Ferai Tınç

Madem Kürt sorunu var o zaman çözmeliyiz

14 Ağustos 2005
‘VATANDAŞI kömürsüz bırakmadık, ücretsiz kitap dağıttık, 2 katrilyon 319 trilyon lira harcadık...Daha ne istiyorsunuz?’ demiş olmasını bir kenara bırakıyorum.İktidar koltuklarında, muhalif seslere tahammül kolay birşey değil. Bilgelik işi. ‘Bedavacılığa alışmayın’ derken ses tonundaki ‘Ali kıran baş kesen’ tarzını da üslubuna veriyorum. Bana yabancı ama, bunu seven de var. Bunları bir kenara bırakmak ve Başbakan Erdoğan’ın Diyarbakır ziyaretinin bir fırsat haline dönüştürülmesi için neler yapılabileceğini tartışmak istiyorum. Yoksa, Demirel’in Kürt realitesi, Yılmaz’ın Avrupa Yolu Diyarbakır’dan başlar açıklamaları gibi bu üçüncü adım da bir taktik, siyasi bir şov olarak kalabilir. Diğerleri gibi bu girişim de, ‘askerler yaptırmıyor, terör izin vermiyor’ gerekçelerine sarılıp birşey yapmama mazeretine kılıf olarak kalır. Hayır. Bu ziyareti bir başlangıca dönüştürmek zorundayız. Siyasi iktidar, Başbakan’ın ağzından kabul ettiği Kürt sorununa çözüm bulmak için uygulanabilir ve sürdürülebilir politikalar üretip hayata geçirmekle yükümlüdür artık.Yoksa, çok kısa zamanda ‘üç yıldan beri neredeydiler?’ diyenlerin sesleri daha gür çıkmaya başlar. Bedava kitap ve kömür dağıtımı gibi taşıma suyla değirmenin dönmediğini söyleyenlerin sayısı ve Başbakan’ın meydanlarda duymaktan pek haz etmediği muhaliflerin sesleri artar. Bu arada ben de bölgeye giden katrilyon ve trilyonların hangi politikalara uygun olarak ve nerelere harcandığını sormak isteyebilirim. Ve tabii ki, bu kadar paranın neden bölgede hiçbir değişiklik yaratamadığını merak edebilirim. Başbakan’ın ziyareti sırasında çözüm vaat ettiği Diyarbakır’ın uzun yıllardır devam eden içme suyu sorununun, neden üç yıldan beri çözümlenemediğini kafaya takabilirim. Vergilerinin nereye gittiğini bilmek isteyen başka meraklılar da çıkar kuşkusuz. *** BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan, Diyarbakır’da yaptığı konuşmada, PKK’nın saldırılarına son vermesi çağrısında bulunmadı ve askeri operasyonlardan söz etmedi. PKK’ya yakın bazı çevreler, konuşmada bu unsurların bulunmamasını yadırgadıklarını söylediler. Erdoğan’ın kararı doğruydu. Çünkü Başbakan, PKK’ya değil halka seslendi. Zaten, bugüne kadar Kürt meselesinin demokratik çözüm çerçevesini çizecek bağımsız bir siyasi hareketin olgunlaşamamış olmasının nedeni, PKK’nın Kürt siyaseti üzerindeki ipoteği değil mi? Ayrıca bir başka yeni gerçek daha var. Irak’taki savaşla birlikte PKK artık Türkiye içinde değil İran, Irak ve Suriye’de örgütlenmesini derinleştirmeye uğraşan, bölgeyi karıştırmak için beslenen bir terör örgütü halini aldı. Birinci Irak savaşından beri öyleydi ama bu durum daha kurumsallaştı. Böyle bir örgütün Türkiye’yi ilgilendiren ulusal bir meselenin çözümü için ulusal bir önerisi olabilir mi? Kürtlerin başka hiçbir derdi yokmuş gibi, örgütün başındakiler için koşulsuz affa öncelik vermelerinden de bu anlaşılmıyor mu? O nedenle, Türkiye’nin Kürt sorunu terörizme karşı mücadele çerçevesinde ele alınmamalıdır. Terörle mücadele bir güvenlik sorunu olarak sürerken, bizim önceliğimiz çözüm siyaseti üretmek olmalıdır. Bunun ilk adımı da, gerçekten demokratik bir tartışma ortamının sağlanmasıdır. Teröre özendirmedikçe, şiddete çağırmadıkça her türlü öneri ve fikri tartışabilmeliyiz. Hükümet, bu ortamı sağlamak, önlemlerini almak zorunda. Tartışmak çözüm mü? Tabii ki değil, ama bir adım. Bu arada hükümet de hiç vakit kaybetmeden, sadece ekonomik değil, ama çok boyutlu rehabilitasyon politikaları geliştirmek için kolları sıvamalıdır. Örneğin atılacak adımlar, köye dönüş gibi olmalı. Orada hayatı yeşertemedikten sonra evi onarmışsınız neye yarar?
Yazının Devamını Oku

