Ferai Tınç

Yılmaz, açık konuştu

12 Mayıs 2002
<b>ARTIK</B> açıklık zamanı. Başbakan Yardımcısı <B>Mesut Yılmaz</B>'ın, perşembe akşamı<B> Şarık Tara</B>'nın düzenlediği toplantıda yaptığı gibi açık konuşup, birbirimizi ikna etme zamanı. Kızmak yok, alınmak yok.

Eğer Türkiye Avrupa Birliği dışında kalırsa ne olur?

Yılmaz, bugüne kadar çok az politikacının cesaret ettiği açıklıkla tabuları tartışmaya açtı.

Yoksulluk çemberini kıramayan, Kıbrıs'ta batağa saplanan, ulusal bütünlük sorunuyla boğuşan bir ülke durumuna düşme riski kapıda.

Avrupa hedefi bu riskleri azaltan bir hedef.

İdam cezasını kaldırmak, insanların ana dillerinde öğrenim ve yayın haklarını sağlamak, Türkiye'nin sadece Avrupa Birliği'ne üyelik için Türkiye'nin atması gereken adımlar mı?

Hayır.

Eğer bugün idam cezasını kaldırmamız gerektiğini konuşuyorsak, bu sadece Avrupa Birliği üyeliği için değil. Yaşayan her varlığın hakları konusunda duyarlılığı artan uygar bir toplumsal zihniyetin talebi bu. Bizim talebimiz.

Kaldı ki, bu konuda birçok uluslararası anlaşmanın altında imzamız da var, olmayanlarda da taahütümüz, sözümüz var.

* * *

ANA dil önündeki engellerin kaldırılması da Türkiye'nin yıllardan beri, önce illegal ortamlarda gizlice, daha sonra açıkça tartıştığı bir konu.

Sorun bizim sorunumuz. Bu sorun Türkiye'ye yönelik siyasi oyunların hayata geçirilmesine, terörle hırpalanmasına zemin hazırlamadı mı?

Zaten, çözüm için ekonomik ve sosyal önlemlerin alınması gerektiği konusunda toplumsal uzlaşmaya varmadık mı? Evet, işte şimdi bu yuvarlak sözlerin içini doldurma zamanı.

Avrupa takvimi de maddi müşevvik.

Kaldı ki, demokrasinin gerçekten yerleşmesi, demokrasi kültürünün aileden başlayarak yaygınlaşmasının tek koşulu olan eğitimin dilinden bir topluma zarar gelmez. İnsanların kendi dillerini ilerletme çabaları topluma zenginlik katar.

Toplumsal bütünlüğe zarar, siyasal istikrarı tehdit, ulusal güvenlik riskinin sınırlarını ise yasalar belirler.

* * *

BAŞBAKAN Yardımcısı Mesut Yılmaz konuşmasında, Avrupa Birliği sürecine şüpheyle yaklaşanların endişelerini de anlamak gerektiğini söyledi.

‘‘Türkiye istenenleri yapsa bile Avrupa Birliği, hiçbir zaman Türkiye'ye üyelik vermeyecek. Biz ise verdiklerimizle kalacağız’’ düşüncesi hakim bu çevrelerde.

Yani, boşu boşuna idam cezasını kaldıracak, ana dil öğrenimini serbest bırakacak ve hatta ana dilde yayın olanağı tanıyacağız. Türkiye'de çok farklı etnik kökenler var, herkes kendi dilini konuşmaya, yazmaya başlarsa bütünlüğümüzü koruyamayacağımızdan korkuluyor.

Anlaşılır bir endişe ama bir sorum var. Bu bütünlük nasıl bir şey? Gönüllü olması gereken bir ulusal bütünlük değil mi sözünü ettiğimiz?

Bunu, yasaksız bir zemin üzerinde daha derinlemesine sağlayamaz mıyız?

Ortak hedeflerimizi güçlendirmek en güvenli yol. Avrupa Birliği de Türkiye'nin ortak projesi.

Bu hedefin kalkmasıyla doğacak boşluğu muhalefetin dolduracağından kimsenin şüphesi olmamalı.

Ama esas kırılma noktası Kıbrıs. Avrupa'nın zoruyla Kıbrıs'ın bir Yunan adası haline getirileceği kuşkusu var. Ve haklı bir kuşku.

