Ferai Tınç

Barışı kaçıranlar Sahne 1.

20 Ekim 2002
<B>ORTADA </B>oturuyorum. Sağımda yıllar önce kocası, Tunus'ta MOSSAD ajanları tarafından evde gözleri önünde öldürülen bir kadın.İntisar El Wazir. Filistin Kurtuluş Örgütü'nün liderlerinden Ebu Cihad'ın (Halil El Vezir) karısı. Filistin Yönetimi Sosyal Güvenlik Bakanı.

Solumda, İsrail Parlamentosu'nun kadın sorunları komisyonu üyelerinden Yael Dayan.

Marmara Grubu Vakfı'nın düzenlediği Türkiye ve Komşuları Kadın Parlamenterler Barış ve İşbirliği Konferansı'na katılmak için İstanbul'daydılar.

Barış için emek veren iki kadın.

Bir arada yaşamak zorunda olan iki halkın temsilcileri olan kadınları dinledikçe, barışın savaştan çok daha zor bir şey olduğunu düşünüyorum.

Yanlış bir adım, sorumsuz bir çıkış savaş sürecini şıp diye ateşleyiveriyor.

Her adım savaşa götürüyor ama barış yolu çok zahmetli.

El Vezir, ‘‘işgale son verin, bizi rahat bırakın’’ diyor, Yael Dayan ‘‘terörü durdurun’’ diye ısrar ediyor.

İkisi de barışı istiyor ama barışamıyor. Her gün ikisinin de çocukları ölüyor.

Yıllardan beri barış için birlikte mücadele eden iki kadının, vedalaşırken içi kırık sarılışlarına bakıp bunu düşünüyorum.

Çatışmaların kırgınlıklarını silmek, beyaz sayfalar açmak ne kadar zor, belki de mümkün değil.

Marifet barışı korumak.

* * *

Sahne 2

AYNI
toplantıda genç bir kadın, elinde mikrofon ‘‘Biz başardık’’ diyor. Bulgaristan Parlamentosu'nun üyelerinden Antonia Parvanova, ‘‘Türk Müslüman azınlık ile tüm sorunları çözdük. Şimdi ülkemizi birlikte yönetiyoruz. Toplumsal barış için her iki taraf da karar verdik, adım attık, olumlu sonuçlarını gördük, devam ettik ve başardık’’ diyor.

Barış zor ama varılamayacak bir hedef değil.

Önemli olan karar verebilmek. Püf noktası ise karşıdakini dinlemek, anlamak.

* * *

Sahne 3

ÜÇ
kadın bizim gazetede karşılıklı oturuyoruz.

Kadınlardan ikisi de DEHAP'lı. Esra Çiftçi, partinin basın işleri sorumlularından. Diğeri, İstanbul'dan milletvekili adayı. Kürt sorununun, terör-baskı sarmalında çözülmeye kalkışıldığı dönemin mağduru. Faili meçhul cinayet kurbanlarından Savaş Buldan'ın eşi Pervin Buldan.

DEHAP'ın, ilk üç sırada 50 kadını aday göstermesini Türkiye'de toplumsal barış ve uzlaşma açısından çok önemli gördüğünü söylüyor.

‘‘Çünkü, çatışma döneminin en büyük kurbanı kadınlar oldu. Çatışmaları başta kadınlar istemiyor’’ diyor.

* * *

BÖLGEMİZDE dolaşan savaş bulutlarının yollarımıza döşediği çatışma tuzaklarına düşmemek için, barışı kollamak ve korumak gerekiyor.

Çatışmaların kanlı yollarından geri dönmenin ne kadar zor olduğunu barışı kaçıran Filistin ve İsrailli kadınların örneği gösteriyor.

Üç sahneye bir arada bakınca, kıssadan hisse böyle çıkıyor.
Yazının Devamını Oku

Şiiler Kürtler gibi düşünmüyor

18 Ekim 2002
<b>KUZEY</B> Irak'ta bağımsız Kürt devleti kurulacak mı? <br> Irak'ın geleceği ile ilgili bilinmezleri, bu soruya indirgiyerek görmeye çalışmak yerine komşumuzun gerçekleri konusunda biraz fikir sahibi olmaya ne dersiniz?

