Ferai Tınç

Kuzey Kıbrıs orada kimse var mı?

4 Eylül 2005
3 Ekim’de Türkiye ile AB arasında müzakerelerin başlamasının kesinleştiği haberleri çıktıkça ben her seferinde, ‘hayır kesin değil’ diye yazıyorum.Yine öyle oldu. İlk açıklamasında ‘3 Ekim’in önünde engel kalmadı’ diyen İngiltere Dışişleri Bakanı Straw önceki gün ikinci açıklamasında biraz daha muğlak konuştuysa da, Newport toplantısından sonra herkes rahat nefes aldı. Kıbrıs’ı tanıma koşulu yok. Öyleyse 3 Ekim’de müzakereler başlayacak. Avrupa Birliği açısından böyle. Yani onlar, müzakerelerin daha önce belirlenen tarihte başlaması konusunda uzlaştılar.Ya bizim açımızdan? Bizim için durum farklı. *** NEWPORT’taki toplantıda, Türkiye’nin ek protokol ile birlikte yayınladığı açıklamaya yanıt konusunda anlaşmaya varılamadı. 7 Eylül’deki toplantıda AB’nin cevabı netleşecek. Ama her durumda bu yanıtın yaptırım niteliği yok. O nedenle müzakereleri doğrudan etkilemez. Tabii bu, Kıbrıs konusunda Avrupa Birliği’nin aldığı güçlü bir pozisyon olacak. Ama esas önemli olan müzakere çerçeve belgesinde yar alacak olan ifadeler.17 Aralık zirvesinde, Türkiye’nin müzakere süreci zaten kendinden önceki adaylara göre çok zorlaştırılmış ve muğlaklaştırılmıştı. Adını telaffuz etmemekle birlikte imtiyazlı ortaklık, müzakerelerin tam üyeliğe götürmemesi durumunda ‘Türkiye’nin Avrupa’ya demir atmasının sağlanması’ ifadesi ile ima edilmişti. Ama ya imtiyazlı ortaklık açık bir biçimde bir seçenek olarak karşımıza çıkartılırsa? Ya Kıbrıs ve Ege konularında bağlayıcı bir takvime taahhüt zorunluluğu getirilirse? O zaman 3 Ekim tehlikeye girer. Başbakan Erdoğan, ardından da The Economist dergisine yaptığı açıklama ile Dışişleri Bakanı Gül, yeni koşulların kabul edilemeyeceğini açıkladılar. Ama ne yapılacağı belli değil. Ne Dışişleri Bakanımızın, masayı geri dönmemek üzere terk etme açıklaması, ne de (Allah korusun) Başbakanımızın ‘patlama’ ihtimali, Türkiye’nin ne yapacağı konusunda ciddi bir fikir vermiyor.Kabul etmemek de bir seçenek, ama bunun yolları var. Tek yol, AB hedefinden ve 40 küsur yıllık yolculuktan vazgeçmek midir? Siyasi diyalogu askıya almak da, diplomatik yaratıcılığın ortaya çıkartacağı başka formüller de mutlaka vardır. Bu seçenekler, bu senaryolar, ne yazık ki hálá konuşulmuyor. *** DEKLARASYON tartışmaları sırasında Avrupa dışişleri bakanlarının görüş birliğine varmaları zor oldu, bir konu dışında. Türkiye’nin limanlarını Gümrük Birliği anlaşması çerçevesinde tüm yeni üyelere açması konusunda. Limanlarımızı Kıbrıs bandıralı gemilere açmak, Kıbrıs’ı tanıma anlamına gelmiyor. Bizim açımızdan bu kabul edilemez değil. Bu teklife esas karşı çakanlar Kıbrıs Türkleriydi. KKTC’li iş adamları, bunun KKTC ekonomisine ağır bir darbe olacağını söylüyorlardı. Ama şimdi bakıyorum, çıt çıkmıyor. Bu tartışmalar sırasında Cumhurbaşkanı Talat dışında KKTC’den hiç itiraz yükselmedi. Sivil toplumun sesini Brüksel’e duyuracak hiçbir girişim yok. Avrupa Birliği’nin verip de tutmadığı yardım sözünün peşine düşmenin tam zamanı değil mi? Kıbrıslı Türkler kendilerini hatırlatmadıkça, Rum Yönetimi’nin Kıbrıs meselesini Türkiye ile kendi arasındaki bir sorun gibi Avrupa’ya taşımasını engellemek kolay olmayacak.
Yazının Devamını Oku

Önce avukatlar sokağa iniyor

2 Eylül 2005
<B>ALTI </B>Eylül günü, barolar sokağa iniyor. Türkiye çapında barolara bağlı avukatlar adli yılın açılışı için Ankara’da toplanacaklar. Amaç, kamuoyunun dikkatini çekmek. Çünkü, avukatlar kendi pratiklerinden yola çıkarak Avrupa Birliği’ne uyum için aceleye gelen yasal değişikliklerin çok kısa zamanda toplumda ciddi krizlere yol açmak üzere olduğuna inanıyorlar.