Alt alta üç haber

12 Ağustos 2005
<B>BAZEN</B> yoruma bile gerek kalmaz. <br><br>Bugün size, bu hafta içinde değişik yayın organlarında yayınlanan üç haberi art arda, aktaracağım. İlk haber, 6 Ağustos cumartesi akşamı Flash TV’de yayınlandı. Hulki Cevizoğlu’nun hazırlayıp sunduğu programda Bülent ve Rahşan Ecevit vardı.

Cevizoğlu, ‘Başbakanlığınız döneminde Abdullah Öcalan Türkiye’ye getirildi. Aynı zamanda bu konuda pazarlıkların yapıldığı söylendi’ sözleriyle başladığı soruya Ecevit’ten gelen yanıt çok ilginçti.

‘Amerikalıların Apo’yu niçin teslim ettiklerini kimse bilmiyor’ dedi Ecevit ve devam etti, ‘...O zaman MİT’in başında bulunan Şenkal Atasagun beni ziyarete geldi ve kendilerine CIA’dan çağrı geldiğini belirtti, ‘eğer kabul ederseniz bunu size uygun bir yerde ulaştırmaya çalışacağız’ dedi.’

Haber ertesi gün basında geniş yer bulmadı ama üç gün sonra Washington’dan yanıt geldi.

***

İKİNCİ
haber, ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi ve Amerikan Dışişleri’nin etkili diplomatlarından Marc Grossman, Milliyet Gazetesi’nin Washington Temsilcisi Yasemin Çongar’a yanıtıydı.

Grossman, ‘Öcalan’ın yakalanmasına biz çok çalıştık’ diyordu. Ama Türklerin de katkısı bulunduğunu, Öcalan’ı Amerikalıların yakaladığını düşünmenin doğru olmadığını belirtiyordu.

Grossman, açıklamalarına şöyle devam ediyordu:

‘Türkiye, Şam’dan çıkmasını sağlayınca Öcalan kaçmaya başlamış, yakalanıp adalet önüne getirilmesi imkanı doğmuştu. Biz de, Öcalan’ın peşine düşmeyi ve yargılanmasını sağlamayı ahlaki görevimiz saydık, yakalanması yönünde elimizden geleni bunun için yaptık. Bir gün şu ülkede ertesi gün başkasında olduğu haberlerinin geldiği günlerde, izini sürmek, nerede olduğunu tespit etmek ve bunu belirleyince de Türk hükümetinin onu tutuklayıp yargılayabilmesini sağlamak için çok çalıştık...’

‘Türklerin onu sağ yakalaması, yargılaması, mahkemede gözlemciler bulundurması ve şimdi de cezasını çektirmesi azımsanmayacak önemde bir başarıdır.’

Bu iki haberi okuyunca ister istemez insanın aklına şu soru geliyor. Dün terör örgütü liderini yakalayıp teslim etmiş olan ABD, bugün Kuzey Irak’taki PKK varlığı karşısında neden hareketsiz kalmaktadır? Resmi yanıtlarını artık ezbere biliyoruz ama bunun ardındaki gerçek düşünce ne olabilir?

***

İŞTE üçüncü haber.

Son bir aydan beri İran’ın Kürdistan bölgesinde halkla silahlı kuvvetler arasında meydana gelen ve artarak devam eden gösterilerle ilgili olarak Fransız haber ajansı AFP’nin, 8 Ağustos tarihli haberi.

Bölge vali yardımcısı Abbas Hurşidi’nin açıklamalarının yer aldığı haberde, ‘Pazar akşamı Türkiye sınırına yakın Jermibetkar karakolu saldırıya uğradı. Dört asker şehit oldu. Saldırı büyük olasılıkla, PKK ile ilişki içinde olan silahlı ‘İran Kürdistan’ında Özgür Yaşam PEJAK ‘ adlı silahlı grubun üyeleri tarafından düzenlendi... PEJAK, Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı İran’ın kuzeyinde son günlerde ortaya çıkan silahlı bir grup.’

Böyle diyor açıklama.

***

BU
üç haberi alt alta koymak yoruma gerek bırakıyor mu bilmiyorum.