Irak'da Kürtlerin, Türkmenlerin, Asurilerin yanı sıra Sünni ve -çoğunlukta olan- Şii Araplar da yaşıyor. Türkmenler arasında da Şiiler mevcut.

Kürtlerin talepleri ile meşgul olurken, Irak muhalefetinin önemli unsuru olan Şiilerin ne söylediklerine de kulak vermek gerekmez mi?

Şiiler nasıl bir Irak istiyor?

Iraklı Şii muhalefetin en güçlü örgütlerinin temsilcilerinden, önde gelen aydınlarına, asker ve sivil liderlerine kadar 250 Şii muhalif, iki yıl süren tartışmalar sonucu, bu soruya yanıt veren bir deklarasyon yayınladılar.

‘‘Değişik mezhep ve etnik kökenden halkın bir arada yaşadığı Irak'ta tüm sorunlar Irak'ın üniter yapısı içinde çözülecektir’’ denen deklarasyonda Şii çoğunluğun talebi üç ana başlık altında toplanıyor:

Demokrasi, ademi merkeziyetçilik, mezhep ayrımına son verecek siyasetlerin hayata geçirilmesi.

* * *

Şİİ muhalefetin açıklamasının altındaki üç imzadan birisi olan Doktor Saheb Al Hakim'e dün, yaşadığı Londra'da telefon ile ulaşarak Şii muhalefetin pozisyonu ile ilgili ayrıntılı konuşma fırsatı buldum.

‘‘Kürtler kızıyor ama biz Irak'ın Şii Müslüman halkı, federasyon istemiyoruz’’ diyor Dr. Al Hakim ‘‘Biz yerel yönetimlerin daha fazla yetki ile donatıldığı bir ademi merkeziyetçi yapıdan söz ediyoruz. Bir tek Irak vardır ve öyle de kalacaktır. Kuzeyde bağımsız devlete karşıyız. Irak'ın bölünmesini kabul edemeyiz. Zaten Türkmenler de kabul etmezler.’’

Şii muhalefet açıklamasında, Şiilerin Irak'ın ilk kuruluş yıllarında İslami Arap Devleti istediklerinin altı çiziliyor. Şu anda da Şii muhalefet İran ile yakın ilişki içinde. ‘‘Saddam sonrası İran'daki gibi İslami temellere dayalı bir rejim talebi var mı Şii muhalefetin?’’

Hayır. ‘‘Tabii ki Irak Müslüman bir ülke ama İran tipi bir rejim istemiyoruz’’ yanıtını alıyorum.

Dr. Al Hakim, ‘‘Mezhep ayrımına son verilmesi, Şiilerin özgürce inançlarını yaşayabilmeleri bizim amacımız. Herhangi bir mezhebin ya da etnik grubun bir diğerinin üzerinde egemenliğini sağlayacak bir yapılanma da istemiyoruz. Irak Şiileri olarak isteğimiz, demokratik üniter Irak.’’

* * *

YA Kerkük? Kerkük'ün Kürtler tarafından başkent ilan edilmesi muhalefetin Şii kanadında nasıl karşılanıyor?

‘‘Rüya görüyorlar’’ diyor Irak İnsan Hakları Örgütü'nün temsilciliğini de sürdüren Dr. Al Hakim ‘‘Irak'ın bir tek başkenti vardır. O da Bağdat. Kerkük, Kürtlerin, Arapların ve Türkmenlerin birlikte yaşadıkları bir kenttir. Kimsenin başkenti değil. Kerkük'ün, Kürdistan'ın başkenti ilan edilmesini kesinlikle kabul edemeyiz.’’

Son bir soru daha soruyorum: ‘‘Türkiye'de Türkmen ve Kürt muhalefetin temsilcilikleri var. Muhalefetin Şii kanadı olarak sizin Türkiye ile temasınız oluyor mu?’’

Verdiği yanıt beni şaşırtıyor. Hayır. Iraklı Şiiler ile Türkiye arasında hiçbir temas yok.

Madem Irak'ın bütünlüğüne bu kadar önem veriyoruz, neden bütününe bakmayı önemsemiyoruz?
Yazının Devamını Oku

Beyaz oy hakkı

14 Ekim 2002
<B>'BİLMİYORUM' </B>diyorum <B>'kime oy vereceğimi bilmiyorum.'</B> Kime oy vereceksiniz? Diye sorduklarında yanıtım hálá bu.

