Ferai Tınç

Pınar Selek

8 Mart 2010
PINAR SELEK’i çok eskilerden beri Kürt meselesi, kadın hakları, çocuklar ve akla gelebilecek her türlü eşitsizliğe karşı mücadele eden bir kadın olarak tanıyorum.

Mısır Çarşısı davasının bitmek bilmeyen ağırlığına rağmen gözlerinin içi gülen, hayatın ipine kuvvetle asılan bir kadın.

Ama bu son nokta fazla geldi. Hepimize fazla geldi. 

Bu ülkede kötü giden işlere karşı çıkmanın, eşitlik istemenin, yoksulluğa baş kaldırmanın bedeli bu kadar ağır mı olacak?

1998 yılında Mısır Çarşısı’ndaki patlamayla ilgili olarak iki buçuk yıl hapis yattıktan sonra serbest kalan Pınar Selek, o günden beri mahkemelerin çeşitli kademelerinin verdiği beraat ve bozma kararları arasında gidip geliyor.

Yazının Devamını Oku

Kıbrıs için önemli bir karar

7 Mart 2010
KKTC tanınıyor gibi aşırı iyimserliğe kapılmak ne kadar yanlışsa, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin, sekiz Kıbrıs Rum vatandaşının başvurusu üzerine aldığı kararı hafife almak da o kadar yanlış. Evet karar, KKTC’nin dolaylı olarak tanınması anlamına gelmiyor.  KKTC’deki Taşınmaz Malvarlığı Komisyonu’nun iç hukuk yolu olarak kabul ediliyor.
Komisyon, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin gösterdiği bir yolun 2005 yılında hayata geçirilmesiyle kuruldu.
Mahkeme bu yolu KKTC’ye değil, Türkiye’ye gösteriyordu. Eğer Ada’da böyle bir komisyon kurulursa davaların doğrudan Strasbourg’a gitmesi engellenebileceği gibi, soruna karşılıklı anlaşarak çözüm bulma olanağı da doğmuş olacaktı.
Cuma günü açıklanan kararda, bu komisyonun Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin güvenini kazandığı da anlaşılıyor.
Bugüne kadar Taşınmaz Malvarlığı Komisyonu’na 433 başvuru olması, sonuca bağlanan 85’inde dostça çözüm sağlanması, 70 başvuruda tazminat ödenmesi, hatta dört başvuruda malın sahiplerine iadesi, Komisyon’un güvenilir biçimde çalıştığına örnek olarak gösteriliyor.
Bu komisyon kurulduğunda, Rum tarafında başvuruların engellenmesi için yoğun bir kampanya yapıldığını biliyoruz. Bugün bile birçok kişi için mahalle baskısını aşıp bu komisyona başvurmak kolay değil.
Bu karar ile başvurular daha da artacak. 
* * *
KARARIN açıklanmasından sonra bazı televizyonlarda, bunun KKTC’nin dolaylı olarak tanınması anlamına gelebileceğini söyleyenlere rastladım.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bunun böyle yorumlanmaması için kararda, Türkiye’nin yasa dışı işgalinden söz ediyor. Bu görüşü koruduğunu söylüyor. Komisyon’u KKTC’de Türkiye’nin yarattığı bir iç hukuk yolu olarak kabul ediyor.
Ama bu yorum kararın önemini azaltmıyor bence. Çünkü bir ilk olan bu karar önemli bir içtihat oluşturuyor.
* * *
BİRİNCİSİ bundan sonra Kıbrıslı Rumların, mülkiyet haklarıyla ilgili şikayetleri önce KKTC’deki malvarlığı komisyonuna yapacak olmaları önemli. Bu, iki bölge halkı arasındaki insani sorunlara kabul edilebilir çözümler arayışını güçlendirecek.
İkincisi ve çok önemli olan bir nokta da, davacıların Taşınmaz Mal Varlığı Komisyonu’na başvurmama gerekçeleriyle ilgili. Komisyonun adil olmadığı, Türk askerlerinin Ada’da bulunmaları nedeniyle adil karar verilemediği, KKTC Cumhurbaşkanı’nın atadığı bir temsilcinin bulunması, tazminatların gerçekçi olmadığı gibi iddialarının tümünü reddedilmesi.
Ayrıca, mülkiyet davalarında Türkiye’nin “iade” ile yükümlü kılınmasının da sorunlarına dikkat çekiliyor. Bugün o mülklerde yaşayan kadınların, erkeklerin ve çocukların da mağdur edilmemesinin bir insan hakkı olduğu hatırlatılarak, komisyonun çözüm arayabilecek bir iç hukuk mekanizması olarak tanınması isteniyor.   
Üçüncü önemli nokta ise Kıbrıs sorununa çözüm için Mahkeme’den gelen destek. 
Mahkeme kararında, “biz kimseyi bu kurula başvurması için zorlamıyoruz”  uyarısı yapıldıktan sonra, “İsteyen siyasi çözümü bekleme seçeneğini tercih edebilir” deniyor. 
* * *     
KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat geçen hafta İstanbul’da aralarında bulunduğum bir grup gazeteciyle buluştu. Talat, iğne ile kuyu kazmakta ustalaşmış bir lider. Attığı bütün adımların uluslararası hukuka uygun ve savunulabilir olmasına her zaman özen gösterdi. Kendisini, bazı önemli dönemeçlerde tepkisiz kalmakla eleştirdiğim zamanlar oldu. Ama Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin bu kararından sonra, şimdi onu daha iyi anlıyorum.
Yazının Devamını Oku

