Ferai Tınç

Portakalı aşırmak

20 Kasım 2005
BUGÜNLERDE Kıbrıs’ta mide bulandıran küçük bir sinekten söz edeceğim. Sinek küçük ama, Ada’da halklar arasındaki güven bunalımının vardığı noktaları göstermesi açısından olay önemli. Konu iki hafta önce Kıbrıs Türk basınına da yansımıştı. Bizde fazla yankılanmadı. Oysa ortada, ciddi bir haksızlık, hatta hırsızlık söz konusu.

Lafı kısa kesip olayı anlatayım.

İki yıl önce Kıbrıslı bir grup Türk ve Rum akademisyen, Ada’da çözüm ile ilgili bir çalışma yapmaya karar veriyorlar. Dört Türk ve dört Rum akademisyen sorunun çeşitli yönlerini ele aldıkları makaleleri bir kitapta toplayarak çözüm önerisi geliştiriyorlar.

Mehmet Hasgüler ve Ümit İnatçı’nın projesi olan kitap hakkında fikir vermesi için makalelerin konularını ve yazarlarını da aktarmak istiyorum. Hasgüler, Kıbrıs’ta karşılaştırmalı eleştirel yöntem ışığında ulusçu tatmin ve siyasal denge modeli; Nikos Trimikliniotis, Ulus ötesi devlet: Çok uluslu çok kültürlü federal Kıbrıs vatandaşlığı potansiyeli; İnatçı, Kıbrıslı Türklerin kuşatılmışlığı; Caesar V. Mavrastas, Kıbrıs Rum kimliği ve Kıbrıs Rum sorunu hakkındaki ihtilaflar; Prof. Dr. Bakır Çağlar Avrupa Birliği ve Kıbrıslı Türkler; Yiannis Papadakis, 1960’dan sonra Lefkoşa, Bir nehir, bir köprü ve bir ölü bölge; Muhittin Tolga Özsağlam, Kuzey Kıbrıs’ta milliyetçi akımlar üzerine düşünceler; Andreas Panayiotou, Sınır Tecrübeleri: Kıbrıs sorunu vatanseverlik anlayışını açıklamak.

Makaleler, 2003 yılında projenin iki editörü Mehmet Hasgüler ve Ümit İnatçı tarafından ‘Kıbrıs’ın Turuncusu’ adıyla Anka yayınlarından piyasaya çıkıyor.

Bana olayı anlatan Mehmet Hasgüler, ‘Amacımız o dönemde Annan çözümüne karşı iki toplumun alternatif önerisini göz önüne sermekti’ diyor.

Ama bir süre önce Yunanistan’dan gelen bir kitap ortalığı karıştırıyor.

* * *

TÜRK
ve Rum akademisyenlerin iki yıl önce Türkçe basılan makaleleri Atina’da bir ay önce ‘Kıbrıs’ın Portakalı’ adı altında Yunanca yayınlanıyor. Buraya kadar her şey normal. Sadece iki yıllık bir gecikme var. Olsun, ama kitabın üzerinde tek isim, Yunanca çeviriyi yapan Nikos Trimikliniotis’in adı yer alıyor, projenin esas mimarı ve editörü olan iki Kıbrıslı Türkün adları yok.

Üstelik de, Rumca kitap için Birleşmiş Milletler’den para almış Rum editör.

Daha da önemlisi, Mehmet Hasgüler’in makalesinden Rumlara yönelik eleştiriler çıkartılmış, dipnotlar ve Annan Planı’nın dengesizliğini gösteren tablo da yok.

Hasgüler, ‘Biz bu kitabı, Annan Planı tartışmaları sırasında her iki taraftan da eleştirel yaklaşan bağımsız akademisyenlerin görüşleri olarak ortaya çıkartmak istemiştik. Bu yüzden hiçbir kurumdan parasal destek istemedik. Yunanca çeviri için ise Birleşmiş Milletler’e bağlı UNOPS’tan para alınmış. Kitapta belirtiliyor. Annan Planı ile ilgili eleştirimi belki para almak için çıkardı kitaptan. Bu, orada imzaları olan bizlere büyük hakarettir’ diyor.

Ortada hem bir intihal-entelektüel hırsızlık var, hem görüşleri çarpıtmak hem de düpedüz dolandırıcılık.

* * *

MEHMET Hasgüler
, Avrupa Parlamentosu seçimlerine Rum kesiminden katılan tek Türk. ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ni nasıl üstlerine geçirdilerse, bu kitabı da aynı sorumsuzlukla üstüne geçirdiler’ diyor Hasgüler ‘ Biz barışa inanan insanlarız. Rumların entelektüellerinde bile ortaya çıkan bu şımarıklık, Kıbrıs’ın turuncusunu karartıyor. Peşini bırakmayacağım dava açacağım.’