Ama Kıbrıs'ın bugünkü konumu Türkiye'nin çıkarlarını koruyor mu?

Bugün izlenen yöntemle bin yıl geçse de Kıbrıs çözüme kavuşamaz. Türkiye için de bir sorun olmaya devam eder.

* * *

TÜRKİYE, büyük bir değişim seferberliğinin sıkıntılı ama heyecan verici sürecini yaşıyor. Bu dönüşüm sürecini hızlandırmak hepimizin sorumluluğu.
Yazının Devamını Oku

Ulusal programda yorum sıkıntısı

10 Mayıs 2002
<b>AVRUPA</B> günü nedeniyle dün düzenlenen toplantılar ve yapılan önemli açıklamalar, Türkiye'nin önündeki kısa vadeli hedefin ne olduğunu net bir biçimde ortaya koydu. İdam cezasının, ana dil öğrenimi ve ana dilde yayının önündeki engellerin kaldırılması.

Bunlar gerçekleşirse, Türkiye bu yıl sonunda yapılacak olan Avrupa Birliği Kopenhag Zirvesi'nde tam üyelik müzakereleri için bir tarih alabilir.

Türkiye ile AB arasında geçen ay yapılan Ortaklık Konseyi'nde Türkiye bu konuyu gündeme getirmiş ve Komisyon yetkilileri de, bu üç noktada somut adımlar atılması halinde yıl sonunda Konsey'e tavsiyede bulunacaklarını söylemişledi.

Ancak koalisyon hükümeti içinde tam bir görüş birliği yok.

Yapılan açıklamalara göre, DSP ve ANAP bu konularda TBMM kapanmadan önce adım atılmasını istiyor. MHP ise farklı bir tavırda.

Durum gerçekten böyle mi? Sorun nerede?

* * *

DÜN MHP'ye yakın çevrelerle yaptığım görüşmelerde ilginç bir durum ortaya çıktı.

Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz, dün Avrupa günü nedeniyle yaptığı konuşmada, ‘‘Ulusal programda verilen sözleri yerine getirmek istemeyenler Türkiye'nin değişmesine karşı çıkanlardır’’ derken, MHP'ye yakın çevreler ana dil önündeki engellerin kaldırılmasının Ulusal Program'da yer almadığını söylediler.

‘‘Geçen yıl mart ayında Ulusal Programı hükümet olarak kabul etmedik mi? Ettik. Orada ana dil konusu yok. Şimdi neden ulusal program yeniden tartışmaya açılıyor?’’ sorusu soruluyor bu çevrelerde.

Ana dil önündeki engellerin kalkmasıyla ilgili bir koşulun Ortaklık Belgesi'nde yer aldığı söyleniyor.

Evet doğru. Ama o belge Türkiye ile tartışılarak hazırlandı. MHP bunu kabul etmiyor. ‘‘Tartışıldıysa, bizim haberimiz olmadı bu tartışmadan’’ deniyor.

* * *

GERÇEKTEN de Ulusal Program'da ana dil konusu açıkça yer almıyor. Bu muğlaklık, Avrupa Birliği tarafından da eleştirilmiş ve Ulusal Program'ın yeniden gözden geçirilebileceği yanıtı verilmişti Ankara tarafından.

Ancak, açıkça yer almasa da Ulusal Program'ın siyasi kriterler bölümünde yer alan, ‘‘Tüm bireylerin, herhangi bir ayrım yapılmaksızın ve dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi görüş, felsefi inanç veya dinine bakılmaksızın tüm insan hakları ve temel özgürlüklerinden tam olarak yararlandırılması, düşünce, vicdan ve din özgürlükleri’’ başlığı altında yer alan bölümde, Türkiye'nin bugüne kadar imzalamadığı uluslararası yasaları imzalayacağı sözü veriliyor.

Bunlar arasında Avrupa İnsan Hakları ve Ana Hürriyetleri Korumaya dair Sözleşmenin, Türkiye tarafından bugüne kadar sonuçlandırılmayan ekleri de bulunuyor.

Bu anlaşmaların ve eklerinin tam olarak benimsenmesi tartışılan ana dil, öğrenim ve yayın konusunu da içeriyor.

