Ferai Tınç

Umudu öldüren duvar ve Betlehem’de barış duası

26 Aralık 2005
ÜÇ dinin kutsal toprağı Kudüs’ten önceki gece, Noel gecesi yankılananlar, Ortadoğu’nun bu yıl ilginç gelişmelere sahne olacağının habercisiydi. Kudüs’e yedi kilometre mesafede, daha doğrusu Kudüs’ün bir mahallesi iken İsrail’in ördüğü duvarla tecrit edilen Betlehem’de, Hazreti İsa’nın doğduğu kayanın yanı başındaki kilisede yapılan Noel ayini, çatışma yorgunu topraklar açısından umut verici işaretler taşıyordu.

Filistin Lideri Ebu Mazen (Mahmud Abbas), Yaser Arafat’ın katıldığı son ayinden beş yıl sonra Noel ayinine katıldı. Bu da İsrail vetosunun kalktığını gösteriyordu.

Ebu Mazen’in, Kiliseye girmeden önce Hazreti İsa’nın doğduğu yer olduğuna inanılan kutsal mağarayı ziyaret ettiğini de, dünya ile birlikte canlı yayından öğrendik.

Kudüs Latin Patriği Monsinyor Sabbah, bu yıl Noel ayini sırasında Filistinliler için adalet istedi. ‘İsrail’in güvenliği Filistinlilerin bağımsızlığı ve egemenliği ile mümkündür’ dedi ‘Yarı özgürlük, yarı egemenlik bizi bir yere götürmez. Şiddet ve sonsuz bir güvensizlik sarmalına sokar. İsrail’den de olumlu sözler duyuyoruz. Umarız bunlar yeni bir vizyonun, yeni kararlılığın sonucudur.

Betlehem Papazı İbrahim Faltas da, İtalyan Dergisi Articolo 21’de okuduğum açıklamasında Ortadoğu’da barış umutlarının yeşerdiğini gösteren bazı olayları sıralıyordu.

Faltas’ı hatırlayacaksınız, Doğuş kilisesi İsrail askerleri tarafından kuşatıldığında olan bitenleri dünyaya haber veren papaz. Orada gazeteci olmadığı için haber ajanslarına kilisenin içinden haber veriyordu. Papaz İbrahim, İsrail’in ördüğü ve Kudüs ile Betlehem’i ayıran duvarın barış umudunu öldürdüğünü söylüyor ama yine de dünyanın bazı gelişmeleri fark ederek barışı desteklemesini istiyordu.

Kudüs’te yeni açılan bir okulu örnek veriyordu. ‘Ele ele’ adlı bu okulda Hıristiyan, Müslüman ve Musevi çocuklar aynı sınıfta ders yapıyorlardı.

* * *

BU
yıl Ortadoğu, Türkiye’nin dış politika gündeminde çok önemli bir yer tutacak. AKP hükümeti, Avrupa Birliği’nden beklediğini bulamayınca iç politika hesaplarına dalarak sürekli hatalar yaptığı için dış politikadaki kazanımlar bulanıklaşıyor. Ama Türkiye, geçen yıl Ortadoğu’da doğru adımlar attı ve güvenilirliğini artırdı.

Tezkere olayı nedeniyle Türkiye’nin gözden çıkarılabileceğini düşünenler bile bugün, Irak da dahil olmak üzere bölge sorunlarında Türkiye ile birlikte adım atmak istiyorlar.

Yine Iraklı Sünnilerin talebi üzerine, seçim öncesi İstanbul’da gerçekleşen toplantıda da görüldüğü gibi Türkiye, önümüzdeki süreçte de Ortadoğu’nun etkili aktörleri arasında olacak.

* * *

AKP
Hükümeti, dış politikada yakaladığı başarıyı, sığ iç politika hesapları için heba etmek üzere. Avrupa Birliği hedefindeki gevşeme yeterli bir işaret değil mi?

Hükümet, yok türban, yok imam hatipler, yok içki ile kendi tabanına mesaj vermek için boş yere enerji harcamayabilse, sermayenin el değiştirmesi gibi partizan çaba bir kenara bırakılabilse, Başbakan Erdoğan eleştiriden nem kapmadan liderlik yapabilse, Türkiye zaman kaybetmeyecek. Olanaklarını çok daha etkili sonuçlar alacak biçimde seferber edecek.

