Ferai Tınç

Cehalet her yerde bozguncudur

3 Mart 2002
<B>İSVEÇLİ </B>Parlamenter <B>Per Gahrton</B>'un, bir seminer bağlamında İstanbul'da bulunması ve Ermenistan'ın Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü nezdindeki Daimi Temsilciliği'nin açılış davetine katılmış olması çok güzel bir tesadüftür. Dünkü Hürriyet'te yazı işlerimizin bu konuyla ilgili habere attığı manşet, olayı çok güzel özetliyor. Medeniyet Dersi.

Henüz tarihçilerin bile üzerinde uzlaşamadıkları konularda, kendisinin en doğrusunu bildiğine inanarak hazırladığı raporla, Avrupa Parlamentosu'nu Türk tarihi hakkında karar verme yanlışına sürükleyen bu kafa, cehaletin Avrupa'daki örneğidir. Ve ister Türkiye'de, ister Avrupa'da olsun cehaletin, bozguncu karakterini sergileyen çarpıcı bir örnektir.

Ermenistan'ın KEİB nezdindeki daimi temsilcisi Arsen Avakyan ile dün sabah söyleşi yaptım. İlk sorum, İsveç Yeşiller Partili parlamenter Per Gahrton'un açılışa davetli olup olmadığıydı.

'Hayır. Kapıda el sıkıştık ama o kişinin o olduğunu ben de sonradan öğrendim.'

Rapor konusundaki görüşleri ise şöyleydi: 'Ben burada Karadeniz Ekonomik İşbirliği örgütü çerçevesinde bulunuyorum. İkili ilişkiler konusunda konuşmaya yetkim yok. Ancak, bizim Türkiye ile ilgili resmi görüşümüz şudur. İki ülke arasında diyalogu başlatalım. Önkoşulsuz bir diyalog. Cumhurbaşkanımız söyledi, diyalog lazımdır. Hem soykırım hem diğer sorunları bu diyalog içinde ikili düzeyde çözeriz. Bu diyalog olmadığı için, üçüncü tarafların sesi çıkıyor.'

* * *

DİYALOG
şart ama ya işgal altındaki Azerbaycan toprakları? Ermenistan ile iyi komşuluk ilişkilerine her zaman inanmış olmama karşın, Türkiye'nin Azerbaycan'ın hakkını koruma sorumluluğu olduğunu da düşünürüm.

'Bu sorunlar, diyalog sürecinde daha rahat ve etkili biçimde ele alınabilir' diyor Avakyan 'Üstelik, Azerbaycan ile Ermenistan arasında en üst düzeyde diyalog sürüyor. Bizim cumhurbaşkanlarımız görüşüyorlar. Bir tek Türkiye ile hiçbir ilişki yok. Bu ilişki eksikliğinden en büyük zararı iki ülke görüyor. Ekonomik zarar bu. Ermenistan'da Türk mallarına çok rağbet var. Ama bunlar ya Gürcistan ya da İran üzerinden giriyor. Bizim tüketicimiz çifte gümrük vergisi veriyor. Oysa, bölgede Karadeniz Ekonomik İşbirliği ruhunun öngördüğü biçimde gerçek serbest dolaşımı sağlayabilsek hepimiz için büyük olanaklar doğacak. Bu birliğin üzerine siyasi birlik de kurabiliriz Avrupa gibi.'

* * *

TÜRKİYE
'de ilk Ermenistan temsilciliği 1919'da, Perapalas'ta verilen büyük bir davetten sonra İstanbul'da Haláskárgazi Caddesi'nde açılıyor. Aynı dönemde Atatürk Hükümeti Erivan'da Büyükelçilik açıyor. Kars ve Gümrü'de konsolosluklar görev yapıyor. 1924 yılında temsilcilik yetkisi Sovyetler Birliği'ne geçince de temsilcilikler kapanıyor.

Bu, Ermenistan'ın Türkiye'de açtığı ikinci temsilcilik. Türkiye, Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü'nün ev sahibi ülkesi. Diğer üyeler, kendi elçilik ve konsoloslukları içinde temsil ediliyorlar. 'Bizim Türkiye'de Büyükelçiliğimiz olmadığı için Daimi Temsilcilik açan ilk KEİB ülkesiyiz' diyor Avakyan.

* * *

AVRUPA
Parlamentosu'nun Kafkasya raporu, Türkiye'nin Avrupa ile ilişkilerini etkilemez. Ama bazı soruları kendimize sormamıza yarayabilir. Örneğin, eğer Avrupa Parlamentosu'nda Türk milletvekilleri olsaydı, bu rapor böyle çıkar mıydı?