Ama MHP'nin çekimserliğinin esasını, Kıbrıs oluşturuyor. Çözümden önce tam üyelik verilmesi halinde Türkiye ile Avrupa ilişkilerinin zaten çıkmaza gireceğine inanılıyor. Avrupa'ya güvenilmiyor.

Bütün bu endişelerin tartışılması gerekiyor. Vakit geçirmeden.
Yazının Devamını Oku

Ana dil

6 Mayıs 2002
<B>‘‘SENİN</B> <B>aşkından ana dilim,<br><br>ömrümün yıllarını, aylarını, günlerini eskittim. Senin uğrunda dilim,

sağ gözümün ışığını yitirdim.

Bir tek seni yitirmedim,

Ey varlığımın simgesi.’’

On yılı aşkın bir süredir tanıdığım Iraklı Türkmen şair Abdül Latif Benderoğlu'na ait bu dizeler.

Kendisini Körfez Savaşı yıllarında tanımıştım, Türkiye'den giden tüm gazetecilere olduğu gibi, Hürriyet için savaşı izleyen gazeteci arkadaşlarımıza yardımı olmuştu.

Yaşadığı ülkenin sadık bir vatandaşı olarak ana diline hizmet etmenin örneğini yaşamı boyunca veren Benderoğlu'nu Bağdat'ta ziyaret ettim.

24 Ocak 1970'de Irak Türkmenlerinin kültürel haklarının tanınmasından sonra, Türkçe ile ilgili çalışmalarına ağırlık veren Benderoğlu Irak'ın, Arap harfle yayınlanan tek Türkçe gazetesi Yurt'u çıkartıyor.

Ambargo nedeniyle gazete ayda bir yayınlanıyor. Irak'ın diğer gazetelerinden farkı yok. Diğer tüm gazeteler gibi bu da devletin parasıyla çıkan bir gazete. Devlet gazetesi. Ama, Türkçe konuşan halkın sesini duyuruyor. Belli ölçülerde özlemlerini dile getiriyor.

Irak'ta resmi dil Arapça. Devlet okullarında Türkçe ve Kürtçe öğrenim verilmiyor. Bu yüzden Yurt Gazetesi önemli bir rol oynuyor.

‘‘Yurt Gazetesi, İstanbul Türkçe'sini kullanan Türkmen edebiyatçılarının yetişmesini sağladı. İyi bir edebiyatçı kuşak yetiştirdi. Iraklı Türkmen çocuklara ana dillerini öğretmekte büyük işler başardı’’ diyor Benderoğlu.

* * *

ANLAMANIN en kısa yolu, kendini karşıdakinin yerine koyabilmeyi başarmaktır.

Demokrasi kültürü denilen de bu değil midir zaten?

Ana dil sevgisinin ne biçim bir şey olduğunu Iraklı bir Türkmen şairin dizelerinden okumak bambaşka bir deneyim.

Biz hálá tartışıyoruz. Kürtçe konuşma, öğrenme ve dili geliştirme önündeki engellerin kaldırılmasını içimize sindiremiyoruz.

Oysa, bunun ne kadar insani bir ihtiyaç olduğu, Iraklı bir Türkmen şairi okuyunca daha iyi kavranıyor.

Ana diline duyduğu sevgi ve bağlılık, 12 şiir kitabının yanı sıra biri Türkçe-Arapça sözlük diğerleri araştırma, folklor ve edebiyat tarihi konularında 13 kitabı kazandırıyor Türk ve dünya kültürüne.

Benderoğlu, Bakü'de geçen yıl yayınlanan, ‘‘Yolun sonuna dek’’ isimli şiir kitabında yer alan ‘‘Korkmuyorum’’ adlı şiirinde, birey ve ana dil ilişkisini şu dizelerle dile getiriyor. Bazı bölümleri aktarıyorum.

‘‘İnan ki,

Hiçbir zaman

Beni korkutmuyor karanlık.

Çünkü karanlığın arkasında bir aydınlık uyuyor sessizce...

...Korkuyorum,

Yıllar sonra,

Kendi dillerinin

Hecelerini yitirecek çocuklarımızın

Davranışlarından...’’

