretin ertelenmesine neden Başbakan Erdoğan’ın sağlık nedenleri mi? Dün Akropolis’te, Türkiye Başbakanı’nın ziyaretini iptal etmesinin sırrı çözülmeye çalışıldı en çok.

***

AKROPOLİS
’in bir başka sırrı daha var, iki yüz yıldır yanıt bekliyor. Yeni müzeyi gezerken, insanı çarpıyor. Müzenin en üst katında Pantheon’un gerçek ölçülerine uygun salonda antik yapının duvarlarındaki üç boyutlu kabartmaları izlerken aradaki boşluklar ve eskisinin kopyası olduğu besbelli panolar çirkinlikleriyle dikkat çekiyor. İki yüz yıl önce İngiltere’nin Bab-ı Ali’deki Büyükelçisi Lord Elgin’in, Akropolis’ten parçalayarak ülkesine götürdüğü gerçek panoların yerleri bunlar. Yunanistan, bu eserleri geri istiyor. Ama İngiltere British Museum ile Atina arasında büyük bir tartışma var. İngiltere, Elgin’in Sultan’dan izin aldığını söylüyor. Bir fermandan söz ediyor.

Bugün bütün tartışma bu fermanın etrafında sürüyor. Ferman gerçek mi değil mi?

Akropolis’in eski müze müdürü Alkistis Koremi Hanım, "Ferman olduğu ileri sürülen belgenin orijinali yok. Çevirisinde ise sadece Elgin’e kazı yapmak için izin verildiği belirtiliyor. Binalarda bulunanları kırıp götürmek için değil" diyor.

Ferman hálá bir sır.

Akropolis’te, kentin tepesinde dün yeni müzenin görkemi içinde tarihe bakarken dünkü ve bugünkü sırlar konuşuluyordu hep.
Yazının Devamını Oku

12 Eylül ürkekliği devam ettikçe

19 Haziran 2009
ÜÇ yıl önce İspanya’da bir olay olmuştu. Kara Kuvvetleri’nin iki numaralı ismi Jose Mena Aguado, Sosyalist Parti Hükümeti’nin Catalonia’nın bağımsızlığını tanıması durumunda, bölgeye müdahale edeceklerini söyleyerek açıkça darbe imasında bulunmuştu. General, İspanya’nın toprak bütünlüğünü korumanın Anayasa’dan kaynaklanan görevleri olduğunu söylemiş, "Biz İspanya’nın toprak bütünlüğünü koruyacağımıza and içtik" demişti.

Ne oldu?

Hatırlatayım, Savunma Bakanı Jose Bono, ilk bakanlar kurulu toplantısında görevine son verilmek üzere Korgeneral’in evinde göz hapsine alındığını açıkladı.

Daha önce de 1981 yılında da İspanya’da bir darbe girişimi olmuş ve Kral derhal olaya el koymuş, darbeciler cezalandırılmıştı.

Yani ne iktidardaki Sosyalistler, komutanın o sözlerinde suç unsuru olup olmadığını anlamak için savcılığı göreve çağırmış, ne de Başbakan Zapatero, bir yandan mağduru oynarken öte yandan genelkurmay başkanı ile fiskoslaşmıştı.

Siyasete müdahale etmeye kalkan korgeneral derhal, bağlı olduğu bakanlık tarafından cezalandırıldı.

Çünkü her demokratik ülkede olduğu gibi, İspanya’da da darbe suçtu.

***

BEN
bu mağduriyet edebiyatından sıkıldım.

Ortada bir belge var. Sahte ya da değil. Hükümeti düşürmek için tasarlanan bir senaryoyu anlatıyor, Taraf Gazetesi’nin yayınladığı belge.

Vatandaş olarak, hükümetin derhal bu işe el koymasını beklerdim.

Genelkurmay Başkanı’nı, Ertuğrul Özkök’ten önce Başbakan’ın arayıp konuşması gerekmez miydi?

Savunma Bakanı? Darbe hazırlıkları yapılıyor veya birileri orduyu yıpratmaya çalışıyor. Savunma Bakanı olayın dışında. Ne sahip çıkıyor, ne hesap soruyor.