Ortadoğu’da, umudu öldüren duvara rağmen barış umudu yeşerirken, şimdi içe kapanıp debelenme zamanı mı?
Yazının Devamını Oku

Pırıltı korkusu

25 Aralık 2005
PIRILTI ve ışık arayan yeni yıl ruh halimin etkisi ile büyüklerimin ellerinden tutarak yürüdüğüm zamanlardan beri gittiğim Tahtakale’ye bu yıl da uğradım. Çocukluğumun ince cam süsleri çoktan beri yerlerini plastik toplara bırakmışlardı ama bu yıl, vitrinler silme Çin malı. Aralarında gerçekten sanat eseri sayılabilecek malzemelere de rastlanıyor. Yapraklarının uçları toplu iğne büyüklüğündeki ampullerle yıldızcıklar saçan çam ağacı, hemen aklıma geleni.

Gezip görmek bile eğlenceli olan sokak bu yıl biraz durgun. Nedenini sorduğumda ilginç yanıtlar aldım.

Bu yıl, birçok iş yeri, hatta otel yeni yıl için süsleme yapmıyormuş.

Nedeni daha da ilginç. Çünkü yılbaşı süslemesi yaparlarsa esnaf işlerinin bozulmasından korkuyormuş.

Yıllar önce, hükümetin eğilimine göre Sultanahmet’e Cuma namazına gittiğini duyduğumda nasıl şaşırdıysam, bu kez de öyle şaşırdım.

Yılbaşı, bayramlar piyasalar açısından önemli fırsatlar. Üstelik yeni yılı ışık ve renk cümbüşü içinde karşılamak, dünyanın her yerinde laik bir gelenek haline gelmiş durumda. Yani yılbaşının dini yok. Noel Baba da çok uzun zamandan beri sadece Hıristiyan çocukların uykularına girmiyor. O da laikleşti.

Tahtakale’nin müşteri profili hiçbir zaman sadece Hıristiyan vatandaşlarımız olmamıştı.

Yeni yıl için vitrinlerini süsleyenler de Müslüman vatandaşlara "Bu hafta siz alışveriş yapmasanız da olur" demiyorlardı.

Ya oteller? Yeni yıl programları? Bazen kiçe kaçsa da yani cavalacozlaşsa da vazgeçilemeyen geleneksel yeni yıl dekorasyonları?

***

İYİMSER
tahmin yapıp belki de bu yıl biraz gecikiyor desem de, geleneksel olarak yılbaşının kalbinin attığı Beyoğlu bu yıl karanlık.

Esnafın İstiklal Caddesi’nden ağaçların köklenip çıkartılmasını istediğinin söylenmesinin ardından yeni yıl ve Kurban Bayramı öncesi, eski Taşlıtarla yollarına döndürülen Beyoğlu vitrinleri neşesiz. Beyoğlu değil İstanbul’un vitrinleri neşesiz.

***

BÜYÜK
patronlar ve Anadolu sermayesi arasındaki çelişkiden her zaman söz edilir. Ama son zamanlarda Türkiye, Anadolu sermayesi ile büyük sermaye arasındaki değer farklılaşmasını aşmış, ortak hedefler etrafında farklı çıkarların adaletle temsili üzerinde tartışma yoğunlaşmıştı.

AKP’nin, Avrupa Birliği hedefinin bulanıklaşması ile birlikte değerlendirmelerde "bizden olan ve olmayan" ölçütü devreye girdi.

Bu yıl vitrinlerin karanlığı, Anadolu’da başlayan "iktidara yakın durarak belediyelerden Ankara’ya kadar uzanan yolda işini yola sokmak" eğiliminin yeni yıl vitrinlerine kadar uzandığının göstergesi.

Kendisini muhafazakar demokrat olarak tanımlayan AKP’nin, demokrat değerlerinin aşınarak muhafazakar yani "tutucu" değerlerin öne çıkması toplumun görüntüsünü de değiştiriyor.

Yılbaşının ışıklı sokak ve vitrinlerinin yerini karanlık alıyor. Ama daha da kötüsü bizden olan ve olmayan kırılması.
Yazının Devamını Oku

Müstesna önemdeki ortak

23 Aralık 2005
IRAK’ta savaş yılları Türkiye’yi çok etkiledi ama emin olun, seçim sonrası yeni dönem, birincisinden çok daha fazla etkileyecek bizi. Kristal kürem öyle söylediği için değil, gelişmelerden ve duyduklarımdan çıkardığım sonuç bu.