Bağdat'ta, Iraklı bir Türkmen şairden Türkçe şiirler dinlerken, ‘‘Ana dilimin engellenmesine tahammül etmemin imkansızlığını’’ içimde hissediyordum.
Yazının Devamını Oku

Körfez Savaşı, 12 yıldır sürüyor

5 Mayıs 2002
<B>SABAH</B> erkenden, Kerkük'e gitmek üzere Bağdat'tan bindiğim otobüste tanıdık bir sima gördüm.<B> Peter Arnett. </B> Dünya Bağdat'a düşen ilk bombaların haberini ondan duymuş, ilk görüntüleri CNN'de O'nunla izlemiştik. Meğer, savaşın başladığı gece, biz bombaları görmemişiz, radyodan gelen yayınlarla kuvvetlendirilen sesler eşliğinde verilen haberler sayesinde gördüğümüzü zannetmişiz.

‘‘Siz, Amerikan bombalarını gördüğünüzü zannettiniz. Ama görmediniz. Çünkü ilk gün görüntü gönderememiştik. Kameraya aldık, ama hatlar çalışmadı. Ertesi gün Amman üzerinden gönderdik ilk kasetleri’’ böyle diyor Peter Arnett.

12 yıl önceydi ve tüm dünya CNN'in karşısında, Peter Arnett'in El Raşit Oteli'nin tepesinden verdiği haberleri izliyordu.

Arnett ile Kerkük yolculuğundan sonra, eski günleri konuşmak gelecekle ilgili yorumlarını öğrenmek üzere El Raşit Otel'de buluştuk.

* * *

El REŞİT Oteli, Bağdat'ın tek lüksü. Yabancı ziyaretçiler, diplomatlar ve üst düzey devlet memurları burada buluşuyor. Kapının önündeki son model otomobiller, caddelerdeki kaportası paslı, kapıları iyi kapanmayan, vitesi tekleyen, frenleri tutmayan ambargo kurbanı otomobillerle çarpıcı bir farklılık yaratıyor.

Körfez Savaşı'nda yabancı basının üssü haline gelen El Raşit Oteli'nin girişinde, baba Bush'un mermer zemin üzerindeki çirkin bir tasviri hálá duruyor. Peter Arnett ile tam bu noktada durmak, zaman tünelinde Körfez Savaşı'na yolculuk gibi. Belki de savaş hiç bitmedi.

Körfez Savaşı sırasında verdiği haberler nedeniyle Pentagon'un sağ kanadı tarafından yeterince vatansever olmamakla eleştirilen Peter Arnett, CNN ile yine Pentagon kaynaklı bir müdahale sonucu yollarını ayırmıştı. Deneyimli gazeteci, şimdi bir Amerikan televizyon kanalı için Körfez Savaşı'nın başladığı günlere ilişkin belgesel hazırlıyor. Ama ABD'nin saldırması halinde yeniden Irak'ta olmak üzere alt yapı çalışmalarını da sürdürüyor.

ARNETT'e göre, savaş kaçınılmaz. Bush'un, ‘‘Saddam rejimi değişecek’’ açıklaması BM denetçileri Irak'a geri dönse bile, Washington'un artık düğmeye bastığını gösteriyor.

Washington'daki çeşitli senaryolardan söz ediyor Arnett, Musul ve Kerkük'e yığılacak geniş bir Amerikan gücünün Bağdat'ı kuşatması bunlardan biri. Etkili çevrelerde tartışıldığı anlaşılan bütün senaryolarda, Körfez Savaşı'nda ağırlıkta olmayan ortak bir nokta bulunuyor. Kara harekatı. Nereden bakarsanız bakın, Türkiye her resimde yer alıyor.

Diyelim Saddam rejimi devrildi, ya sonra? Uzun bir süredir Irak'a gidip gelen, bu bölgeyi iyi tanıyan Arnett, ‘‘belirsizlik’’ diyor.

* * *

ASHWAK El Kahchy, genç bir ressam. Bağdat kadınlarını çiziyor.

‘‘Bekleyiş, umut, kızgınlığı en iyi öyle dile getiriyorum. Üstelik, en büyük acıyı Irak'ın kadınları çekiyor’’ diyor. Irak, sanatıyla, sanatçısıyla direniyor.

Savaştan bu yana ambargolar altında geçen 12 yıl, orta sınıfı yok etmiş.