Ama hiç kolay değil. Evet, Kıbrıs AB üyesi ve Avrupa hukuku açısından fikri mülkiyet hakları çok önemli. Gelin görün ki, Kıbrıslı bir Türk’ün tek başına hak aramasının önünde siyasi ve hukuki engeller çok büyük.

Oysa fikri mülkiyet hakkı kutsal bir hak. Tıpkı Bayan Titina Loizidu’nun mülkiyet hakkı kadar kutsal bir hak.

İki toplum arasındaki güven ilişkisinin nasıl zedelenmiş olduğunu gösteren bu örneğin siyasi yönü de, o davada olduğu kadar önemli. Hasgüler haklı, bu intihal olayının peşi bırakılmamalı.
Yazının Devamını Oku

Savunmanın altında kimin imzası var?

18 Kasım 2005
AVRUPA İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararından sonra hükümet rol değiştirdi. Leyla Şahin davasında Türkiye Cumhuriyeti’ni temsil eden savunma makamı değilmiş gibi davranıyor. AKP sanki Hükümet değil, Ana muhalefet.

Ulemaya ya da din konusunda bilirkişiye danışılmadığı için kararın hukukiliğine itiraz eden Başbakan Tayyip Erdoğan ve mahkeme kararıyla ilgili değerlendirmesinde yasakları savunmanın şerefli bir şey olmadığını söyleyen Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün topa tuttukları bu kararın savunmasını merak ettim.

Öyle ya, davada savunma makamı hükümet.

Leyla Şahin’in dava konusu olan İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü’nün türbanla okula girilemeyeceğine ilişkin kararı konusunda hükümetin imzasını taşıyan savunmanın, hükümetin açıklamalarıyla ilgisi yok.

30 Ocak 2005’te ‘Leyla Şahin’in Türkiye aleyhine açtığı davaya (44774/98) karşı Türk Hükümeti’nin Büyük Daire’ye sunduğu Görüşler’ başlıklı kısa belgedeki görüşlere bir göz atmak yeter.

* * *

AKP
Hükümeti savunmasında, ‘Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 4.Dairesi’nin kararında, rektörlük genelgesinin Anayasa ve Danıştay kararlarına dayandığı kabul edilmiş ve söz konusu yargı kararlarının gerekli yasal temeli oluşturduğu görüşü benimsenmiştir...’ diyor.

Yani Hükümet, İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü’nün, türban ile derslere girilmesini yasaklayan kararının Anayasa ve Danıştay kararlarına dayandığını hatırlatıyor AİHM Büyük Dairesi’ne.

Yine savunmada hükümet, Leyla Şahin olayında eğitim hakkı ihlali olmadığını Belçika, Danimarka ve İngiltere’deki bazı örneklere atıfta bulunarak belirttikten sonra ‘Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 4. Dairesi’nin verdiği kararın onaylanması saygıyla talep olunur’ diyerek İstanbul Üniversitesi’nin türban yasağının eğitim hakkını ihlal etmediğini savunuyor.

Bitmedi. Hükümet savunmasında şunu da söylüyor: ‘Sözleşmeye ve ek protokollere taraf olan devletlerin eğitim hakkını düzenlemeye yetkilerinin bulunduğu, sözleşmede güvence altına alınan din ve vicdan özgürlüğünün de ibadet özgürlüğü anlamına geldiği noktasından hareketle AİHM içtihatlarına aykırı davaranılmadığı düşünülmektedir.’

AKP’nin mahkemede savunduğu ile içeride söyledikleri arasındaki çelişkiler bu kadarla sınırlı değil.

Bir başka nokta ise şöyle:

‘Türk Hükümeti, özgürlüklerin genişletilmesi amacıyla başlattığı hukuk reformunu sürdürmeye kararlıdır. Bu süreçte özgürlüklerin genişletilmesi, Hükümetin iradesiyle, temel yasaların ve yargı kararlarının bir bileşkesi olarak gerçekleşecektir.’

Özgürlükleri genişletme sözü veren hükümet, bu reform sürecinde siyasi iradenin ülkenin temel yasaları ile çatışmayacağı güvencesini de kayda geçiyor.

* * *

BU
satırlar Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin, AKP Hükümeti’nin imzasını taşıyor.

Buraya kadar yanlış bir şey yok. Çünkü dava Türkiye’ye karşı açılmış ve savunma da tabii ki hükümete düşüyor. Aslında Hükümet, AİHM’de yapılması gerekeni yapıyor. AİHM’de, ‘Davacı haklıdır, beni tazminat cezasına çarptır’ diye yalvaran bir hükümete şimdiye kadar rastlandı mı ben bilmiyorum.