Türkiye’nin, Irak’ın yeniden yapılanma sürecinde istikrarın etkili aktörleri arasında yer alması isteniyor.

Amerikan kamuoyunda Irak savaşıyla ilgili en sert eleştirilerin yapıldığı bir dönemde FBI ve CIA başkanlarının Türkiye’yi ziyaretleri ile başlayan ve ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın sırada olduğu bir dizi ziyaret de bunu gösteriyor.

ABD Dışişleri Bakanı Rice’ın ikinci Türkiye ziyaretinin tarihini kesinleştirmek için çalışmalar başlamış durumda.

Rice’ın şubat ayındaki ilk ziyaretinin çerçevesini, 1 Mart tezkeresinin sonuçlarının onarılması oluşturmuştu. İkinci ziyaretin amacı ortaklığı derinleştirmek.

ABD Dışişleri Bakanı ilk mesajını yeni Ankara Büyükelçi Ross Wilson’ın yemin töreninde şu sözleriyle veriyor: ‘Türkiye, müstesna önemde stratejik ortağımızdır!’

Müstesna önemde ya da son derece önemli. Önümüzdeki dönemde Türkiye’den nasıl bir rol beklendiğini de açıklamıyor mu?

***

MÜSTESNA
önemdeki stratejik ortaklık, Irak’taki askeri varlığını geri çekmek zorunda olan Amerikan yönetimi açısından, Türkiye’nin Irak’ta istikrarın sağlanması için daha aktif rol alması anlamına geliyor.

Sünni grupların seçimlere katılması konusunda Ankara’nın devreye girmesi Washington’un tarif ettiği ‘yapıcı rol’e örnek olarak veriliyor.

Sadece Türkmen ve Sünniler değil, Amerikalı yetkililere göre Irak Kürtleri de Türkiye’ye bakıyor.

Irak’ta esas hedef, toprak bütünlüğünü koruyan, demokratik ve istikrarlı bir yeniden yapılanma sürecinin başlaması. Türkiye, bütün gruplar üzerinde etki sahibi bir komşu olarak bu dönemde daha fazla rol üstlenebilir.

Ama tersi de olabilir. Irak bölünmeye de gidebilir.

İşte bu durumda da Türkiye’den, ‘müstesna önemde stratejik ortak’ olarak istikrarsızlığı derinleştirecek adımlar atmaması bekleniyor.

Türkiye’nin Kürtlerle ilişkisi, ABD’nin Irak’tan çıkış stratejisinin önemli başlıklarından.

Bu, PKK konusunun, kendi başına terörizme karşı mücadele başlı altında değil, Türkiye ile ABD arasında Irak’ta işbirliği çerçevesinde ele alınacağını gösteriyor.

PKK’ya karşı Türkiye’nin Iraklı liderler ile işbirliğine gitmesi öne çıkartılırken, Türkiye’ye askeri önlemlerin yanı sıra siyasi çözüm yöntemleri üzerinde düşünmesi de öneriliyor. Washington ise PKK’nın mali kaynaklarının kesilmesi için devreye giriyor.

***

GEÇEN
yıl Büyük Ortadoğu Projesi’ni tartıştık. Belirsiz, kaygan bir zemindi. Ama bu yıl gelişmeleri daha net görebiliyoruz. Ortadoğunun demokratikleşmesi söylemi sönükleşti. Şimdi, Irak’ta istikrar; Suriye’de - başarabilirse - Beşar Esad ile rejim değişikliği ve esas olarak da İran var gündemde.

Türkiye ile ilişkileri ortaklıktan sıradışı bir ortaklığa yükselten, rolünü ve beklentileri artıran bir gündem bu.
Yazının Devamını Oku

Birileri ona da AB’yi anlatmalı

19 Aralık 2005
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan’ın Orhan Pamuk davasıyla ilgili Avrupa Birliği’ne kızdığını anlıyoruz. ‘AB’nin tavrını aynı içerideki bazı olaylar gibi değerlendiriyorum. Van olaylarında medyasıyla birçok sivil toplum örgütü ile yargı baskı altına alınıyorsa, AB de şu anda bizim yargımızı baskı altına almaya çalışıyor. Şişli’de yapılan ne kadar yanlışsa, ondan önce Van’da yapılan da o kadar yanlıştır. Olay doğru veya yanlış yargıdadır. Burada yargının vereceği karar beklenir’ diyor.