Yaşadığımız bölge yeniden biçimleniyor. Bu süreçte kullanılanlar değil, geleceği çizenler arasında olabilmek Demokratik Türkiye projesinin üzerinde kafa yormakla mümkün.

Başbakan Erdoğan’ın bugün Diyarbakır’da vereceği mesajlar, umuyorum bu yönde bir başlangıç olur. Devamı gelir.
Yazının Devamını Oku

Barış hayali popülizmi

8 Ağustos 2005
<B>BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan,</B> Diyarbakır’ı ziyaretinden önce, şiddete karşı çıkan bir grup aydınla görüşme kararı aldı. Bu, karar, terörle mücadele için ciddi bir siyasi alt yapı hazırlığından sonra alınmışsa, kalıcı bir başlangıç olabilir. Umuyorum öyledir.

Yok, eğer 1996’da zamanın Başbakanı Erbakan’ın, İsmail Nacar ile yaptığı gizli görüşmeye benzerse, anlamı yok.

O buluşmanın, ‘hükümet bir şeyler yapıyor’ izlenimi vermek için taktik bir adım olduğu kısa zamanda ortaya çıkmıştı. Çünkü gizli görüşme, biter bitmez hükümet tarafından basına sızdırılmıştı.

Dün İsmail Nacar’dan 3 Ağustos günü gerçekleşen buluşmayı dinledim.

‘PKK ile ilgili görüşmek üzere Erbakan beni çağırdığında, asker ve istihbarat da dahil devletin tüm kurumlarıyla temas ederek bir politika belirlediğini düşünmüştüm. Ama kendisiyle görüştükten sonra hiçbir kurumla ve siyasi parti ile teması olmadığını anladım. Biz sorunu çözmek istiyoruz ama bizi bırakmıyorlar mesajı vermek istiyordu aslında.’

* * *

DÜN Nacar’ı dinledikten sonra, IRA örneğine bir kez daha göz attım.

Biliyorsunuz, IRA silahları bırakma kararı aldı. IRA’nın bu karara varmasında neler etkili oldu? Nasıl bir yöntem izledi Britanya Hükümeti?

Evet, her durumu kendi koşulları içinde değerlendirmek gerekir ama koşullar ne kadar farklı olursa olsun, her deneyden çıkartılacak dersler vardır.

İlk önemli unsur şu.

IRA’nın silah bırakma kararı, Kuzey İrlanda’da bütün siyasi parti ve gruplar arasında sürmekte olan diyalogun sonucunda gerçekleşti.

Kimse dışarıda bırakılmadı. Tabii, bu sürecin Britanya devletinin politikalarından bağımsız, Blair’in ayaküstü kararıyla olmadığı da, herkesin bildiği gerçek.

İkinci nokta ise, bugün Kuzey İrlanda’daki barış sürecinin güvencesi olan diyalogda, IRA’nın siyasi kanadı Sinn Fein’in çok önemli rol oynadığı gerçeği.

Ancak bir ayrıntıya dikkat çekmek istiyorum. Çünkü bu da, gelişmelerdeki en etkili unsurlardan biri oldu.

Sinn Fein, yıllardan beri hareketin silahlı kanadı olan IRA ile arasına kesin çizgi çekmişti.

Bu tavır, IRA içinde bölünmelere yol açtı, sonunda şiddete tapanlar yalnız kaldı ve siyasi mücadeleye ağırlık verme kararı alındı.

Bu çok önemli, İspanya örneğine bakarsak ETA’nın siyasi kanadı olan Batasuna, silahlı kanat ile arasına mesafe koyamadığı için yasaklı.

Bugün Bask Parlamentosu’nda ayrılığı savunan ama şiddete baş vurmayan partiler varken Batasuna seçimlere giremedi. Çünkü Batasuna’nın ETA ile ilişkisi kanıtlandı.

ETA ile diyaloga hazır olduğunu söyleyen Sosyalist Zapatero Hükümeti, Batasuna’yı muhatap kabul etmiyor.

Oysa, IRA örneğinde gördüğümüz gibi barış sürecini başlatacak diyalog ancak tarafların tümünün katkısıyla mümkün.

Diyalog için silahları bırakma, İngiltere’de olduğu gibi İspanya’da da ön koşul.

Hatta bu da kalıcı barış için yeterli değil.

IRA’nın kararından sonra yapılan tartışmalardan anlaşıldığı kadarıyla bundan sonra üzerinde durulacak nokta, kalıcı barış için örgütün kendini fesh etmesi.

11 Eylül sonrası teröre, gerekçesi ne olursa olsun, tolerans sıfır.

* * *

TERÖRE karşı siyasi yol haritasının başarılı olması, toplumsal uzlaşmaya bağlı.