Eğer Ermenistan halkı ile aramızda daha yakın ve ekonomik işbirliğine dayalı etkili ilişkiler bulunsaydı, soykırım lobisi bugünkü kadar etkili olabilir miydi?
Yazının Devamını Oku

Mecburi bir yazı

1 Mart 2002
AB Büyükelçisi<B> Karen Fogg</B>'un çalınan yazışmalarını temel alarak yorum yapan Aydınlık Gazetesi'nin benim de adımın geçtiği iddialarına yanıt vermek niyetinde değildim. Çünkü, Doğu Perinçek ve Aydınlık Gazetesi'nin gazetecilik mesleğiyle ilgili hiçbir iddiası, güvenilirlik kaygısı yoktur.

Ama Emin Çölaşan, 26 Şubat Salı günü yayınlanan köşesinde bu iddiaları temel alarak, aralarında adımın da bulunduğu çoğu dış politika yazarı gazeteciler için, ‘‘Bunlar gazeteci, Türkiye üzerinde oynanmak istenen Avrupa oyununu ya henüz görmediler, ya da iki beleş dış gezi daveti, bir akşam Kör Agop meyhanesinde bedava kafa çekmek uğruna ülkelerini satışa getirmekten sıkılmıyorlar’’ yorumunu yapınca kararımı değiştirdim.

Çölaşan beni endişelendirdi. Aynı gazetenin yazarları olarak Hürriyet'in güvenilirliğinde ortak sorumluluk taşıdığım bir meslektaşımın, yorumlarını konuyla ilgili tarafların görüşünü almadan yapmış olmasını yadırgadım.

O yüzden bugün, siz sevgili okuyucularımı çok daha fazla ilgilendiren konuları bir kenara bırakıp, iddialara yanıt vermek için izin istiyorum.

* * *

MASABAŞI gazeteciliğinin, doğru habere ve gerçeğe ulaşmada yeterli olmadığına inandığım için, saha çalışmasını, ilişkileri önemserim. Ve yazdığım konularla ilgili herkesle görüşmeye öncelik veririm. Karen Fogg ile ve ondan önceki AB Büyükelçisi Lake ile de sık görüşürdüm. Aynı, Brüksel'deki Türkiye Temsilcisi büyükelçiler, Türk dışişleri, ve diğer bütün AB üyesi ve aday ülkelerin temsilcileriyle olduğu gibi. Gazeteciliğin ‘‘ilişki ve mesafe’’ mesleği olduğuna inanırım.

Avrupa Birliği'nin Ankara temsilciliği tarafından yayınlanan derginin 1999 Aralık sayısı için bir yazı yazdım. Bu yazının tümünü merak edenler, ‘‘www.deltur.cec.eu.int’’ adresine girerek, Yayınlar ve Haberler bölümünde Güncel Haber'de yazıyı bulabilirler.

Helsinki Zirvesi öncesinde kaleme aldığım yazının başlığı, ‘‘Helsinki AB için önemli’’

‘‘Avrupa Birliği'nin Helsinki Zirvesi'nde vereceği karar, sadece Türkiye'nin değil ama Avrupa Birliği'nin geleceği açısından da belirleyici bir karar olacaktır’’
diye başlayan yazıda, ‘‘Avrupa Birliği'nin Helsinki'de Türkiye'ye diğer adaylar gibi aynı koşullar ve temeller üzerinde bir perspektif göstermesi’’ gerektiğini yazdım. ‘‘Türkiye ile entegrasyon süreci Avrupa kimliğini, dinsel ve kültürel çatışmaların boyunduruklarından kurtarıp özgürleştirecektir, Doğu ile Batı'nın tarihi barışı Türkiyeli bir Avrupa'da, yeni Avrupa kimliğini oluşturacaktır’’ dedim.

Bu yazı karşılığında bir para almadım. Aklıma gelmedi. Çünkü, Helsinki Zirvesi öncesi, Türkiye'nin AB çevrelerinde yaptığ lobiye ufacık da olsa bir katkıda bulunabilme olanağından yararlanmak parayı düşünmemi engelledi. Ama aklıma gelseydi, karşılıksız yazı yazmazdım. Yazıların, televizyon ve radyolarda katıldığımız programların mutlaka parasal bir karşılığı olması gerektiğini düşünüyorum.