Başbakan’ın onayı ile AKP’nin savcılık başvurusunda, "illegal bir yapılanma ile suç örgütlenmesine gidildiği" söyleniyor.

Pekiyi bu illegal örgütlenme nerede yapılıyor?

Bunu devletin asker-sivil istihbarat birimlerinden sorumlu olan hükümet herhalde bilmiyor ki savcılığa baş vururken bile adres gösteremiyor.

Başbakan, "İktidar Partisi olarak bize yönelik adıma karşı tabii ki sessiz kalamayız" diyor. Bu olayda AKP’nin hedef alınması değil ki mesele.

Ya biz? Darbelerde sürekli tokat yiyen halk? Bizim adımıza kim sesini çıkartacak?

Aslında ses çıkıyor. Ama her kafadan ayrı bir ses. Kimi belgenin sahte olduğuna inanıyor, kimileri belgeyi baş tacı etmiş, kendileri gibi düşünmeyen herkesi didik didik edip duruyor.

"İllegal örgütlenmenin, AKP’nin kişilik haklarına saldırı, iftira ve tertipleri ile karşı karşıya olduğunu" söyleyen hükümet ise şikayet ve tribünlere demokrasi dersleri vermekle yetiniyor, elini taşın altına koyan yok.

***

DARBE
gölgesi altında demokrasi yeşermez. Ama ne yazık ki, Türkiye’den bu gölgeyi kaldırmak için siyaset bu güne kadar kararlı davranmadı. AKP de, bütün iddialı görüntüsüne rağmen ciddi bir karşı duruş sergilemedi.

Bunun örneği çok. Ne 28 Şubat’ın hesabı soruldu, ne de e-muhtıranın.

Anayasa’nın 12 Eylül darbecilerinin yargılanmasını yasaklayan 15. maddesinin değiştirilmesi için hiçbir ciddi girişim görmedik.

Üstelik yakın bir zamanda 12 Eylül’ün yargılanamayacağına dair bir mahkeme kararımız da oldu. Ankara Başsavcılığı tarafından verilen bu kararın tarihini anımsadınız mı?

Nisan 2009’da. Yani tartışmalar arasında buharlaşmakta olan son belgenin üretildiği tarihte.

Birçok ülkenin demokratikleşme sürecinde örneklerini izledik, darbeler sorgulanıp mahkum edilmedikçe, darbeci üreten ortamı kurutmak mümkün olmuyor.

Kim yapacak bütün bunları, hükümet yapmazsa?
Yazının Devamını Oku

Darbe aile içi şiddetin devamıdır

15 Haziran 2009
UTANÇ verici iki olaydan sonra, birbirimizin gözlerinin içine bakıp soralım. Türkiye bu mu? Evet bu.

Darbe ile aile içi şiddetin doğal karşılandığı zihniyet iklimini bir türlü terk edemeyen iddialı bir ülke.

Aile içi şiddete karşı önlem almadığı için Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından tazminat ödemeye mahkum edilen ilk devlet oldu.

Bu utanç verici duruma değil, Başbakanımız karara tepki gösterdi. Aile içi şiddete karşı önlemlerin yetersizliğini değil, bu kararı nedeniyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararını utanç verici buldu.

"Dünyanın her yerinde aile içi şiddet var" diyerek vicdanını rahatlatmak istedi.

Ama daha da önemlisi, yıllardır şiddet gören, defalarca devlete sığındığı halde korunamayan Nahide Opuz olayı için Başbakan’ın "Bu bir tekil olay" demesiydi.

O ünlü "münferit vaka"nın Türkçesi. Biz bu yorumu, Türkiye işkence yüzünden Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde hüküm giydiği zamanlar da yetkililerden çok duyardık.

***

İKİNCİ
utanç verici olayı ise Taraf Gazetesi ortaya çıkardı. Eğer iddia doğruysa Genelkurmay Başkanlığı’nda iki ay önce AKP ve Fethullah Gülen hareketine karşı darbe planı yapılmış.