Pekiyi, karar çıktıktan sonra neden AKP, muhalefet partisi gibi davranmaya başlıyor? Kadınların başı üzerinden türbünlere oynuyor.
Yazının Devamını Oku

Hekimlerin duyurusu ve genleri bozulan toplum

14 Kasım 2005
DÜN bizim gazetede yayınladıkları ilanla hekimler kamuoyuna seslendiler. <br><br>‘Tıp camiası, son zamanlarda tıp mensuplarına yönelik, giderek artan saldırıların tedirginliği içindedir’ dediler. ‘Türk halkının, olağan ve olağan dışı her türlü koşulda çalışmaya devam eden hekimlerimize desteğinin süreceğine inancımız tamdır’ sözleriyle destek istediler.

‘İnsanlık dışı davranışların sürmesi halinde hekimlik hizmetlerinin verilemeyeceği noktasına gelinebileceğini kamuoyuna üzülerek duyurmayı görev biliyoruz’
uyarısında bulundular.

İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi ve İstanbul Tıp Fakültesi‘nin imzasını taşıyan bu çağrıyı, Prof. Dr. Göksel Kalaycı’nın katledilmesinin infiali olarak değerlendirenler çıkabilir. Aman yanılmayın. Bu çok ama çok ciddi bir uyarı.

Bir ülkenin doktorları, ‘tehdit altındayız, mesleğimizi yapamama noktasına geliyoruz’ demişlerse orada akan sular durmalı.

Tehdit, korkutma, şiddet. En yakınımdaki hekim dostlarımdan son zamanlarda bu şikayeti çok sık duyuyordum ama, işin bu kadar ciddi olduğunu kavrayamıyordum doğrusu.

Tehdit, şantaj ve şiddetin normalleştirildiği ‘güç’ odaklı sistem üzerimize çöküyor.

Nasıl çözeceğiz? İstiare uykuları, rüyalara giren şeyhlerin buyurularıyla mı?

Prof. Kalaycı’nın ölümüyle ilgili olarak İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mesut Parlak’ın dün Milliyet Gazetesi’nde yayınlanan sözlerini okuyunca irkildim.

‘Her gün hekimler saldırılarla karşılaşıyor. Toplum çıldırdı. Bu toplumun DNA’sı bozuldu herhalde’ diyor Prof. Parlak.

Profesörün sözleri çok vahim ama, teşhisi doğru.

Çılgın Türkler’in yerini, çıldıran Türkler alıyor.

Hepimiz farkında değil miyiz?

* * *

NE
yapacağız? Önce bu şiddet meselesi ile yüzleşeceğiz.

Buna karşı toplumsal bilincimizi geliştirmek için açılan kampanyaları önemseyip, bir seferberlik başlatacağız.

Geçen hafta Aile İçi Şiddete Hayır Dünyadan Örnekler Konferansı’na katılan İngiltere, Ceza Adaleti ve Suçlu Yönlendirmeden sorumlu Devlet Bakanı Baroness Scotland Of Ashtal’ın da dediği gibi, ‘Aile içi şiddet, çocukların gelişimini, eğitimini ve sağlığını derinden etkiliyor.’ İngiltere, aile içi şiddetin önüne geçmek için büyük kampanyalar yürütüyor. Hukuki çözümü, sosyal önlemlerle birleştirip şiddetin kökünü kazımayı öncelikli sosyal işler programına almış. Şiddete uğrayanın da şiddet uygulayanın da ilgi göreceği özel teknikler geliştiriyor.

Sağlıksız bireyler, bir de sağlıksız bir sistem içinde kendi hallerine terk edilince toplumun genleri bozuluyor.

* * *

İNGİLTERE
bir örnek. Şiddetin önüne geçmek için alınacak çok örnek, yapılacak çok iş var. Yeter ki böyle bir şeye ihtiyaç olduğu kabul edilsin ve bu işin arkasına siyasi irade konsun.

Şikayetlerin ciddiye alınması bile bir adım. İlk adım.

Bugün hekimler haykırıyor. Bağışıklık sisteminin çökmekte olduğunu söylüyorlar.

Dün başkaları haykırdı, yarın diğerleri sırada.

Bu çağrıları ciddiye alıp uyarılara yanıt verilecek mi? Hükümet, bu ülkede türban dışında başka sorunların da olduğun ve çok acil çözüm beklediğini aklına getirecek mi?

Yanıtlamak içinde pek fazla zaman da kalmadı galiba.
Yazının Devamını Oku

Aile içi şiddette erkek eğitimi

13 Kasım 2005
TÜRKİYE’de ilk kez sivil toplum ve medya, Birleşmiş Milletler’in de desteğiyle böyle bir konferans düzenliyor. Dünyanın birçok ülkesindeki kadın örgütleri bu kampanyayı imrenerek izliyor. Çünkü, Avrupa’nın kadın hakları konusunda en ileri durumda olan ülkelerinde bile medyanın bu işlere ilgi göstermemesi en büyük sorun. Oysa Türkiye’nin en etkili gazetesi aile içi şiddete karşı kampanyanın öncülüğünü yapıyor.