Karen Fogg ile İstanbul'da ve Ankara'da çeşitli yerlerde bir araya geldim. Bu buluşmalarda casusluk faaliyetleri yapıldığı iddialarını komik buluyorum. Evet bazıları yemekli davetlerdi. Üstelik de lüks yerlerde. Ama bu yemeklerin çok daha keyiflisini kendi olanaklarımla sağlayabildiğim için, davet meselesine takılanların aksine işin yemek faslı hiç ilgimi çekmedi. Biz, gazeteciler için o yemeklerden bir haber çıkıp çıkmayacağı önemliydi. Kör Agop'a ise gitmedim. Başka işim vardı.

‘‘Türkiye üzerinde oynanmak istenen saygısız Avrupa Birliği Oyunu’’ konusuna gelince. Avrupa Birliği hedefi, Türkiye'nin cumhuriyet projelerinden en önemlisidir.

Türkiye'nin isteğidir. Avrupa Birliği'nin, ‘‘İlle Türkiye bizim üyemiz olsun. Bunu sağlamak için gazetecileri, bürokratları satın alalım. Onlara yemek ısmarlayalım’’ gibi bir niyeti olduğuna gerçekten inanan var mı? Olsa olsa tersi olabilir.

* * *

SEVGİLİ okurlarım, Türkiye'nin de katıldığı Avrupa'nın yeniden biçimlendirme sürecinin başlangıcı olan AB Kurultayı konusunda yazmam gerekirken, sütunumu bir iddiaya yanıt vermek için ayırdığım için özür diliyor ve bir daha bu konuda yazmayacağımı bilmenizi istiyorum.
Yazının Devamını Oku

Temiz Eller'in 10. yıldönümü

25 Şubat 2002
<B>MANİ</B> Pulite, yani Temiz Eller operasyonunun 10'uncu yıldönümü İtalya'da, büyük törenlerle kutlandı. Hayır. Anıldı desem belki daha doğru olur. Yoksa kınandı mı demeli? İşte böyle karışık bir şey oldu sevgili okuyucularım.

Halkın, politikacıları bozuk paralar fırlatarak protesto ettikleri yolsuzluk düzenine karşı Milanolu savcıların başlattıkları operasyonun 10'uncu yıl dönümünde İtalya'da her kafadan bir ses çıktı.

İtalya on yıl sonra yolsuzluklara karşı verilen o kapsamlı mücadeleyi hálá tartışıyor.

Başarılı oldu mu olmadı mı?

* * *

Pietro'yu, ilk kez Türkiye'de dinledim. Operasyonun ilk şaşaalı dönemleriydi. TÜSİAD'da yaptığı konuşmadan bile önceydi. İtalyan Lisesi'nde konuşmuştu. Yolsuzlukların üzerine giden, reformcu bir vizyon beklerken karşımda katı bir ‘‘devletçi’’ bulmuştum.

Yolsuzluğu, esas olarak devleti zaafiyete uğrattığı için düşman ilan etmiş gibiydi.

Oysa, o dönemde orta ve küçük sanayiinin de desteğini kazanması, yolsuzluğun serbest piyasa ve rekabet ortamını tehdit etmesinden kaynaklanıyordu.

Di Pietro ve diğer savcıların hataları, kendilerini devletin kurtarıcısı olarak görmeleri oldu.

Birkaç, politikacı ya da bürokratın ve iş adamının cezalandırılması ile yolsuzlukların sona ereceği beklentisini uyandırdılar halkta.

Oysa, yolsuzluk toplumun en ince dokusuna kadar işlemiş olan bir sistem haline gelmişti. Siyasette, çıkar ilişkileri yaygındı. Siyaset, ekonomiyi kendi işini yönetir gibi yönetiyordu.

Mafia'nın doğduğu yer olan bu ülkede, kısa zamanda sonuç almak mümkün olamayacağı gibi, direnç de büyüktü.

Yolsuzluğa karşı mücadelenin, siyasi bir çerçeve içine alınmaması yani, sadece bir kişinin, Di Pietro'nun damgası altında devam etmesi yanlıştı.

Operasyonun ‘‘Legalistik’’ yani sadece hukuki kanaldan seyretmesi ve savcıların siyaset yapmaya başlamaları başarısızlığın ardındaki en önemli nedenlerdendi.

Bir yandan, sermayeye ve siyasete karşı toplumsal paranoya yaratırken, öte yandan açılan davaların büyük kısmından dişe dokunur sonuçlar çıkmaması halkın ilgisini yavaş yavaş azalttı.

Sonunda Di Pietro'nun liderliğindeki parti seçimlerde yenilgiye uğrarken, halk Berlusconi'ye oy verdi.