Buram buram soğuk savaş zihniyeti kokan bir yöntemle AKP ve Gülen hareketine desteğin kırılmasını amaçlayan bir plan.

Bugüne kadar itibardan düşürülmek istenen herkese, her parti ve kuruluşa karşı kullanılan, Ergenekon davasına da karıştırılmak istenen CİA’lı, Mossad’lı, PKK’lı klasik yıpratma soslu provokasyon formülü.

Ama durum çok ciddi. Eğer iddia doğru çıkarsa, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni yıpratan bunca olaydan ve darbe planlarının açığa çıkmasından sonra hálá darbe rüyaları gören birilerinin kurumun içinde varlığını sürdürüyor olması ciddi sorun.

Genelkurmay Başkanlığı iddianın her yönüyle araştırıldığını açıkladı.

Bundan sonra Türkiye’nin ilk meselesi bu araştırmanın sonucunda ulaşılacak gerçeğin ortaya çıkmasıdır. Bu araştırma sonuçlanana kadar diğer her şey ikincil önemde.

Eğer böyle bir darbe planı varsa, mutlaka sorumluları ortaya çıkartılmalı, yok belge doğru değil de bir yönlendirme, provokasyon ise o zaman da "karşı darbe girişimi" olarak kabul edilmelidir.

Onun da peşi bırakılmamalıdır.

***

SİYASETİN
tıkandığı noktalarda, kilidi açacak olan yine siyasettir. Siyasete darbelerle müdahale etmek, şiddet kullanarak siyasete yön vermeye çalışmak demektir. Mümkün mü?

Gücü devreye sokarak herhangi bir siyasi akıma, gidişata müdahale etmek mümkün değil. Müdahale edilse bile sorunlar ortadan kalkmıyor.

Ama ne yazık ki Türkiye, sorunları şiddet kullanarak çözme alışkanlığını aşabilmiş değil.

Devleti ele geçirmek için darbeyi yani şiddeti doğal gören zihniyet, duygusal sorunlarımızı çözerken de peşimizi bırakmıyor, kadını yola getirmek için de dayağı, şiddeti doğal görüyor.

Üstelik her iki durumda da aynı tipik tepkiyi görüyoruz. Üstünü örtmek.

Askeri mahkeme darbe planıyla ilgili haberlere yayın yasağı koyuyor, Başbakan aile içi şiddet haberlerine medyada yer verilmemesini istiyor.

Bana göre darbeye gerçekten karşı çıkmak aileden başlar. Çünkü demokrasi ailede öğrenilir.

Gücü yetmediğinin karşısında ezik, gücü yettiğine ali kıran baş kesenlikle başlayan yolculuk darbeciliğin kapısında son bulur.
Yazının Devamını Oku

İran yeşillendi bir defa

14 Haziran 2009
SEÇİM sonuçları İran Devlet Başkanı Ahmedinejad’ın zaferi sayılabilir mi? İlk açıklamalara göre Ahmedinejad, rakibinin aldığı oyları ikiye katlamış olsa da gelişmeler, İran’da muhalefetin bundan sonra sesini daha fazla duyuracağını gösteriyor.

Mir Hüseyin Musevi, dün yaptığı açıklamada, "Bu tehlikeli senaryoya boyun eğmeyeceğini" söyledikten sonra gösteriler arttı. Musevi, bu "tehlikeli sürecin gizli oyunlarını açıklamak ve ülkenin geleceği için doğuracağı yıkıcı sonuçları göstermenin ulusal ve dini sorumluluğu olduğunu" ileri sürerek sonuçları kabul edip kenara çekilmeyeceği mesajını verdi.

Seçim sonuçları ne olursa olsun, nüfusun yüzde 70’i, 30 yaş altı olan İran’da, değişim isteyen bir muhalefetin temeli atıldı.

Muhalefet bizim anladığımız ve Batı’nın istediği gibi İran İslam Cumhuriyeti’nin temel ilkelerini bir çırpıda değiştirmeyi amaçlayan bir muhalefet değil.