Kendilerini en iyi temsil edeceğine inandıkları bir parti bulamayan insanları, karmaşık koalisyon hesapları yaptırıp, bir tek oylarıyla koalisyon ortağı seçtirmek için debelenmeye zorlayan sistemler hap eksikli kalacak.

Aslında benim, iç rahatlığıyla oy vereceğim, 'arkasındayım' diyebileceğim hiçbir siyasi hareket yok.

Daha fazla istemediğim biri, iktidarı tek başına ele geçirmesin diye daha az istediğim biri için oyumu kullanacağım.

Pekiyi ben içimden geçeni nasıl ifade edebileceğim?

Hele irademin yansımasının kesinlikle mümkün olmadığı bir seçim sisteminde?

Milyonlarca oyun, istenen değil istenmeyen bir partinin hesabına yazıldığı bir ülkede, bu oyunda artık yer almak istemediğimi nasıl göstereceğim?

Hayır, hayır kenarda durmak istemiyorum. Oy kullanacağım. Çünkü seçime katılım oranının düşük çıkması halkın seçimlere olan ilgisizliği şeklinde yorumlanıyor. Ben ilgisiz değilim. Çok ilgiliyim.

O zaman ne yapacağım?

* * *

BAŞBAKAN Ecevit
, aktif siyaseti bırakabileceği konusunda ikinci mesajını verirken, ben de seçmen olarak ikinci bir 'muamma' ile karşı karşıya kalıyorum.

Başbakan adayları belirsiz bir seçim.

AKP lideri Tayyip Erdoğan'ın, seçimlere katılamayacağının anlaşılmasının üzerinden bunca zaman geçmesine rağmen, AKP'nin başbakan adayı hálá belli değil.

Başbakanını bilmeyen bir seçmen kitlesi, seçim politikasını kendi mağduriyeti etrafında ören bir politikacı ile karar anına hızla ilerliyor.

Oylar insanların elinde birer intikam okuna dönüşüyor.

Eğer AKP iktidara gelirse bizim başbakanımız kim olacak? Ekonomik krizden dikenli dış politika konularına, Avrupa Birliği hedefine kadar kritik konularla dolu bir gündemi kim ile göğüsleyeceğiz?

Şimdi DSP'den de aynı işaretler geliyor. Aslında geç kalmış bir açıklama neyse şimdi sorun başka, diyelim DSP'ye oy verdik kimin başbakanımız olacağını bilmiyoruz.

Saadet Partisi'nin lideri var ama, seçim kampanyasında tuhaf bir manzara çıkıyor ortaya. Esas başbakan adayının Erbakan olduğu izlenimi cilalanıyor.

Örneklere bakıyorum, demokratik ülkelerin birçoğunda başkan ya da başbakanın yanı sıra, kilit bazı bakanlıkların sorumluluğunu üstlenecekleri bile seçmen çok önceden tanıyor.

Başbakan adaylarının bile netleşmediği bir ortamda ben, yazı yazmıyor olsam şüphelerimi, tepkilerimi nasıl ifade edeceğim? En etkili vatandaşlık yetkimi, oy hakkımı kendimi ifadede kullanamayacaksam, sorumluluklarımı nasıl taşıyacağım?

* * *

FRANSA
bu sorunun yanıtını bulmuş. Fransız vatandaşları, eğer var olan partilerden ve adaylardan hiçbirisini istemiyorlarsa bir biçimde kendilerini ifade ediyorlar. Sandığa gidiyor ve orada bulunan beyaz oy pusulasının altına damga vurup sandığa atıyorlar.