Üstelik sadece Avrupa Birliği’ne değil. Van Üniversitesi Rektörü Yücel Aşkın’ın, tutuklu olarak yargılanmasının insan hakları ihlali olduğunu söyleyenlere de kızıyormuş Başbakan.

‘Ne karışıyorsunuz. Yargı karar verir’ sonucunu çıkartıyorum söylediklerinden. Demokrasilerde yargı süreci tam steril bir ortam içinde geçemez.

Hele de siyasi davalarda, kamuoyu da dolaylı olarak davanın müdahilidir.

Bunları bir kenara bıraksak bile, Başbakan’ın bu yaklaşımı Türkiye’nin tam üyeli hedefi koyarak başladığı Avrupa Birliği müzakereleri iklimi ile de hiç uyuşmuyor.

Her iki davaya karşı yükselen tepkinin nedeni, ilkinde insan hakları ihlali, ikincisinde de ifade özgürlüğünün kısıtlanmasından kaynaklanıyor.

Üstelik siz, hükümet olarak yasalarınızı Avrupa yasaları ile uyumlu hale getirmek üzere masaya oturmuş, müzakere ediyorsunuz. Eğer ne yaptığınızın farkında iseniz olaylara bu yorumu getirmezsiniz.

Hele, ‘Avrupa Birliği Parlamenterlerinin böyle bir yargılama esnasında gelişleri aslında yargıya bir baskıdır. Yaptıkları açıklamalarla bunu gösteriyorlar. Bu da yanlıştır. Buna hakları yok. Aynı şeyi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne de yapsınlar ya’ hiç demezsiniz.

Çünkü, AB üyesi olmak için yapmanız gereken tek ama tek şey, kendi yasalarınızı bırakıp Avrupa yasalarını benimsemek.

Özellikle de Kopenhag kriterleri denen ilkeler çerçevesinde insan hakları, düşünce, inanç, ifade özgürlüğü, azınlık hakları gibi özgürlüklerle ilgili yasalarınızı AB yasalarıyla tam uyumlu hale getirmeniz gerekiyor.

* * *

ELEŞTİRİLER, yargıyı baskı altına almak için değil, AB müktesebatı ile uyumlu hale getirmek amacıyla yeniden düzenlenen ceza yasasındaki değişikliklerin yeterli olmadığını göstermek için yapılıyor.

Avrupalı parlamenterlerin gelmelerine ne gerek vardı, oturdukları yerden yapsalardı eleştirilerini de denebilir. Ama gelenlerin kimliğine bir bakın. Büyük çoğu Avrupa’da Türkiye’nin üyeliğini savunan kişiler. Avrupa Parlamentosu’nda müzakere kararı döneminde ‘Türkiye’ye Evet’ pankartları ile oylamaya katıldıklarında ne demiştik? ‘Türkiye’nin dostları.’

Eleştirdiklerinde ise ‘Baskı yapmaya hakları yok.’ Nerede bunun standardı?

Avrupa Parlamentosu, önümüzdeki önemde daha da güçlenecek. Avrupa’nın geleceği ile ilgili tartışmalarda en fazla üzerinde durulan noktalardan biri de, tabandan birliğin sağlanması bunun için de parlamentonun yetkilerinin artırılmasının gerektiği tartışılıyor. Bu tartışmalar, Parlamentonun daha etkili rollere soyunmasına, daha müdahaleci olmasına yol açacak.

Avrupa Birliği’ne hazırlanmak Avrupa’daki tartışmaları da izlemeyi gerektirmez mi?

Ama bırakın tartışmaları izlemeyi, Başbakanımız Avrupa ile müzakerelere oturduğumuzu bile unutmuş gibi görünüyor.

Yoksa, ulusal farklılıklar değil, partilerin siyasi görüşler temelinde gruplaştığı Avrupa Parlamentosu’nda birlikte hareket edeceği bir grup arayışı içinde olan bir partinin lideri olarak, gelecekteki ortakları için böyle sözler sarf eder mi?

