Ferai Tınç

Çözüm, kadınları evde bırakmak mı?

8 Eylül 2002
<B>TAYYİP Erdoğan</B>'a adaylık yolunun açılması, seçmen olarak konuşmalarına ve önerilerine daha titizlikle eğilmemizi gerektirir diye düşünüyorum. AKP'nin, iktidara gelmesi halinde başörtüsü sorununu nasıl aşacağını öğrenmiş bulunuyoruz.

Başörtülüleri kamu alanlarının dışında tutarak.

Başörtülü eşlerini resmî davetlere götürmeyeceklermiş, böylece gereksiz gerilimler yaşanmayacakmış.

Çözüm, toplumsal yaşamda kadınlardan feragat etmek mi?

Türbanlı oldukları için dışlanan kadınlara karşı ayrımcılığa, o türbanda ısrar eden erkeklerin de katılmaları ne tuhaf.

Bir kadın olarak bu durumu kabul etmem mümkün değil.

Aslında, başörtüsü meselesine akılcı bir çözüm getirme cesaretini göstermek yerine başörtülüleri, yeri geldiğinde siyasi bir konu olarak kullanmak üzere evlere tıkamak bazı çevreler için o kadar doğal ki, bunu bir çözüm olarak görebiliyorlar.

Bu çevrelerde kadının yeri zaten evi.

Ama seçimler öncesi gece gündüz çalışan, kapı kapı dolaşıp partileri için propaganda yapan türbanlı kadınların da mı söyleyecek bir şeyleri yok?

Türbanı savunmak için okullarından, işlerinden olan, toplumsal hayatın kenarında kalan kadınlar AKP'nin gerilim yaratmama formülünü benimsiyorlar mı?

Pekiyi bu nereye kadar gidecek?

Aslında bu soru bugün AKP ile ilgili esas soru. Türbanlılar da soruyorlar bunu. Nereye kadar gerilim yaratmamak için sahip çıktığımız sorunları erteleyeceğiz? diyorlar. AKP'de laikliğe karşı tehdit riski görenler de, bu geçiştirmeciliğin iktidar koltuğunda sona erebileceğini düşünüyorlar.

Öyleyse çözüm ne?

* * *

EVET ne yapalım? Doğrusu hazırda bir formülüm yok.

Türbanlı eşler resmi davetlere katılırsa ne olur?

Böyle bir sahneyi gözümün önüne getirince, olamayacağını daha iyi anlıyorum. Türkiye'yi temsil etmiyor o resim.

Dünyanın birçok ülkesindeki kadınlardan çok daha önce medeni haklara kavuşmuş olan, dini, toplumsal ve ekonomik alanda özgürlüklerle tanışmış olan Türk kadınını temsil etmiyor, örneğin bir AB Zirvesi'nde çekilen aile resmindeki türbanlı eş.

Hiçbir Orta Asya Türk cumhuriyeti böyle bir resim vermiyor.

Kaldı ki, Irak, Mısır, Suriye, Ürdün, Tunus gibi önemli Arap ülkelerinde bile protokolde eşlerinin yanında yer alan kadınlar dini inançlarını kamusal alana taşımıyorlar.

Dini tartışmalara girmek istemiyorum. Olurdu olmazdı, nerede ne yazıyor, kim ne demiş bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var, eğer AKP, 1950'lerin Demokrat Partisi'nin misyonuna soyunacaksa çizgisini berraklaştırmak zorunda.

* * *

BAŞINIZI açın demek zor bir şey. Böyle bir şeyi ben söyleyemem. Ama bir siyasi önderlik yapabilir. Nitekim MHP yaptı. Türbanlı milletvekili adayını siyaset dışına itmedi, onun yerine bir erkeği, ya da başı açık bir kadını getirme tercihi de yapmadı.

Baş örtülü kadına da siyaset yapma olanağı verdi ve onu Meclis'e taşıdı. Ama yasaların ve kuralların içinde kalarak gerilim yaratmadı.

AKP'li siyasetçiler de aynı yürekliliği gösterebilirler ve gerilimlere karşı çözümü başörtülü eşlerini evde bırakarak değil, çağdaş Türkiye resmine uygun kıyafetleri içinde protokoldeki yerlerine taşıyarak sağlayabilirler.
Yazının Devamını Oku

Bildiğin kadarsın

6 Eylül 2002
<b>BİR</B> Amerikan televizyon kanalının reklamında, dünya gündeminde yer alan sıcak olaylardan kesintileri yansıtan resimlerin altında <B>‘‘Bildiğin kadarsın’’</B> (You are what you know) yazısı göze çarpıyordu. İlan bir yıldır duvarımda asılı. Çağımızın tek tanımlayıcı değerini anımsatıyor.