Böyle bir uzlaşmayı sağlamanın hiç de kolay olmadığını görmek için, yüzyılı aşkın bir zamandır süren Kuzey İrlanda örneğine bakmak yeter.

Kalıcı barış hepimizin hayali. Bu hayalin popülizmi yapılmamalı.
Yazının Devamını Oku

Troya’ya gün doğuşunu şenelttik

7 Ağustos 2005
<B>DÜN</B> sabah karanlığında evden çıkıp, kararlaştırdığımız kıyıya hızlı adımlarla gittim. İnsanı sokaktan kopartmayan düz ayak, ada evlerinin çiçekli kapı önlerini bir solukta geride bırakıp, sahile indim. Bozcaada Kalesi’nin arkasında, Troya’ya bakan o düzlükte, insanlar toplanmıştı bile.

Haluk Hoca’nın (Şahin) başlattığı ve gelenekselleştirdiği İlyada okumalarının dördüncüsü için herkes oturmuş, sessizlik içinde, güneşin doğmasını bekliyordu.

İlk kızıllık Kaz dağlarının ardından Troya ovasını, denizi ve Bozcaada’yı aydınlatmaya başladığında, şair Kemal Özer’, İlyada’yı geçen yıl bıraktığımız yerden okumaya başladı.

O an, geçmişle aramızdaki el değmemiş durgunluğu bozan şey, balıkların ara sıra su üstündeki seyirtmeleriydi. Tankersiz, mazotsuz, kirliliksiz günlerdeki gibi.

Güneş yükseldiğinde okumayı bıraktık. Ada’nın rahatlatıcı havasında bir çardağın altında sohbet başladı.

***

‘ŞAİRİN
Günü’nün müdavim ustası Cevat Çapan, Halikarnas Balıkçısı ve Azra Erhat’ın mavi yolcuklarından komik, sıcak anılar aktardı. Çünkü sohbetin konusu, Cevat Şakir’lerin, Azra Erhat’ların, Sabahattin Eyüpoğlu’ların ortaya attığı Mavi Anadolu idi.

‘Troya ve Batı kaynaklarında bize yabancı gibi aktarılan uygarlıklar, bu toprakların uygarlıkları’ dedi Çapan, ‘Yaşadığımız yerleri yaşatmak için oraların ruhunu anlamalıyız. İşte o zaman bu toprakları yaşatabilir ve Aşık Veysel’in dediği gibi şeneltebiliriz.’

Şeneltmek, güzelleştirmek demekmiş, şenlendirmek.

İşte meselenin özü.

Ne donla denize girilir mi tartışmalarına dalındı, ne de ancak astronot kılığında yüzme izni olan kadınlarda, ıslak kalmanın yol açacağı ciddi sağlık sorunlarına saptı konu.

Çünkü Haluk Şahin, çok önemli noktaya değindi sonradan.

***

HALUK Şahin
, ‘Mavi Anadolucular, bu topraklara ait tüm medeniyetlerin kimliğimizi biçimlendirdiğini ortaya atmışlardı. Oysa bazılarına göre bu topraklardaki tarihimiz, 1071 ile başlıyor. Bu anlayış, ondan öncekilerden bize ne, anlayışını doğuruyor. Ben size soruyorum, Troya başkasına mı ait? Birileri gelip bir gün isteyebilir mi? Kafalarının ardında bu endişe olduğu için 1071’den öncesi onları ilgilendirmiyor. Oysa üzerinde yaşadığımız topraklarla bilincimiz ve aidiyetimiz arasındaki ilişkiyi ortaya çıkartmalıyız‘ diyordu.

Ne sadece kan, ne de yalnız din. Kültürü etkileyen en önemli faktörlerden biri yaşanılan coğrafya. İnsanların coğrafi koşullara uyum içinde geliştirdikleri yaşam deneylerinin sonucu olan ve yeni anlayışlarla değişerek beslenen geleneklerin köklerini inkar etmek, sıfırlamak mümkün mü?

Mümkün tabii, ama onun da bizi getirdiği yere bakın.

Güzelliklere duyarlılığın sıfırlandığı, dar faydacı anlayışın güçlendiği 1950 sonrası yağmacılığı sonucunda bugün hepimiz kendi topraklarımız üzerinde, ancak cemaatleriyle ayakta durabilen‘gurbetçi’ ruh hali içinde yaşamıyor muyuz?

Geçenlerde İstanbul Kuruçeşme’de, yolu genişletmek için çok eski bir sarnıcın duvarını bir vuruşta devirirken, karşı çıkan mahalleliye, ‘Bir medeniyet yıkılır, üzerine yeni bir medeniyet kurulur’ diyen genç Belediye mühendisinin sözleri geldi aklıma.