* * *

TEMİZ
Eller operasyonunun onuncu yıldönümünde, tutuklananlardan kimsenin cezaevlerinde kalmadığı açıklanıyor. O dönem soruşturma geçiren, hakkında dava açılan yüz bürokrat bugün görev başında. Buna rağmen, sağcılar hariç birçok kişinin onuncu yıl değerlendirmeleri üç noktada birleşiyor.

1. Eğer yolsuzluğa karşı bu mücadele başlatılmamış olsaydı, bugün İtalya, Arjantin gibi bir kriz ülkesi haline gelmişti.

2. Temiz Eller dönemine yönelik eleştiriler, yolsuzluk politikalarını legalleştirmeye, kurallar sistemini geriletmeye yarıyor.

3. Kurallara saygı, ahlaki bir zorunluluk haline gelmedikçe yolsuzluğa karşı mücadele başarıya ulaşamaz.

İşte İtalya'dan onuncu yıl dersleri.
Yazının Devamını Oku

Avrupasız tam bağımsız mı olacaklar?

24 Şubat 2002
<b>SİZ</B>, değişim düşmanları., Siz, Avrupa Birliği'ne karşı olabilirsiniz. Her ne kadar, sizin halkınızın yüzde 70'i Avrupa Birliği'ne <B>‘‘evet’’</B> dese de siz, üstelik de politikacı olmanıza rağmen bu iradeyi hiçe sayabilirsiniz. Bu sizi bağlar.

Halkla bu kadar zıtlaşmayı göze alarak siyasete devam etme kararınız sizi, kendiniz gibi düşünmeyenlere karşı ‘‘Terk edin bu toprakları’’ diye bağırtan Hitler çizgisine çekse de, karar sizin.

Ama, Türkiye'nin bağımsızlığını ve ulusal değerlerini koruma kılıfı ardına saklanmayın.

Bütün dünyayı Türkiye'ye düşman ilan ederek, sorunları çözmek yerine onlarla yaşama ısrarınızı haklı çıkartmaya uğraşmayın.

Sizin tavrınız, Türk halkını ilerletme tavrı değildir. Sizin çizginiz, insanların bilgisizlik ve çaresizlik yüzünden kurbanlarını sokaklarda boğazlamalarına göz yumulmasını, Avrupa'ya karşı kişilikli tavır gibi göstermeye kalkan ‘‘halkı küçümseme’’ çizgisidir.

* * *

SİZ Avrupa karşıtları, halka tepeden baktığınız için ona güvenmezsiniz. Size göre bu halk, özgürlükleri ele geçirirse ulusal çıkarlara ters düşen faaliyetlere girişir.

Türkiye'yi böler, dış mihraklarla işbirliği yapar, kendisini de topraklarını da satar.

Siz toprağa, insandan fazla önem verirsiniz.

Siz Atatürkçü geçinir ama Mustafa Kemal ve İsmet İnönü'nün Lozan'daki ilkelerinin, borçlardan kurtulma ve ‘‘güçlü bir ekonomiye sahip, güçlü bir devlet kurmak’’ olduğu gerçeğini bir türlü anlayamamışsınızdır.

* * *

SİZ, halkın kafasını karıştırmakta ustasınızdır. İdam cezasının kaldırılması gündeme geldiğinde, ‘‘Avrupa bunu Abdullah Öcalan'ı kurtarmak için istiyor’’ diyerek idamı savunursunuz.

Hiçbir insanın diğerini öldürme hakkı yoktur. Öldürmek, ceza olarak bile toplumsal bilinçten, dolayısıyla da yasalardan silinmelidir.

Namus cinayetlerinin, kan davalarının arkasındaki ürkütücü cehaletin yaşandığı bir toplumda, terörden bunca çeken bir ülkede bu kararın ne kadar gerekli olduğu üzerinde hiç durmazsınız.

İnsan yaşamının değer kazandığı bir yerde, demokrasinin kalitesinin artacağını, barış kültürünün güçleneceğini aklınıza bile getirmezsiniz.

Siz en milliyetçi geçinenler, Azerbaycan'ın idamı kaldıran ilk Türk devleti olmakla gururlanmasından ders de çıkartmazsınız.

Ve siz bağımsızlık, egemenlik gibi derin değerleri sığlaştıranlar, Türkiye'nin eşit haklar ve güçle karşılıklı bağımlılık sisteminin etkin bir aktörü haline gelmesine karşı çıkarak tek yolu dayatıyorsunuz.

O yol, sizin bağımsızlığınızı ve egemenliğinizi hiç de umursamayan 'her şeyi benim ulusal çıkarım belirler' diyen bir güçlünün dümen suyunda, teslimiyet yoludur.