Kimlerden olduğun artık önemli değil.

Atalarının başarıları seni tanımlamaya yetmiyor.

Varlığın, malın, mülkün, banka hesapların da kim olduğunu anlatmakta yetersiz. Şimdi referans bilgi.

‘‘Bildiğin kadarsın.’’

* * *

İLERLEME yarışındaki ülkeler hızla bilgiye doğru yürüyüp, ona göre örgütlenirken Türkiye'de bilgi neden bazı çevrelerde hálá korku kaynağı?

Bilgi korkusu, soğuk savaş damgalı bir alışkanlık.

Bilginin önem kazanması, sorgulama ve hesap sormayı da normalleştirir diye korkuyorlar.

Sezen Aksu'nun konserinden rahatsız olanları televizyonlarda dikkatle izledim.

Şarkılarla Türkiye'nin bölünmeyeceğini bildiklerini söylüyorlar, kimseyi dışlamak istemediklerini vurguluyorlardı. Ama böyle şarkılarla, türkülerle ya Türk milletinin gevşeme ihtimali onları tedirgin ediyordu.

Evet, sevgili okuyucularım esas korku buydu. ‘‘Ya halk gevşerse?’’ Millet dedin mi kaskatı olacak. Öyle her şeye gevşek gevşek olur demeyecek. Tabuları olacak.

Dokunulmazlıklarını tabular ve kutsal değerler üzerinde inşa edenleri de düşünmek lazım değil mi?

Oysa dil, insanın bilgiye ulaşmasındaki en önemli araç. Ana dilini iyi konuşmayan insan başka bir dili de öğrenemez, cehaletin kara batağından kurtulamaz.

* * *

BU hafta İstanbul'da düzenlenen 2002 Bilişim Zirvesi, Türkiye'nin yarına koşan yüzünü yansıtıyor. Bilgiye ulaşmanın önemini kavrayan gençlerin doldurduğu fuar alanında yeni ürünlerle tanışmanın yanı sıra çok ilginç konferansları da izleme fırsatı buldum.

İşte bir gerçek. Bilişim teknolojisine ABD'nin yaptığı yatırım Avrupa Birliği üyesi ülkelerin ortak yatırımlarından yüzde 50 fazla. Türkiye ise Avrupa'nın aday ülkelerinin bile gerisinde. Gayri Safi Milli Hasıla'da sektörün geliri binde 0.8.

Ve son bir yılda Türkiye'de küçülen sektörlerin başında geliyor bilişim sektörü. Oysa, e-Avrupa projesi ile bütünleşme sözü veren Türkiye eylem planını gelecek yıl sonuna kadar hayata geçirmek zorunda. Ortak alan paylaşımı için gerekli bir adım bu.

Dünyadaki en kritik ve öncelikli sektör haline gelen bilişim öncelik sıralamasında yerini almadıkça, istediğin kadar gevşeme, tabularına sarılıp kaskatı otur. Önüne bu tabloyu çıkartıp ‘‘Bildiğin kadarsın’’ deyiverirler adama.
Yazının Devamını Oku

Operasyon, 11 Eylül'de söylentisi

2 Eylül 2002
<B>IRAK</B>'a operasyon 11 Eylül'de mi başlayacak? Son zamanlarda bazı kulislerde, Bush Yönetimi'nin Saddam rejimini devirmek için 11 Eylül'de düğmeye basacağı söylentileri yaygın.

Washington'un bu günü seçmesinin nedeni, kamuoyunun teröre karşı duyarlılığının o gün en yüksek seviyesinde olması.

İlk kez bir Rus senatör bu dedikoduya resmi bir nitelik kazandırdı. Federal Konsey Dış İlişkiler Komisyonu Başkanı Mikail Margelov, Bush'un 11 Eylül'de harekete geçmesi olasılığından söz etti.

Kremlin'in yakın çevresinde bulunan ve Putin'in dış politikasının etkili isimlerinden olan Margelov, 11 Eylül tarihinin sadece Amerikan kamuoyu desteğinin değil, müttefik desteği için de etkili bir tarih olacağı görüşünde.