Bir ilkokul müdüründen, maaşını öğreniyorum. 6 dolar. Bir kilo kaliteli Basra pirinci 2 dolara yakın. Özel sektör zayıf. İstihdam yok. Herkes devlete çalışıyor, devletten para alıyor. Bu yaşam savaşında Saddam'ın siyasal hegemonyası pekişiyor. Ama kimse Amerika gelse de kurtulsak demiyor.

Körfez Savaşı 12 yıldır sürüyor.
Yazının Devamını Oku

Kritik günler geldi çattı

3 Mayıs 2002
<B>BAĞDAT<br><br>ÇOCUKLARININ</B> adını <B>Saddam</B> ve <B>Uday</B> koyan Lübnanlı aileden, Müslüman olmaya karar verdikten sonra Irak'a iltica etmek için çaba harcayan iki Çek vatandaşına kadar çok sayıda <B>Saddam</B> hayranının katıldığı <B>‘‘tevellüt-ü meymun’’</B> yani <B>‘‘kutsal doğum’’</B> kutlamaları sona erdi. Dün de 1 Mayıs işçi bayramını kutlayan Irak, 1 haftadan beri tatil.

Bayramlar, bayramları izliyor.

Önceki gün Bağdat'ta Saddam'ın yeni bir heykelinin daha açılışı vardı.

Bu arada, doğum günü nedeniyle Saddam Hüseyin'i kutlama ziyaretine giden Başbakan Yardımcısı ve Askeri Sanayi Bakanı Abdül Tavvab el Mulla ve Cumhuriyet Muhafızları'ndan bir heyet, ‘‘Allah'tan Irak Devlet Başkanı'na, halkına ve ordusuna, Filistin'i başkenti Kudüs ile birlikte kurtaracak kuvveti vermesini’’ istediler.

* * *

DEVLET zirvelerinden sokağa yansıyan bu.

Sokaktan dışarı yansıyan da, Saddam'a bağlılık. Ama bu görüntü ne kadar doğru? Tahmin etmek zor çünkü burası Yugoslavya gibi değil. Miloseviç döneminde Yugoslavlar konuşurdu. Kimi lanetler, kimi korurdu.

Ama burada ağzına kilit vurmuş insanlar. Türk olduğum için para almak istemeyen esnaftan, beklediği ücreti almadığı için verdiğim parayı yüzüme fırlatan şoföre kadar farklı insanların farklı tepkileriyle karşılaştım. Ama, ‘‘Devletli’’ler dışında rahat konuşana rastlamadım.

Onlar da gerçeğin neresindeler kestirmek zor.

* * *

PETROL Bakanı Dr. Amr Muhammed Reşid, Filistini desteklemek için aldıkları petrol satışını durdurma kararının, Amerikan ekonomisini olumsuz etkilediğini açıkladı. Kararın yürürlükte olduğu bir ay içinde Amerikan ekonomisinin iki buçuk milyar dolar zarar göreceğini söyledi.

Amerikalı ekonomistler de aynı görüşteymiş.

Siz duydunuz mu? Böyle bir habere hiç rastlamadım ben.

Aksine gıda satın almak için BM'nin satışına izin verdiği petrol ihracatının durdurulması dünya petrol fiyatlarını pek etkilemedi. Fiyatlar 26 dolar civarında seyretmeye devam etti.

* * *

BAĞDAT'tan hüzünle dönüyorum.

Dışişleri Bakanı Naci Sabri'nin BM Genel Sekreteri Kofi Annan ile görüşmesi, Irak için kritik süreci başlattı.

Bazı yabancı gözlemcilere göre, BM denetçilerinin geri dönmesine izin verilse bile, artık çok geç.

Washington'dan işaretler bu yönde.

İşte bundan sonrası çok büyük bir belirsizlik. Acılarına Irak halkıyla birlikte katlanmak zorunda kalabileceğimiz bir belirsizlik. Dönüşümde anlatacak çok şeyim olacak.
Yazının Devamını Oku

Sonsuz bahar Saddam

28 Nisan 2002
<B>BU </B>daveti geri çevirmem mümkün değildi. <B>Saddam Hüseyin</B>'in 65'inci yaş günü kutlamaları için bir iki parça bir şeyi bavuluma koyup, yola çıktım. Bugün Kuzey Irak hariç, tüm yurtta Saddam Hüseyin'in doğum günü büyük törenlerle kutlanıyor.