O yol size hayırlı uğurlu olsun.
Yazının Devamını Oku

Hayvan katliamından hac haberlerine

22 Şubat 2002
<b>EĞER</B> 11 Eylül olmasaydı bu kadar ilgi gösterilir miydi bilemiyorum, ama hiçbir zaman hac bu yılki kadar geniş biçimde izlenmemişti. Batı'nın, 'Hıristiyan'lığından çok, tuzu kuru içine kapanıklığından gelen ilgisizliği bu yıl tamamen ortadan kalktı.

CNN özel hac programı yaptı. 'Bir hayat yolculuğu hac' başlıklı programda, izleyicileri en çok büyüleyen yüz binlerce Müslümanın birlikte dua edişi, Allah'a yakarışları.

Bu sahneler her programda yinelendi. 11 Eylül'ün kapağını araladığı bir albüme bakarcasına yaklaştılar hacca. CNN'in siyah türbanlı sunucusu, 160 ülkeden gelen iki milyon Müslümanı tanımak ve tanıtmak için sokaklarda röportajlar yaptı.

İtalyan La Stampa Gazetesi hac haberini verirken, Şeyh Usame Abdullah Hayat'ın duaya 'Allahım İslam'a Müslümanlara şeref ve şan nasib eyle, Yahudi zorbaları yenilgiye uğrat' sözleriyle başladığını yazdı.

Washington Post, bir Suudi yetkilinin 'Burada, 2 milyon insanı silahsız polisler koruyor. Batı'da olsaydı, bu kadar kalabalık bir olay için yer yerinden oynardı' dediğini aktardı.

Avrupa ve Amerikan basını, bu yıl Mekke'ye, daha farklı bir yaklaşımla kulak kabarttı. İki milyon Müslüman'ın ibadetini izleyerek, aslında asırlardır iç içe yaşadığı ama anlamak zahmetine katlanmadığı bir dünyayı öğrenmeye çalıştı.

* * *

ÇEŞİTLİ renk, dil ve kültürün Müslümanları önce Arafat'a çıktılar. Sonra Müzdelife'de taş toplandı, Mina'da şeytan taşladılar ve bugün, kurban kesiyorlar.

11 Eylül, bu haccı da Kurban Bayramı'nı da farklı kıldı.

Silahsız polislerin ve El Kaide yanlılarının eylem yapmalarına fırsat vermemek üzere köşe bucağa yerleştirilen 1755 gizli kameranın kuşatmasında ruhlar arındırıldı.

Batı, Avrupa'nın ikinci dini durumundaki İslamiyeti yeniden keşfetmeye çalıştı. Bu birlikteliğin sorunları üzerine hiç düşünmediklerini fark ettiler.

Gettolara tıkıştırılan bir din kültürüne ait ikinci ve üçüncü nesil vatandaş olarak çıktı Avrupa'nın karşısına, sorunlarıyla birlikte.

Geçen hafta, Kuzey Ren Vestfalya Eğitim Bakanı, İstanbul'da kuruluş toplantısını yapan Türk-Alman Diyalog grubundaki konuşmada, Almanya'nın Müslüman vatandaşları konusunu gündeme getirdi. Onların çocuklarına okullarda din eğitimi dersi verilmesi gerektiğini söyledi ve 'Bu devletin sorumluluğudur. Din dersini devlet vermelidir' dedi. Oysa bir yıl öncesine kadar bu işi cemaatlere pas etmeye çalışıyor, Berlin'de çocukları Kaplancılara teslim etmeye hazırlanıyorlardı.

İslamiyeti bir kültür olarak anlayıp birlikte yaşamanın yollarını ararken, bu meselelerin üzerinde kafa yorarken Batı Türkiye'nin deneyimlerinin de farkına varıyor.

'Türkiye belirsizlikler içindeki İslam dünyasında demokrasi ve İslam'ın istikrar sentezidir' yorumu New York Times'a ait, ama geniş biçimde paylaşılıyor.

Bu yıla kadar Batı için Kurban Bayramı neydi? Apartmanların içine ite kaka sokulan inekler ve koyunların banyolarda boğazlanması.

Şimdi ise hac görüntüleri ile yansıtılıyor Kurban Bayramı.

* * *

BATI, 11 Eylül'den sonra Müslümanlığı tanımaya çalışıyor. Ama birbirini tanımanın doğru yolu önce kendini tanımaktan, kendi hatalarına karşı şeffaf olmaktan geçer. Nerede o, dürüst özeleştiri alışkanlığı? Henüz hiçbir yerde yok.

Bugün bayram. Güzel duygular günü. Olumluyu görüp, olumsuz karşısında kendini cesur hissetme günü.