Irak'a operasyon tarihinin ne kadar gerçekçi olduğu tartışma götürür. Fakat Margelov'un açıklamasında önemli bir nokta var.

Bir süre önce Irak ile 40 milyar dolarlık ticaret bağlantısı kurarak, askeri bir operasyona karşı olduğu mesajını veren Kremlin'den ilk kez Washington'a yeşil ışık yakan bir ses yükseliyor.

Margelov geçen hafta sonunda gazetecilere yaptığı açıklamada, ‘‘Washington 11 Eylül'de harekete geçerse ABD'nin müttefikleri terörizme karşı cephenin dışında kalmak istemeyebilirler. Bu durumda Rusya da ikilemde kalır’’ diyor ve Afganistan'daki rejim değişikliğinin olumlu sonuçlar verdiğini anımsatarak, Bush Yönetimi'ni desteklememenin ‘‘pek mantıki olmayacağını’’ söylüyor.

Rusya'da Saddam rejimi askerler ve petrol çevreleri tarafından destekleniyor. Ama, Kremlin'in ibresi Washington'a kayıyor.

Son günlerde Rusya'nın Saddam muhalefetiyle de ilk kez temasa geçtiği haberleri geliyor. Üst üste konunca, Washington'un ittifak cephesinde alttan alta çalışmaya başladığı anlaşılıyor.

* * *

IRAK muhalefeti ilk kez Washington'un kararlı olduğuna inanmaya başladı. Bu ay içinde büyük bir olasılıkla Hollanda'da bir toplantı daha yapılacak. Washington bu toplantıda muhalefet içindeki farklılıkların tamamen giderilmesini istiyor. Aksi takdirde, Afganistan'daki gibi Saddam sonrası için kendisinin devreye girip yeni bir yönetim oluşturacağı mesajını veriyor.

Şimdilik, Irak Ulusal Konsey'i Başkanı Ahmet Çelebi'nin liderliğinden söz ediliyor.

Şiiler ve Kürtler, kendi özerkliklerine dokunulmadığı sürece bu çözüme soğuk bakmıyorlar.

Ancak özellikle Kuzey Irak'taki Talabani ve Barzani yönetimleri, Washington'dan Irak ve Türkiye'de dahil ‘‘bölgedeki diğer büyük güçler’’in müdahalesine karşı güvence arıyorlar.

Washington'dan resmi bir açıklama yapılmamasına karşın, Iraklı liderler son zamanlarda istedikleri güvenceyi aldıklarını söylüyorlar. Yabana atılmamalı bu açıklamalar çünkü, gerek Amerikan gerek Avrupa basınında Washington'dan gelen haberlerin olumlu olduğu söyleniyor.

Hatta Amerikan gazeteleri, Kürt yetkililere dayandırdığı haberlerde geçen hafta Amerikalı yetkililerin Kuzey Irak'ta bir üssü, kullanım koşullarını saptamak için incelediklerini yazdılar.

* * *

YAZ mevsiminin bitmesiyle birlikte Irak konusu büyük bir hızla dünya gündemine oturuyor. Geçen hafta Pazar günü, Amerikan ve İngiliz uçakları Irak'ta bir noktayı bombaladılar. Sonradan burasının bir casusluk üssü olduğu ileri sürüldü, geçtiğimiz Perşembe günü bir radar üssü hedef alındı, Cuma günü ise Amerikan Hava Kuvvetleri'ne bağlı F-15 E'ler Bağdat'ın 150 mil güney doğusundaki karadan havaya füzelerin konuşlandığı bir üssü vurdular.

11 Eylül tarihi doğru olmayabilir ama adım adım bir hava harekatının ayak sesleri gelmeye başladı.
Yazının Devamını Oku

Pazarlık

1 Eylül 2002
<b>OY</B> için pazarlık yapılır mı? Seçim öncesi tartışmalarından biri de bu. Cemaatler, ya da sivil toplum örgütleri adına oy pazarlığı yapılır mı? Neden yapılmasın?

Seçim günü, oy kullanma süresi dolar dolmaz tamamen dışlanan insanlar, birkaç yılda bir ellerine geçen bu fırsatı kendileri için en iyi biçimde neden değerlendirmek istemesinler?

Alevilerin, siyasetçilerle oy pazarlığına oturmasını işte bu yüzden çok doğru buluyorum.