Geçmişle aidiyet bağları kurmadan bu kentleri, köyleri, sokakları, evleri, kısaca bu toprağı nasıl şenelteceğiz?
Yazının Devamını Oku

Avrupa’ya karşı B planını konuşma zamanı

5 Ağustos 2005
<B>BAŞBAKAN Erdoğan </B>dün<B>, ‘BİZİM herhangi yeni şart düşünmemiz söz konusu değildir’ </B>dedi. <br><br>Böylece, Ankara’nın yanıtı netleşmiş oldu. Türkiye, Avrupa Birliği ile müzakereleri başlatmak için ek protokolü imzalarken yaptığı açıklamadan geri adım atmayacağını kesinleştirdi.

Bu açıklama sadece Avrupa’ya yönelik bir diplomasi taktiği mi?

Eğer öyleyse fazla bir ağırlığı olmaz.

Ama öyle değilse, o zaman AKP liderliği Avrupa Birliği hedefini iç kamuoyunda da tartışmaya açmak zorundadır.

Türkiye’nin Avrupa hedefi tabii ki, sadece bu hükümetin meselesi değildir. Ama siyasi liderlik kimdeyse sorumluluğun büyüğü de ondadır.

O yüzden de, Başbakan’ın ‘Bizim herhangi yeni bir şart düşünmemiz söz konusu değildir’ sözleriyle neyi kastettiğini açıkça tartışmamızın zamanıdır.

Ekim’de, üstü açık ya da kapalı yeni koşullar önümüze gelirse, ‘Bizden bu kadar’ mı diyeceğiz. Bunun anlamı nedir?

Hayır dedikten sonra masaya geri dönülebilir mi? Bunun koşulları, Türkiye’ye, ‘diğer adaylarla eşit muameleyi öngören Helsinki zirve belgesine geri dönüş’mü olur?

Yoksa Avrupa rüyasına nokta mı konur?

Bunları tartışmak zorundayız. Çünkü Fransa’nın tavrı, bir dil sürçmesi değildir.

* * *

CHIRAC’ın tavrını yadırgamıyorum. Çünkü Fransa Cumhurbaşkanı, daha referandumun hemen ertesinde genişlemenin devam etmesinin mümkün olmadığını ‘Genişleyen Avrupa’nın etkili biçimde çalışabilmesini sağlamak için gerekli kurumları oluşturmadan genişlemenin devam etmesini beklemek mümkün mü?’ sorusuyla zaten belli etmişti.

Tabii ki, Fransa Başbakanı da- ki kendisi düne kadar Türkiye’nin AB üyeliğini savunanlar arasındaydı- bir sabah uyanıp aniden öyle bir açıklamada bulunmadı. Fransa’nın, Avrupa’da Türkiye karşıtı cephenin siyasi liderliğini yapmaya karar verdiği açıkça görülüyor.

Aslında Avrupa Türkiye üzerinden kendi meselesini tartışıyor. Siyasi bir birlik mi yoksa, İngiltere ve arkasında ABD’nin de desteklediği gibi, ekonomik birlik mi ağırlık kazanacak.

Türkiye bu tartışmanın günah keçisi.

O nedenle de Türkiye’ye verilen sözlerin artık bir anlamı yok. Bundan sonra hepsinden cayabilir, Türkiye’ye karşı eteğinde kimin neyi varsa onun arkasına saklanabilirler.

* * *

FRANSA
’nın başı çektiği cephenin Kıbrıs’ın tanınması ısrarı, önümüzdeki ay başında 25 üye dışişleri bakanlarının yaptığı toplantıda, Türkiye’nin ek protokol imzasının hukuken geçerli olmayacağı sonucunu getirebilir.

Bu olmasa bile masaya bu taleple oturulduğuna göre, müzakere çerçeve belgesinde çıta iyice yukarı çekilebilir.

Bu son anı beklemeden, AKP hükümeti bir dönüm noktasına gelindiğini kamuoyuna anlatmalı.

‘Bu koşullarda AB ile müzakerelere başlamayacağız’ derken de B planı üzerinde düşünüyor olmalıyız.

B planı ile yeni bir vizyonu kast ediyorum. Yeni bir kamp arayışını değil.

Yedeğimizde Kürt meselesinden yoksulluğa, azınlık haklarından demokratik reformlara kadar tüm meselelerimize çözümleri içeren B Planıyla Avrupa’ya, ‘Bizim herhangi yeni şart düşünmemiz söz konusu değildir’ diyebilmekten söz ediyorum.
Yazının Devamını Oku

Terörle mücadele kimin işi?