Beyaz oy hakkı, emanet oylardan yararlanan politikacıların, bunları gerçek destek sanmasını önlemenin yanı sıra. Halkın siyasete doğrudan ve açık bir mesajı niteliğini taşıyor. Seçimlerde oy kullanmayanlar ile beyaz oy kullananlar arasındaki fark burada. Birincisinde vatandaş, 'seçimler beni ilgilendirmiyor' diyor, ikincisinde 'hiçbiriniz beni temsil etmiyorsunuz.'Neden bizim beyaz oy kullanma hakkımız yok?
Yazının Devamını Oku

Kadın olmasaydı kurtarılırdı

13 Ekim 2002
ESİMLERİ tek tek inceliyorum. Televizyon kanallarını tarıyorum. O sahnedeki olağanlığı bozacak bir şeyler arıyorum.Öne doğru atılan bir iki kişi, gözlerde bir nebze dehşet, elini yüzüne kapatmış bir insanın çaresizlik ifadesi gibi birkaç işaret. Yok. Bulamıyorum.Adam, bacakları arasına sıkıştırdığı kadına bıçağı sapladıkça saplıyor. Sokak izliyor. Polisler izliyor. Bir cinayet işlenmiyor sanki, bir insan öldürülmüyor, bir çocuk acı çekmiyor gibi.Resimlerde öylesine bir sıradanlık var ki tüyler ürpertici. Neden? Size söyleyeyim mi neden. Çünkü, bir kadın bıçaklanıyor. * * * SOKAK ortasında bıçaklanan bir kadının, cinnet geçiren erkeğin elinden kurtarılamamasını 'polisin yetkisi' ile açıklamak mümkün değil.Bu tartışmanın gideceği yer belli. 'Demokrasi, demokrasi dediniz, polisin pasifleşmesine yol açtınız. Alın size demokrasi.' Olayın polisin gözleri önünde yaşanması, hayatlarımızın ne kadar güvensizlik içinde olduğunun sarsıcı göstergesi ama sorun sadece bununla bitmiyor. Daha doğrusu buradan başlamıyor.Sorun, kadına bakış açısından kaynaklanıyor.Aile anlayışından doğuyor.Eğer, olay bir intihar girişimi olsaydı, kadın herkesin gözleri önünde kendisini bıçaklamaya kalksaydı, bu kadar hareketsiz kalınır mıydı?Kalınmazdı. Kadın, erkeğin bacakları arasında olunca iş değişiyor. Tepkiler hantallaşıyor.Şiddet, kadına ve çocuğa yönelik olunca, hele de aile içi bir hikaye yaşanıyorsa, olağan kabul ediliyor. Bilinçaltı sünger gibi emiyor. Kusmuyor, rahatsız etmiyor, tepki vermiyor. 'Sokağa taşan aile içi sorun' olarak kabul edildiği için polis olayla 'başkasının ırz ve canına vuku bulan ve başka suretle defi mümkün olmayan bir taarruzu önlemek için silah kullanılabilir' diyen 2559 sayılı madde arasında hemen bağlantı kuramıyor. O gün Adana'nın, yoksul bir mahallesinde, bin bir türlü nedenden ötürü, patlak veren bir cinayet girişimini polislerin-uzaktan değil-böylesi bir uzaklık içinde seyretmelerinin ardında, kendi yakınları olan kadınlara bakışlarının hiç mi payı yok?* * * İŞTE bu yüzden kadın meselesi çok önemlidir. O, bir gecede parlamentodan geçirebilmeyi başarmamıza rağmen bir türlü hayata geçiremediğimiz demokrasi, insan hakları yasalarının bir insanlık yolu olduğunu içimize sindirmemiz, kadın meselesinin önemini anlamadan mümkün değil.Zihniyet devrimimizin ilk adımı, tarihin en eski iktidar mücadelesinin sonucu varılan kadın-erkek eşitliğinin anlamını kavramakla atılabilir ancak. İşte bu yüzden siyasetten medyaya kadar her alanda daha fazla kadının ortaya çıkması, vitrinlerde eteklik sayısının artması için değil, kadın bakış açısının hayata yansıması için, ilişkilerde eşitliğin içimize sindirilmesi için, insana önem, cana değer vermeyi öğrenmek için gereklidir.
Yazının Devamını Oku

Avrupa'dan tarih almak yetmez

11 Ekim 2002
<b>AVRUPA </B>tarih veriyor mu vermiyor mu?<br> Avrupa'nın strateji raporunu yayınlamasıyla birlikte bu içi boş bir slogan haline geldi.

Avrupa Birliği Aralık ayında Kopenhag Zirvesi'nde ‘‘Türkiye ile üyelik görüşmeleri 1 Ocak 2003'de başlayacak’’ dese çok memnun olacağız. Çok yanlış.