Cumhuriyetçi Sanayici ve İş adamları Derneği, geçtiğimiz hafta Cem Vakfı Başkanı Prof.İzzettin Doğan'ın konuşmacı olarak katıldığı bir toplantı düzenledi.

Türkiye bir renk cümbüşü ama farklılıklara tahammülsüz sistemi yüzünden karakterine taban tabana zıt bir yaşam sunuyor insanlarına.

Türkiye'de rahat yaşayabilmenin en birinci koşulu Müslüman, Sünni, Hanefi bir Türk olmak. Bunun dışındakiler, sistemle ne kadar uyum içinde olurlarsa olsunlar farklılıklarından kaynaklanan bir sorunla mutlaka yüzleşmek zorunda kalıyorlar.

Irkçılığa karşı duyarlı bir toplum olmamıza rağmen, Batılıların Türklere karşı ayrımcı tavırlarından şikayet etmemize rağmen kendi içimizdeki ırkçılığın, ayrımcılığın farkına varmıyoruz.

* * *

ALEVİLERİN kimleri olduğunu, Aleviliğin ne olduğunu Türkiye'de solculuğun yükseldiği 60'lı yıllarda öğrenebildik. Daha önce, mum söndü hikayeleriyle yaratılan ön yargı ve düşmanlık atmosferini Aleviler, legalleşme mücadeleleriyle dağıttılar. Ama devletin bu legalleşme mücadelesinde Alevilere yardımcı olduğu söylenemez.

Profesör İzzettin Doğan, Alevi inancının laikliği güçlendirdiğini söylüyor.

Anadolu'ya ilk gelen Türk kavimlerinin Alevi olduğunu hatırlatan Prof. Doğan'a göre, laik Türkiye Cumhuriyeti modeline en sadık vatandaşlar oldukları halde Alevi inançlarına din dersi kitaplarında hiç yer verilmiyor. 'Alevilikten söz edilmemesi, İslamın bir tek yorumu olduğu noktasına götürüyor Türkiye'yi' diyor Prof. Doğan, o zaman da geniş bir kitle bir diğer geniş kitle tarafından Müslüman olarak görülmüyor. Dışlanıyor.

Demokrasiyi içselleştirmede, kafaları demokratlaştırmada karşılaştığımız zorlukların altında Aleviliğin, Alevi kültürünün devre dışı bırakılmasının hiç etkisi yok mudur acaba?

* * *

ARALARINDA görüş ayrılıkları olabilir, ama Alevilerin dün ortaya koydukları talepler paylaşılan taleplerdir. Bunlar da, sadece okullarda saz öğretilmesi ile sınırlı değildir.

Önemli olan, Alevilerin temsil olanağına kavuşmasıdır. Diyanet İşleri'nde, din kitaplarında var olmayı istemek İslamiyet'in daha doğru biçimde eğitilmesine yol açacağı gibi çocuklara, insana saygının inançlara saygıdan geçtiğini öğretecektir.

Aleviler, kendilerine verilen sözlerin bugüne kadar hiçbir parti tarafından tutulmadığını söylüyorlar. Başbakan Ecevit'in, 1997'de kendilerine verdiği söz dışında. Bu sayede artık Cem Ev'lerinin daha rahat açıldığı söyleniyor.

Şimdi pazarlık zamanı, herkesin ve her kesimin geçmiş dönemin hesabını sorup, oy pazarlığı yapacağı zaman. Bu işler şimdi yapılmazsa ne zaman yapılacak?
Yazının Devamını Oku

İspanya ve demokrasinin sınırı

30 Ağustos 2002
<b>BİR </B>siyasi partinin kapatılması Kopenhag kriterleri ile bağdaşır mı? Faaliyetine yasaların koruması altında devam eden bir partinin- süreli olsa da- kapatılması demokrasiye uyar mı?<br> İspanya'da iktidardaki Halk Partisi ile muhalefetteki Sosyalist Parti'ye göre 'Eğer söz konusu parti şiddeti, terörü destekliyorsa' kapatılması demokrasiye aykırı değildir.

Hukuk devletinin refleksi olarak kabul edilmelidir bu karar.

Bask bölgesinin bağımsızlığı için mücadele eden ETA örgütü, kısa süren ateşkes sürecinin geçen yıl bozulmasıyla yeniden terör eylemlerine başladı. Bardağı taşıran son damla ise bu ay başında, 4 Ağustos'ta meydana geldi.