Alt yapı hazırlıkları ihmal edildiği için yasal değişikliklerin hayata çözüm değil sorunlar üreterek geçtiğini iddia ediyorlar.

Barolar Birliği Başkanı Özdemir Özok, ‘CMUK’tan sonra ortalık toz duman oldu. Hukukun balansı bozuldu. Dengesi bozuldu. Adalete güven kayboluyor, insanlara kendi işimizi kendimiz görelim dedirtirseniz olmaz. Bu değişikliklerin derinlemesine planlanması lazımdı’ diyor.

Sorunlardan bir küçük örnek: CMUK gereği zanlı için avukatı barolar sağlıyor. Bunun için ayrılan ödeneğin bir iki ay sonra biteceğini söylüyor çeşitli baro başkanları. O zaman ne olacak? Ya avukatlar bedava çalışmak zorunda kalacak ya da zanlıya avukat verilemediği için ifade alınamayacak. Serbest bırakılacak, dosya kapanacak.

YAKINDA PATLAYACAK

Adalet için ayrılan ödeneğin yeterli olmadığından şikayetçiler avukatlar. 1930’larda bütçenin yüzde 4’ü adalete ayrılırken bugün bu miktar binde sekiz.

Polisler de aynı uyarıyı yapıyorlar. Son günlerde adi suçlarda patlama olduğunu herkes görüyor. Hırsızlıklarda son altı ay içinde yüzde altmış artışı gösteriyor araştırmalar.

Girilmeyen ev, çarpılmayan insan kalmadı.

Hırsız yakalanıyor. Kanıtların tartışma yaratmayacak kadar yeterli olması lazım. Evinizde onun el ve ayak izinin bulunması yeterli değil. Serbest bırakılıyor. Adam işi meslek haline getirmiş, üç kez beş kez yakalanmış serbest bırakılmış ama yasada ağırlaştırıcı neden öngörülmediği için, önleyici caydırıcı niteliğini kaybediyor hukuk.

Çocuk suçları başlı başına bir sorun. İki gün önce işim bir karakola düştü, canı yanmış turistleri görünce şaşırdım. O kadar çoktular ki. Kiminin pasaportu, kiminin cüzdanı gitmişti. Hepsinin hikayesi aynı. ‘Birkaç tane çocuk itişiyordu’ diye başlıyordu.

Yeni uygulamaya göre karakollarda çocukların ifadesi alınmıyor, savcılığa gidiliyor. Oradan da çocuk ailesine teslim ediliyor.

Bir polis, bir meslektaşının başından geçeni anlattı. Oğlunu çarpmışlar, yakalamışlar ve serbest bırakmışlar. Her gün gidiyor, her gün o çocuğu aynı yerde görüyormuş komiser.

Oysa artık suç, örgütlü. Uzmanlar emin. Yoldan çıkan, yanlış yapan çocuklar değil. Kullanılan çocuklar, çaresiz insanlar var. Çocuk yaşını 15’ten 18’e çıkarmanın sonuçları da vahim. ‘İri yarı adamları çocuk diye bırakmak zorundayız’ diye anlatıyordu bir polis yetkilisi.

Adi suça karşı mücadelede müthiş bir gerileme var. Bir polisin ifadesiyle, ‘Yakında patlayacak o zaman bu konuya eğilme gereğini duyacaklar.’

YARGIÇ MEMUR OLABİLİR Mİ?

Barolar, Ankara’daki eylemde, yargı bağımsızlığına da dikkat çekecekler. İstanbul barosu Başkanı Kazım Kolcuoğlu, ‘Yasalar Avrupa Birliği’ne uyum için değişti ama Avrupa Konseyi’nin yargı bağımsızlığı konusundaki önerilerine uyulmadı. Hakimler ve Savcılar Yasası’nda yapılan değişiklik yargı bağımsızlığını tehdit ediyor’ diyor. Yargıç ve Savcıların Adalet Bakanlığı bürokratları tarafından mülakatla görevlendirildikleri bir ülkede yargı bağımsızlığından söz edilebilir mi? Bu Yargıç ve savcıların memurlaştırılmasından başka bir şey değildir.

