Fatih Altaylı

Ya Erdoğan başa ya da kargaşa

27 Kasım 2002
AKP'deki ‘‘çatlak’’ aslında hükümet kurulma çalışmaları başlarken ortaya çıkmıştı. Parti kuruluş aşamasında ‘‘üçlü’’ veya ‘‘üç buçuklu’’ bir sacayağının üzerine kurulmuştu. Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül ve Bülent Arınç. Bir de katalizör olarak Abdüllatif Şener'i sayabiliriz. Bu iyi bir ‘‘karışım’’dı. Bu karışım partiyi başarıya taşıdı.İyi bir yol arkadaşlığı yaptılar. Fakat yolun sonunda hedefe ulaşılınca sıkıntı başgösterdi. Sıkıntının nedeni Erdoğan'ın başbakan olamamasıydı. Erdoğan'ın üstünlüğü tartışmasız kabuldü ama Gül ile Arınç arasında ‘‘dostane’’ de olsa bir ‘‘rekabet’’ vardı. Erdoğan başbakan olamayınca bu rekabet su yüzüne çıktı. Arınç, başbakan olamayacağını biliyordu. Fakat kendisinden yukarda görmediği Gül'ün altında bakan olmak da istemiyordu. Çünkü Arınç'a göre Gül'le kendisi eşitti. Zaten partinin dengesi de bu eşitliğe göre oluşmuştu. Arınç, başbakanlığın Gül'e gittiğini görünce, kendince haklı sebeplerle, hükümete girmektense Meclis Başkanı olmayı istedi. Böylelikle denge bozulmayacaktı.Eşitinin altına girmeyecek, üstüne üstlük cumhurbaşkanı vekili olacaktı. Parti içi dengeler bilindiği için, buna kimse ses çıkarmadı. Arınç, bu görev için düşünülmediği halde Meclis Başkanlığı'nı söküp aldı.Arınç'ın kişiliği ve şimdi elde ettiği konum AKP içinde bir miktar huzursuzluk yaratmıyor değil. AKP'de herkes biliyor ki, eğer Tayyip Erdoğan mümkün olan en kısa sürede başbakanlığa oturamazsa, parti içinde başka huzursuzluklar da çıkacak. Ve parti içi ipler gerilecek. Bu durum Türkiye açısından da hoş olmayan bir ortam yaratacak. Bu nedenle Erdoğan'ı başbakanlığa taşımak, AKP için bir parti içi mesele değil, ülke için bir istikrar meselesidir. Cep telefonları ve güvenlikAKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, telekomünikasyon devi Nokia'nın başkenti Stockholm'de telefon dinleme ile ilgili önemli mesajlar verdi. Erdoğan'a göre Türkiye'de bundan böyle telefon dinleme rezaletleri olmayacaktı. Erdoğan'ın bu mesajları verdiği Stockholm'de önceki gün bu konuda çok önemli bir gelişme yaşanıyordu ve belki de Erdoğan bundan habersizdi. Finlandiya'nın Telekom devlerinden Sonera'nın biri üst düzey yönetici olmak üzere 5 çalışanı polis tarafından gözaltına alındılar. Gözaltı gerekçesi ise ülkenin ‘‘Bilgi Güvenliği Yasası’’nın ihlaliydi. Sonera, telefon konuşmalarını takibe almış ve kimin kiminle ilişki kurduğunu izleyerek ticari çıkar sağlamaya çalışmış.Dikkat edin. Telefon dinlenmiyor. Sadece kimin kimi aradığı izleniyor ve bu bile bir şirketin en üst düzey yöneticilerinin de aralarında bulunduğu bir grubu ‘‘yasa ihlali’’ ile suçlamaya yetiyor.Şirket telefon sahiplerinin kimliğini bildiği için, bu izlemeyi yapıyor ve bundan çıkar sağlamaya çalışıyor. Bu iş bu kadar hassas. Geçtiğimiz günlerde Ankara'da bir üst düzey bürokrat ile sohbet ederken ilginç bir şey anlattı. Toplantılara girerken cep telefonlarını toplantı odasına sokmuyorlar. Elemanlarını denetime gönderirken cep telefonlarının pillerini çıkarıyorlar. Çünkü Türkiye'de bu işlerle ilgili ‘‘sağlıklı’’ bir yasal düzenleme yok. Bir Telekomünikasyon Üst Kurulu var ama ‘‘Allahlık’’. Seçim döneminde buradan bağırdık, ‘‘GSM operatörlerinin insafına kaldık’’ diye. Üst Kurul'dan tık çıkmadı. Bu işin vahametinin farkında değiller çünkü. Bir GSM operatörü, eğer kötü niyetliyse, sizin hayatınızın şablonunu çıkarabilir. Bu durum bazen kişisel özgürlükler ve güvenlik açısından tehlikeli olabilir. Ama daha vahimi böyle bir durum ‘‘ülke güvenliği’’ açısından bile sorun yaratabilir. Bu konuda çok ‘‘özenli’’ bir yasal düzenleme yapılmaz ise geleceğimiz ve güvenliğimiz GSM şirketlerinin insafına kalabilir. Ben ise hem ülkemin, hem de güvenliğimin insafla değil, yasalarla korunmasını isterim. NE ZAMAN ADAM OLURUZ?Fatih Altaylı'yı karalamak isteyenler, onca yıldır aramalarına rağmen hiçbir şey bulamadıklarını itiraf ettikleri zaman.
Yazının Devamını Oku