Ama belki de Başbakan’ın yorumları unutmaktan değil Avrupa Birliği’ni anlamamaktan kaynaklanıyor. O zaman, birileri bir an önce onu bilgilendirsin. Çünkü, en üst seviyede siyasi liderlik olmadan bizim müzakere sürecini yürütmemiz zor.
Yazının Devamını Oku

İşine geldiği yere kadar Avrupa

18 Aralık 2005
CUMARTESİ akşamı, izlediğim bütün yabancı televizyon kanallarında Orhan Pamuk davası birinci haberdi. Avrupa liderlerinin bütçe krizini aşmaları bile o kadar yer almadı bir çoğunda. Neden? Avrupa Birliği üyesi ülkelerin halklarını hangisi daha yakından ilgilendiriyordu?

Orhan Pamuk davası mı, yoksa tarım üreticilerinin 2013’e kadar rahatlarının bozulmayacağı mı?

Tabii ki, Avrupa’nın 2007-13 bütçesi için son anda anlaşma sağlanması ve krizin atlatılması daha önemliydi.

Bu yıl başında anayasa referandumları nedeniyle düştüğü krizi Avrupa Birliği, bütçe uzlaşmasıyla atlattı. Bu kadar önemli bir haber varken, yine de ekranlar İstanbul’daki görüntülere daha fazla yer ayırmayı yeğlediler. Orhan Pamuk’un bindiği otomobile saldıranlar, Avrupalı gözlemcileri tartaklayanlar, ekranlardan dünyaya yayıldı. Davayı Avrupalıların evlerine, kamuoylarına taşımayı yeğlediler.

Neden?

Çünkü bu görüntülerin satışı, soyut bütçe tartışmalarından çok daha kolay.

Türklerin fikir mücadelesi, Türkler, yazarları böyle susturur. İşte kültür farkı!

Avrupa kamuoyunun ilgisini Kıbrıs konusu gibi çok haklı olduğumuz bir zemine çekmek, bu noktada mesaj bombardımanına tutmak varken bizim yaptığımıza bakın.

Dikkatlerin en haksız olduğumuz zemine kayması için kendi ellerimizle fırsat hazırlıyoruz.

Türk edebiyatını dünyaya duyuran bir yazarı, söyledikleri nedeniyle sindirmeye, susturmaya kalkışmak da bunun en kolay yolu.

Bu beceriksizliğin sorumluluğu davayı açanlarda değil, düşünce ve ifade özgürlüğünün önündeki engelleri kaldırmayı başaramadığı halde, Kopenhag kriterlerini yerine getirdiğini söyleyen ve herkesin buna inanmasını isteyen hükümette.

Demek bizim Kopenhag kriterlerimiz buraya kadarmış.

***

ÖYLE
mi, gerçekten bizim Kopenhag kriterlerimizin buraya kadar olduğunu söyleyebilir miyiz? Başbakan Erdoğan’ın, ‘Eğer Avrupa yolu açılmazsa biz de Kopenhag kriterlerini Ankara kriterleri yapar yola devam ederiz’ sözleri nerede kaldı?

Avrupa’nın tepkisinden rahatsız olanlar, ifade özgürlüğünün kendileri gibi düşünmeyenler için de geçerli olduğunu kabul etmeyebilirler, ama bu yanlışı değiştirmek siyasi liderliğin sorumluluğu.

Yeni ceza yasasında düşünce özgürlüğünü kısıtlayan birçok maddenin değiştirilmesi için yapılan uyarıları kulak ardı eden siyasi liderlikten, Ankara kriterleri sözüne sadık kalmasını nasıl bekleyeceğiz?

***

EĞER
biz kendi başımızın çaresine bakacak iradeyi gösteremez ve zaman kaybetmeden önlem almazsak, yeni olaylar kapımızda.

20 Aralık’ta, eski bir dava yeniden görülecek. 2004 yerel seçimlerinde Halfeti’de kadınlara Kürtçe ‘Sevgili kız kardeşlerim’ diye seslendiği için hapis cezasına çarptırılan HADEP Başkan Yardımcısı Handan Çağlayan, yeni Muhakeme Usulü Yasası’na göre yeniden yargılanacak. Ermeni konferansının iptalini eleştiren gazeteciler hakkında açılan davalar var. Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü Yücel Aşkın’a yönelik siyasi linç yüz karası.

Hepsi önümüzdeki dönemin esas gündemini oluşturacak.