1 Ağustos 2005
PKK’nın Kerkük’te büro açtığını duyunca insanın aklına, son zamanlarda Amerikalı yetkililerin verdikleri sözler geliyor.PKK’nın Kuzey Irak’taki faaliyetleri konusundaki şikayetler ciddiye alınıyor, Irak yasaları çerçevesinde gerekenin yapılması için harekete geçiliyordu. ABD Dışişleri Bakanı Rice’ın Irak koordinatörü Richard Jones ile, nisan ayında kendisiyle yaptığım söyleşiyi anımsıyorum. Neler demişti neler. ‘Her şeyden önce PKK konusunda çok kararlı olduğumuzu söylemek istiyorum. Evet bugün PKK Irak’ta faal. Bu konuda raporlar alıyoruz ama bu faaliyetler, Irak’ta bizim güçlerimizin bulunmadığı uzak bölgelerde. Irak’ın ücra bölgelerinde. Buralarda Irak güvenlik güçleri de yok. Bu yüzden gelen raporların doğruluğu, PKK’nın gücüne ilişkin bilgilerin doğruluğu hakkında karar vermek çok zor. Ama gücümüzün olduğu bölgelerde PKK’nın faaliyetleri konusunda bilgi aldığımızda bu faaliyetlere son vermek için elimizden geleni yapıyoruz. Ayrıca, bu konuyu biz Iraklı siyasi liderlerle her zaman konuşuyoruz. Onlar bizim pozisyonumuzu biliyor. Irak hükümeti ile Türkiye ve bizim aramızda PKK konusunda üçlü temaslar sürüyor. Önümüzdeki dönemde bu süreci daha da aktif bir hale getirmek niyetindeyiz.’ Jones, diğer Amerikalı yetkililer gibi PKK’nın ücra köşelerde olduğunu söylerken bile örgüt göz önündeydi aslına bakarsanız. Kerkük’te, Musul’da temsilcilikler açtığı gibi, seçimlere doğru iki legal siyasi parti içinde de faaliyet göstermişti. PKK, Kuzey Irak’ta bildim bileli her zaman göz önünde oldu. Barzani ile savaştığı dönemlerde bile. * * * IRA’nın İngiliz yönetimine karşı silahlı mücadeleyi bırakma kararı tartışılırken, uzmanların üzerinde durduğu iki önemli nokta var. Birincisi IRA’nın, El Kaide terör örgütüyle aynı kefeye düşmenin ağırlığını taşımak istememesi, şiddet ile verilmek istenen mesajın artık amaca ulaşmadığı, tam tersine halkın tepkisine yol açtığı gerçeği var. İkincisi ise, özellikle son dönemde Northern Bank soygunu ve Belfastlı bir Katolik olan Robert Mc Cartny’nin, ihanet gerekçesiyle dövülerek öldürülmesinden sonra ABD desteğinin kesilmesi. İngiliz hükümetinin IRA ile diyalog kurmasında etkili olan Edward Kennedy, Bill Clinton ve John McLain IRA’dan kendisini feshetmesini istediler ve ısrarcı oldular. Bugün Amerikan yönetimi PKK’yı görmezden gelse de bu işin sonu yok.Halk, şiddetin yanında değil. Ne İngiltere’de, ne İspanya’da, ne de Türkiye’de. İslamcı geçinenlerin terörü, Müslümanlar arasında da nefretle kınanıyor. El Kaide ile aynı kefeyi paylaşan PKK nereye kadar bu yolda devam edeceğini bilemiyorum ama IRA’nın adımından sonra mutlaka sıranın PKK’ya geldiğini akıl eden birileri çıkacaktır. * * * EVET ABD sözünde durmuyor. Ama fazla önemli değil. Çünkü PKK terörüne karşı mücadele zaten, esas olarak bizim meselemiz. Yapılacak çok şey var. SS’de Güneydoğu’nun başarılı iller arasına girebilmesini sağlayacak önlemler alınmasından, iş alanları, kültür ve eğitim projeleri geliştirmek için sivil toplum örgütlerinin harekete geçirilmesine, yerel siyasetçilerle birlikte dönüşüm programları geliştirip, takvime bağlanmasına kadar yapılacak çok şey var. Bunlar bizim işimiz, iktidarıyla muhalefetiyle bizim meselemiz. Amerikalıların değil.
Yazının Devamını Oku

3 Ekim garanti mi

31 Temmuz 2005
<B>EK </B>protokolü imzalayarak, 3 Ekim yolunda önemli bir virajın daha dönüldüğü kesin ama yolda hiçbir engel kalmadığı beklentisi doğru mu? Hayır. Türkiye’nin Avrupa Birliği ile müzakereye başlayıp başlamayacağı hálá kesin değil. Son ana, 3 Ekim’e kadar da kesin olmayacak.