Sevgili okuyucularım, hepinizin bayramını kutluyorum.
Yazının Devamını Oku

11 Eylül ittifakı türbülansa girdi

18 Şubat 2002
<B>ULUSLARARASI</B> terörizme karşı mücadelenin yeni hedefleri 11 Eylül ittifakını sarsıyor. ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney'in, hafta sonunda 'Evet dostlarımız ve müttefiklerimiz var, Ancak müdahalelerin liderliğini biz, sadece biz yapabiliriz' sözleri Bush Yönetimi'nin 'başına buyruk'luk dozunun gittikçe arttığını gösteriyor.

ABD'nin, mega güç haline gelmesi ve dayatmacı üslubu rahatsızlık yaratıyor. En samimi Amerikan dostları bile geçen hafta seslerini yükselttiler.

Avrupa Birliği Komisyonu'nun Uluslararası İlişkiler Komiseri Patten ABD'yi müttefiklerine, 'olsa da olur olmasa da' gözüyle bakmakla suçluyor. Patten, Amerikan dostu bir İngiliz politikacı. Muhafazakar partiden. Üstelik de Hong Kong Yüksek Valisi olduğu dönemlerde Washington'un Çin'e karşı muhalefet politikalarını yüksek sesle desteklemiş olan bir müttefik. Financial Times Gazetesi'ne yazdığı makalede Patten, 'Afganistan zaferi, ABD'de tehlikeli dürtüler yarattı' diyor.

* * *

BAŞKAN Bush'un, Irak, İran ve Kuzey Kore'yi şer ekseni ilan etmesine ve Irak'a karşı 'tutmayın beni' tripine girmesine son tepki önceki gün Almanya Dışişleri Bakanı Fischer'den geldi. 'Bush Yönetimi müttefiklerine uydu muamelesi yapıyor.' Fischer, 11 Eylül'den sonra, terörizme karşı mücadele için oluşan uluslararası koalisyonun Bush'a müttefikleri tarafından verilen 'açık bir çek olmadığını', tam da bu sözlerle anımsattı.

Blair Hükümeti de eleştiri cephesine katıldı. Dışişleri Bakanı Strowe'a göre, Bush'un 'şer ekseni' açıklaması ve onu izleyen tavırları iç politika hesaplıydı. Bush, Kasım'da yapılacak olan Kongre seçimleri için şimdiden hazırlığa başlamıştı.

Dışişleri Bakanı Vedrin'den sonra Fransa Savunma Bakanı Alain Richard da, 'Irak'a müdahale çözüm değil' dedi ve Washington'un dünyada istikrarsızlık kaynaklarını yanlış tesbit ettiğini söyledi. Bunlar, Irak, İran ve Kuzey Kore değildi.

* * *

SADECE Avrupa değil, ABD'nin en yakın müttefiki Kanada bile, 'Tek taraflı harekete geçmek, hiçbir yere götürmez' uyarısı yapıyordu.

Arapların ve diğer İslam ülkelerinin ise, Irak'a karşı askeri bir müdahaleye, İran'ı tehdide ne kadar karşı çıktıklarını İstanbul'da geçen hafta düzenlenen 'Medeniyet ve Uyum' toplantısında gördük.

Muhalif seslere Güney Kore bile katıldı. Üstelik de ABD Başkanı Bush'un bugün başlayan Asya gezisinden hemen önce Güney Kore, Kuzey'in şer eksenine dahil edilmesine karşı olduğunu, bunun iki taraf arasında sürmekte olan diplomatik temasları olumsuz etkilemesinden endişe ettiğini açıkladı.

* * *

11 Eylül ittifakının sonu mu geldi? Hayır. Henüz değil. Geleceğini de sanmıyorum. Ama Bush Yönetimi'nin, sadece Amerikan çıkarlarını esas alarak, tek başına hareket etmesinden herkes rahatsız.

Sorunların diplomatik müzakerelerle çözümü Avrupa'nın stiline daha çok uyuyor ama esas rahatsız edici olan, ABD'nin Saddam'dan kurtulmak istemesi değil. Çünkü Saddam artık zaten yalnız. Saddam rejiminin sona ermesi herkesin dileği. Ancak bunun nasıl yapılacağı konusunda ABD'nin, kimseye danışmadan karar alması rahatsızlık yaratıyor.