Tasarı döngüsünden kurtulmanın yolu

5 Mart 2010
HER yıl bugünlerde dikkatlerimiz Washington’a yoğunlaşıyor.

Başkan ne diyecek, Komite tasarıyı kabil edecek mi, Tasarı Meclis’e gidecek mi?

Bu fasit daireden çıkabilmenin bir çaresi yok mu?

2007’de Nancy Pelosi, Temsilciler Meclisi Başkanı olarak Kongre’de sık başvurulmayan bir teamülü devreye sokmuş ve tasarının 218 imza ile getirilmesini istemişti.  Eğer Pelosi yeniden aynı gerekçeyi öne sürerse tasarının Temsilciler Meclisi gündemine girmesi bugünkü haliyle zor.

Teknik meseleler ne kadar konuşulursa konuşulsun, Ermeni soykırım iddialarıyla ilgili atılan her adım tamamen siyasidir.

Bush ve Condoleezza Rice döneminde tasarının önünü tıkayan şey, kongre üyelerinin inançları değil, o zamanki yönetimin, tezkere ile ağır darbe yiyen Türk-Amerikan ilişkilerini yine Irak nedeniyle düzeltme kararı olmuştur.

Geçen yıl ise Yönetim, Türkiye ile Ermenistan arasındaki protokol sürecini gerekçe göstererek Ermeni lobisini etkisizleştirebilmişti.

Böyle konuların çözümünde siyasi iradenin ne kadar önemli rol oynayabileceğini görmek için Çek Cumhuriyeti’nin AB üyeliği döneminde tartışılan Beneş kararlarını anımsamakta yarar var.

İkinci Dünya savaşından sonra Çekoslovakya’daki Almanların bir gecede bütün mal varlıklarına el konmasına, ülkeden çıkartılmalarına neden olan Beneş kararlarını Anayasa’sından ayıklamadığı halde Çek Cumhuriyeti AB üyeliğine kabul edildi.

Yazının Devamını Oku

Obama’nın sessizliği

1 Mart 2010
BU hafta, Perşembe günü Amerikan Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi Ermeni soykırım tasarısını görüşecek. Şu ana kadar gelişmeler Amerikan Yönetimi’nin tasarıyı durdurmak için fazla bir gayret içinde olmadığını gösteriyor.
Geçtiğimiz yıllarda Amerikan Yönetimi Türkiye’nin önemli bir müttefik olduğunu ve karşılıklı ilişkilerin bozulmaması gerektiğini söyleyerek devreye girerdi.
Irak savaşı sırasında en çok üzerinde durulan konu İncirlik idi. İncirlik Üssü’nün kapatılması olasılığını ortaya koyardı Yönetim ve Türkiye ilişkileri zedelememek gerektiğine ikna ederdi Kongre üyelerini. 
Geçen yıl ABD Başkanı Obama aktif olarak devredeydi. Türkiye ile Ermenistan arasındaki yakınlaşmayı gerekçe göstererek tasarının ele alınmasını engelledi. 
Dış İlişkiler Komitesi üyeleri arasında Yahudi lobisinin etkisi güçlü olmasına rağmen bu yıl, tahmin edileceği gibi oradan da beklenen destek gelmiyor.
Hillary Clinton, tasarıya karşı geçen yılarda verilen yanıtlara göre daha yumuşak bir yaklaşım sergilerken, Başkan Obama sessiz. 
     