Seçimler sona erer ermez zaferini ilan eden Mir Hüseyin Musevi de, sisteme karşı bir siyasetçi değil.

Ama Musevi, ülkesinin Batı ile daha uzlaşmacı bir yaklaşım içine girmesi gerektiğini savunuyor. Ahmedinejad ve şimdiki yönetimin İran’ın dünyadaki itibarını sarstığını söylüyor.

İç politikaya yönelik vaatleri ise ekonomi, özgürlükler ve yolsuzluklarla ilgiliydi.

Batı ile uzlaşmacı yaklaşım bizi yanıltmasın. Musevi de, İran’ın nükleer enerjiye sahip olma hakkını savunuyor, bunun için uranyum zenginleştirme programını destekliyor ama üslup değişmeli. Söylediği bu.

***

MUSEVİ’
nin seçim sonuçlarına karşı başlattığı kampanya, önümüzdeki dönemde İran’da iç siyasetin fırtınalı bir sürece gireceğini gösteriyor.

Siyasi çatışmanın derinleşmesi, Ahmedinejad yönetiminin kritik birçok konuda olduğu gibi ABD ile diyalog konusunda da adım atmasını engelleyebilir.

İçeride sorunlarla uğraşan bir yönetimin, ABD ile nükleer programı konuşabilmesi çok zor.

Popülist bir politikacı için, eğer arkasındaki destek tam değilse ve muhalefete karşı kendini zayıf hissediyorsa, bu adımın ne kadar zor olduğunu tahmin etmek güç değil.

Zaten dünden itibaren birçok yorumcu da bu duruma dikkat çekti.

"İran’da siyaset felce uğrayabilir" yorumu yapılmaya başlandı.

***

İRAN
’da siyasetin felce uğraması, Ahmedinejad’ın Obama’nın diyalog çağrısını yanıtsız bırakması anlamına gelir.

İran’a karşı yaptırımların ağırlaştırılmasını isteyen çevreleri harekete geçirecek bir ortam bu. Amerika ve İsrail’de diyalog stratejisinin zaman kaybı olduğunu ileri sürenlerin eli güçlenecek hiç şüphesiz.

Zaten Ekim ayına kadar bir adım atılması mümkün değil. Yeni başkan Ağustos’ta göreve başlayıp hükümetini kuracak ve Meclis’e sunacak. Bütün bu sürecin tamamlanması ekim ayını bulacak.

Seçim sonuçlarıyla ilgili şüpheler dağılmaz ve Musevi’nin etrafında toplanan muhalefet etkisini sürdürmeye devam ederse, ABD Başkanı Obama’nın İran ile diyalog stratejisi tehlikeye girebilir.

İran’a yönelik yaptırım baskılarının artması, içeride bunu milliyetçi bir direnişle muhalefete karşı kullanmaya hazır bir iradenin hakım olması, Türkiye’yi de etkiler kuşkusuz.

Türkiye’nin İran ile ilişkileri sıkıntıya girebilir. Türkiye üzerinde İran’a yaptırımlar konusundaki baskılar artabilir.

Bölgedeki her gerginlikte olduğu gibi, bu gerilimin komşuları etkilememesi mümkün değil.
Yazının Devamını Oku

Brüksel dönüşü izlenimleri

12 Haziran 2009
AVRUPA Komisyonu’nun düzenlediği bir programdan geri dönüşte, Sabah Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Erdal Şafak’ın imzasını taşıyan sürmanşetle ilgili yaptığımız açıklamanın öne çıktığını görüyorum. Evet Türkiye’de ilk kez, aralarında benim de bulunduğum bir grup gazeteci, birlikte katıldıkları bir toplantıdan sonra, bir meslektaşlarının haberi ile ilgili açıklama yaptılar.

Dün çeşitli kuruluşlardan arkadaşlarımız neden böyle bir şeye ihtiyaç duyduğumuzu sordu. Maalesef çoğuna yanıt veremediğim için, kendi gerekçemi burada açıklamak istiyorum.

Türkiye Kıbrıs’a karşı Ruhban Okulu pazarlığı içinde miydi?