Şiddetin, medya aracılığıyla nasıl yeniden üretildiğini bilmeyen yok. Şiddete karşı duyarlı, kadın haklarını ve cinsiyetler arası eşitliğe dayalı bakış açısını kavrayan ve buna önem veren yayıncılık, geri kalmışlığa karşı en etkili yöntemlerden. Kolay değil biliyoruz ama çalışmalar meyvesini veriyor. Ortak bir bilinç uyanıyor.

* * *

AVRUPA
Birliği’nin Türkiye ile ilgili olarak 9 Kasım’da yayınladığı ilerleme raporunda kadınların durumuna geniş yer veriliyor.

‘Türkiye’de ekonomik ve sosyal haklar’ başlıklı bölümde şöyle deniyor: ‘Ceza Yasası’nın geçen yıl yürürlüğe girmesiyle birlikte, kadınların durumu açısından bazı önemli gelişmeler olmuşsa da Türkiye’de kadınlar açısından esas endişe uyandıran alanlar aile içi şiddet, namus cinayetleri, okuma yazma bilmeyenlerin sayısının yüksek oluşu, kadınların Parlamento’da, yerel yönetimlerde ve çalışma hayatında çok az düzeyde temsil edilmeleridir.’

İlerleme Raporu, Türkiye’den aile içi şiddete son vermek ve kadınların durumundaki eşitsizliği düzeltmek için önemli adımlar atmasını istiyor. Hem de Katılım Ortaklığı belgesine bakarsak bir ya da iki yıl içinde fark edilir adımlar atılmalı.

* * *

BU
arada rapor, yapılanları da sayıyor. Aile İçi Şiddete Son ve Kızlar Okula kampanyaları, özel sektör ve medyanın bu kampanyaların arkasında durması da Türkiye’nin olumlu puanları olarak raporda yer alıyor.

Türkiye, sivil toplum ve medyanın desteğiyle kadınların durumunu düzelten bu adımlar sayesinde prestij kazanıyor.

Başbakan Erdoğan’ın tabiriyle ‘bir grup marjinal kadın’ sayesinde bugün AKP hükümeti, ‘Avrupa Birliği yolunda en ileri adımları atan hükümet’ olmakla övünüyor.

Övünsünler birşey diyen yok. Yeter ki iyi işler yapılsın.

* * *

KONFERANS
’ın ilk günü konuşmacılar çok önemli bir talebi dile getirdiler. Hükümet önümüzdeki on yılı Türkiye’de kadın hakları on yılı ilan etsin.

Etrafınıza bir bakın. Sorunları şiddetle çözme eğilimi hızla yaygınlaşıyor. Aile içi şiddet bu toplumsal sorunun tam da göbeğinde. Şiddete karşı mücadele, eşitlikçi toplumsal zihniyeti yayma ve bunun için önlemler almak için seferberlik gerekiyor.

Bunun tek yolu ceza sisteminin değişimi değil. Kadın, çocuk, hatta yaşlılara karşı aile içi şiddetle ilgili özel yöntemler geliştirmek, kadın sığınaklarından erkek eğitim programlarına kadar çok yönlü teknikler geliştirmek önemli.

Aile İçi Şiddete Son Konferansı’nda, çeşitli ülkelerdeki eğitim teknikleri ve deneyimlerini de dinledik. Günümüzde kadın erkek eşitliği sadece bir kadın sorunu değil. Aile içi şiddet de öyle. Çözüm ortak mücadele ile mümkün.

Kanada’da beyaz kurdele kampanyası başlatarak erkeklerde şiddete karşı bilinci yaygınlaştırmaya çalışan Dr. Michael Kaufman, ‘Aile içi şiddet denince sadece taraflardan biri ile ilgilenildi. Oysa erkekler de bu sorunun parçası. Şiddet erkek biyolojisinin doğal sonucu değil. Toplumsal onay, müsamaha meselesi’ diyordu.

* * *

BURADAN hükümete sesleniyorum. Önümüzdeki on yılı kadın hakları ve aile içi şiddete kaşı mücadele on yılı ilan edin. Kadın ve çocuklarla ilgili ortak bilincin gelişmesi, sorunlarımızın çözümü için sivil toplumun çabaları kadar siyasi irade de gerekiyor. Konferansa katılan Avrupalı bakan ve sivil toplum temsilcilerinin örnekleri de bunu doğruluyordu.
Yazının Devamını Oku

Avrupa ile kırılma noktası

12 Kasım 2005
AVRUPA Birliği ile Türkiye arasındaki ilişkiler rayına oturuyor. Önceki gün Brüksel’de yayınlanan İlerleme Raporu, Katılım Ortaklığı Belgesi ve Stratejik Belge genel olarak olumlu. Katılım öncesi süreç yol almaya başladı. Benim gördüğüm iki sorun var. Birincisi, Türkiye’den beklenen köklü reform ve değişikliklerin finansmanı konusunda. Bizden önce üye olanların aksine, bizimle ilgili muğlaklık var. Önemli stratejik adımların, değişim sürecinin maliyeti nasıl karşılanacak, bu belli değil. Türkiye’ye AB bütçesinden ne kadar para ayrılacağı belirsiz. Ama biz, Avrupa Kalkınma Bankası ve diğer çeşitli kanalları devreye sokarak bu sorunun üstesinden gelebiliriz.