Aslına bakarsanız, en neo liberalimizden en kızıl elmacımıza, İslamcımızdan, Kürt milliyetçisi olanımıza kadar hepimiz Avrupa Birliği’ni, ifade özgürlüğü ve insan haklarımızın garantisi olarak görüyoruz. Ama işimize geldiği yere kadar.
Yazının Devamını Oku

Avrupa silikleşirken

16 Aralık 2005
3 EKİM’de AB ile müzakerelere başlama kararının alınmasından sonra ilk kez bilgilendirildik. Avrupa Komisyonu’nun Türkiye ile ilgili sorumluları, önce Ankara sonra da İstanbul’a gelerek önümüzdeki sürecin teknik özellikleri, yol haritası ve Türkiye’nin durumu ile ilgili sivil toplum, medya ve meslek kuruluşlarını bilgilendirdiler.

Polonyalı bir gazeteci de tam üyelik sürecinde yaşananları, deneyimlerini aktardı.

Üzerinden iki buçuk ay geçtikten sonra ilk bilgilendirme toplantısının Brüksel’den örgütlenmesinde bir tuhaflık yok mu sizce?

Brüksel burada, hükümet nerede?

Tarama aşamasından katılım anlamasına kadar Türkiye’yi bekleyen sürecin ayrıntılarını aktaran Avrupa Komisyonu yetkilileri, gerek Brüksel gerek Ankara açısından tam üyeliğe giden sürecin şeffaf olması gerektiğini vurgularken, ‘kamuoyunun bilgilendirilmesi’nin önemi üzerinde durdular.

Polonya Uluslararası İlişkiler Enstitüsü Dış Projeler Direktörü gazeteci Krzysztof Bobinski’nin, ülkesindeki katılım sürecinden verdiği örnek çok ilginçti.

Müzakereler boyunca, Polonya’da bakanlar kurulu toplantılarının ilk maddesi tam üyeliğe kadar Avrupa Birliği imiş. Toplantı başlar başlamaz Başbakan, bakanlara teker teker müzakerelerle ilgili o sırada neler yapıldığını sorar ve onları dinlermiş.

Hükümet, Avrupa Birliği hakkında halkı bilgilendirmek için kampanyalar örgütlemiş, özellikle çocuk ve gençleri hedef alan köklü bir tanıtım stratejisi hazırlamış. ‘Hükümetin kararlılığı olmasaydı müzakereleri başarıyla bitirmemiz mümkün değildi’ dedi Bobynski.

* * *

3 EKİM’
den sonra hiçbir şey yapılmıyor değil. Ama kamuoyunun bilgilendirilmesini amaçlayan herhangi bir mekanizma yok. Baş müzakerecimiz Babacan, göreve başladığı gün yaptığı açıklamada, ‘esnek örgütlenme yöntemi’ni benimsediklerini söylemiş, hantal örgütlenmeye karşı olduklarını açıklamıştı. Merkezi bir koordinasyon birimine gerek duyulmadı. Hatta Avrupa Genel Sekreterliği’nin güçlendirilmesiyle ilgili bir taslak vardı, o da sümen altı edildi. Oysa Avrupa Komisyonu Genişleme Genel Müdürlüğü, aday ülkeler direktörü Pierre Mirel, önceki gün İstanbul’daki bilgilendirme toplantısında, ‘Müzakereler sırasındaki ev ödevlerinin nasıl yapılacağını her ülke kendi koşullarına göre belirler. Genel geçerliliği olan bir model yok. Ama bu süreci denetleyen güçlü bir koordinasyon fevkalade önemlidir’ dedi.

Bilgilendirme gerçekten de aslında AB’ye entegrasyon süreci olan müzakereler döneminde hayati önemde. Çünkü parlamento ve kamuoyu bu sürecin başlıca aktörlerinden. Avrupa müktesebatının yasalaşması parlamentoda gerçekleşecek. Bundan sonra tartışılacak her yasanın AB müktesebatına uygun olup olmadığı orada sorgulanacak.

Bu nedenle bilgilendirme çok önemli. Hükümetin Brüksel’de ne olup bittiği, işlerin nasıl yürüdüğü konusunda sadece Parlamentoyu bilgilendirmesi de yeterli değil.

‘Müzakere süreci, aday ülke için bir uzlaşma sürecidir ‘diyor Mirel, ‘Siyasi aktörler ve toplumsal aktörler arasında uzlaşma şart. Bunun için de şeffaflık ve kamuoyunun sürekli bilgilendirilmesi gerekiyor.’