45 üyeli Dış İlişkiler Komitesi’nin tasarıyı kabul etmesi gerginlik yaratmayabilir ama ikinci aşama tasarının Kongre’ye gelmesi. 2007 yılında böyle bir durum olmuştu. Ama Meclis Başkanı Nancy Pelosi, gerekli 218 imzaya ulaşılmadığı için tasarının Kongre’ye gelmesini önlemişti.
Obama, 24 Nisan konuşmasında büyük olasılıkla soykırım demeyecektir ama geçen yıllara göre bu yıl Kongre’deki gelişmeleri sessizlikle izleyen Beyaz Saray Yönetimi’nin bu yıl tasarının Kongreye gelmesini önleyip ölemeyeceği kesin değil.
Amerikan Yönetimi’ndeki tavır değişikliği Türkiye’ye bir mesaj niteliği de taşıyor.
Bu açıkça Ermenistan ile protokollerin, “hiçbir koşula bağlanmadan, makul bir süre içinde” hayata geçirilmesi mesajıdır. Her fırsatta dile getirilen bir talep.
Bu kritik dönemin bir Türkiye’ye karşı kullanılmasının nedeni protokol meselesi olduğuna göre, Ermenistan ile yakınlaşma çalışmalarına biraz daha dikkatli bakmak gerekiyor.
Bu süreçte ABD, İsviçre ve Rusya’dan gelen açıklamalarda, Karabağ bağlantısının yapılamayacağı her fırsatta tekrarlandı.  Türkiye’ye karşı açıkça tavır alındı. Ermenistan Anayasa Mahkemesi kararları protesto edilirken ise yine Ankara’yı haklı bulan olmadı. 
Akla gelen ilk soru şu: Başbakan Erdoğan Azerbaycan’a, “Karabağ sorunu çözüm yoluna girmeden sınırlar açılmaz” derken anlaşmayı mı deldi? 
Ankara bu iddialara karşı çıkıyor. O zaman üç olasılık var.
Türkiye, Azerbaycan’dan ve iç kamuoyundan gelen baskılar üzerine bu ilişkiyi kurmak zorunda kaldı.
Bir başka ihtimal ise imzalar atılırken arabulucular Türkiye’ye söz verdiler ve yetkililer bu sözlere güvendiler. Üçüncü olasılık ise Ankara anlaşmayı yanlış yorumladı.
     
AZERBAYCAN Meclis Başkan Yardımcısı Bahar Muradova, “Soykırım iddialarıyla ilgili atılacak her adımın Azerbaycan ile ABD arasındaki ilişkileri çok kötü biçimde zedeleyeceğini” açıkladı, Amerika’da yaşayan Türkler ve Azeriler ortak gösteriler yapıyorlar.
Bugün Türkiye’ye yaşatılan sıkışıklığa bakınca Ermenistan ile yakınlaşmanın doğru olduğu ancak bu sürecin doğru yönetilemediği ortaya çıkıyor.    
Ne yapılabilirdi? Yanıtı kolay değil ama Azerbaycan’ın topraklarında işgal sürdükçe Türkiye kamuoyunda hassasiyetin devam edeceği daha iyi hesaplanabilirdi.
Yazının Devamını Oku

‘Engelli demokrasi kader değildir’