Bu süreci gölgeleyen tek gerçek tehdit Kıbrıs.

Dışişleri Bakanı Abdullah Gül dün, ‘AB’nin gerektirdiği stratejik ilişkileri gölgeleyecek durumlar ortaya çıkabilir’ sözleriyle bu riske işaret ediyordu. Kıbrıs sorununu AB’nin sırtından çözmek için Türkiye’yı sıkıştırmak müzakere sürecini tıkayabilir. Gül, bu mesajı bir gün önce görüştüğü AB Büyükelçileri’ne de vermiş. Gerçekten de Ankara kulislerinde, Kıbrıs konusunda Türkiye’nin yapabileceği bir şey olmadığı görüşü hakim.

İlerleme Raporu ve Katılım Ortaklığı Belgesi, ana hatları ile medyaya yansıdı. Ayrıntıları önümüzdeki günlerde tartışmaya devam edeceğiz ama ben, önümdeki belgelerde bir iki noktayı cımbızlama yöntemiyle aktarmak istiyorum:

Katılım Ortaklığı Belgesi’nde yer alan ve bir ya da iki yıl içinde yerine getirilmesi gereken kısa vadeli öncelikler listesinden:

Kadınlara karşı şiddetin, namus cinayetleri de dahil her biçimine karşı önlemler alınmalı; Hakimler, savcılar ve yerel yönetimler için bu konuda özel eğitim verilmeli; kadın sığınakları kurulmalı.

Yüksek Hakimler ve Savcılar Kurulu ile yeni hakim ve savcıların atanmasında yargı bağımsızlığı garanti altına alınmalı.

İlerleme Raporu’ndan:

Ceza yasasındaki bazı maddeler, gazetecilerin kendi kendilerini sansürlemelerine yol açıyor dolayısıyla basın, enformasyon ve ifade özgürlüğünü kısıtlıyor.

Gazeteciler hálá sendikalaşma çabalarında zorluklarla karşılaşıyorlar.

Alkollü içkiler dahil, değişik alanlardaki yabancı üreticilerin, vergi engelleri ve ayrımcı uygulama ile pazara dahil olmaları engelleniyor. İhracat lisansı uygulaması Gümrük Birliği ile uyumlu değildir ve gecikmeden kaldırılmalıdır.

Şiddet ailede başlıyor

PARİS sokakları, Amman otelleri, Hakkari meydanları, Malatya çocuk yuvasındaki görüntüler. Çevremizdeki şiddet çemberinin daraldığını hissetmeyen var mı?

Terör ve şiddet hayatlarımızı ele geçiriyor.

Patlayan bombalar, ateşe verilen araçlar, tekmeler, yumruklar üzerimize üzerimize geliyor.

Şiddet, ekranlarımızda dondurduğumuz görüntüleri aşarak toplumu ele geçiriyor.

Bazen açıktan, çoğu zaman sinsice.

Trafikte, karanlık bir köşeden karşımıza çıkıveren bir gaspçının bizi gafil avlayışında, işyerindeki hırpalanışlarda, çapaçul ihmalkarlıklarda, yok sayılmalarda, hak yemelerde ve en zırhsız olduğumuz yerde, evlerimizde şiddet o kadar çok değişik biçimlerde yaklaşabiliyor ki yanımıza, savunmaya vakit kalmıyor.

Kimi zaman kurban, kimi zamanda fail oluyoruz. Farkına vararak ya da varmayarak. İşte mesele de burada değil mi?

Farkına varılan şiddete karşı önlem almak daha kolay, önemli olan farkına varmadığımız şiddetle başa çıkabilmek. Şiddetten en fazla etkilenenler kadın ve çocuklar. Avrupa Konseyi’nin yaptırdığı bir araştırmaya göre, kadına yönelik şiddet, eğitim düzeyi en ileri ülkelerde bile yaygın. Örneğin ABD ve İsveç’te her dört dakikada bir, bir kadın şiddete maruz kalıyor. Yine bu ülkelerde on günde bir, bir kadın öldürülüyor.