Terim'in en talihsiz sözleri

26 Kasım 2002
FATİH Terim, teknik direktörlük kariyerinin ‘‘en talihsiz’’ açıklamasını yaptı. ‘‘Rakipler sahaya önce Galatasaray'ı sonra beni yenmek için çıkıyorlar’’ dedi. Çok merak ettim, Galatasaray'ın rakipleri sahaya başka ne için çıkacaklardı?Büyük olmak, iddialı olmak zaten bu değil mi?Elbette ki, herkes sahaya yenmek için çıkacak. Rakip büyükse, bu daha keyif verici olacak. Terim söylesin, Galatasaray'la Milan'ı yenmek mi daha keyif verici yoksa Türkiye'de iddiasız bir takımı mı?Siz ne kadar büyükseniz, rakip de o kadar iddialı olmak istiyor. Lige kalite ve keyif veren de bu oluyor. Terim'in bu açıklaması bence düşünülmeden yapılmış talihsiz bir açıklamadır. Galatasaray'a da, Terim'e de yakışmamaktadır. Bu sözlerle Galatasaray'ı küçültmeye veya kendini büyütmeye hiç gerek yoktur. Galatasaray ‘‘en bunalımlı dönemlerini’’ yaşarken bile lig ikincisidir. Ayrıca 12. de olabilir. Bu durum gerçek Galatasaraylıyı bozmaz. Ama rakiplerinden ‘‘teslimiyet’’ beklemek ve ‘‘kolay zaferler’’ peşinde koşmak Galatasaraylıyı üzer. Terim'in ilgilenmesi gereken rakiplerinin ne yapmak istediği değil, kendisinin ne yapmayı planladığıdır. Kıbrıs devalüe olduTÜRKİYE oldum olası diplomaside genelde kaybeden bir ülkedir. Sahada aldıklarımızı masada veririz. Gerçi kimi ‘‘eski generallere’’ bakılırsa sahada almamızın nedeni masada vermektir ama bunu bile iyi beceremeyiz. Kıbrıs meselesinde geldiğimiz nokta da tam bu. Yıllardır Türkiye'de bir pazarlık söylemi vardı: ‘‘Veririz Kıbrıs'ı gireriz AB'ye.’’Resmen hiçbir zaman dillendirilmese de, bazı köşe yazarları bunu açık açık yazıp, pazarlığı bu noktaya taşımamız gerektiğini bile söylediler. Kıbrıs, AB üyeliği için Türkiye'nin elinde bir koz gibi duruyordu. Ancak şimdi Türkiye ‘‘açık koz’’ olarak kullanmadığı bu pazarlık unsurunu bir adım geriye götürüyor. Düne kadar ‘‘AB'ye giriş bileti’’ olarak görülen Kıbrıs şimdi ‘‘devalüe’’ edildi. AKP'nin ‘‘müthiş dış politika atağı’’ sayesinde Kıbrıs ‘‘giriş bileti’’ olmaktan çıktı ve ‘‘randevu şartı’’ haline geldi.AB Kıbrıs'ı masaya şimdiden koyuyor ve ‘‘Ver Kıbrıs'ı al müzakere tarihini’’ diyor. Türkiye'nin hakkı olan müzakere tarihi için Kıbrıs'ı isteyen Avrupa Birliği'nin, ‘‘tam üyelik’’ için ne isteyeceğini düşünmek dahi insanı ürkütüyor. Ama o gün, eğer bir gün gelirse, geldiğinde ‘‘Şu Irak'a komşu olmanız bizi ürkütüyor. Kürdistan size daha iyi komşu olur’’ derlerse kimse çok şaşırmasın. Bakan nereden, biz oradanız!TÜRKİYE için tehlikeli olan ne iktidara gelen herhangi bir siyasi görüşün niyetleri, ne de buna karşı oluşması muhtemel tepkilerdir. Türkiye'nin yolundaki en büyük engel, ilkesiz, ‘‘yalak bürokrasi’’dir.Ya da somutlaştırılmış haliyle, geçen cumartesi günü gazetelere yansıyan fotoğraftır. Hangi fotoğraftan söz ettiğimi hatırlatayım. İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu, cuma namazı için bakanlığının mescidine gidince, yarın öbür gün çıkarılacak ‘‘valiler kararnamesinde’’ uygun bir yer kapmak isteyen valilerin bakanlık mescidi önünde biriken ayakkabılarının fotoğrafıdır. Bakan ‘‘dini bütün ve muhafazakár’’ olunca hepsi birden mescitte. Yaranma ve kendini gösterme yarışında. Bakan Hıristiyan olsaydı aynı taife emin olun ki, kilise önünde ellerinde birer mumla bekliyor olurdu. Bakan bir Yahudi olsaydı, bakanlıkta cumartesi günü iş yaptıracak adam bulamazdınız. İşte ‘‘bir kısım’’ Türk bürokratının meşrebi bu. Rüzgárın estiği yönü hissedip onunla birlikte esmek. Kimlik, kişilik, eğitim, birikim hikáye. ‘‘Yaranma bürokrasisi’’ mi desek, ‘‘yalaka bürokrasisi’’ mi karar veremiyorum. Ama bu bürokrasiden Türkiye'ye bir hayır gelmeyeceğini çok iyi biliyorum!NE ZAMAN ADAM OLURUZ?Gördüğümüz ışığın ‘‘yeşil ışık’’ olduğunu samimiyetle itiraf edebildiğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku

Gazeteci güç odağı olmamalı

25 Kasım 2002
SEÇİMLERİN ertesi günü. Ankara'da AKP Genel Merkezi'ndeyiz. Recep Tayyip Erdoğan Kanal D Ana Haber'e konuk olacak.Bir odada onu bekliyoruz.Bir grup AKP'li milletvekili de yanımızda. Erdoğan'ın dostu Cüneyt Zapsu, şimdi Kültür Bakanı olan Hüseyin Çelik, Başbakan Yardımcıları'ndan Abdüllatif Şener bir ara gelip gidiyor ve birkaç milletvekili daha. Yeni bir dönemin açıldığından, akıllı kullanılırsa bunun Türkiye için bir şans olabileceğinden söz ediyoruz. AKP'nin ve CHP'nin Meclis'e girmesi ve pekçoklarının dışarda kalmasıyla ‘‘yenilenme’’ şansının doğduğuna inanıyorum ve bunu ifade ediyorum. Ve kendi mesleğimle ilgili bir talebim oluyor: ‘‘Bu yenilenme basın siyaset ilişkisinde de yeni ve çağdaş bir açılım getirebilir. Bu ilişkiyi de şimdiye kadar olan ahbap çavuş ilişkisinin dışına taşıyabilirsiniz. Gazetecilerin siyaset labirentlerindeki illegal dolaşımlarını engelleyebilirsiniz. En azından bu dolaşımları gazetecilikle ilgili taleplerle sınırlayabilirsiniz. Kimi gazetecilerin kendilerini güç odağı haline getirip, bu yolla değer kazanma ve kendilerini pazarlama çalışmalarını engelleyebilirsiniz. Çünkü bu hem benim mesleğim, hem de siyaset için yıpratıcı oluyor. Benim mesleğimin temizlenmesi biraz da sizin elinizde’’ dedim. Herkes onaylarken, önündeki Sony Vaio bilgisayarla fotoğraflar çekip, bize gösteren Cüneyt Zapsu güldü: ‘‘İyi bir dilek. Ama olmaz. Belki başkaları olacak ama bu ilişkileri Türkiye'de engellemek zor’’ anlamını çıkardığım bir şeyler söyledi. Belki Zapsu haklıdır. Bilmiyorum. Ama gerçekten mesleki olarak önümüzde bir şans duruyor.Siyaset-medya ilişkilerini doğru düzgün bir tabana oturtmak için bir şansımız var. Abdullah Gül bu konuda çok doğru düzgün bir adamdır. Siyasetteki gücünü bürokrasi, bürokrasi üzerindeki gücünü siyaset üzerinde kullanmak için ‘‘bireysel güç odağı’’ haline gelmiş ‘‘sözde gazeteci’’ neslini kurutabiliriz. Elbirliği ile...Garibanın borcunu affedin, yüzsüz devlerin değilGEÇEN haftaki önerime İTO'dan destek geldi. Geçen hafta bir yazımda AKP iktidarının ‘‘vergi affı’’ hazırlığına tepki göstermiştim.Aslında ‘‘külliyen’’ karşı olduğum bir şey af. Yükümlülüklerini yerine getireni ‘‘enayi’’ yerine koyan bir müessese. Ama bu kez az da olsa kabul edilebilir tarafı var. Türkiye büyük bir kriz yaşadı. Bu kriz özellikle ‘‘küçük ve orta ölçekli’’ mükelleflere ciddi yük bindirdi. Bu yükün bir kısmını ‘‘almak’’ iyi olabilir. Ancak bunda bir ölçü olmalı. Bir üst limit belirlenmeli. Ben böyle diyordum. İstanbul Ticaret Odası Başkanı Mehmet Yıldırım'dan benim bu önerime destek geldi. O da ‘‘100 milyardan fazla vergi borcu olanı affetmeyin’’ dedi. Son derece haklı. 