Savunma, gerçekten bağımsız yargıyı oluşturacak yargı reformu istiyor. Sorunları halka taşıyarak kamuoyunun soruna dikkatini çekmek istiyor.

TARTIŞARAK DEĞİŞTİRMEK

Avukatından, polisine savcısından hakimine kadar adaletin her aşamasından kriz uyarıları geliyor. Ben son günlerde dolaştığım bu kulislerde, yanlış bir şey yapıp sorumluluk altına girme endişesi, çaresizlik ve en kötüsü de bezginlik gördüm. Bezgin bir adalet ve güvenlik mekanizması ile çağdaş hak ve hukuk standartlarını yakalamak mümkün olabilir mi?
Yazının Devamını Oku

Oralarda bir şeyler oluyor

29 Ağustos 2005
<B>ORALARDA</B>, yani bize uzak sandığımız yerlerde bir şeyler oluyor. Önümüzdeki dönemde sonuçları bize kadar uzanacak olan bu gelişmeleri doğru değerlendirmek için önce yakındakilerden başlayalım. Azerbaycan ve Ermenistan Cumhurbaşkanları, Karabağ sorununa çözüm bulmak umuduyla hafta sonunda bir araya geldiler.

Ayrıntılar hakkında ayrıntılı bilgi yok.

Zaten Azerbaycan’ın kasımdaki parlamento seçimlerinden önce kimse taraflardan somut bir adım beklemiyor.

Ama gelen haberlere ve yapılan açıklamalara bakılınca Karabağ sorunun çözüme doğru ilerlediği anlaşılıyor.

Çünkü çözüm, ABD ve Batı pazarının enerji kaynaklarının güvenliği açısından Washington’un Kafkasya’daki öncelikli konusu.

Ermenistan’ın işgal ettiği bölgelerden çekilmesi, ardından da Karabağ’ın statüsü konusunda halk oylamasına gidilmesi temelinde süren pazarlıklarda önümüzdeki yıla kadar mesafe kaydedilmesi bizim Kafkasya politikalarımızı da etkileyecek.

Azerbaycan ile bir millet iki devlet, Gürcistan ile yakın dost ilişkilerinin Ermenistan ile de geliştirilmesi kaçınılmaz olacak.

Bunun için, kamuoyu psikolojisinde yılların yarattığı Ermenistan karşıtlığını gidermek için hazırlamamız gerekiyor.

Çünkü Kafkasya’da, dostluk ve barışı derinleştirmekte Türkiye’ye rol düşecek.

* * *

ALİYEV
ile Koçaryan, Kazan’da yapılan Bağımsız Devletler Topluluğu toplantısı sırasında buluştular.

BDT, 15 yıl önce kurulduğunda, eski Sovyet cumhuriyetlerinin Rusya’nın şemsiyesi altında toplanması amaçlanıyordu. Bugün bu amacın oldukça uzağına düşüldüğü ortada. Ukrayna ve Gürcistan artık Avrupa Birliği’ne ve NATO’ya üye olmak istiyorlar. Kırgızistan’da Akayev’in devrilmesinden sonra iktidara gelen yönetim, Avrupa ile ilişkisinin derinleşmesinden memnun. Azerbaycan malum, petrol sayesinde ABD ile sağlam köprüler kurmuş durumda. Ayrıca Avrupa Konseyi’nin üyesi NATO ile ortaklık anlaşmaları var.

Son olarak Türkmenistan, bağımsız ülke statüsünü gerekçe göstererek tam üyelikten ayrılma kararı aldı.

BDT, Rusya’nın açtığı şemsiye olmaktan çıkıyor. Bu gelişmeler, Moskova’yı müdahaleci dış politika yerine Kafkasya’da yapıcı bir çizgiye, Orta Asya’da ise Çin’e yaklaştırıyor.

* * *

ŞİMDİ
biraz daha uzağa, Özbekistan’a bakalım. Özbek Parlamentosu’nun, topraklarındaki Amerikan üssünü kapatma kararı Washington’un uzun vadeli planlarına darbe vurmakla kalmadı, yeni denge arayışlarına yol açtı. Çünkü Karsı Kanabad K2, Amerika’nın bölgedeki en büyük üslerindendi.

Sadece Özbekistan değil, üsler bölgedeki yönetimler için rahatsızlık yaratıyor. Bu coğrafyadaki Müslüman halkın aşırı dinci örgütlerin etkisine girmesini kolaylaştırıyor. Kırgızistan da, Manas üssünden Amerikan askerlerinin ne zaman çekileceklerinin açıklanması için ısrar ediyor.