İşte bu yüzden şiddete karşı sürekli mücadele gerekiyor. Hürriyet’in BM Nüfus Fonu, Çağdaş Eğitim Vakfı ve İstanbul Valiliği ile birlikte düzenlediği, CNN Türk’ün de katkıda bulunduğu ‘Aile İçi Şiddete Son Konferansı’ da bu mücadelenin esası olan toplumsal bilinci artırmada önemli bir adım.
Yazının Devamını Oku

Erdoğan: Olayları türban yasağı fitilledi

7 Kasım 2005
FRANSA’da patlak veren isyanlar diğer Avrupa ülkelerine yayılır mı? Bu konuda Türkiye ne yapabilir? ‘Bu tür olayların sıçramasını istemeyiz’ diyor Başbakan Tayyip Erdoğan ‘Biz bu olayların engellenmesi için Avrupa’daki dostlarımıza medeniyetler arası çatışmaya yol açılmaması gerektiğini hep söyledik. Medeniyetler arası ittifak için çalışmalıyız. Hıristiyan ve Müslüman dünyasına büyük görev düşüyor. Avrupa bizi iyi değerlendirmeliydi. Söyledik. Ama Fransa bunu dikkate almadı. Bizi dinlemedi.

Avrupa Türk Demokratlar Birliği Genel Merkezi’nin (UETD) açılışına katılmak için dün Köln’e giden Başbakan Erdoğan, artık gelenek haline gelen farklı gazetelerden davet edilen bir grup gazeteciyle güncel konuları tartıştı.

Fransa’da patlak veren olayların nedeni, Başbakan’a göre ‘Türbanın okullarda yasaklanma kararı’ydı:

‘Fransa’da türbanın yasaklanmasıyla ilgili olarak okullarda başlatılan süreç, olayları fitilledi. Daha önce Fransa’da hiç böyle bir şey olmamıştı. Kendilerine de anlattık. Bir buçuk yıl önce Fransız iş adamları ve entelektüelerinin de bulunduğu bir grupla bir araya geldim. Kendilerine anlattık. Bizim, Türkiye olarak bu gelişmeleri engellemek açısından yapabileceğimiz çok şey var. Medeniyetler ittifakında biz yardımcı olabiliriz.

MERKEL ŞİMDİ DÜŞÜNMELİ

Başbakan, varoşların isyanından sonra Almanya’nın yeni Başbakanı Angela Merkel’in Türkiye ile ilgili düşüncelerini yeniden gözden geçirmesi gerektiği inancında. ‘Bizim Merkel ile oturup konuşmamız lazım’ diyen Başbakan dün neden Merkel ile görüşmedi? Merkel mi istemedi?

‘Biz resmen görüşme talebinde bulunmadık ki. Merkel ile son konuşmamızda, hükümet kurma çalışmalarından sonra en kısa zamanda görüşmeyi arzu ettiğini söyledi.

Almanya’da hükümet süreci krize girdi. Başbakan’a göre iki nedeni var. Biri bütçe diğeri Türkiye konusundaki tavır. Ama Erdoğan, Türkiye’nin AB süreciyle ilgili sorunun kalıcı olmadığı görüşünde, ‘Bu sorunu hallederler’ diyor. ‘Merkel bana Almanya’nın bugüne kadar olan Türkiye politikasının değişmeyecğini söyledi. Bu sözleri kayıtlara da geçti.

REFORMLARI HALKA İNDİREMEDİK

Avrupa Birliği sürecinde Türkiye’nin yaptığı reformların halka tam olarak inmediğini düşünüyor Başbakan; ‘Reformları uygulamada ve halka iletmede bir sıkıntı var.’ Bu noktada uçakta bulunan Başmüzakereci Ali Babacan’ı da gazetecilerle birlikte oturduğu özel kabinine çağırarak, ‘Siz de dinleyin, sizin meseleleri konuşuyoruz’ diyor.

Başbakan, Almanya’da AKP’ye yakın Türklerin oluşturduğu örgütün açılışına katılırken Avrupa’yı sarsan olaylara karşı burada yaşayan Türkleri köprü görevi görmeye çağırıyor. Türkiye, Avrupa’ya aslında bir iç meselesi olduğunu anımsatıyor.
Yazının Devamını Oku

Türkiye tartışmaları ve varoşların isyanı

6 Kasım 2005
PARİS’teki olayları izliyorum. Varoşların isyanı günlerden beri sürüyor. İsyancılar, Müslüman göçmen ailelerin çocukları. Fransa’da beş milyon Müslüman yaşıyor.

Avrupa’nın en büyük Müslüman nüfusuna sahip. Her yüz kişiden onu Müslüman olan bu ülkede göçmen denince akla Kuzey Afrikalılar geliyor. Evet Afrikalı çoğunlukta ama bu sayının içinde Türkler de var Araplar da.

Varoşlar, Türkiye tartışmalarını dikkatle izliyor. Bu tartışmalarda herkes kendisini istenmeyenle bir biçimde özdeşleştiriyor. Ama isyanın nedenleri tartışılırken, kimsenin aklına işin bu yönü gelmiyor.