130 bini bulan vergi borçlularının yarısından fazlasının vergi borcu 1 milyarın altında. Bunları takip etmek daha masraflı. Belirli bir skala oluşturmak ve belirli bir miktarın üzerini de ‘‘af kapsamı’’ dışında bırakmak en doğrusu. Yoksa devletin toplam vergi alacağının neredeyse yarısına yakınını ‘‘borç diye takan’’ beş on holdingi affetmek iş değil.Al Cem, ver Ali OKURLAR arayıp soruyorlar, ‘‘Ali Kırca'nın Cem Uzan'la yaptığı program hakkında bir şey yazmayacak mısın?’’ diye. Ben de onlara soruyorum, ‘‘Siz ne düşünüyorsunuz?’’ diye. Yanıtlar üç aşağı beş yukarı yakın: ‘‘Biz Ali Kırca'yı adam zannederdik’’le başlayıp, ‘‘Tam bir aklama programıydı’’ diye biten benzer yorumlar. Allah aşkına böyle bir program için ben ne yazayım. Ali Kırca bir süre önce Cem Uzan'ın televizyonuna transfer olmuştu. Söylenen rakam 2 milyon dolardı. Ali Kırca bu parayı almış olsaydı eğer o yıl vergi rekortmeni olurdu ama adına hiçbir yerde rastlamadık. Demek ki almamış diye düşündük. Ali Kırca bu televizyonda fazla kalamadı. Daha önce bu kanala geçen başka ünlüler gibi o da ayrıldı. Bilinen Cem Uzan ile kavgalı ayrıldıklarıydı. Ancak geçen hafta perşembe günü barıştılar. Herhalde aralarındaki alacak verecek meselelerini de halletmişlerdi ki, can ciğer kuzu sarması gibiydiler. Ben programı izlerken bir yerinde çok güldüm. Cem Uzan bir soruya yanıt verirken, ‘‘Birazdan soracağınız soruda bu konuyu daha iyi anlatırım’’ gibisinden bir laf etti. Yani ‘‘Al gülüm ver gülüm’’ bir iş. Herhalde Ali Kırca Star'dan ayrılırken arkasında bıraktığı hesabı ödedi. Güzel çekimler ve özel dekor da herhalde işin vade farkıydı.NE ZAMAN ADAM OLURUZ?Adımızın ve kalıbımızın adamı olabildiğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku

Böyle televizyonculuk olmalı mı?

23 Kasım 2002
<B>REHA Muhtar </B>uslanmıyor. Reytingin her şey olmadığını anlamıştır diye düşünüyordum. Öyle ya, reyting var ama saygınlık yok diye işinden olmuştu.

Ardından gittiği Star'da seçim döneminde kullanıldı ve bir kenara atıldı.

Ama aklı başına gelmedi.

Salı akşamı, ‘‘İtiraf’’ adlı programında yine rezilliğin bini bir para olmuş.

Taraflar küfür kıyamet birbirlerine girmişler, havada bardaklar tabaklar uçuşmuş.

Tam bir rezillik.

Üstelik de banttan.

Hani canlı yayın olsa ‘‘Vallahi oldu engelleyemedim’’ de.

O da değil. Bile bile. Reyting uğruna.

İzlememiş ama okurlardan gelen şikáyetlerle duymuştum.

Bandını alıp izledim.

Olacak şey değil.

Kavga bölümleri ‘‘Tanıtım’’ yapılmış.

