Yargı krizinin yönetimi ülkenin sorun çözme kapasitesini tamamen yitirdiğini gösteriyor.
Öyle olmasaydı hükümet yüksek yargı organlarına karşı meydan savaşı açmazdı.
Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu kararından, Yargıtay ve Danıştay’ın açıklamalarından sonra Başbakan ve Adalet Kalkınma Partisi hükümetinin bakanları, hukuk danışmanlarıyla eve kapanıp cevap hazırlamak yerine, yargı kurumlarının temsilcilerini çağırıp ne olduğunu öğrenir, sorunun çözümü için birlikte harekete geçebilirlerdi.
Hayır öyle olmadı.
Taliban’ın en güçlü olduğu bölge olan Marjah’taki saldırının amacı Afganistan Hükümeti’nin denetimini bölgeye yayabilmek.
Marjah saldırısı bir “kostümlü deneme”. Burada sahada eğitilen Afgan güçleri ülkenin diğer bölgelerindeki operasyonlar için de hazırlanıyorlar.
Operasyonu ilk kez Afganistan birlikleri ile NATO güçleri bir arada gerçekleştiriyorlar. Savaş planlarının da birlikte çizildiği söyleniyor. Ön saflarda Afganlı askerler var.
Marjah’ın yer aldığı Helmand eyaleti ülkenin en geniş eyaleti. Savaşlardan önce tarım, bahçecilik ve balıkçılıkla geçinen eyalet şimdi Avrupa’da tüketilen eroinin yüzde 90’ı sağlıyor. Afyon, halkın geçim kaynağı.
Taliban bu bölgede uyuşturucu, terörizm, silah kaçakçılığı ve Vahabizm ekseninde varlığını iyice güçlendirmiş durumda.
“Müşterek” adı verilen operasyon önceden halka duyuruldu. “Bölgeyi terk edin” dendi.
Günlerden beri savaştan kaçmak için halk yollara dökülmüş durumda.
Uluslararası medya işin ”savaş” yönüyle meşgul olduğu için insanların dramı pek yansımıyor.
1944’de Ülkü matbaasında basılmış “Çayname” adlı bir kitapta rastladım bu benzetmeye. Teşbih mi derdi eskiler?
Kitabın yazarı 1862-1913 arasında yaşamış olan Japonyalı yazar Okakura Kakuzo. Çay ve ritüelin Japon kültüründeki ilahi yerini anlatıyor.
38 yılı dolduran sevgililer günü hediyesi olarak geldi bana.
Hayat ifade ise eğer, hayatın ve kendi ifadelerine şefkat gösteremeyenlere üzülürüm. Neler kaçırıyorlar. Ne ayrıntılardan mahrum kalıyorlar.
Gerçeğin yerine demagoji ile bezenen bir dünya. Topyekün kandırmaca içinde yaşıyorlar.
Dedikten ve bu muhib ve muhibbeler (muhabbet edenler) gününde muhabbetinizi canlı cansız çevrenizdeki tüm varlıklardan esirgemeyin temennisinde bulunduktan sonra başka ifadelere geçiyorum.
HERKES BİLDİĞİNİ SÖYLESİN
GENELKURMAY
Kast edilen tetiği çekenler değil. Katillerin arkasındaki karanlık ilişkiler ağıydı.
Failler ortaya çıkmadıkça, gazeteciler hep hedefte olacak.
Cinayetlerle, ağır cezalar, şantaj ve tehditlerle, patronlara verilen utanç listeleriyle “susturulmaları vacib olanlar” algısı bu toplumda hiç kırılmayacak.
Gazeteciler bir sembol. Türkiye bir faili meçhuller galerisi.
Her cinayet bu toplumun demokratikleşme niyetine sıkılan bir kurşun. İşlerin şiddet diliyle görülmesi zihniyetini dünden bugüne, bugünden yarına taşıyan zihniyeti ebedileştiren lanetli bir ritüel.
Ondan kurtulabilmek için artık fazla zaman kalmadı.
Evet kalmadı çünkü bu toplum bu şiddet sarmalını daha fazla taşıyamıyor, çatlıyor, kırılıyor, bölünüyor, kopuyor.
Faili meçhul kurbanlarının aileleri, hepimizin isteklerini dillendiriyorlar.
Rahmani, IPS Ajansında 5 Şubat’ta yayınlanan söyleşisinde Taliban üyelerinin güvenlik nedeniyle kolay hareket edemediklerini söylüyor.
Arabulucuların Taliban yetkililerine ulaşıp önerilerle ilgili görüş alışverişinde bulunmaları zor olduğu için temasların ülke dışına kaydırılmasını istiyor.
Ülke dışında açılacak bir temsilcilik sayesinde Kabil Hükümeti ile daha etkili biçimde pazarlık yapılabileceğini savunuyor Rahmani. Ve Türkiye’yi gösteriyor. Türkiye’de açılacak bir Taliban temsilciliği sayesinde burada görüşmeler daha hızlı ve etkili biçimde ilerleyebilir.
Kabil Hükümeti ile Taliban arasındaki pazarlıklar bir süreden beri devam ediyor.
İki yıldan bu yana zaman zaman görüşmelerin olduğu biliniyor ama artık, bu NATO’nun tercihi olarak açıkça konuşuluyor.
Taliban yönetiminden kaçan Afganistan diyasporası ise gelişmeleri endişe ile izliyor.
Çünkü bu uzlaşmanın ne anlama geleceği henüz belli değil.