***

İÇİŞLERİ
Bakanı Sarkozy, uyuşturucu örgütleri ile radikal İslamcı hareketlerin yönlendirdiği örgütlü eylemler olarak yorumluyor olayları.

Siyasilerin eğilimi bu yönde. Polisiye önlemlerin artırılması tartışılıyor. Sorunlu bölgelerde ‘Mahalle polisleri’ ile örgütlü suça karşı mücadele etme projeleri gündemde şimdi.

Ekonomik sorunlar çok önemli bir neden.

Daha çok muhalefete ve toplumbilimcilerin ciddiye aldıkları bu gerekçe Fransa’da işsizliğe bir türlü çözüm bulunamamasına dayanıyor. İşsizlik oranı yüzde onlarda. Ekonomik kriz daha çok göçmen gençleri etkiliyor. Fransız hükümetinin özel programlar uygulama kararı aldığı 700 kritik bölge var ülke çapında. Bu bölgelerde yaşayan üç gençten biri işsiz. Burada gelir seviyesi ise ortalama gelirin yüzde 75 altında.

Yoksulluk ve umutsuzluk, varoşlardaki Müslüman gençleri şiddete iten ciddi bir sorun.

Eric Marliere, ‘Hukuk ve Ceza Kurumları Üzerine Sosyolojik Araştırma Merkezi’ araştırmacılarından bir sosyolog. Varoşlardaki gençlerle ilgili çalışmaları var. Ona göre bu olayların ardında göçmen gençlerdeki ‘Haksızlık ve eşitsizliğe uğramış olma duygusu’. ‘Kimse durduk yerde şiddete başvurmaz’ diyor Marliere, ‘özünde kendisi de şiddetin sembolik biçimi olan ayrımcılık ve toplumsal dışlamaya karşı verilen tepki bu.’

***

11 EYLÜL
ve Irak savaşı, ABD’de olduğu gibi Avrupa’da yaşayan Müslümanların da hayatını zorlaştırdı. Müslümanlara karşı ayrımcılık, onları potansiyel suçlu gibi gören bakış açıları kabul gördü. Avrupa’da ekonomik nedenlerden dolayı tırmanışa geçen ırkçılığın ve yabancı düşmanlığının birinci hedefi Müslümanlar oldu.

Pekiyi ya Türkiye tartışmaları? 17 Aralık öncesi ve sonrasında Türkiye’nin AB üyeliği, anayasa tartışmaları ile kasıtlı olarak birleştirilerek, ‘Müslüman Türkiye gelirse Avrupa Birliği dağılır’ ana teması etrafında gelişen tartışmaların varoşların dışlanmışlığına hiç mi etkisi olmadı?

Türkiye tartışmalarından Fransa Müslümanlarının çıkartacağı mesaj ‘Müslümanlara Avrupa’da yer olmadığı’ değil miydi?

Hele Fransa’da bu tartışmalar zaman zaman öyle kaba, öyle aşağılayıcı bir üslupla yapıldı ki, ırkçılık ve yabancı düşmanlığının sınırları sık sık aşıldı.

Bu tartışmaların yıldızlarından birisi de şimdi varoşların isyanı ile başa çıkmaya çalışan Fransa İçişleri Bakanı Sarkozy idi. Türkiye’nin Avrupa ailesi içinde yer almasına ilke olarak karşı çıktığını söylerken, Müslüman Fransız vatandaşlarına bakışını da ele verdiğinin farkında mıydı acaba? Değildi ama onu dinleyenler, bu tartışmaları bir yıl boyu televizyonlarından izleyen, gazetelerinde okuyanlar farkındaydı.

***

TÜRKİYE
ile ilgili bu tartışmaların bazılarını ben de televizyonlarda ve katıldığım toplantılarda izledim. Yüzüme çarpan o tepeden bakan, dışlayan, küçümseyen üslubun, duruşun, bakışın Avrupa’nın varoşlarında hissedilmemesi mümkün müydü?

Avrupa, yirminci yüzyılın getirdiği yeni vatandaşlarını kendisine uydurmaya çalışarak ve uyum politikaları üzerine kafa patlatarak varoşların isyanının üstesinden gelemez.

Bir yandan yetmiş milyon yeni Müslüman korkusuyla Türkiye’nin uyumunu zorlaştırırken, öte yandan Avrupa Müslümanlarını kendisine uyduramaz.
Yazının Devamını Oku

Başkanın kafasını karıştıran kampanya

4 Kasım 2005
İNGİLTERE’de yaşayan Türkler hummalı bir lobi faaliyeti içinde bugünlerde. Fazla yansımıyor ama Avrupa’daki Ermeni diasporasının Edinburgh Belediye Meclisi’nden çıkartmaya çalıştığı soykırım tasarısına karşı İngiltere’de yaşayan Türkler büyük bir kampanya başlattılar. Çünkü 17 Kasım’da Belediye Meclisi’nde oylamaya sunulacak olan karar İngiltere’de alınmış ilk resmi karar olacak.