Çünkü tarih, bundan böyle kendi başına anlam taşımıyor.

* * *

AVRUPA Birliği'nin genişleme sürecine, öncelikle alınacak on üye arasında Kıbrıs'ın bulunduğunun açıklanması her şeyi değiştirdi.

Bu bir sürpriz değil. Ama Kıbrıs'a tam üyelik tarihi resmen verildi.

Kıbrıs'ın üyeliği Polonya, Macaristan ya da diğerleri gibi bir üyelik olamaz.

Brüksel'in bu farkı belirtmeden Türkiye'ye tarih vermesinin anlamı kalmaz.

Çünkü, Avrupa Birliği'nin 1981 tarihli belgelerinde Yunanistan'ın üyeliği ile ilgili olarak düşülen rezervlere uyulmadığını Türkiye kendi deneyimleri ile yaşadı.

Bu belgelerde, Yunanistan'ın AT üyeliğini Türkiye aleyhinde kullanamayacağı yer alıyordu. Ama sonra ne oldu?

Türkiye-AB ilişkilerinde Yunanistan her zaman veto kozunu kullandı. Brüksel'e taahütler hatırlatıldığında ise ‘‘Ama Yunanistan bizim üyemiz’’ yanıtı alındı.

Eğer Kıbrıs'ın üyeliğinin her hangi bir sorunu çözeceği sanılıyorsa Brüksel yanılıyor. Avrupa Birliği, Türk-Yunan sorunlarının çözümü için olumlu bir platform hiçbir zaman yaratmadı. Tam tersi, Atina'nın elinde Türkiye'ye karşı kullandığı bir koz haline geldi.

Aynı imtiyazın Kıbrıs Rum yönetimi'ne de verilmesi Türkiye-Avrupa ilişkilerinde ciddi sorunlara neden olacaktır.

Kıbrıs'ın üyeliğinin hiçbir şekilde Türkiye'ye karşı kullanılamayacağı ve eksikli bir üye olacağı mutlaka belirtilmeden, tarih verilmesinin de bir değeri kalmayacaktır.

* * *

AB'nin ilerleme raporunda maddi hatalar var, AB Genel Sekreterliği'nin bunları en kısa zamanda Brüksel'in dikkatine sunmak için bir çalışma başlattığını öğrendim. Ama kriterlere uyum konusunda Türkiye'nin geride kaldığını gösteren doğru olan saptamalar da var.

Kopenhag Zirvesi'ne kadar önümüzdeki süreyi iyi değerlendirmek için üç önemli adım var önümüzde.

. İlerleme raporundaki maddi hataların düzeltilmesi;

. Kophenhag kriterlerine uyum konusunda Türkiye'nin kararlı olduğu mesajının, baraj sorunu olan hükümet ortakları dışındaki Avrupa yanlısı partiler tarafından da, Brüksel ile sürekli temas kanalı yaratılarak verilmesi;

. Kıbrıs konusunun, Türkiye için tarih almak kadar önemli olduğunun çok net ve açık biçimde Brüksel'in dikkatine getirilmesi.

Avrupa'nın olduğu kadar bizim de söyleyecek sözümüz var. Ama önemli olan öfkesiz, ağır başlı samimiyet üslubunu tutturmak.
Yazının Devamını Oku

Irak ve demokrasi

7 Ekim 2002
<B>IRAK</B>'ın kuzeyinde istikrara yönelik uzlaşma adımının atılmasını, bölge demokrasisi açısından olumlu bir gelişme. Dünkü yazımı da bu konuya ayırmıştım, bugün devam etmek istiyorum. Çünkü <B>Saddam</B> sonrası Ortadoğu'yu bekleyen sorunlar ve değişim süreci Türkiye'yi de yakından ilgilendiriyor. ABD Başkanı Bill Clinton'ın Türkiye'yi ziyaretinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde yaptığı konuşmayı anımsıyor musunuz? Clinton o konuşmada, '20. Yüzyıl Osmanlı İmparatorluğunun dağılmasının yol açtığı sorunların çözümüyle geçti' demişti.

Irak da bir yirminci yüzyıl sorunu.