Afganistan gerekçesiyle Asya’ya konuşlanan Amerikan güçlerinin, esas amacının Orta Asya ve Kafkasya’da enerji kaynaklarının ve yollarının güvence altına alınması olduğu daha net ortaya çıkıyor.

Bu da ABD’nin bölgedeki varlığının geçici olmadığı anlamına gelir. O zaman yeni seçenekler aranacak. Raporlara bakıldığında Washington’un en fazla üs sahibi olmak istediği ülke Azerbaycan. İran’a operasyon açısından da değerlendiriliyor bu seçenek.

Bütün bunlar ne anlama geliyor? Bu sorunun yanıtı tek değil. Ama ilkini söylemekle yetineyim.

Bu gelişmeler, çalkantının devam edeceği anlamına geliyor.
Yazının Devamını Oku

Koca adamları kıvırtırken görmek

28 Ağustos 2005
<B>KÜLTÜR</B> farkı dedikleri bu mu acaba?<br><br>Bizde söz namustur derler. Ya oralarda? <br><br>Sonra, bizde kıvırtmak da ayıptır. Bin bir dereden su getirene iyi gözle bakılmaz.

İnsanın yüzüne başka, arkasından başka konuşanı pek saymazlar.

Başkası adına utanmak diye bir şey de vardır bizde.

Başkasının hatasından, kendisini gülünç duruma düşürmesinden hicap duyulur örneğin.

İşte ben de Cuma günü o konuşmayı duyduğumda öyle oldum. Onun adına hicap duydum.

Koskoca Fransa’nın cumhurbaşkanı, Lüksemburg’dan bu yana her toplantıda Türkiye’nin tam üyeliği için dil dökerken, bugün bin bir dereden su getiriyor.

Türkiye’ye verilen sözlerden dönmek için Kıbrıs bahanesiyle kıvırtıyor.

Tabii olayın iç yüzü başka. Avrupa Birliği gibi büyük bir projenin, üyelerin iç politikasına tabi kılınması, Avrupa’nın yaşadığı krizin sonucu.

17 Aralık’ta Türkiye’den ek protokolün imzalanması istendi. Bunun Kıbrıs’ın tanınması anlamına gelmediği de açık bir biçimde söylendi.

Oysa şimdi, yani son anda Fransa Cumhurbaşkanı Chirac fikir değiştirmiş, Türkiye’nin Kıbrıs ile ilgili açıklamasının değerlendirilmesi gerektiğini söylüyor.

Tabii ki kimse Türkiye’yi zorla Rum Yönetimi’ni tanımaya mecbur edemez. Başta, pazarlığın en verimli biçimde devamı için Türkiye’nin masada tutulması gerektiğini bilen Rumlar böyle bir dayatmaya karşı.

Bu tartışmalar, Türkiye’nin üyeliği konusundaki spekülasyon hedefi bulandırıyor.

***

AVRUPA
Birliği projesine ve Türkiye’nin de onun içinde yer alması gerektiğine inanıyorum.

Fakat, 3 Ekim’de müzakereler başlayacak ve her adımda yeni bir bahane ile süreç doğal akışına giremeyecekse bunun işin başında konuşulmasından yanayım.

Bizim ne istediğimiz açık. Diğer adaylardan farklı olmayan bir müzakere süreci ve tam üyelik. Türkiye ayrıcalık istemiyor. Ayrımcılık da.

Ne pozitifi ne de negatifini.

Avrupa Birliği’nin ne istediği ise gitgide belirsizleşiyor.

Müzakerelere bir ay kala, zaten 17 Aralık’ta iyice sulandırılan tam üyelik hedefi, neredeyse ulaşılması imkansız bir seçenek haline getirilmek isteniyor.

Bu böyle devam edebilir mi?

***

BRÜKSEL
hedef konusunda, Türkiye’ye tek ve net bir yanıt vermeli.

Bu yanıt şimdi verilemiyor olabilir. 3 Ekim’e kadar zaman yetmeyebilir. Sıkıştırmaya gerek yok.

Müzakereler başlamaz.

Gerçi baş müzakerecimiz, 17 Aralık’tan sonra Türkiye’nin havasının suyunun değerinin arttığını, çok para etmeye başladığını söyledi ama Avrupa’ya yeniden düşünme zamanı vermek ilişkileri kopartmak anlamını taşımıyor.

Ankara anlaşması, iki taraf da bozmak istemedikçe Türkiye Avrupa ilişkilerinin hukuki zeminini oluşturuyor.