Turistik St. Pola kasabasında bir bombanın patlaması sonucu biri 4 yaşında bir kız çocuğu, iki kişinin hayatını yitirmesi, 34 kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan olay büyük tepki uyandırdı. St. Pola'da sokakları dolduran binlerce kişi, 'Şiddeti savunan partiler, yasallığı hak edemezler' yazılı pankartlarla yürüdü.

Ülke terörü lanetlerken, sadece ETA'nın siyasi kolu Batasuna Partisi terörü kınamaya yanaşmadı.

Parti'nin faaliyetlerinin üç yıl süreyle yasaklanması kararına neden olan da işte buydu. Batasuna'nın terörü kınamaması, eylemi kınayamayacak kadar terör örgütüne yakın olduğunun kanıtı kabul edildi.

Terörizmin üzerine gitmeye kararlı olan ve bunun alt yapısını önceden hazırlayan İspanya Başbakanı Aznar'ın aradığı kanıttı bu.

* * *

BATASUNA'nın kapatılma kararı, tamamen yasal. Karar İspanyol Parlamentosu'nun haziran ayında kabul ettiği 'ley de partidos', partiler yasasına dayanıyor.

27 Haziran tarihini taşıyan yeni parti yasasında, terörle doğrudan ilişkisi olan ya da destekleyen partilerin kapatılması öngörülüyor.

Terörü destekleme kavramı o kadar geniş ki takıyyeciliğe hiç mi hiç olanak bırakmıyor.

Yasanın 9. Maddesine göre, bir partinin demokratik ilkeleri ihlal etmesi de kapatılma nedeni olabiliyor. Ayrıca, 'insanların hayatına ya da kişiliklerine yönelik hareketleri doğru bulan, terörist örgüt ya da şahısları destekleyen' partiler de kapatılıyor bu yasaya göre.

Bu kadarla da kalmıyor. Yasaya göre, terör suçuyla hüküm giymiş olan kişilere seçim listelerinde yer vermek, ya da bu kişilerin siyaset sahnesinde etkinliklerini sürdürmelerine yardımcı olmak, gizleyerek siyaset yapmalarına yardımcı olmak, terör örgütleriyle işbirliği yapmak, terörist eylemlerin suç ortağı olmak suç kapsamına giriyor ve bir siyasi partinin kapatılma nedenli sayılıyor.

Eylemlere siyasi destek vermek ya da, terörü önemsememek bile, kapatılmaya yetiyor.

Aznar, parti kapatmakla kalmadı, sert önlemler de aldı.

Batasuna'nın 24 milyon Euro tutarındaki mal varlığına el kondu. Bir badak biranın ücretiyle birlikte müşterilerden 'devrimci vergi' de kesen ETA ile ilişkili barlar, 'herriko tabernas'lar da sıkı takipte. Buralara polis baskınları düzenleniyor.

Baskların, siyasi ve kültürel özerkliklerinin yasal güvence altında olduğu İspanya'da demokrasinin sınırı ayrılıkçılığın başladığı yerde bitiyor.



ÖZÜR

29 Ağustos 2002 tarihli gazetemizin bu köşesinde, Hadi Uluengin'in yazısı yanlışlıkla Ferai Tınç'ın imzasıyla yayınlanmıştır. Düzeltir, yazarlarımız ve okuyucularımızdan özür dileriz.
Yazının Devamını Oku

Küresel Kore

29 Ağustos 2002
<b>KÜRESELLEŞMENİN</B> ve liberal ekonominin evrensel ve kaçınılmaz bir olgu olduğunu söyleye söyleye dilimde tüy, kalemimde mürekkep bitti. İyidir kötüdür, doğrudur eğridir, haklıdır haksızdır tartışmasına girecek değilim.

Her şey gibi burada da artının içinde eksi ve beyazın içinde siyah var.

Ve elbet benim de sivriliklere ve aşırılıklara karşı sayısız eleştirim var.

Ama hiçbir şey yukarıdaki nesnel gerçeği değiştirmez. Değiştirmiyor da...

Ve işte size, muazzam çarpıcı son bir örnek daha...

* * *

HANİ Kuzey Kore diye bir ülke var ya, babadan oğula geçen bir ‘‘kızıl hanedan’’ tarafından yönetiliyor ve yerkürenin en fakir, en despot ve de en kapalı devletini oluşturuyor.