Petrolün bekçiliği görevi verilen diktatörlükler, yeni yüzyılın koşullarına uymuyor. Küreselleşmenin şeffaflık ve demokrasi esnekliği gerektiren sorunlarının önünde engel teşkil ediyor.

Bölgenin en büyük petrol rezervlerini elinde bulunduran Irak'ın, kendi çıkarlarını uluslararası çıkarlar ile kucaklaştıracak bir yönetime kavuşması, ileride çıkacak olan sorunların derinleşmeden çözümünü için gerekli görülüyor.

* * *

SADDAM sonrasına ilişkin senaryo tartışmaları -her gün yenileri eklenerek- sürüyor. Ama gözle görülen tek somut adım Kuzey Irak'taki gelişme. Birbirleriyle ezeli rakip olan iki Kürt liderinin, Washington'un çabaları sonucu el sıkışmaları ve bölgesel özerkliği güçlendirecek parlamentonun çalışmalarına yeniden başlaması, Saddam sonrası döneme hazırlığın ilk adımları.

Bu hazırlık, yeni dönemde Irak'ta yapılanmanın federal bir temele dayanacağının da göstergesi. Zaten ülkenin nüfus yapısı gereği, Irak'ın önümüzdeki dönemde karşılaşacağı ekonomik ve sosyal sorunların merkezi bir yönetim tarafından, ancak güçlü yerel yönetimlere dayanarak çözümlenebileceğini gerçeğini ortaya koyuyor.

Tüm iktidarı elinde tutan bir aşiretin, diğerleri üzerinde uygulayacağı baskı ile bir ülkeyi yönetebilmesi artık mümkün değil. O, 20. Yüzyıl modeliydi. Şimdi yeni modeller zamanı.

Demokrasi ve demokratik çözümler olmadan, Ortadoğu'nun ikinci en büyük petrol rezervlerinin güvenliğini sağlamak imkansız. Aksi, dış güçlerin sert rekabetinin yaşanacağı sürekli istikrarsızlık anlamına gelir ki başta ABD, bugünkü dünya düzeninin çıkarlarına ters düşer.

Ancak, etnik temele dayalı federal bir çözüm de, bu kadar çok etnik grubun çıkarlarının iç içe geçtiği bir coğrafyada önceden tahmin edilemeyecek büyük karışıklıklara yol açabilir.

Radikalleşmeyi ve terörizmi besleyecek olan bu karışıklık ortamını kim ister ki?

* * *

KUZEY Irak'taki gelişmenin bence eksik yönü, çok renkliliğinin eksikliği. Türkmenlerin, Asurilerin ve Arapların bu parlamentoda temsil edilmeyişlerini, sadece sayısallığa bağlamak çok yanlış.

Yoksa bu çalışmaların Irak'da yeni bir döneme hazırlık olduğu unutuluyor mu?

Öyle değilse, bu girişim sadece Kürtlerin başlarının çaresine baktıkları bir çalışma olmamalı. Tüm Irak halkı, bu hazırlığın içinde yer almalı.
Yazının Devamını Oku

Kuzey Irak'ta demokrasi adımı sevindirmeli

6 Ekim 2002
<b>KUZEY</B> Irak'ta bugün gelinen noktada Türkiye'nin de katkısının bulunduğunu unutmamak ve unutturmamak gerekir.<br> Kürdistan Yurtsever Birliği Başkanı Celal Talabani, Irak Kürdistan bölgesi parlamentosunu açarken yaptığı konuşmada ABD ve İngiltere'nin yanı sıra Türkiye'ye de teşekkür ederken bu gerçeği dile getiriyordu.

Eğer Cuma günü, Kuzey Irak'ta Kürtler arası barış sağlandıysa bunda Türkiye'nin de payı vardır.

Üstelik Türkiye'nin rolü, sadece Kuzey'de güvenli bir bölge oluşturulmasıyla sınırlı değildir.

Türkiye, Barzani ve Talabani arasında patlak veren silahlı çatışmaya son vermek, bölgede barışı sağlamak için 1996'da Ankara sürecini başlattı.

Türkiye, ABD ve İngiltere'nin de hazır bulunduğu ve Ankara'da yapılan toplantılar sonucunda Talabani ve Barzani arasında ateşkes sağlandı.