Biraz dinlendirebiliriz. Tam üyelik hedefi netleşene kadar kendi işimize bakarız.

Çünkü, nereye gittiği belli olmayan bir süreç, Türkiye’nin değişim iradesini de olumsuz etkiliyor.

Belirsiz bir hedef için yapıldığını öne sürerek, değişim rüzgarının önünü tıkamaya çalışanlar, gerici yüzlerini Avrupa karşıtlığı maskesi ardına gizliyorlar.

***

AVRUPA
Türkiye’ye vereceği yanıtı arıyor. Bu yanıtın 3 Ekim’e, son gece pazarlıklarına bırakılması da büyük olasılık. Başbakan Tayyip Erdoğan daha birkaç hafta önce Fransız Cumhurbaşkanı Chirac’ın verdiği sözde durmadığını ima etmiş ve üzüldüğünü söylemişti. Demek bu sözler etkili olmadı. Koca adamların kıvırtması gerçekten de insanı üzüyor. Ama üzülmekten başka neler yapabileceğimizi de konuşmak gerekiyor.
Yazının Devamını Oku

IRA ve ETA örneğini doğru anlamak

22 Ağustos 2005
<B>PKK</B> ve çevresindekiler, ellerindeki silahları kapının girişinde bırakıp Kürt meselesinin çözümü için içeride görüşme masasına oturabileceklerini düşünüyorlar. İlk ateşkesten bu yana PKK’nın legal ve illegal örgütleri, yönetim kadrolarının Türkiye’ye dönmelerini sağlayacak koşulların yerine gelmesi için uğraşıyorlar. Ve ne yazık ki, bunun dışında başka hiç bir şey istemiyorlar.

Ne Kopenhag kriterleri çerçevesinde yapılan reformlara sahip çıktılar, ne de gelişmenin önündeki en büyük engel olan feodal ilişkilerin tasfiyesi için kıllarını kıpırdattılar.

DEHAP da, aynı kendisinden önceki oluşumlar gibi faaliyetinin esasını hep aynı noktaya, genel af adı altında PKK kadrolarının geri dönüşüne yoğunlaştırdı.

Belki arkadaşlara bir vicdan borcu. Onlar dağda bayırda yaşarken, rahat ortamlarda, sıcak evlerde oturup siyaset yapmanın hesabı soruluyordu belki.

DEHAP’ın kapatılıp, Demokratik Toplum Hareketi’ne katılması umarım yeni bir fırsat kapısını aralar.

PKK’ya aidiyetlerini korumak isteyenler, artık halkın talepleri ile kendi talepleri arasında uçurumlar açıldığını görmeliler.

Dün, Diyarbakırlı işadamlarının PKK’nın şartlı ateşkes girişimine karşı yükselttiği ses önemsenmeli.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, telaffuzuyla bile gürültü kopartan Kürt meselesinin çözümü, silahların gölgesinde mümkün değil. Hele bir elinde terör şantajı öbüründe zeytin dalı, olacak şey değil.

* * *

DEMOKRATİK Toplum Hareketi liderleri, IRA ve ETA örneğini vererek PKK’nın hükümetin karşısına muhatap olarak oturabileceğini savunuyorlar.

Her şeyden önce her ikisi de hem birbirinden hem de Kürt meselesinden farklı durumlar.

Ama, IRA ve ETA’nın barış sürecinin muhatabı olmadıklarını bilmekte yarar varar.

Kuzey İrlanda barış görüşmelerinde Katolikleri IRA temsil etmedi. Muhatap Sinn Fein idi.

Sinn Fein, IRA ile arasına mesafe koymaya karar vermemiş olsaydı bu da mümkün değildi.

Mo Mowlam, kanserle savaştığı günlerde, saçsız başını örten peruğunu çıkartıp masaya vurmak da dahil, tarafları ikna için elinden gelen her şeyi ancak o koşulda yapabildi.

IRA silahı kesin olarak bırakma kararını yeni aldı. Ama İngiltere ve Kuzey İrlanda’da Protestanlar bu karardan bile tam olarak memnun değil. IRA’dan kendisini tamamen feshetmesi isteniyor.

İspanya’da, ETA’nın legal siyasi örgütü Batasuna, ETA ile ilişkisini kesmediği için kapatıldı. Ve bu karar değişmedi. Partinin geçen hafta yaptığı izinsiz yürüyüşe polis müdahale etti.