Ya Washington, 11 Eylül ittifakının türbülansa girmesinden rahatsız mı? Şimdilik bunu gösteren bir işaret yok.
Yazının Devamını Oku

Çelişki karakterimizdir

17 Şubat 2002
Genç adam kameraman ile Fenerbahçe-Galatasaray maçının biletleri için karaborsa pazarlığı yapıyor. Gözlerini kameraya dikmiş, ‘‘Olmaz ağabey 20'ye olmaz. En son 30 milyon’’ diyor.

Yaptığı iş, adı üstünde kara bir iş. Karaborsa. Ama kameralara aldırmıyor. Diğerleri de. Yaptıklarının televizyon ekranlarına yansıyacağını bile bile, bilet kuyruğunda bekleyenlere karaborsa bilet öneriyor, pazarlık yapıyor, satıyorlar.

Gazeteci soruyor. Kamera zumluyor. ‘‘Sence yaptığın iş ahlaka uyar mı?’’

‘‘Aaa uyar mı ağabey. Tabii ki ahlaka uymaz.’’


Çocuk samimi.

‘‘Öyleyse neden bu biletleri karaborsa satıyorsun?’’

‘‘Herkes yapıyor ağabey.’’

Vicdanında meseleyi halletmiş. Ahlaksızlığı kondurmuyor.

* * *

KURBAN bayramı nedeniyle koyun, koçlar yine meydana çıktı. Ekranda iki adam, bir koyunu büyük bir itina ile, incitmemeye gayret ederek yere yatırıyorlar. Adamlardan biri başlıyor koyunu okşamaya. Şefkatle, yumuşacık. Koyun kendisini bu sevgi yumağına bırakıyor. Farkında olmadan adamla özdeşleşiyorum. Koyuncuğun gevşemesi kedilerimi aklıma getiriyor. Keyiflenince karınlarını açarlar. Kollarını kaldırırlar okşarım. Kediler mırmıra başlar.

Böyle düşünürken müthiş bir acıyla irkiliyorum. Ekrandaki adamın niyeti ile koyunla kurduğu bu duygusal ilişki arasındaki çelişkinin ayrımına varıyorum. Üstelik iki yaklaşım da samimi. Adam koyunu severken mutlu oluyor. Keserken de. Bu ilişkide aldatmaca yok. İşte çelişkinin derinliği de bundan kaynaklanıyor.

Çelişkilere duyarsızlık buralardan başlıyor.

* * *

TESEV büyük bir anket yapıyor. Patron ve yöneticiler, enflasyon ve hayat pahalılığından sonra rüşvet ve yolsuzluğu en büyük sorun olarak görüyorlar. Ama araştırma sonuçlarında çok ilginç bir başka tablo daha çıkıyor ortaya.

Patron ve yöneticiler, ‘‘En çok hangi kurumların hizmetlerinden memnunsunuz?’’ sorusuna yanıt verirken de en çok rüşvet verdikleri kurumların adlarını sayıyorlar.

Örneğin, 10 kişiden beşi (5.7) trafik dışı poliste rüşvet ve yolsuzluğun yaygın olduğunu söylüyor. Yine on kişiden yarısına yakını (4.5) trafik dışı polisin hizmetinden memnun olduğu yanıtını veriyor. Tapu dairesinde de bu böyle, vergi dairesinde de.

Verene göre 'rüşvet' fena bir şey. En büyük sorun. Ama ‘‘rüşvet karşılığı hizmet’’ ilişkisinden memnun. Eminim alana sorsak o da ‘‘rüşvet almak ahlaka sığmaz’’ diyecektir bilet karaborsacısı çocuk gibi. ‘‘Öyleyse neden alıyorsun?’’ sorusunun yanıtı da inanın, ‘‘Herkes alıyor’’ olacaktır.

Çelişki, rahatsız edicilikten çıkmışsa eğer işleri düzeltmek hiç de kolay olmayacaktır.

* * *

FARKLILIKLARLA bir arada yaşamanın öneminden söz ediyor, İslam dünyası ile Avrupa'yı İstanbul'da bir araya getiriyoruz. Diyalogun, karşıdakini dinlemekle başladığını, anlamaya çalışmakla derinleştiğini söylüyoruz.

Kendimizi diyalog ustası, bir arada yaşama sanatçısı ilan ediyoruz. Öyle olduğumuza gerçekten de inanıyoruz.

Ama aynı anda Alevi derneğini kapatıyoruz, lazca yayın yaptı diye bir radyoyu susturuyoruz. Kürtçe eğitim isteyenleri gözaltına alıyoruz.