Ama Türklerin çalışmaları sayesinde tasarının oylanması geçtiğimiz haziran ayında iki kez ertelendi.

Türkler, ‘Madem karar vereceksiniz, iki tarafı da dinleyin. Biz de konuşacağız’ diyerek tasarıya öncülük eden Belediye Başkanı Donald Anderson’a, Türk tezlerinin anlatıldığı bir seminer düzenlettiler.

Büyükelçi Gündüz Aktan ve Prof. Norman Stone’un konuşmacı olarak katıldığı seminerde, Osmanlı tarihçisi Dr. Chris Ferrard da bir Edinburgh’lu olarak

‘Binlerce kilometre uzaktaki bir ülkenin tarihiyle uğrayacağınıza önce bu kentin sokaklarındaki çöpleri toplayın’ isyanıyla bağlamış konuşmasını.

Seminer, 17 Kasım’daki oylamanın sonucunu değiştirir mi orasını bilmiyorum ama Belediye Başkanı Anderson’un kafasının karıştığı kesin.

Anderson’un seminer sırasında ve ardından yakınlarına, ‘Kafam iyice karıştı, dinlediklerimden sonra kalbim Ermeniler ile Türkler arasında bölündü’ dediğini anlatıyor duyanlar.

Anderson’un kafasının neden karıştığını, Edinburgh Belediyesi’nin işi gücü bırakıp neden soykırım iddiasına sahip çıktığını ve bununla ilgili bir karar tasarısını Meclis’ten geçirtmek için neden mücadele ettiğini benim gibi siz de merak ettiyseniz anlatayım.

* * *

EDİNBURGH
Belediye Başkanı’nın soykırım iddiasının ateşli taraftarı olması, başkan seçilmeden önceki yıllara dayanıyor. Bir hastanede çalışan Donald Anderson burada tanıştığı bir arkadaşı ile yıllar sonra kan vermeye gittiği aynı hastanede karşılaşıyor. Arkadaşının, belediye başkanlığı gibi bir iktidar koltuğuna sahip olması, geçmişte kalan arkadaşlığın canlanmasının nedeni. Çünkü Anderson’un eski arkadaşı İngiltere’deki Ermeni diasporasının kurduğu CRAG (Ermeni Soykırımını Tanıma Kampanyası) nın üyesi.

İşte Anderson, bu arkadaşının etkisiyle Türklerin Ermenilere karşı soykırım suçu işlediğini iddia eden bir tasarıyı Edinburgh Belediye Meclisi’nin önüne getiriyor .

Ancak, Belediye sınırları içinde yaşayan Türklerin durumu erken fark etmesiyle işler karıştı. Türkler, sadece düzenledikleri seminerle kendi görüşlerini duyurmakla kalmadı Belediye Başkanı ve Meclis üyelerini mesaj yağmuruna da tuttular.

* * *

HÁLÁ devam eden kampanyanın ilk adımını ise Edinburgh’lu genç bir Türk çift attı. Servet ve Levent Hasan. Ermeni bir okul arkadaşının sözleri yüzünden küçük kızlarının okuldan eve ağlayarak dönmesi üzerine harekete geçen Hasan çifti, tasarının Belediye Meclisi’nde iki kez ertelenmesini sağlamışlar.

Şimdi Türkler, önerinin tamamen geri çekilmesini ya da ‘soykırım’ kelimesinin çıkartılıp iki tarafın da savaş kayıplarından söz edilmesini istiyorlar.

Belediye Başkanı Anderson’dan, 8 Kasım’da İşçi Partisi Meclis grubunun toplanıp içeriği değiştireceği sözünü de aldılar.

* * *

TASARININ
içeriği değişir mi değişmez mi henüz belli değil. Ama Türk lobisinin çabası Başkan’ın bir orta yol arayışında olduğu kesin. 17 Kasım’daki oylamada İşçi Partisi grubunu serbest bırakma sözü verdi. Herkes kendi vicdanına göre oy kullanacak. Liberallerin ne yapacağı henüz belli değil. Ama Muhafazakarlar tasarıya karşı.

İşçi Partili Meclis üyesi Phil Attridge Türk komitesine itirafı ilginç bir itirafta bulunuyor, ‘ Donald böyle bir şeye kalkışmayacaktı. Hiç bilmediği bir işe girişti. Kendini çok zor bir duruma soktu. Nasıl altından kalkacağını bilmiyoruz.’

Kampanya tüm hızla sürüyor, sürdükçe başkanın kafası karışıyor.
Yazının Devamını Oku