* * *

AVRUPA
Birliği, son genişlemenin en krizli döneminden geçiyor. Bu yıl hem Anayasa referandumlarındaki başarısızlık, hem bütçe tartışmaları derinleştirdi. Ama unutmayalım biz de bu tartışmanın bir parçasıyız. Avrupa Birliği ile Türkiye’nin işi 3 Ekim’e kadar, yani müzakere tarihi alana kadar değildi. Hükümetin tavrına bakılırsa, insan öyle zannediyor.
Yazının Devamını Oku

Irak’ta seçim

12 Aralık 2005
AMERİKAN güvenlik ve istihbarat örgütlerinin en üst düzey yöneticileri ve yardımcılarının son günlerde Türkiye’ye gösterdikleri ilginin ardındaki tek neden Irak seçimleri. Tartışma gündemindeki diğer tüm konular ona bağlı.

Çünkü bu Perşembe günü yapılacak olan seçimin sonucu ve etkileri sadece Irak’ın değil, yaşadığımız bölgenin kaderini etkileyecek.

ABD Savunma Bakanı Rumsfeld, seçimlerden hemen sonra Irak’tan 20 bin askeri geri çekeceklerini açıkladı.

ABD’nin Irak için kendisine koyduğu takvim 10 yıl civarında olsa da, ülke içinde halk desteğinin giderek erimesi, Irak’ta başarı mesajını kamuoyuna iletecek bazı hareketleri zorunlu kılıyor.

Irak’taki Amerikan askerlerinden belli bir miktarının eve dönmesi, Amerikan kamuoyu kadar Irak halkı için de bir jest niteliği taşıyacak.

Saddam sonrası siyasi sürecin ilk provasını verecek olan yeni hükümetin, sorunların üstesinden gelebilecek meşruiyete sahip olması için bu şart. Sünnilerin, seçime katılmaları için harcanan çabaların nedeni de bu.

Irak’ta savaş sonrası dönem bitiyor. Şimdi çok daha kritik bir döneme giriyoruz. Seçimlerle başlayacak süreç, toprak bütünlüğüne sahip Irak’ın devam edip etmeyeceğini gösterecek.

***

SÜNNİLERİN
bu seçime katılacak olmaları, sorunların aşıldığı ya da aşılacağı anlamına gelmiyor. Şiiler, Sünniler ve Kürtler arasındaki güç dağılımını dengelemek çok önemli.

Gerçi, Anbar’da Baasçı grupların seçim sandıklarını El Kaide’ye karşı koruma kararı aldıklarını duyuyoruz, ama Sünni liderlerin parlamento ve hükümette etkili olacaklarına inandırılmaları gerekecek. İnana kadar Irak’ta olayların yatışması ve istenen istikrarın sağlanması beklenmemeli.

Seçim sonrasının en zor konusu hükümetin oluşumu değil. O da hiç kolay olmayacak ama pazarlıkların odak noktasında, petrol bölgelerinin denetim ve gelirlerinin dağılımında eşitlik olacak. Sünniler, şu anda petrol denetimini Şii ve Kürtlere bırakan Anayasa’da değişiklik yapılmasında ısrarcı olacaklar. Kürt ve Şii bölgelerinde bölünme dinamiğinin gittikçe güçlendiği bir dönemde, Sünnilerin bu isteğini karşılamak kolay değil.

Şii ve Kürtleri bu paylaşıma ikna etmek, Sünnilerde hayal kırıklığı yaratmamak seçim sonrasının en kritik sorunu.

Ya olmazsa?

***

15
Aralık’ta yapılacak olan seçimlerden sonra, Sünni, Şii ve Kürtler arasında güç dengesi sağlanamazsa Irak’ın bölünme sürecinin hızlanacağını söylemek kehanet değil. Bunun anlamı iç savaş demektir.

Terör ve istikrarsızlığın kara deliği haline gelecek olan Irak’ın bölgeyi nerelere sürükleyeceğini tahmin etmek zor değil.

Bu kritik seçimler öncesi, Ankara-Washington-Bağdat trafiği hızlandı.