Program sırasında döne döne ekrana gelip ‘‘Az sonra’’ deniyor.

Yani bir yere ayrılmayın, rezillik birazdan.

Bu televizyonculuk mu?

RTÜK bu ‘‘pislikleri’’ izlemiyor mu?

İzliyorsa ne yapıyor, çok merak ediyorum.

İstanbul demiştik


FORMULA 1'de de ‘‘ne yazdıysak o’’ oldu.‘‘İstanbul'dan başka bir yerin şansı yok. Çünkü Bernie Ecclestone İstanbul'u istiyor. Pazarlama olarak sadece İstanbul'un şansı olabileceğini düşünüyor’’ diye aylar önce söyledik.

Nitekim öyle oldu.

Formula 1 takviminde 2005 yılından itibaren İstanbul da yer alacak.

Bu İstanbul'u çok farklı bir ‘‘turistik konuma’’ taşıyacak emin olun.

Olay sadece Formula 1 olsa, Antalya ve İzmir daha ‘‘iyi seçenekler’’ olabilirdi. Ancak potansiyel açısından İstanbul çok daha önemli.

Eğer Türkiye'ye bir gün yılda 40 milyon turist gelecekse, Türkiye turizmden yılda 55-60 milyar dolar döviz kazanacaksa, bu işin tek lokomotifi olabilir: İstanbul.

Bugün turizmden en yüksek geliri elde eden Fransa'da Paris olmasa, İtalya'da Roma olmasa, İngiltere'de Londra olmasa bu ülkeler turizmde bu kadar rahat pazarlanabilir miydi?

Diyeceksiniz ki: ‘‘Paris, Roma ve Londra'da Formula 1 mi var?’’

Doğru, yok.

Ama bu kentler zaten pazarlanmış.

İstanbul'un ise bir desteğe ihtiyacı vardı. Bu destek Formula 1 olacak.

Formula 1'le İstanbul atağa kalkacak.

Zaten var olan güzellikleri göz önüne çıkacak.

Kaybedenler üzülmesinler, İstanbul'un büyümesi onlara da yarayacak.

Galatasaray'ın Hasan'a teklifi


KLAVYESİ olan yazıyor. Ama yüzde doksan dokuzu palavra. Galatasaray'da bir Hasan Şaş sorunu yaratmaya çalışıyorlar.

Hasan imza atmış da, atmamış da, Galatasaray'dan teklif bekliyormuş da, İnter'e gitmiş de şu olmuş da bu olmuş da!

Akıllarınca Hasan'ın kafası karıştırılacak, Galatasaray'da sorun olacak.

Gelin ben size işin aslını anlatayım da bu mesele kapansın. Palavracılar da sussunlar.

Fatih Terim'in ‘‘Hasan'ın sorununu halledin’’ demesiyle Galatasaray yönetimi sezon başında Hasan'la masaya oturdu. Ve uzun bir pazarlık yapıldı.

Galatasaray yönetimi Hasan'a şimdiye dek kimseye önerilmemiş bir rakam önerdi.

Bu rakam tamı tamına yıllık 2 milyon dolardı. Bunun üzerine menajerine verilecek komisyon da eklenecek ve Hasan için yılda ‘‘kemiksiz’’ 2 milyon 200 bin dolar ödenecekti.

Hasan Şaş bu teklifi bile düşünmeden geri çevirdi.

Hasan'ın tavrı açıktı. Öncelikle yurtdışını düşünüyordu ve yurtdışında daha iyi bir para umuyordu.

Hasan cephesindeki gelişmeler nedir bilmiyorum. Ama Galatasaray kendi açısından ‘‘müthiş’’ bir teklif yaptı.

Ve o teklif o gün geçerliydi.

Galatasaray, sezon sonuna kadar Hasan'a başka bir teklif de götürmeyecek.

Bir iade daha


ESKİ MHP Gümüşhane Milletvekili Bedri Yaşar da, hak etmeden kendisine ödenen maaşını iade etti.

Yaşar 13 milyar 13 milyon 280 bin lirayı TBMM Saymanlık Müdürlüğü'ne iade etti. Ona da teşekkür ediyorum.

Bu arada geçen dönemden bu döneme devam eden ve bu yüzden ‘‘duble’’ maaş alanlardan iade eden ise henüz olmadı.

Hadi beyler, hak edilmeyen maaşlar lütfen iade.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Toplu taşıma araçlarına binince, aşağıda araca binmeye çalışanları düşünüp, arkaya doğru ilerlediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku

Köprü

22 Kasım 2002
<B>ABDULLAH Gül </B>veya <B>Tayyip Erdoğan.</B> Birinden biri duruma el koymak zorunda. Yoksa ‘‘gidişat hoş değil’’.