Malum, ‘‘Rehber Yoldaş’’ Kim Cong İl'e övgü düzen bizim Maocu ‘‘aydınlıkçılar’’ türünden ultra marjinal güruhları hariç tutarsak, dünyada tek bir dostu ve tek bir seveni yok.

Nasıl olsun ki ?

Bırakın rejimin iç bünyedeki korkunçluğunu, Pyongyang oligarşisi varlığını korumak ve aç halkının önüne bir avuç pirinç atabilmek için, atom silahı şantajından gemi korsanlığına, uluslararası ilişkilerde tahayyül edilemeyecek her türlü melanete başvurdu. Hala başvuruyor.

Yeter ki hanedan devam etsin ve yeter ki Kuzey Kore evrenden tecrit yaşasın...

Fakat işte şimdi, artık orada da ancak bir yere kadar !

* * *

EVET, ‘‘sukunetli sabah’’ ülkesinin şimal cihetinde şu sıra öyle şeyler gerçekleşiyor ki, eminim, tosun Kim Cong İl'in pederi ve ‘‘kızıl hanedan’’ın kurucusu Kim İl Sung sağa sola kıvranmaktan, o lök gibi yattığı buz mumyasında erim erim eriyordur.

İlkin Kuzey Kore geçen ay, hiç umulmadık şekilde, korsan bandıra taşıyan bir muhribi durup dururken Güney Kore fırkateynine saldırdığı için Seul'den özür diledi.

Yahu n'oluyoruz, Pyongyang cürm-ü meşrut halinde yakalandığı nice olayda dahi göz göre göre inkara yeltenir ve suçu başkasına atar demeye kalmadı, haberler akmaya başladı.

Para birimi ‘‘won’’ dolar karşısında bire yedi yüz devalüe edilmiştir.

Pirincin fiyatı elli, mısırınkiyse atmış iki misli arttırılmıştır.

Bedava kamu taşımacılığına nokta konulmuştur.

Ücretliler için ise ilk kez bire yirmi dört maaş hiyerarşisi getirilmiştir.

Ve bir tarım ülkesi için en önemlisi, köylülerin toprak kiralayarak veya satın alarak özel üretime geçmesine, sonra da bu üretimi bireysel şekilde pazarlamasına izin çıkmıştır.

Sermaye çekebilmek için ‘‘gümrükten muaf bölgeler’’e öncelik verilmesi de cabası...

Sizin anlayacağınız, ‘‘yer yarılsa, gök inlese kızıl bayrağı gönderden indirmeyiz’’ diye basbas bağıran bir hezeyan devleti, çaktırmamaya çalışarak tükürdüğünü yalamaktadır.

Resmen, genel küreselleşme ve liberal ekonomi kavisine doğru rota çizmektedir.

Çünkü, gerçekler inatçıdır !

* * *

KUZEY Kore'yi kasten örnek aldım, zira yukarıda dediğim gibi, yeryüzünde ondan daha kapalı ve daha totaliter bir ülke yok. En azından ben tanımıyorum.

Ama işte gördük ve daha göreceğiz, şimdi burası da ‘‘raya oturmaktadır’’.

Çin'de olduğu gibi, ‘‘otoriter vahşi kapitalizm’’e geçilmesi bile uzak ihtimal değildir.

Ancak bütün bunlar tabii ki, küreselleşmenin ve liberal ekonominin sivriliklerini eleştirmeden ve mücadele etmeden, onları ‘‘kaderci’’ biçimde kabulleneceğiz anlamına gelmez.

Evet eleştireceğiz ve evet, mücadele edeceğiz.

Ama genel küreselleşmenin ve liberal ekonominin nesnel gerçeğini reddetmeden.

Yoksa, zavallı Kuzey Kore gibi, tükürdüğümüzü çaktırmadan yalamaya çalışırız.
Yazının Devamını Oku

Ulusalcı-mandacı bölücülüğü

26 Ağustos 2002
<b>KENDİ</B> yerlerini bağımsız tarifler üreterek belirleyecek derinlikten yoksun olanlar, ancak siyah-beyaz zıtlığına dayalı cepheleşmeler içinde yer alınca rahat edebiliyorlar. Mandacı-ulusalcı ayrımı gibi.