Evet, İspanyol Hükümeti’nin ETA ile konuşma önerisi Parlametoda kabul gördü ama hangi koşulla? ETA’nın silahı bırakması koşuluyla. Dikkat edin ateşkes demiyorum. Silahtan, terörden vazgeçmesi ve vazgeçtiğine ikna etmesi koşuluyla diyalog kararını aldı İspanya Parlamentosu.

* * *

AYRICA
Türkiye’nin sorunları ne İngiltere ne de İspanya’ya tıpatıp benziyor. Kürt sorununa kendi çözümümüzü birlikte üreteceğiz.

Bu hepimizin sorumluluğu.

Ama önce yapılması gereken, çözüm süreci üzerindeki tüm ipotekleri kaldırıp, özgür tartışma ortamının sağlanması. Terör örgütü baskısı olmadan, Kürt ya da Türk etnik milliyetçilerin tepkilerinden korkmadan, konuşup, birbirini dinleme zamanı şimdi. Bunun için masalar kurulmasına da gerek yok. Sivil toplumun güç birliği ve hükümetin çözüm kararlılığıyla, tesellisi olmayan kayıplarımızı değil tabii, ama kaybedilen zamanı telafi edebiliriz.
Yazının Devamını Oku

Şarap mirası

21 Ağustos 2005
‘İÇMEK kötü bir huy değil, iyi bir alışkanlıktır. Çok içmek kötü bir alışkanlıktır’ diyordu dün, Yunatçı şaraplarının sekseninci kuruluş yıldönümünde Haşim Yunatçı. Yunatçılar, Bozcaada’da şarap üreten ilk Müslüman aile. Ataol ve Talaylar da daha sonraki yıllarda piyasaya giren ve Bozcaada şarapçılığını bugüne taşıyan ailelerden. Şimdi bu üç markaya bir yenisi, Corvus eklendi.Ada’nın şarap tarihi ise binlerce yıllık geçmişe sahip. O yüzden şarap burada bir gelenek, kültür. Eğer öyle olmasaydı, sarhoştan geçilmezdi sokaklar. Oysa burada bir kadeh şarap Yunatçı’nın dediği gibi, ‘dostlarla birlikte olmaya, oturup sohbet etmeye bir vesile.’45 yıllık Talay Şaraplarının sahibi ve yöneticisi Ahmet Talay’a göre de Türkiye’de, şarap kültürü gelişmeye başladı. Bardağın dibini görmek için değil, aromaları fark etmek, rengini seyretmek için içenler artıyor. ***ŞARAP içmek iyi bir alışkanlık. Maalesef, bir kez 2000 yılında Milli Güvenlik Kurulu kararıyla ada şarapçılarına gösterilen ilgi dışında, bu tarihi mirasa sahip çıkanlar, hükümetler tarafından hep yalnız bırakılmışlar. Bugün dünya şarap pazarında pay sahibi birçok ülke üzümünü dışarıdan almak zorundayken, Türkiye, dünyanın dördüncü bağcılık ülkesi. Ama bu zenginliği geliştirecek vizyon ne yazık ki yok. Şarap üreticisi, vergilerle sıkıştırılırken, bağcılık da kendi haline bırakılıyor. Bu ilgisizliğin esas nedeni şarapçılığa ideolojik yaklaşım. Üstelik de yaklaşan bir tehlikeyi de, Avrupa Birliği ile müzakereleri de hiç hesaba katmayan bir anlayış bu. Türk şarapçılık sektörü Avrupa Birliği’ne hazır mı? Hayır. Üretimi tüketime göre uyarlayan, tüketimi kısarak kaliteyi yarıştıran Avrupa düzenlemelerine göre, o pazarda rekabet edebilmek için bağların, üzüm çeşitlerinin tescillenmesi gerekiyor. Yoksa bir süre sonra Avrupa pazarında devre dışı kaldığınız gibi, gümrük birliği yükümlülüklerine karşı da bugünkü gibi direnmek uzun vadeli mümkün değil. Yani kendi pazarınızı da kaptırırsınız *** DÜN Haşim Yunatçı ve Talay Şarapları’nın yöneticisi Ahmet Talay ile konuşurken, ikisi de aynı şeyi söyledi. ‘Avrupa pazarı yeni tatlar arıyor. Evet biz de burada Cabarnet, Merlot gibi dünya üzümleri yetiştiriyoruz ve onlardan şaraplar üretiyoruz ama bize has olan tatlar ile rekabet etmeliyiz.’ Vasilaki, Karalahna, Kuntra ve çavuş. Bunlar Bozcaada üzümleri. Başka yerde yetiştirildiklerinde aroma da renk de aynı olmuyor. Aslında Yunanistan da aynı şeyi yapmıyor mu? Pulithra’nın Agiorgitiko üzümü için tescil almaya çalışıyor Brüksel’den. Fas AB üyesi değil, ama şaraplarının Avrupa pazarına girebilmesi için az mı uğraştı? Sonunda bu yıl başında, 1400 hektarlık Atlas bağları için menşei tescili aldı. ‘ÖTV bizi, kaliteyi artırma çabasındaki üreticileri, piyasayı saran kaçak üretim ile haksız rekabet karşısında bırakıyor. Ama tek sorun değil. Bağcılığa standart getirilmesi ve bunun denetlenmesi de çok önemli.’ Bozcaada şarapçıları sorunlarını en kısa yoldan böyle özetliyor.Herkes elinde olmayandan artı değer yaratırken, politika yüzünden olanı tarihi üzüm ve şarap mirasını çarçur etmek insanı üzüyor.
Yazının Devamını Oku