Refahyol döneminin ‘‘akil adamı’’ Gül'ün başbakanlığı bile ‘‘hoş olmayan gidişatlara’’ izin verecekse, geleceğe umutla bakmanın da imkánı kalmaz.

Türkiye'nin kangrenleşmiş ‘‘kimi’’ sorunlarını çözmek için bugüne kadar ‘‘hasmane’’ davranan taraflar arasında bir ‘‘asma köprü’’ kurulma aşamasında.

Ama bu asma köprünün iplerini fazla germek, köprüyü uçuruma yuvarlar.

Sicili ortadayken Beşir Atalay'ı Milli Eğitim Bakanı diye yazmak köprünün ipini germektir.

Meclis Başkanı'nın ‘‘Bismillah’’ demeden türbanlı uğurlaması ipi biraz daha germektir.

Otel lobilerinde toplu namazlar ipi germek değilse bile gergin ipe fiske vurmaktır.

Bunlar daha başlangıçta ‘‘gereksiz’’ bir ortam yaratır.

Samimiyeti zedeler.

Ve sonunda köprü yıkılır.

İşin kötüsü, yıkılan köprüyle birlikte uçuruma düşecek olanlar, büyük bir iyi niyetle bu köprünün üzerinde, köprüyü inşa etmeye çalışanlar olur.

Zor olan köprüyü yapmaktır.

Bir dinamit, bir deprem, bir hesap hatası, en sağlam köprüyü bile bir anda yerle bir eder.

BDDK'ya şantajın bini bir para ama etikçilerden tık yok

BAZI sahtekár ve gezginci yazarlar ‘‘medya etiği’’ konusunda ahkám kesmeye pek bir bayılırlar.

Ama dediğim gibi bunların derdi medya etiği falan değildir.

Sağlıksız ruhlarına merhem sürmeyen patronlardan intikam almak için ‘‘sahte’’ bir etikçi, aslında ise ‘‘tetikçidirler’’.

Çünkü bunların gerçekten etik kaygıları olsa, bugünlerde yazacak çoook şeyleri olurdu.

Mesela Akşam Gazetesi'nin sahibinin bankalarından birine el konuldu.

Diğeri ise kontrolünden çıktı.

Bu gazete o günden beri Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu'na saldırıyor.

Ağır ithamlar, hakaretler gırla.

Medya gücüyle, devletin bir kurumu baskı altına alınıyor.

Bu yolla bankalarını kurtarmaya çalışıyorlar.

BDDK üyelerinin özel yaşamları, işleri, kurumla ilgili her şey ‘‘iğrenç’’ bir üslupla her gün manşetlerde.

Medya gücünün bundan daha kötü kullanımına ben şahit olmadım.

Ama medya etikçilerinden tek bir ses yok.

Sözde basın özgürlükçüsü bu ‘‘haysiyetsizler’’ ‘‘Ey Akşam Gazetesi, patronunun bankasına el konuldu diye böyle bir yayın yapman doğru mu?’’ diye bir satır yazamıyorlar.

Çünkü medya etiği onların umurunda değil aslında.

Onlar ‘‘kayıp’’ kişiliklerini kompleks denizinde kaybetmiş olmanın hırsını ve kinini kusuyorlar.

Bunun adına da ‘‘etik’’ diyorlar.

Sizi gidi pabuçlarımın etikçileri.

Garibanın vergisi affedilirken hortumcuya kıyak mı yapılıyor?

ABDULLAH Gül, hükümetin çok ciddi bir ‘‘vergi affı’’ hazırlayacağını beyan etti.

Maksat ‘‘ekonomik krizden mağdur’’ küçük esnaf ve orta ölçekli sanayiciye nefes aldırmak.

Gayet güzel.

Ancak ben Türkiye'de böyle aflar gündeme gelince çok korkarım.

Küçük esnaf ve orta ölçekli sanayici için olduğu söylenen aftan yararlananlar genelde ‘‘büyük soyguncular’’ olur.

Yani küçük esnaf 500 milyonluk yükten kurtarılıyor gibi gösterilirken, aslında çooook büyük birilerinin bilmem kaç trilyonluk vergi borcu affediliyordur.

Geçmişte bunun örneklerini çok gördük.

AKP hükümeti eğer bu vergi affı işinde ciddi ve samimi ise bir ‘‘üst sınır’’ belirlemek zorundadır.