İlk aşamada, Türkiye’nin protokolü imzalarken yaptığı açıklamaya Avrupa Birliği’nin nasıl bir yanıt vereceği var.

Ağustos sonunda, AB Daimi Temsilciler Komitesi, hemen ardından 1-2 Eylül’de İngiltere’de toplanacak olan Dışişleri Bakanları ek protokol ve Türkiye’nin yaptığı açıklamayı tartışarak pozisyon belirleyecekler.

Rum Yönetimi ve Yunanistan, Türkiye’nin açıklamasına hemen karşı çıktılar. Rum Sözcü, bu açıklama ile ek protokolün imzalanmış sayılmayabileceğini bile iddia etti ve müzakereleri veto hakkını kullanabileceği işaretini verdi.

Rum Sözcü Hırisostomides, ‘Bir aday ülkenin, katılmak istediği birliğe üye bir ülkeyi tanımadığını açıklaması üzüntü vericidir. Bu, protokole atılan imzanın geçerliliğinin sorgulanmasına neden olan bir davranıştır’ dedi.

Oysa ondan bir gün önce Papadopulos, ‘Bu protokolün imzalanması Kıbrıs’ın tanınması anlamına gelmez’ demişti demesine ama Kıbrıs Rum Yönetimi’nin AB üyeliğini sonuna kadar kullanacağından kimsenin kuşkusu yok zaten.

Önemli olan, Avrupa’nın Türkiye ile müzakerelerin başlamasını istemesi.

Avrupa bu kararından vazgeçme noktasına gelmediyse, eylül başında da bu engel aşılmış olur.

Ama 3 Ekim’in önünde başka engel de var.

***

İKİNCİ
aşama ise müzakere çerçeve belgesi ve Avrupa Birliği üyesi ülkelerin liderlerinin Türkiye ile müzakerelere başlamak için Komisyona yapacakları çağrının metni.

Bu metne, var olan koşulların dışında yeni koşullar eklenirse, örneğin imtiyazlı ortaklıktan söz edilirse, bu müzakerelerin başlamadan sona ermesi anlamına gelir.

Türkiye’de hiçbir hükümetin, 1999’da Helsinki zirve kararı ile kazanılan haklardan bu kadar geri adım atması beklenemez.

Hiçbir anlam taşımayan bu öneri ile bazı Avrupa hükümetleri kendi iç kamuoylarına mesaj vermek isteseler bile Türkiye kamuoyunun da bu kadar siyasi liderlik zaafı gösterenlerle birlikte olmak istemeyeceği kesin.

İngiltere, Türkiye ile müzakerelerin başlamasına dönem başkanlığının önemli bir misyonu olarak görüyor. Protokolün AB tarafından reddedilmemesi için Türkiye’nin protokol metnine Kıbrıs ile ilgili şerh düşmesine karşı çıktı ve ayrı bir deklarasyon formülü geliştirildi.

O yüzden, müzakere belgesi için de devreye girebilir. Ama nereye kadar? Türkiye’nin 23 maddedeki muğlak ifadelerin kaldırılmasıyla ilgili talebi geri çevrildi. 17 Aralık belgesi olduğu gibi kaldı.

3 Ekim yolunda hálá engeller var ama Türkiye üzerine düşeni yaptı.

***

BİR başka engel daha var. O da Avrupa’dan gelecek sinyallere bağlı olarak TBMM’nin ek protokole vereceği onay. Eğer, Avrupa’nın isteksizliği devam ederse o zaman ek protokol metninin Meclis’de onaylanması da mümkün olmaz.

Ama artık rahatlıkla söyleyebileceğimiz bir şey var. Eğer bir yol kazası olursa bu, Avrupa’dan kaynaklanacak.

Bu noktaya gelinir mi? Neden olmasın? O zaman biz de ‘çağdaş uygarlık’ hedefi deyip yolumuza devam ederiz.

Ama önemli olan ‘çağdaş uygarlık’tan neyin anlaşıldığı.
Yazının Devamını Oku

Buruk ama sessizler

29 Temmuz 2005
<B>‘BİZ bunun anlamını tam olarak kavrayamadık. Kavrasaydık, bu anlaşmanın Avrupa’nın KKTC’ye vaat ettiği ticaret tüzüğünü geçirmesi karşılığında imzalanmasını isteyebilirdik Türkiye’den. Bunun için sivil toplumu harekete geçirebilirdik.’ Bugün yarın imzalanacak olan ek protokol konusunda KKTC’deki arkadaşlarımla konuşmalarımdan aldığım izlenim bu.