28 Şubat 2010
EĞER bir ülkenin borsasını köşe yazarları yükseltip düşürebiliyorsa, emretsinler, borsayı tavana vurdursun köşe yazarları. Madem borsa denen şey bu kadar saf, finansçılara, analiz şirketlerine değerlendirme kuruluşlarına, bankalara filan hiç
ihtiyaç yok.
Onlara verilen paraları dökün istekli olan köşe yazarlarına, coşturun borsayı.
Başbakan Sayın Tayyip Erdoğan, cuma günü çeşitli vesilelerle yaptığı konuşmalarda Türkiye’nin demokratikleştiğini tekrarladı.
Hem de müjdeli sözlerle.
“Engelli demokrasi olmaz” dedi.
“İleri demokrasinin ayak sesleri”nden söz etti. 
Bir yandan bunları söylerken öte yandan demokrasinin temel koşulu olan basın ve ifade özgürlüğüne tahammülsüzlüğünü gösteren açıklamalar yapması büyük bir talihsizlik.
Başbakan gazete patronlarını, köşe yazarlarını işten atmaya çağırırken, 
“ne yapayım köşe yazarlarına
hakim olamıyorum diyemezsin” sözleriyle ders verdi.
Ama en tuhafı, “O insanlara da o kalemleri teslim edenler, kusura bakma kardeşim, bizim dükkânda sana yer yok, çünkü herkes vitrinine layık olanı koyar” sözleriydi.
* * *
BİRİNCİSİ gazeteler, medya kuruluşları dükkân değildir.
İkincisi, gazetecilere kalemleri patronlar tarafından teslim edilmez.
Gazeteci hayatını sürdürmek için çalışmak zorundadır tabii ama işten çıktığı zaman kalemini patrona iade etmez. 
Yani politikacılık gibi, askerlik gibi, memurluk gibi bir meslek değildir gazetecilik.
İşsiz kalırsa da kalemi elindedir ve düşüncelerini yayacak, haberlerini yazacak bir mecrayı mutlaka bulur. Mutlaka yaratır.  
Hele de bugün. Gazete sayfaları kapatılsa bile o düşüncelerin yayılabileceği mecralar çoğaldı. Köşe yazarlarını susturarak istikrarın sağlanacağını düşünmek çaresiz bir arayışın işareti sadece.
Basında çıt çıkmıyordu ama Sovyetler Birliği çökmedi mi?
Türkiye’de darbe dönemlerinde gazeteciler hapis tehdidiyle susturuldu ama ne oldu? Darbe yönetimlerinin ve darbecilerin ipliği, basın üzerindeki sansürün en koyu olduğu günlerde bile pazara çıkıyordu.
* * *
BAŞBAKAN “engelli demokrasi kader değildir” diyor.
Gerçekten de öyle. Ama düşünce ve ifade özgürlüğünün ayrılmaz bir parçası olan basın özgürlüğünün demokrasinin en gerekli koşulu olduğunu kavramadan bu engellerden kurtulmak da mümkün değildir.
Türkiye’nin altında imzası bulunan uluslararası insan hakları anlaşmalarında, Avrupa Konseyi ve Birleşmiş Milletler gibi kuruluşların aldığı ve üye ülkelerin uymakla yükümlü oldukları kararlarda basın özgürlüğü temel meseledir.
Bunlara uymayabilirsiniz. Karar sizin. Ama ülkenizin adını engelli demokrasiler listesine yazdırmanın sorumluğu da sizin omuzlarınızda kalır. 
Basın özgürlüğüne sahip çıkmak, topluma farklı düşüncelerin birbirine tahammül etmesi gerektiğini de öğreten örnek bir davranıştır. Tersi ise kötü örnek olmaktır.
Evet, başbakanın dediği gibi “herkes çizgisini bilmeli”.
Önemli olan bu çizginin ne olduğu konusunda uzlaşmak. O çizgi,
demokrasinin değerleri ve hukuk çizgisi olursa ancak, engelli demokrasi de kaderimiz olmaktan çıkar.
Yazının Devamını Oku

Normalleştik demekle olmuyor

26 Şubat 2010
HAYATIN değeri kaç paradır? Aylin Duruoğlu’nun 10 ayını kim geri getirebilir?

Ve bugün ağır işleyen adalet mekanizması yüzünden cezaevlerinde bekleyen binlerce insanın geleceklerinden her gün kopartılıp boşluğa savrulan zamanın geri dönüşü var mı? 

Ergenekon sürecini, baltalarını bileyerek izlerken normalleşme şarkılarını tüttürenlere gıptayla bakıyorum. Keşke ben de öyle diyebilsem.