Enkazı kim kaldıracak

19 Ağustos 2005
<B>ŞARON </B>hain mi? <br><br>1967’de altı gün savaşları ile Gazze’yi Mısır’dan, Batı Şeria’yı Ürdün’den alan İsrail’in, bu toprakları Filistinli sahiplerine iade etmesine karar vermek ve bunu uygulatmak ihanet değil mi? O Şaron ki, 1967’de Altı Gün Savaşlarının mimarlarındandı. Sabra ve Şatilla kamplarındaki Filistin kıyımının baş aktörü, peşine taktığı kalabalıkla Haremi Şerif’e giderek barış sürecine son darbeyi indiren kişiydi.

Şahin mi şahindi. Gazze’yi Filistinlilere geri verdiği için şimdi hain mi?

Şaron, iki yıl önce bu kararı almış ve Likud Grubu’nda yaptığı konuşmada, ‘Üç buçuk milyon kişiyi işgal altında tutmak mümkün değil. Bu yaptığımızın adı işgaldir. Kabul etmek zorundayız’ demişti.

İki yıl sonra düğmeye bastı.

BİZE YAPTIKLARI GİBİ

Yıllarca işgal topraklarının sahipleri olduklarına inandırılan insanların, evlerinden sürüklenerek sökülmeleri insana hüzün veriyor.

Ama bir Filistinli, televizyon kanalının kendisine uzattığı mikrofonda Neve Dekalim’deki direnişi şöyle yorumluyordu:

‘Gördüklerim bana İsrail buldozerlerinin geldiği günleri anımsattı. Önceden uyarmamışlardı. Topraklarımıza girdiler, binlerce dönüm ekili arazimizi elimizden aldılar. Bizim için toprak onurdur. Toprağı hırpalamak, onurumuzu hırpalamaktır. O günden beri sınırdaki tellerin önüne gelir ve topraklarımı seyrederim.

Ama Allah’a şükür şimdi yeni bir barış dönemine giriyoruz. Onlar kendi ülkelerinde barış ve güvenlik içinde yaşasınlar, biz kendi topraklarımızda.’

YÜZDE ALTMIŞ DESTEK

İSRAİL hükümeti, bugüne kadar savaşta kazandığı topraklardan bir barış anlaşması olmaksızın hiç geri çekilmedi. Bu çekilme ise herhangi bir anlaşmaya dayanmıyor.

Ama Filistin Yönetimi ile İsrail Hükümeti arasında güvenlik konularında görüşmeler bir süredir devam ediyor.

Ve İsrail Filistin Yönetimi’nin şiddet yanlısı unsurlar karşısında güçlenmesini, muhatap olmasını istiyor. Filistin devletinin altyapısını hazırlıyor.

Şaron, Gazze’yi boşaltma kararıyla İsrail’e ihanet etmiyor. Aksine, yeni barış süreci için kapıyı aralıyor.

İsrail halkı da buna destek veriyor. Yerleşim bölgeleri dışında, Şaron’un kararını destekleyenlerin oranı yüzde 60.

EVLER YIKILACAK

İsraillilerin evleri, okulları, elektrik, su gibi altyapı tesisleri hariç her şey yıkılacak.

Hamas ya da İslami Cihad örgütünün buralara girip bayrak çekmemesi, zafer havası yaratılmaması için.

Ayrıntılar ince ince konuşulup, üzerinde anlaşma sağlandı.

Ama bir şey hariç.

Enkazı kim kaldıracak?

Oysa bütün iş burada. Enkazların kaldırılması barış süreçlerinin önemli güvencesi.