Tabii bu tartışmanın son ana kadar KKTC’de pek fazla gündeme gelmemiş olması, ya da konuyla en çok ilgilenenler tarafından bile enine boyuna düşünülmemiş olması tuhaf gelebilir. Ama orada son zamanlarda gündemin en önemli konusu çözüm meselesi. Papadopulos’un uzlaşmaz tavrı, Kıbrıs Türkünün haklarını hiçe sayması daha fazla tartışılır hale geldi.

Ama şimdi, ek protokol imzalandığında hayatlarında ne gibi değişikliklerin meydana geleceğini düşünmeye başladıkları anlaşılıyor.

* * *

EK protokol, pratikte fazla bir şey değiştirmeyecek.

Çünkü, Rumlar Avrupa Birliği’nin üyesi oldukları günden itibaren Türkiye ile AB arasında 1995 yılında imzalanan Gümrük Birliği anlaşması, tüm yeni üyeleri olduğu gibi Rumları da fiiliyatta kapsamaya başladı.

Ek protokol, bu uygulamanın hukuki zemininin onaylanması.

17 Aralık öncesi, Türkiye ile üyelik müzakerelerinin açılması gündeme geldiğinde Rumlar ‘Türkiye bizi tanıdığını açıklamazsa müzakerelerin başlamasına kesinlikle karşı çıkarız’ demeye başladığında bu ek protokol formülü, Verhaugen tarafından ortaya atıldı.

Bu Türkiye’ye özel bir durum mu? Hayır. Benzer bir ek protokol Rusya ile AB arasında da geçen 30 Nisan’da imzalandı.

Çünkü Rusya ile 1997’de imzalanan işbirliği anlaşmasının 25 üyeye genişletilmesi amacını taşıyan anlaşmaya Rusya da hemen ‘evet’ demedi. Hem, Rus toprağı olan Kaliningrad’ın AB sınırları içinde kalıyor olması sorunu vardı, hem de Baltık ülkelerinde yaşayan Rus azınlığın haklarının korunması meselesi.

Rusya, yeni üyelerin AB’ye giriş tarihleri olan 1 Mayıs 2004’e kadar direndi.

Ama sonunda, 30 Nisan’da ek protokol imzalandı.

* * *

BLAİR
’in, Avrupa Komisyonu’nun da aynı görüşte olduğunu vurgulayarak yaptığı açıklama önemliydi. İngiltere, dönem başkanı olarak ek protokolün Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Türkiye tarafından tanınması anlamına gelmeyeceğini söylerken, Türkiye’nin bunu açıklama hakkının bulunduğunu da ifade etti.

Ek protokol zaten fiiliyatta var olan bir uygulamanın hukuki temelinden başka bir şey değilse neden bu ısrar? Neden, Türkiye bunun Kıbrıs’ı tanıma anlamına gelmediğin açıklamak istiyor?

Oyun planlarını, AB üyeliğinin arkasına sığınarak Türkiye’yi ve Kıbrıs Türklerini köşeye sıkıştırmak üzerine kuran Rumlar karşısında hukuki güvenlik alanı oluşturmak için bu açıklama yapılacak.

Ama bu, Rumların kozlarının ilelebet elinden alınacağı anlamına da gelmiyor. Müzakerelerin her aşamasında, ilgili ilgisiz her maddede Rumlar veto tehdidi ile bir şeyler koparma stratejisini sürdürecekler.

Bugüne kadar olduğu gibi, bugünden sonra da Türkiye’nin üyeliğini istemeyenler onların ardına gizlenerek duvarlar örmeye çalışacaklar.

Ama bir şey daha var.

Rumlar hiçbir zaman Türkiye’nin, ‘ben bu işten vazgeçtim’ demesini de istemeyecekler.

O zaman, biz de AB hedefinden vazgeçer ve bu baskılardan kurtuluruz denebilir. Neden olmasın? Eğer bütün sorunlardan kurtulabileceksek, eğer kimse bize Kıbrıs’taki askerlerimizin hesabını sormayacak, eğer Kıbrıs Türklerinin devleti tanınacaksa hemen şimdi.

Ama ya bu sorunlar devam edecekse ve biz bütün uluslar arası müzakerelere, eskiden olduğu gibi yine çözüm istemeyen taraf damgasıyla oturacaksak?

Her cephede, akıllıca mücadele ederek iğne ile kuyu kazmaya değmez mi?
Yazının Devamını Oku