Solculuk ve sağcılık sınırlarının muğlaklaştığı bir dönemde, yabancı işbirlikçisi yani mandacı ve milli çıkarların savunucusu yani ulusalcı kamplaşması yaratmak, 'ulusalcı' olanların programlarını ayrıntılı biçimde açıklamalarından daha kolay tabii.

Kendisini ulusalcı kampın kurmay gücü olarak tanıtan İşçi Partisi hariç. Çünkü onlar, iktidara gelirlerse IMF ile görüşmeleri keseceklerini, iç ve dış borçlarda konsolidasyona gideceklerini, gümrük birliğinden ayrılıp, gümrük duvarlarını yeniden dikeceklerini, BM Güvenlik Konseyi'nin Irak'a ambargo kararına uymayacaklarını açıkça ifade ediyorlar.

Ama son zamanlarda aynı yaklaşım DSP için de duyuluyor. CHP'nin Kemal Derviş'in katılımıyla 'Küresel Sol' DSP'nin ise 'Ulusal Sol'u temsil ettiği tahlilleri yapılıyor.

Saadettin Tantan ise, seçimlerin mandacılarla ulusalcılar arasında geçeceğini söylüyordu.

Dünyayı anlayabilmek için biraz daha hassas ölçüm aletlerine ihtiyaç var bugün.

* * *

KÜRESELLEŞMEYİ mandacılıkla; dünyaya sırt çevirip içe kapanmayı ise ulusalcılıkla izah etmek, küreselleşmeye karşı muhalefeti tarif etmiyor.

1998 Nobel ekonomi ödülü sahibi Hintli ekonomist Amartya Sen, 'Globalleşme ve Özgürlük' adlı kitabında, küreselleşmenin yol açtığı sorunlara yine küreselleşme ile çözüm bulunacağını savunuyor.

Sen'e göre küresel gelişme büyük bir fırsat kapısı aynı zamanda. Ama gerçek bir gelişmeden söz edilebilmesi siyasi ve toplumsal özgürlüklerin gelişmesiyle mümkün. Bu da, özgürlüklerin her alanda geliştirilmesinin küresel olarak teşvik edilmesine bağlı.

Nitekim, Seattle, Melbourne, Prag, Quebec, Genova ve çeşitli konularda dünya liderler zirvelerinin yapıldığı birçok kentte ve bugün Johannesburg'da başlayacak olan Dünya Zirvesi'nde yer alan gösterilerde, yoksulların, kültürel dayatmacılığın altında kalanların talepleri haykırılıyor. Çevre sorunları insanlığın dikkatine getiriliyor.

Ama dikkat edin, küreselleşme karşıtlarının sesleri bu tip küresel gösterilerle dünyaya duyuruluyor. Küresel çözümler zorlanıyor.

* * *

ULUSLARARASI kuruluşların, bölgesel örgütlerin içinde eşitlik temelinde yer almak için dünya ile birlikte hareket etmeyi öngören siyasi programlar mandacılık olarak nitelenemez.

O zaman mandacılığın karşısına ne konuyor? Yugoslavya Devlet Başkanı Miloşeviç'in Boşnaklara ve Kosovalı Arnavutlara karşı soykırıma varan milliyetçiliği, Saddam Hüseyin'in nefes aldırmayan ulusalcılığı mı?

O ülke halklarının hırpalanmışlığını bilenlerin vereceği tek yanıt var. Kalsın.

Türkiye'yi yüz yıl öncesinin gözlükleriyle değerlendirmeye kalkan mandacı-ulusalcı ayrımı, bugünün Türkiye'sinin ihtiyaçlarının ıskalanmasına yol açacak, bölücü bir tanımdır.

Türkiye'yi küresel sistem içindeki pazarlık süreçlerinde edilgen konuma itecek olan bu kamplaşma zihniyetini aşıp, seçim tartışmalarını sorunların açıkça ortaya konduğu, çözümlerin üretildiği çağdaş bir siyasi rekabete dönüştürmek daha doğru olmaz mı?
Yazının Devamını Oku

Kürtler ve Türkler birbirine güvenmeli

25 Ağustos 2002
<B>TAM </B>altı yıl önce 31 Ağustos'ta<B> Saddam</B>'ın tankları, Kürtleri püskürte püskürte Erbil'e ilerlerken, ne Amerikalıların ne de İngilizlerin kılı kıpırdamıştı. Körfez Savaşı'ndan sonra, Saddam'ın ABD gözetimindeki güvenli bölgeye karşı giriştiği en büyük harekattı bu.