Özeleştiri ihtiyacı duymadığımız için çelişkileri sindiriyoruz. Çeliş çeliş çelişiyoruz.
Yazının Devamını Oku

Avrupa-İslam diyaloğunun püf noktası kadın

15 Şubat 2002
<B>ÖNCELİKLE İsmail Cem</B>'e kocaman bir teşekkür. İslam Konferansı Örgütü ile Avrupa Birliği arasında, her iki tarafın da ihtiyaç duyduğu böyle bir siyasi forum fikrini ortaya attığı gibi, ABD'nin, İran ve Irak'ı <B>'şer ekseni'</B> ilan ettiği, Ortadoğu sorununun son derece derinleştiği bir dönemde böyle kritik bir toplantıyı düzenleme cesareti ve sorumluluğunu gösterdiği için de. Bu son derece başarılı bir toplantı oldu. Dünyanın kaderini belirleyenlerin en önde gelenlerini bir araya getiren bu toplantıyı büyük bir zevkle izledim. İslam ülkelerinin uluslararası çapta etkili devlet adamlarını, Çırağan Oteli'nin Balo salonunun girişindeki küçük bir masanın etrafında, Filistin konusunun sonuç bildirisinde nasıl yer alacağını tartışırken görmek heyecan vericiydi. Aralarında İngilizce tartıştıklarını fark etmek ise İslam dünyasının da ortak bir dili olmadığı gerçeğiyle yüzleştirdi beni.

Gerçekten de böyle bir toplantı için kolları sıvamak cesaret işiydi. Toplantı başarılı olmayabilirdi de.

Katılım düşük, ilgi yetersiz kalabilirdi. Kısaca İsmail Cem'in aldığı risk büyüktü ama her zamanki gibi, büyük riskin başarısı da büyük oldu.

BİZDE 4 KADIN SİZDE EŞCİNSEL EVLİLİĞİ

İSLAM
Dünyası ile 'Batı' arasındaki diyalog tartışmasında kadın meselesi, bir 'uygarlık referansı' haline geldi.

Bu durum, Afganistan operasyonu sırasında çok açık biçimde ortaya çıktı. Batı, Taliban rejimine karşı savaşın haklılığını kanıtlamak için Afgan kadınlarının farkına vardı ve onların, çok daha önceden dikkat çekmesi gereken durumunu, Müslüman ülkelerdeki anti demokratik yönetim biçimlerinin uç örneği olarak sundu. Avrupa ve İslam ülkeleri diyalog toplantısında da kadın konusu ön plana çıktı.

Avrupa Birliği'nin Dış Politika ve Güvenlik Yüksek Temsilcisi Javier Solana, Fransa Dışişleri Bakanı Vedrine'in ve daha birçok Avrupalı bakan, İslam ülkelerinde kadının durumunun, insan hakları, demokrasi gibi ortak değerler çerçevesinde mutlaka ele alınması gerektiğinin altını çiziyor, Müslüman kadının ezildiği, haklarının çiğnendiği yargısından hareket ediyorlardı.

İslam ülkelerinin, hepsi erkek olan temsilcileri ise onları, 'Diyalog, karşıdakinin değerlerine saygıyla mümkündür' diye püskürttükten sonra Müslüman kadının ne kadar özgür olduğunu anlatıyorlardı.

Hatta Libyalı Bakan, esas hoşgörünün İslam ülkelerinde olduğunu vurgularken, 'Dört kadınla evleniyoruz diye bizi eleştiriyorsunuz. Avrupa'da da eşcinseller evleniyor. Biz size bir şey diyor muyuz?' diyordu.

Kadının durumu, İslam ülkelerinin 'batılılaşma' ve laikleşmenin en belirleyici ölçüsü. Avrupalılara göre 'ortak değerlere varmanın yolu.'

KENDİ DURUMLARINI KADINLAR TARTIŞMALI

DİYALOG
tartışmalarında sağlıklı olmayan bir nokta var. Avrupa dışarıdan, Müslüman kadın hakkında akıl yürütüyor, İslam ülkelerinin erkekleri ise kendi kadınları adına büyük bir özgüvenle konuşuyorlar.

Zaten toplantının genelinde olan bir havaydı bu. İslam ülkeleri özeleştiriye hiç yanaşmadılar. Avrupalılar ise, değerlerinin evrensel olduğunu savunurken hiçbir şüpheye düşmediler.

Diyalogun yolu kadından geçiyor. Barış kültürü eğitiminin temeli kadın. Öyleyse bu tartışmaya kadınlar mutlaka katılmalı. İslam Konferansı Örgütü ve Avrupa Birliği'nin kadın siyasetçi ve aydınları kendi adlarına kendileri konuşmalı. Bu toplantının yeri de, İstanbul olmalı.
Yazının Devamını Oku