Ne AB Komisyonu Genişlemeden Sorumlu üyesi Olli Rehn ile görüşmede, ne de Türkiye’nin AB nezdindeki daimi temsilcisi Büyükelçi Volkan Bozkır’ın tamamen yazılmamak üzere düzenlediği öğle yemeği davetinde böyle bir pazarlık yapıldığı söylendi.

Kendisine çok saygı duyduğum ve her zaman duymaya devam edeceğim meslektaşım Erdal Şafak, dinlediklerini alt alta koyduğu zaman böyle bir sonucu çıkardığını söylese, bunu kendi yorumu olarak verseydi kimsenin söyleyecek sözü olamazdı, benim de.

Ama ben gazeteciyim ve mesleğimi, mümkün olduğu kadar kurallarına uyarak yapmaya çalıştım, çalışıyorum. Benim de tanık olduğum bir toplantıda, Türkiye’de tartışmaya yol açan böyle bir pazarlıktan söz edilmediğini, meslek sorumluluğum çerçevesinde kendi adıma belirtmek istedim.

Böyle bir haber Türkiye’de tartışmaya neden olacaksa olsun diyebilirsiniz, tasası bana mı düştü? Evet düştü. Çünkü Türkiye’nin siyasi, ekonomik ve toplumsal açıdan sıkıntılı bir dönemden geçtiği bir süreçte, yönlendirmeler, gerçeği karartmalar, gündem saptırmaların gırla gittiği bir ortamda sapla samanın karıştırılmaması için en büyük çabayı medyanın tüm kanallarında görev yapan ve hepsinin temel elemanı olan gazetecilerin göstermeleri gerektiğine inanıyorum.

***

AMA benim bulunmadığım bir bağlamda böyle bir açıklama olduysa, onun doğru ya da yanlışlığını iddia etmek benim değil, haberde adı geçen kaynakların meselesidir.

Dün Dışişleri Bakanlığı’nın yaptığı açıklama, bana böyle bir durumun da olmadığını düşündürüyor. Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Murat Özügergin Kıbrıs ile Türkiye’nin AB sürecinin karıştırılmaması gerektiğini şu sözlerle dile getirdi: "Kıbrıs’ta, bizim limanlarımızın açılmasına karşılık KKTC üzerinde uygulanan izolasyonların kaldırılması konusundaki önerimiz hálá masadadır. AB’ye gelince, biz AB’ye tam üyelik sürecimizi kendi çerçevesinde, kendi dinamikleri içerisinde yürüyen bir süreç olarak görmeye devam ediyoruz. Her iki süreç doğaları gereği birbirinden bağımsız ve ayrı mecralarda yürümektedir. Aralarında bir bağın kurulmasının doğru olmadığını her vesileyle söylüyoruz. Bu ikisini birbirine karıştırdığınız zaman iyice içinden çıkılmaz bir hale geliriz. Nitekim AB sürecinde karşımıza çıkarılan suni engeller de söylediğimi doğrular niteliktedir."

***

BUNLARI
dedikten sonra Brüksel ve Berlin’de yaptığımız görüşmelerden önümüzdeki altı ayın takviminin esas konusunun reformlar olacağını anlıyorum. Yıl sonunda hazırlanacak ilerleme raporunda Kıbrıs ile ilgili Türkiye’nin verdiği sözleri tutup tutmadığına bakılacak.

Ama Kıbrıs yüzünden Türkiye ile ilişkilerin kesilmesi olasılığı çok az. Bir AB yetkilisi, bu durumu şu sözlerle dile getiriyor: "Türkiye ile Kıbrıs nedeniyle bir tren kazası yaşanırsa, bunun Kıbrıs görüşmelerine de olumsuz sonucu olur. Bunu kimsenin isteyeceğini sanmıyorum."

Öyleyse reformlara gerek var mı? Evet var. Hem Türkiye’nin kendini değiştirme iradesini gösteren bir ilerleme raporu açısından bu gerekiyor, hem de Türkiye’nin gerçek bir demokrasi iklimini soluyabilmesi için.
Yazının Devamını Oku