En önemlisi de, ruhlardaki enkazın temizlenmesi.
Yazının Devamını Oku

Vurabilir mi?

15 Ağustos 2005
SAVAŞ seçeneği her zaman masada. ABD Başkanı George Bush, İran’ın nükleer silaha sahip olmasını engellemek için askeri seçenek de dahil her şeyin yapılacağını ilk kez söylemiyor. Bu yıl Brüksel ziyareti sırasında da aynı ifadeleri kullanmıştı.Pekiyi, ABD Başkanı, evinin kapısının önünde Irak’ta ölen askerlerin anneleri nöbet tutarken bu seçeneği ortaya atabilir mi? Neden olmasın? Belki şimdi değil ama bu seçenek gerçekten masada. Unutmayalım Irak’a karşı askeri müdahale sözleri, Saddam’ın bütün dünyayı vuracak menzile sahip ‘süper top’ ürettiği iddialarıyla başlamıştı.Yirmi yıl sonra Irak’a bakınca, aslında askeri müdahale seçeneğinden başka hiçbir seçeneğin masada olmadığını görmek zor değil. * * * ÜSTELİK İran’a karşı askeri seçenekten sadece Bush söz etmiyor. İsrail’de de uzun zamandan beri bu konu gündemde. Çünkü, İsrail devletini haritadan silmeye yeminli Ayetullah rejiminin nükleer silahlara sahip olması öncelikle İsrail’in meselesi. İsrail basınında 1981’de Irak’ın Osirak nükleer reaktörüne karşı girişilen saldırı benzeri bir saldırının gerçekleşmesi tartışmaları yapılıyor. Karşı çıkanlar da var. Ama bakın nasıl?Osirak operasyonu, Saddam’ın bir yıl içinde nükleer bombaya sahip olabileceği anlaşılınca gerçekleştirildi. Oysa İsrailli uzmanlara göre İran bugün, bu noktadan uzak. Jerusalem Post Gazetesi’nde yer alan bir haberde, İsrail Ordusu’nun üst düzey bir yetkilisi, ‘İran en erken 2008’de nükleer bombaya sahip olabilir. Ama daha gerçekçi tarih 2012’dir’ diyor. Demek ki, İran uranyum zenginleştirme programından vazgeçmemekte direnirse bu iş olacak ancak birkaç yıl daha var. * * * İRAN’ın yeni cumhurbaşkanı Ahmedinecad kabinesini açıkladı. Reformcu yönetimlere karşı takındıkları sert tutumla tanınan birçok ismin yer aldığı kabine, Cumhuriyet Muhafızları ve güvenlik kökenli bakanlardan oluşuyor. İran’ın nükleer programıyla ilgili olarak Avrupa ile müzakerelerin yapılmasına bile karşı çıkan bu ekiple durum daha da gerginleşecek. Birleşmiş Milletler Nükleer Ajansı, geçen hafta İran’ın nükleer programına ilişkin ciddi endişeleri olduğunu ve uranyum zenginleştirme faaliyetlerine son verilmesini istemişti. İran bu çağrıya uymayacağını açıkladı. Çünkü İran, nükleer çalışmaların sivil kullanım amacıyla yapıldığını iddia ediyor. Aslında, bütün bu tartışmaya yol açan iddiaların temelinde 2003’te İran’ın Natanz nükleer tesisinde bazı kalıntıların bulunması yatıyor. Bu kalıntılar, İran’ın nükleer bomba yapımı için çalıştığı iddiasının en somut kanıtı. İran ise bunların Pakistan menşeli olduğunu ve bazı bilim adamlarının karıştığı bir karaborsa şebekesi yüzünden kendi tesisine bulaştığını iddia ediyordu. Dün Birleşmiş Milletler’den yapılan açıklamada bu kalıntıların Pakistan orijinli olduğu açıklandı.Bu önemli bir gelişme. Bakalım Uluslar arası Enerji Ajansı Başkanı El Baradei’in 3 Eylül’de sunacağı raporu nasıl etkileyecek. Rapor olumsuz çıkarsa, konu BM Güvenlik Konseyi’ne gidecek ve İran’a ambargo gündeme gelecek. Rusya ve Çin’in kabul etmeleri zor. İranlı şahinler de bunu biliyor. Üstten alıyorlar. Savaş seçeneğinden yana olanların en çok istediği de bu. Keskinleşme.Çünkü keskinleşme müdahale seçeneğin kapıyı açık tutuyor. Yaşadığımız coğrafya durulmuyor. Durulacağa da benzemiyor.
Yazının Devamını Oku