Askerlerinden bir kısmını geri çekmeye hazırlanan ABD’nin, çatışmaya en yakın güvenli bölgeler arayışının bu ziyaretlerde hiç mi etkisi yok?
Yazının Devamını Oku

Cenevre’de bir gün

11 Aralık 2005
‘OOO, Türkiye, hem de bu sırada.’<br><br>Cuma günü Cenevre havaalanında pasaportumu uzattığım polisin bu tepkisini hiç beklemiyordum doğrusu. Ağzımdan dökülen lafların manasızlığını bile fark etmem zaman aldı.

‘Her şey maç değildir... Maç kültüründe olur böyle şeyler... İlişkiler başkadır...’ gibi, gafil avlanmışlığımın yanıt toparlama melekelerimi sıfıra indirdiği ve o polisin de anlamasına imkan olmayan birkaç şey söylemeye çalışırken devamı geldi.

‘Madam zarar yok, kendinizi sıkmayın.’

Ne sıkması? Ne zararı? Bu işleri bir an önce bitirip eve dönmekten başka bir kaygım yoktu ki benim o anda, orada.

Damga sesini duyup pasaportumu elime aldığımda, ‘Bak şu işe’ dedim içimden ‘Demek İsviçre Türkiye’yi unutmamış. Halbuki biz kızdık, bağırdık, konuştuk, tartıştık ve konuyu arşive kaldırdığımızı sanıyorduk.’

Ermeni soykırım iddiaları ve milli takımların karşılaşmaları sırasında yaşananların ve etkilerinin İsviçre’de hálá canlılığını koruduğunu görünce, bir gün önce katıldığım toplantıda konuşulanlar yerli yerine oturdu.

***

İSVİÇRE
, Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkilerini dikkatle ve yakından izleyen üçüncü ülkeler arasında. Bu sürecin ikili ilişkileri etkilemesinin önüne geçmek için çalışmalar yürütüldüğü bir dönemde, iki ülke arasındaki ilişkilerin özellikle ekonomik işbirliğini gölgelemesinden endişe ediliyor.

İsviçreli yatırımcı da, yabancı sermayenin dikkatinin Türkiye’ye yoğunlaştığı bugünlerde yarışın içinde olmak istiyor.

Türkiye’nin AB üyeliği, İsviçre ve Türkiye ilişkilerini nasıl etkileyecek? Gerginlikleri aşıp bu işbirliğini öne çıkartmak için neler yapılmalı, ya da yapılması gerekir mi?

Biz kendi açımızdan baktığımızda, uğraşmaya ne gerek var, koskoca Türkiye’nin AB üyeliği tabii ki daha önemli diyebiliriz. Ama Avrupa Birliği’nin dışında olmasına rağmen, İsviçre’nin yine de Avrupa’da olduğunu unutmadan.

***

BÜYÜKELÇİ Jean Jacques de Dardel
İsviçre Dışişleri’nin ağır toplarından. Türkiye Stratejik Araştırmalar Merkezi ile Cenevre Güvenlik Politikaları Merkezi’nin düzenledikleri yuvarlak masa toplantısında yaptığı konuşmada ilginç mesajlar verdi.

AB üyeliğimizin, üçüncü bir ülke olan İsviçre’de nasıl izlendiğini yansıtmak için bu mesajları paylaşmak istiyorum. Ama en önemlisini en sona saklayarak.

‘Ülkelerimiz arasında Avrupa Birliği konusundaki farklılık, her iki ülkenin de Avrupa ile birlikte olmak istemesinden kaynaklanmıyor. Her iki ülkenin de amacı bu. Ama hangi yoldan bu amaca ulaşacağımız konusuna yaklaşımımız farklı. İsviçre Avrupa Birliği ile ikili ilişkileri güçlendirerek entegrasyon öngörüyor. Türkiye ise tam üyelik için çalışıyor. İşte bizim açımızdan da sorun burada başlıyor. Türkiye’nin dış politikasının Brüksel’e odaklanması Avrupa’da ikili ilişkilerimizin alanını daraltacak. Neden Türkiye AB üyesi olduktan sonra ilişkilerimizi geliştirmek için ekstra çaba harcasın?’

‘O yüzden’
diyor Büyükelçi, ‘Kamuoyu önünde ve resmi düzeydeki tartışmalarımızda ülkelerimizin başkaları tarafından günah keçisi olarak kullanılmalarına, onların iç ve dış politikalarına alet edilmelerine izin veremeyiz.’

Boşuna dememişler, bazen bir melanet (kötülük) bin nasihatten iyidir diye.
Yazının Devamını Oku