Kabul Hükümeti, Afganistan Anayasası temelinde uzlaşılacağını söylüyor.
Sovyetler Birliği’nin temellerini sarsan, radikal İslamcı örgütlenmeleri besleyen, 11 Eylül’den, tek kutuplu dünya zemininin aşınmasına kadar ilerleyen sürecin arkasında Afganistan var. Uyuşturucu trafiğinin karmaşık yolları ile dünyayı ören, yolsuzlukları, terörü besleyen ağın merkezi de Afganistan.
Bu savaş bitmeli. Ama nasıl? Sadece savaşla, bombalamakla, şiddet ve zorbalıkla halkın içine derin kökler salan bir isyanın bastırılamayacağı anlaşıldı.
Şimdi “hem konuş hem savaş” taktiği deneniyor.
Taliban’ı siyasete çekmek için para, iktidar ortaklığı ne gerekirse ortaya konuyor.
Türkiye uzun bir süredir bu yöntemin savunucusu. Şimdi bunun için herkes devrede. Taliban lideri Molla Muhammed Ömer ile temas arayışı olduğuna dair haberler geliyor.
Ne kadar başarılı olacağı henüz belli değil.
Bir yandan isyancı güçlerle diyalog sürerken öte yandan savaş yeni bir döneme giriyor.
Yeni taktik, Afganistan’da savaşı “ulusallaştırmak”. Ülkenin kendi ordusu ve güvenlik güçlerini eğitip, güçlendirmek. Uluslararası güçler bunun için seferber oluyorlar. Amaç bir an önce Afganistan batağından kurtulmak, birlikleri geri çekmek. Çünkü bu gücü bulundurmak gittikçe zorlaşıyor. Almanya vaat ettiği polis eğitim gücünü bile, kamuoyunun tepkisi yüzünden eksik gönderebildi.
Günlerden beri seslerini duyurmak için uğraşan Tekel işçileri nihayet geniş bir kesime ne istediklerini anlatabildiler.
Binlerce kişinin, sahip oldukları haklardan vaz geçmemek için sokaklara çıktığını bilmeyen kaldı mı?
Daha fazla hak sahibi olduğu işçi statüsünden durup dururken başka bir statüye geçerek haklarını kaybetmek istemeyen işçileri, muhalefetin kuklası diye yaftalamak, var olan sorunu çözüyor mu?
Ya da dün Başbakan Tayyip Erdoğan’ın eylemleri “ideolojik” ilan etmesi vicdanları rahatlatıyor mu?
Genel Sekreter Ban Ki-moon’un Ada’yı ziyaretinin Türk tarafına ve özellikle de Cumhurbaşkanı Talat’a seçim desteği olarak yorumlayan Kıbrıslı Rum politikacı ve gözlemcilerin sayısı az değil. Bu sürecin biraz gerisini bildiğim için ziyaretin sadece Türk tarafına destek olduğu iddiasını haksız buluyorum. Ban Ki-moon Kıbrıs’ı ziyaret eden üçüncü BM Genel Sekreteri. Ada’ya ilk gelen Kurt Waldheim oldu, Kofi Annan ise adı ile anılan planın görüşme sürecinde ortada pek fazla bir şey olmamasına rağmen, sırf müzakerelere destek vermek için Ada’ya geldi. Ban Ki-moon’un ziyareti de aynı amacı taşıyor. İki lider arasında aylardan beri devam eden sürece destek vermek. Biraz daha ileri giderek şunu da söyleyebilirim. Çökme durumundayken bu müzakerelerin bir nebze de olsa canlanmasında ve dün gazetelerde yer alan “anlaşma” noktalarının ortaya çıkmasında bu ziyaretin etkisi olduğu muhakkak.
* * *
MEHMET Ali Talat’ın sunduğu çözüm paketinin reddinden sonra gelinen noktayı incelediğimde, bu paketteki unsurların ele alındığını ve bazı noktalarda da ilerleme sağlandığını anlıyorum. Ama ilerleme derken bile duraksıyorum. Bir kaplumbağa adımı demek daha doğru.
İlerleme sağlandığı söylense de ayrıntılarla ilgili tartışmalar bile devam ediyor. Üstelik henüz ilk başlıktayız. Yönetişim tartışıldı ama daha müzakere sürecinin önünde mülkiyet, toprak ve güvenlik konuları var. KKTC’deki cumhurbaşkanlığı seçimlerinin de etkisini hesaba kattığınızda sürecin çökmemesi için acil kana ihtiyaç olduğunu daha iyi görebilirsiniz. BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs ziyareti işte bu noktada önem taşıyor. Yoksa bazılarının ileri sürdüğü gibi yönetişim konusunda bir ara antlaşma imzalatmak gibi bir misyon üstleneceğini sanmıyorum. BM Genel Sekreteri büyük bir olasılıkla görüşmelerin Şubat ayında da süreceğini açıklayacak.
Bu önemli çünkü Cumhurbaşkanlığı seçimleri nedeniyle görüşmelere ara vermek istediğini söyleyen Türk tarafı bir süre sonra karar değiştirerek Talat’ın müzakerelere devam edeceğini açıkladı. Ama ilginç bir şey oldu. Bu kez Hristofias görüşmelerin devamına karşı çıktı. Belki de Eroğlu seçimleri kazanırsa Türk tarafının çözüm karşıtı bir pozisyona kayacağını bunun da elini rahatlatacağını hesapladı.
* * *