Bakkal Ahmet Bey'in 500 milyonu affedilirken, ‘‘Hortumcu Rıza’’nın elli trilyonluk borcu güme gitmesin.

Vergisini verenle, vergisini kaçıran aynı olmasın.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Vatan hainleri vatansever, vatanseverler ise hain gibi gösterilmediği zaman.
Yazının Devamını Oku

Servis aracını sollayanı asmak lazım!

21 Kasım 2002
<B>HABER </B>toplantısını yaparken, kötü haber İzmir'den geldi. Bir öğrenci servisinden inen 7 yaşındaki çocuk, çocuğun indiği servis aracını sollayan bir başka servis aracının altında kalarak ölmüştü. Neyi bildiğini çok merak ettiğim bir bilirkişi heyeti ise ezilen 7 yaşındaki çocuğa 8'de üç, ezen servis aracına da aynı şekilde sekizde üç kusur buluyor. Cezai ehliyeti olmayan, ailesi tarafından servise emanet edilmiş 7 yaşında bir çocuk, sollama yapan bir araç tarafından ezilerek öldürülüyor ve suçlu çocuk.

Bilirkişide bir acayiplik yoksa, yasalarda bir acayiplik var demektir.

Ben size bu işin ‘‘Amerikan standardı’’nı anlatayım da, öyle karar verin.

Amerika Birleşik Devletleri'nde arkasında ‘‘School Bus’’ yazılı okul servis araçları yolun kenarında durup ‘‘öğrenci indirdiği sırada’’ sollamak yasaktır.

School Bus yazan araç kenarda durur.

Yanında üzerinde ‘‘Stop’’ yani ‘‘Dur’’ yazan bir tabela açılır.

O andan itibaren bu araç ‘‘sollanamaz’’.

Çünkü bilinir ki, bu araçtan bir çocuk inecektir ve o çocuk her türlü ‘‘hatayı’’ yapabilir.

O araç yolun kenarında 10 dakika dursa, bir Allah'ın kulu o aracı sollayamaz.

Tabela kapanıncaya ve ‘‘servis aracı’’ hareket edinceye kadar bekler.

Beklemezse ne mi olur?

Sollayan yanar.

Cezanın ağırlığı eyaletten eyalete değişmekle birlikte genel olarak altından kalkılacak gibi değildir.

Değil inen bir çocuğu ezmek, bu aracı solladığınız anda sizi hiçbir ‘‘bilirkişi’’ kurtaramaz.

Doğrudan ‘‘hapse atılırsınız’’.

İçerde en az bir hafta kalırsınız.

Ehliyetiniz en az üç ay süreyle iptal edilir ve bir daha ehliyet alabilmek için okula gidersiniz. Bazen de ehliyetinizden tamamen olursunuz.

Bunun dışında da bin dolardan başlayan bir ceza ödersiniz.

Bunun için Coni'ler kıymetlidir, Mehmet'ler kıymetsiz.

Vatandaşa verilen değer daha çocukken başlar...

Ve yasayla belirlenir...

Bilirkişinin keyfiyle değil!

550'de iki oldu


AFYON Milletvekili Dr. Mehmet Telek'in aldığı üç aylık maaşın hak etmediği bölümünü iade etmesini dün yazmış ve kendisini kutlamıştım.

ANAP Kırıkkale Milletvekili Nihat Gökbulut'tan bir faks geldi.

O da maaşının hak etmediği bölümünü Mehmetçik Vakfı'na bağışlamış.

Bu bağıştan ötürü plaketini de almış.

Tabii bence tam aynı şey değil.

Hak edilmeyen bir para ile plaket almış olmayı da ben yüzde yüz doğru bulmuyorum.

Ama parayı cebe atmaktan veya çocukların kursağından geçirmekten çok daha iyi olduğu da tartışılmaz elbet.

Erdoğan'ın vücut dili


TAYYİP Erdoğan'ın dış politika konularında oldukça önemli zaafları, hayli rahatsız edici bilgi eksiklikleri var. Dış politikada nüansların bile önemli olduğu göz önüne alınırsa, Erdoğan'ın küçük de olsa bilgi eksiklikleri olması ciddi sıkıntılar doğuruyor.

Kelime farkları, Türkiye açısından rahatsızlık verici sonuçlar veya beklentiler oluşturuyor.

Erdoğan, şimdilik fazla konuşmadan bu eksikliklerini giderebilir.

Erdoğan'ın dış politikadaki konuşmaları ne kadar ‘‘rahatsız edici’’ ise, kullandığı ‘‘vücut dili’’ o kadar memnunluk verici.