Bu ülkenin demokratikleşmesini o kadar istememe rağmen, askerin siyasete müdahalesini yüz kızartıcı bir suç olarak kabul etmeme rağmen bu sürecin “normalleşme” olmadığını görüyorum.

Normalleşmenin temelini toplumsal uzlaşma ve onun üzerine bina edilen hukuk sistemi sağlayabilir ancak.

Yazının Devamını Oku

İran, Irak seçimlerini karıştırıyor

22 Şubat 2010
AHMET ÇELEBİ yine sahnede. Kim olduğunu anımsıyorsunuz.

Amerikan kamuoyunu adım adım Irak savaşına hazırlayan adam. 1944 doğumlu Çelebi, Şii bir aileden geliyor. Saddam karşıtı muhalefeti toparlamak için Irak Ulusal Konsey’in kurulmasında aktif rol oynayan ve başkanı olan Çelebi, Saddam’ın kitle imha silahlarına dair, sonradan düzmece oldukları ortaya çıkan bilgileri Washington’a sağlayan kişi. 

Yine Saddam’ın El Kaide ile bağlantısı olduğu bilgisi de Çelebi kaynaklıydı.  


Onu, araştırmacı gazeteci Aram Roston’un “ABD’yi savaşa iten adam. Ahmet Çelebi’nin olağanüstü yaşamı, maceraları ve tutkuları” adlı kitabında yakından tanımak mümkün.

Çelebi’yi aslında biz de tanıyoruz. Ben onun adını ilk kez rahmetli arkadaşım Gülçin Telci’den duymuştum. 80’lerde Gülçin’in Boğaz’daki dairesini kiralamıştı. Yıllar sonra ABD’yi savaşa iten adam olarak çıktı karşımıza. Ama daha önce Ürdün’den gelen haberlerde de rastlamıştık adına. Kurduğu Petra Bank’ın içini boşalttığı için 22 yıl hapis cezasına çarptırıldığı Ürdün’e giremiyordu.


1990’lerin ortasında muhalefeti örgütleme girişimlerini başlattığı kuzey Irak’taydı. Saddam’ın bölgeye saldırısı sırasında ise Türkiye’den de gidip bölgede faaliyet gösteren bazı unsurlarla birlikte gemiyi ilk terk edenler arasındaydı. 


Yazının Devamını Oku

Ermenistan açılımında bundan sonra

21 Şubat 2010
ERMENİSTAN ile imzalanan protokollerin yakınlaşma yolunu açması beklenirken, bu sürece dâhil olan tarafların farklı hesaplar peşinde koşması Ermenistan açılımının futbol diplomasisi durağında takılıp kalmasına neden oldu.

Esas mesele iki ülke halkının yakınlaşması olsaydı, ortak çıkar bu noktada belirlenseydi sonuç böyle olmazdı. Süreç sağlam temellerde ilerlerdi.

Ama öyle olmadı.

Türkiye, soykırım iddiasından kurtulmak; Ermenistan, sınır kapısının açılması ve Karabağ konusunda Azerbaycan’ı yalnız bırakmak; ABD Yönetimi Ermeni lobisinin “soykırım” iddiasının kabulü yönündeki ısrarlı talebini yumuşatmak; Avrupa, Orta Asya ticaret yolunun kapısını açmak amacıyla harekete geçti bu süreçte.

BUNDAN SONRA NE OLUR

Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan, Türkiye’den önce protokolleri Meclis’e getirmeyeceğini söyledi. Ama kararını değiştirdi, protokolleri Meclis’e getirmek için harekete geçti. Muhalefet son anda engel çıkarınca Ermenistan Parlamentosu’ndaki bütün partilerin temsilcilerinden oluşan bir komisyon kurulması kararlaştırıldı. Bu kararla protokollerin görüşülmesi mart ayı ortasına ertelendi.

Şimdi süreç, 24 Nisan’a ve ABD’de soykırım iddiasıyla ilgili gelişmeleri etkilemeye odaklandı. 

Başbakan’ın, Karabağ’da ilerleme olmazsa sürecin ilerlemeyeceğini belirten sözleri ortadayken, Türkiye’nin adım atmayacağını söylemeye gerek var mı? 

Bundan sonra neler olabilir?

Yazının Devamını Oku