‘‘Saddam burda, Bush, Thatcher, Mitterrand nerede?’’ diye haykırıyor törenler.

Altın kaplama fayton içinde Bağdat caddelerinde halkı selamladığı 56. doğum gününden sonra bu, en görkemli kutlama Saddam için.

Yaptırımlar altında zor günler yaşayan Irak halkı bu Pazar sokaklarda. Okul çocukları günlerden beri hazırlanıyorlar. Öğrendim ki öğrenciler ‘‘Saddam baba doğumgünün kutlu olsun’’ şarkılarını söyleyeceklermiş.

Başka sloganlar da var duvarlara yazılan, yürüyüşlerde kullanılacak olan.

‘‘Saddam Irak'a bir hediye!’’

‘‘Saddam şiir demek, Saddam yurt demek!’’

‘‘Sonsuz bahar’’
da çarpıcı ve manalı olan sloganlardan. Sonsuz bahar Saddam.

* * *

GÜNLERDEN beri hediyeler veriyor Irak halkı liderine.

Başkan Yardımcısı Taha Yasin Ramazan, kuzeydeki Nineva halkının gönderdiği hediyeyi sundu.

‘‘Bu hediye bir lider olan, bir baba olan, bir ağabey, bir yoldaş, şerefimizin, haklarımızın, geçmişte, şimdiki zamanda ve gelecekte hayatın sadık koruyucusu olan Başkan Hüseyin'e halkın sonsuz sadakatini temsil ediyor’’ sözleriyle takdim etti hediyeyi.

ABD Başkanı Bush'un, BM denetçilerini kabul etse bile Saddam rejiminin değişeceği açıklamasına karşı, ‘‘iyi ki doğdun Saddam’’ yanıtı ile bir meydana okuma yılın partisinin anlamı.

Saddam bugün, Irak halkı için vazgeçilmez olduğunu dünyanın gözleri önüne seriyor. Aslında sadece dışarıya değil içeriye de verilen bir mesaj bu.

* * *

PARTİNİN en büyük sürprizi, Saddam'ın bu ve bunun gibi özdeyişlerle süslü 160 sayfalık aşk romanı ‘‘Zabiba ve Kral’’ın, Irak Ulusal Tiyatrosu'nda sahnelenmesi.

Aslında romanın yazarı belli değil. Saddam Hüseyin'in, utangaçlığı yüzünden ‘‘Ben yazdım’’ diye ortaya çıkmadığı söyleniyor.

Ama yazarın o olduğu üsluptan anlaşılıyormuş. Kralın, batıyı temsil eden kocasının zulmünden kurtardığı sevgilisi Zabiba ile konuşurken kullandığı üslup, Saddam'ın Devrimci Komite Konseyi üyelerinden birine hitap ederken kullandığı üsluba çok benziyormuş.

Mesela, Kral şöyle diyor.

‘‘Ben büyük bir liderim. Bana itaat etmelisin. O da yetmez. Beni sevmelisin!’’

* * *

IRAK halkı Saddam'ı gerçekten seviyor mu?

Bunca yokluk içinde hala birisini sevebilecek hal kaldı mı bu halkta? Ne derseniz deyin dışarıdan gelen tehditler, aşağılamalar insanların kanına dokunuyor. Filistin'de yaşananlar ise, Arap dünyası içinde Arafat'a en somut desteği sunan Saddam'ı, bu doğum günü sloganlarından birinde söylendiği gibi ‘‘Arap halkının oğlu’’ konumuna yükseltiyor.

Saddam, Batı'nın tehdit ve aşağılamalarına karşı Filistin davasının ve İslamiyetin onurunu koruyan lider olduğunu göstermek istiyor.

Yılın partisinin konsepti esas olarak bu zaten.

‘‘Ben buradayım, Irak, peygamberler toprağı. Biz sadece Allah'ın önünde eğiliriz. Korkaklara ve uşak ruhlulara lanet olsun!’’ diyor Kral.