Bölgenin kaderi ve geleceğinin kararlaştırıldığı bu toplantılarda, Türkmenlerin de masaya eşit taraf olarak oturması sağlanırken, barışın bozulmaması için Türkmenlerden oluşan Ateşkes İzleme Gücü kuruldu.

Bu hatırlatmayı neden yapıyorum?

Çünkü bugün, bağımsız Kürt devletine ilk adım olarak lanse edilen Irak Kürdistan bölgesi parlamentosu, Talabani ve Barzani arasındaki çatışmanın sona ermesi sayesinde yeniden faaliyete geçebilmiştir. Ve Türkiye, bu barışın sağlanması için bundan altı yıl önce yoğun çaba harcamıştır.

Dün barış sağlansın, bölgede bir düzen kurulsun diye uğraşırken, bugün kurulan düzenden rahatsızlık duymak tutarlılık mıdır?

Bölgedeki otorite boşluğunun PKK'ya yaradığını söyleyen ve bundan sürekli şikayetçi olan Türkiye değil midir? Türk ordusunun bölgedeki operasyonlarının gerekçesi olarak otorite boşluğu gösterilmemiş miydi?

Talabani ile Barzani'yi barıştırmak için Türkiye uğraşmadı mı?

* * *

ERBİL'de oy birliği ile kabul edilen Washington anlaşmasının, Ankara sürecinin bozulması yüzünden ortaya çıkan ve federal çözümü öngören bir anlaşma olduğunu gözden kaçırmamak gerekir.

Türkiye Ankara sürecini devam ettirebilseydi belki yeni bir sürece gerek kalmayabilirdi.

Tabii burada önemli bir ayrıntıyı da anımsamakta yarar var. Ankara'nın barış girişimi sırasında siyasilerin denetiminde olan Kuzey Irak politikasında zamanla askerlerin ağırlığının artması, daha sonraki hükümetlerin Ankara sürecinde ısrarlı tavrı koruyamamalarının önemli nedenlerinden biridir.

* * *

TÜRKİYE'ye soğukkanlılık yakışır.

Önceki gün Kuzey Irak'ta Parlamento açılışını bağımsız bir devletin ilk adımı olarak yorumlayanlar, bunun öyle olmasını isteyenler vardır. Bunu görmek için internette Kürtlerle ilgili sitelere ve bazı yayınlara şöyle bir göz atmak yeterli.

Özellikle Avrupa'da yaşayan ve uzmanlık alanları ırkçı Kürtçülük olan bazı aydınlar arasında, bağımsız Kürdistan kurulması için Talabani ve Barzani'yi ABD ile yazılı anlaşma imzalamaya çağıranlar bile var.

Ama bu çevrelerle, onların maceracı isteklerine karşı koyabilecek tek mahalli güç olan Talabani ve Barzani yönetimlerini bir tutmak ve Kuzey Irak'ta her kıpırtıyı yüreği ağzında izlemek doğru değil.

Irak'ın kuzeyi demokrasiye ilk adımlarını atıyor. Üstelik Türkiye'nin de yardımıyla. Bu, Türkiye için sevindirici bir gelişme olmalıdır. Çünkü orada bizim vatandaşlarımızın akrabaları, Kürtler, Türkmenler ve Asuriler yaşıyor.

Bizim eleştirilerimiz, bir etnik grubun diğerini asimileye yeltenmesi noktasında yoğunlaşmalı.

Bölgede bağımsız bir Kürt devletinin kurulamayacağını, Washington dahil aklı başında herkesin görmesi gerekir.
Yazının Devamını Oku

Bush bastırıyor muhalefet artıyor

30 Eylül 2002
<B>HERKES</B> <B>Saddam Hüseyin</B>'in kötü bir yönetici, güvenilmez bir komşu olduğunu düşünüyor, ama<B> Bush Yönetimi</B>'nin tek taraflı kararlarıyla Irak'a karşı savaşa sürüklenmeyi istemiyor. Bu, 'ya benden yanasınız, ya da düşmandan' tavrı tepki uyandırıyor. Tepkinin de ötesinde ürkütüyor.