Tarih tekerrür etmiş, bölge insanı yine ölüme, yıkıma, kendi kaderine terk edilmişti.

Şimdi aynı oyun demek istemiyorum, aynı durum yeniden yaşanıyor.

Kürtlere yeni umutlar veriliyor, dengelerle oynanıyor, gerilim yaratılıyor.

Durduk yerde Türkiye ile Kuzey Irak'taki Kürtlerin arası açılıyor. Türkiye'nin tam da insan hakları ve demokrasi kavrayışının sınırlarını genişlettiği bir sırada, Kürt kimliğinin, hakları üzerine düşünülmeye başlandığı bir dönemde, 'Kürt düşmanlığı' pompalanıyor, 'Türkiye düşmanlığı' yapılıyor.

Suudi Arabistan ve Mısır'ın gerginliğini, ABD'ye destek verdiği bilinen Katar, Kuveyt ve Ürdün'ün iki arada bir derede kalışlarını, Kuzey Irak ile sınırına asker yığmaya başladığı ileri sürülen İran'ın tedirginliğini hesaba katınca, Washington'da tartışmalar yapılırken bu bölge dinamiklerinin dikkate alınmadığı anlaşılıyor.

İşin başında sergilenen bu sorumsuzluk, işin sonunun düşünülmediğini de gösteriyor.

* * *

IRAK'a müdahale kararının, ne kadar ciddi ve dikenli sorunları canlandırdığının en güzel örneği Kerkük tartışması.

Türkiye'de zaman zaman Kerkük, Musul meseleleri tartışılır. Hatta geçen yıl MHP'li Devlet Bakanı Abdülhalim Çay'ın yaptığı gibi, bu konunun çözümsüz kaldığını söyleyen siyasiler de çıkar. Ama bu açıklamalara Ankara 'resmi görüşü yansıtmadığı'nı söyleyerek mesafe koyardı.

Şimdi ise, Savunma Bakanı Çakmakoğlu'nun, Kerkük ve Musul'un Türkiye'nin ilgi alanı dahilinde olduğu açıklaması karşısında Ankara sessiz kaldı. Barzani yönetiminden gelen sert çıkışlar da bu sessizliğin sonucu.

Esasında bugüne kadar Kuzey Irak'taki özerk yönetimlerden böyle açıklamalar gelmezdi. 'Kerkük'ün, Kürdistan'ın başkenti olduğu' açıklamaları arada sırada yapılır, bas bas bağırılmazdı. Bunun netameli bir konu olduğu bilinci ile ölçülü hareket ederdi herkes.

Oysa, bugün Barzani'ye yakın çevreler, 'Siz yeni mi fark ediyorsunuz. Biz Saddam ile 1970 yılında özerklik anlaşmasını ve federasyonu konuşurken Kerkük'ü de gündemimize dahil etmiştik. Bu yeni bir şey değil' diyorlar.

* * *

SADDAM sonrası Irak'ın modeli Washington'da hazırlanınca, hayatın gerçekleri modeli etkileyemiyor. Arşivlerdeki eski defterler çıkartılıyor, herkes modelini kendi hesabına uygun biçmek istiyor.

Federal bir çözümü öne sürüp, bundan da iki devletli federal bir yapıyı tarif eden 'co- federasyon' diye söz edilmesi, Irak'ın toprak bütünlüğü konusundaki hassasiyetini defalarca dile getirmiş olan Ankara'da huzursuzluk yaratıyor.

'Washington'daki muhalefet toplantısında Amerikalı yetkililerden Irak ve Türkiye'den gelebilecek bir saldırıya karşı destek sözü alındığı' (Kurdistan Observer, Dr. Muhammed M.A. Ahmed) iddialarını doğrularcasına gerginlik tırmandıran açıklamalar ortalığı bulandırıyor.

Oysa,Türkiye de, Kuzey Irak'taki yönetimler de, hepimizin ihtiyacı olan barış ve istikrar ortamı için bulanık suda balık avlamaya kalkanların heveslerini kursaklarında bırakmakla yükümlüler.

Bunun yolu diyalogdan ve karşılıklı güvenden geçer. Başkalarının verdikleri ya da vermediklerini söyledikleri sözleri önemsemekten değil.
Yazının Devamını Oku