Bu da ‘‘Zabiba ve Kral’’dan bir başka alıntı.
Yazının Devamını Oku

İsmail Cem ve Papandreu şimdi de Kıbrıs'a gitmeli

26 Nisan 2002
<b>YUNANİSTAN</B> ve Türkiye Dışişleri Bakanları'nın ortak barış girişimi, İsrail ile Filistin arasındaki soruna çözüm bulmaktan çok bütün bölgeye ve daha önemlisi bizlere bir mesaj niteliği taşıyor. Türkiye ile Yunanistan arasındaki barış sürecinin geri dönülmez bir noktaya ulaştığı mesajı bu.

Yunanistan Dışişleri Bakanı Papandreu, meslektaşı İsmail Cem ile birlikte yaptıkları basın toplantısında, ‘‘Burada bulunduğumuz süre içinde tam bir takım ruhu içinde çalıştık. Türk ve Yunan diplomatları barış için birlikte çalıştılar’’ diyordu.

Dün çatışan iki ülkenin bugün barış için birlikte çalışabildiklerinin örneğini veriyordu bu ziyaret.

* * *

HABERİ ilk duyduğumda, Ortadoğu barışı için ortak girişim başlatma kararlarını Cem ve Papandreu'nun bir ‘‘fantezi’’si olarak nitelemiştim.

Ama, dün Türk ve Yunan Dışişleri Bakanlarının Kudüs'te yaptıkları ortak basın toplantısını CNN Türk'ten izlerken, bu misyonun çok daha derin bir anlamı olduğunu fark ettim.

Cem ve Papandreu, Powell ve Solana ile, yani ABD ve Avrupa ile dirsek teması içindeydiler.

Her iki bakan da bu konunun altını çizdiler. Önceki gece Avrupa Birliği Dış Politika Yüksek Komiseri Javier Solana ile Kudüs'te 1.5 saat görüşmüşlerdi.

ABD Dışişleri Bakanı Powell, hem Cem hem de Papandreu ile birkaç kez telefonda konuşmuştu.

Cem-Papandreu'nun bu misyonu teşvik görmüştü.

* * *

TÜRKİYE ve Yunanistan Dışişleri Bakanları, en başından beri girişimlerini abartmadılar.

Hatta Papandreu, Arafat ve Şaron ile görüştükten sonra,‘‘Umarız bir fayda sağlar bu görüşme’’ sözleriyle, ziyaretin mütevazi bir iddiaya sahip olduğunu ortaya koydu.

İsmail Cem de aynı tonda konuştu. Ziyaretin amacı bir ölçüde sağlanmıştı. Belli mesajları vermişlerdi.

Neydi o mesajlar?

Bu mesaj ‘‘barış’’tı.

Bu mesaj,‘‘terörizmin kabul edilemeyeceği’’ mesajıydı.

Bu mesaj, sorunların şiddetle değil ‘‘masada çözüm’’lenmesi gerektiği mesajıydı.

Türkiye ve Yunanistan'ın yıllardan beri tartıştıkları, konuştukları ve belli ölçüde çözüm buldukları konular.

‘‘Biz başardık, sizin başarmanız için yardıma hazırız’’ anlamını taşıyordu Türk ve Yunan dışişleri bakanlarının Kudüs'teki varlıkları.

Papandreu'nun Milat (Nativitas) Kilisesi ile ilgili önerisinden ve Cem'in, uluslararası barış gücü teklifinden ötede anlam taşıyordu iki bakanın Kudüs'te bulunmaları.

Ortadoğu ve Akdeniz'de istikrarın öneminin ve bunun sorumluluğunun kendi kendilerine, yine kendileri tarafından hatırlatılmasıydı bu.

* * *

TÜRKİYE ile Yunanistan, barış sürecinde geri dönülemez bir noktaya geldiler.

Bunun ilerletilmesi ortak bir sorumluluk artık.

Kudüs'ten sonra sıra Kıbrıs'ta. (Büyükelçi İlter Türkmen, daha önce Hürriyet'teki bir yazısında bu öneriyi ortaya atmıştı.)

Keşke iki bakan, Kıbrıs'ta Yeşil Hat'tan barış mesajını verseler dünyaya.

Keşke, her iki tarafın diplomatları Kıbrıs'ta, Türklerin ve Rumların kabul edebilecekleri adil bir çözüme destek için ‘‘tam bir takım ruhu içinde’’ bir gece sabaha kadar çalışıp, ertesi gün müjdeyi verseler. ‘‘Dün gece hepimiz, barış için çalıştık. Tam bir takım ruhu içinde. Bölge barışının kilidi olan Kıbrıs sorunun çözdük. Herkes memnun’’ diyebilseler.