Fransa'nın tanınmış politikacılarından eski savunma bakanı Jean-Pierre Chevenement, Marmara Vakfı'nın düzenlediği 5. Avrasya Zirvesi'nde Cumartesi günü yaptığı konuşmada, Başkan Bush'un Birleşmiş Milletler'i devreye sokma çabasını, gerçek bir ortak hareket isteğinden çok, 'BM Güvenlik Konseyi'ni' daha önceden açıklanmış bir 'savaşa alet etme' arayışı olarak yorumluyordu.

Haksız da değildi.

Irak'a denetçilerin geri dönmesiyle ilgili karar tasarısına Amerikan Yönetimi'nin kabul edilemeyecek yeni koşullar eklemekteki ısrarı herkese aynı şeyi düşündürüyor doğrusu.

Washington her fırsatta müttefiklere danışmadan adım atmayacağını söylüyor ama müttefikler, Washington'un her adımında kendilerini biraz daha fazla dışladığı hissine kapılıyorlar.

BM kararlarını uygulamadığı için Irak'a askeri müdahaleye hazırlanan Washington Yönetimi'nin, kurallar ve kurumları hiçe sayarak dünyayı sonu bilinmeyen bir maceraya sürüklediği inancı giderek artıyor.

Kaldı ki, BM Güvenlik Konseyi kararlarını uygulamayan sadece Saddam mı? Bunu, Saddam'ın uluslararası kamuoyunun çağrılarını on yıldan beri hiçe saymasını onayladığım için söylemiyorum, ama Ermenistan'ı işgal ettiği Azerbaycan topraklarından derhal geri çekilmeye çağıran kararlar ne oluyor?

Onlar uyulması gerekmeyen BM kararları sınıfından mı? Çifte standart oldu mu, böyle kritik anlarda insanları ikna etmek daha da zorlaşıyor.

Bush bastırıyor, muhalefet artıyor.

* * *

BÖYLESİNE
güçlü bir muhalefetin Bush Yönetimi'ni kararından caydıramayacağı açık, ancak muhalefet de şu anda sadece karşı koymakla kalıyor. Etkili biçimde devreye giremiyor.

Çünkü, Türkiye de dahil Avrupa, Rusya, Çin gibi etkili güçler bir yandan -haklı gerekçelerle- savaşa karşı çıkıyorlar öte yandan Saddam Yönetimi'nin ambargoları delmek için sağladığı her türlü maddi olanaktan sonuna kadar yararlanmayı sürdürmek istiyorlar.

Petrol arama ve üretim hakları, ticari öncelikler, ihale vaatleri gibi ayrıcalıklardan vazgeçmeyi kimse göze almıyor. Yaptırımları delenler, Saddam'a 'yaptırımlara uy' çağrısını yapıyorlar. O da 'tamam uyuyorum' diyor.

Böylesine derin bir sorunu, bu kadar üstün körü bir yaklaşımla çözmek mümkün değil. Savaşa karşı olanlar eğer samimiyseler ve kendi çıkarları için şu anda Washington ile derin pazarlıklar peşinde değillerse, Saddam Hüseyin'e karşı net tavır almak zorundalar.

* * *

BU savaşı önlemenin tek yolu Bush Yönetimi'nin başına buyrukluğuna karşı çıkıldığı gibi, Saddam'a da aynı kararlılıkla 'yeter' demekten geçer.

Saddam'ın yabancılara sağladığı maddi ayrıcalıklar, aslında Irak halkına ait olan kaynakların bir diktatörlüğün devamı için bol keseden dağıtılmasından başka bir şey değildir.

Bugün Irak halkının sefaletinden sorumlu olan sadece BM ambargoları mı? Saddam Yönetimi'nin demokrasi, insan hakları ve en ufak muhalefete geçit vermeyen baskı rejiminin hiç mi etkisi yoktur bu sonuçta?

Savaşı engellemek için Irak Devlet Başkanı'nı da durdurmak gerekiyor. Savaşa karşı olmak, Saddam Hüseyin'e net biçimde artık kenara çekilme zamanının geldiğini, demokratik adımların atılması gerektiğini, kendisiyle bu koşullarda iş yapmanın mümkün olamayacağını açıkça, dostça söylemek ve tavır göstermekle gerçekçilik kazanır.
Yazının Devamını Oku