Keşke. Keşke.
Yazının Devamını Oku

Cenin'de sorumlu tek değil

22 Nisan 2002
<B>CENİN</B> kampında enkaz kalktıkça, günah ortaya çıkıyor. Ne denirse densin, ister ‘‘katliam’’ ister‘‘çatışma sonucu ölüm’’ densin Şaron hükümetinin istediği gibi. Bu noktadan sonra artık hiç fark etmez. Sonuç aynı.

Sıra sıra cesetler. İnsanların üzerine yıkılan evler. Katmerlenen mültecilik durumu.

Ama bu günah sadece Şaron Yönetimi'ne mi ait? Suçlu sadece İsrail mi?

* * *

YİRMİNCİ yüzyılın sonunda çok mülteci kampı gördüm. Balkanlar'da, Azerbaycan'da evlerini terk etmek zorunda kalan insanları tanıdım.

Bu kampların en büyük özelliği, geçicilik duygusunun kalıcı olması. Hayatın derbederleşmesi.

Bakü'de boş bir binada oturan kaçkınların, Ermeni işgali altındaki topraklarından başka hiçbir şey düşünemez hale geldiklerini gördüm. Çalışmak, iş bulmak için gayret sarf etmeye psikolojik durumları uygun değildi.

Benzeri kamplara Arnavutluk sınırında, Makedonya'da da tanık oldum.

Buralarda hep aynı tehlikeden, Filistinlileşme riskinden söz ediliyordu.

Mülteci kamplarının kalıcı hale gelmesinin yol açacağı tehlikelerdi bunlar.

Bu durumun, sürekli mültecilik halinin işgalciler kadar, toprakları işgal edilenlerin yöneticilerinin de işine geldiğini hayretle fark ettim.

Bir taraf, işgal durumu kalkana ve siyasi sorunlar çözülene kadar mültecileri, yaşamlarını düzeltecek hiçbir önlem almayarak müzakere masalarında pazarlık kozu olarak kullanırken, karşı taraf da ikinci sınıf insanlar gözüyle bakmaya başlıyor, umursamıyordu.

Çözüm arayışlarında kullanılanlar, çözümsüzlüğü derinleştiriyordu.

* * *

FİLİSTİN halkının acılarında Arap dünyasının da sorumluluğu var. Herkes kendi büyük resmi için kullandı Filistin meselesini. Bir halkın mülteci olarak yaşaması doğal görüldü. Tabii ki insanlar, bırakmak zorunda kaldıkları topraklara her an geri dönmeye hazır olmalıydılar ama bunun için mutlaka mülteci kamplarının yoksul mu kalması gerekiyordu.?

Gençlerin en güzel hayali şehitlik ideali mi olmalıydı?

Filistin Yönetimi, kendi topraklarında bile halkını mülteci durumundan kurtaramadı. Bunun anlamı yönetimsizliktir. Kötü yönetimdir.

Bu kötü yönetime hiçbir Arap ülkesi müdahale etmedi. Tersi mümkün müydü?

Demokratik bir İsrail'in yanı başında demokratik bir Filistin yönetiminin yaşaması istenen bir şey olabilir miydi demokrasiden ödü kopan bu coğrafyada?

* * *

BİR kadın gördüm ekranda. Cenin'den bir kadın. Ayakları ve başı siyah naylon torbalı cesetlerden birine yaklaştı. Üzerindeki battaniyeyi kaldırdı ucunu öptü, uzun bir boncuk kolye tutuyordu. Kolyeyi yukarı kaldırdı bir an seyretti ve battaniyenin içine koydu. Sanki geri dönüşü olan bir yolculuğa çıkıyordu ölü, ve hediyesini dönene kadar boynunda taşıyacak, baktıkça, geridekileri anımsayacaktı.

Şaron, Cenin'de yaşananların sorumluluğundan kolay kurtulamayacak. Filistin sorununun devamında çıkar görenler de. Bu halka, hayat ve ölüm arasındaki sınır bilincini kaybettirenlere rahat yok artık.
Yazının Devamını Oku