Berlusconi ile yaptığı görüşmeden bu yana, vücudunu çok iyi kullandığını gözlemliyorum.

Muhatabı bacak bacak üstüne atıyor, Erdoğan bacak bacak üstüne atıyor.

Muhatabı koltukta ‘‘kaykılıyor’’, Erdoğan ‘‘kaykılıyor’’.

Henüz bunları tam bir rahatlık içinde yapamıyor ama ‘‘eşitiz’’ mesajını veriyor.

Bu Turgut Özal ve bir nebze de Çiller'de gördüğümüz bir tavırdı.

Erdoğan da farklı bir kültürel altyapıdan gelse de, bunu beceriyor.

Çok da iyi yapıyor.

Bir de Mesut Yılmaz gibi inat edip 50'sinden sonra İngilizce öğrenirse, işte o zaman çok daha iyi olacak!

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


İhaneti ödüllendirerek, insanları ihanete özendirmediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku

Gül, devlet adamı adayı

20 Kasım 2002
ABDULLAH Gül kabinesini açıkladıktan sonra akşam Teke Tek'e konuk oldu. Gül, Kanal D binasına gelirken camlara, balkonlara çıkan vatandaşlar kendisini alkışladılar. Alkışlayanlar başı açık, modern görünümlü sıradan Türk vatandaşlarıydı. Gül'ün Teke Tek performansı da çok iyiydi. Gül üç konuşup bir düşünen değil, üç düşünüp bir konuşan bir siyasetçi. Program sırasında devlet adamı olmaya aday bir görüntü çizdi. Hazırlıklı ve dikkatliydi ama açıksözlülüğü de elden bırakmadı. Çok kritik sorular sordum. İftarı Köşk'te ama Cumhurbaşkanı'ndan ayrı olarak açtığını anlattı. ‘‘Casinoları açacak mısınız?’’ dedim. ‘‘Araştırmadan, fizibil olup olmayacağını hesaplamadan hiçbir şeye evet veya hayır demeyiz. Turizm için iyi olacaksa açılabilir’’ demesi şaşırtıcıydı. Şimdiye dek bu konuda bir siyasetçiden aldığım en açık ve cesur yanıttı. Sadece bir konuda Gül'ü ‘‘sıkıntılı’’ gördüm. Batık bankalar konusu. Orada net olamadı. ‘‘Yatırım yapana karşı insaflı olmak lazım’’ dedi. ‘‘Peki hortumlamayan, yasaya uygun davranan, vergisini ödeyenle, hotumlayıp hesapsızca harcayan bir olur mu?’’ diye sordum. ‘‘Elbette olmaz’’ dedi. Ama sıkıntılıydı. AKP iktidarı bu konu dışında çok net görünüyor. Sadece burada biraz ‘‘sıkışıklar’’. Nedenini yakında öğreniriz herhalde. Irak AB'ye girmeli mi?BAŞLIKTAKİ soruyu ben sormuyorum. Bu müthiş ‘‘suali’’ soran kişi, İngiliz The Guardian Gazetesi yazarı Timothy Garton Ash. Ash, geçen haftaki makalesinde ‘‘Irak'ın Avrupa Birliği'ne girmesini tartışalım mı?’’ diye soruyor. O da sorusunun ‘‘abukluğunun’’ farkında. Ekliyor: ‘‘Böyle saçma bir şeyi tartışmak bile düşünülemez değil mi?’’İngiliz yazar şöyle devam ediyor: ‘‘Irak'ın Avrupa Birliği içinde yer almasını düşünemiyoruz ama Irak'ın hemen yanındaki komşusu Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üye olup olmayacağını önümüzdeki ay Avrupalı liderler oturup ciddi ciddi tartışacaklar.’’ The Guardian yazarına göre Irak ile Türkiye aynı oranda Avrupalı, ya da Avrupa'yı aynı derecede hak ediyorlar.Biz aralık ayında tarih peşindeyiz, Avrupalı ise olaya başka pencereden bakıyor. Türkiye'nin Avrupalı olup olmadığı umurunda değil. Avrupa Irak'la komşu olmak istemiyor. Yanı başında İran'ı görecek olmaktan rahatsız oluyor.Dünyanın en sorunlu bölgesine kadar uzanmak gibi bir derdi yok. Avrupa'da kamuoyunun görüşü bu. Avrupa'yı yönetenler farklı düşünseler de, Avrupalı aydınlar Türkiye'yi aralarına almak isteseler de Avrupa'da ‘‘halk’’ The Guardian yazarının görüşünü destekliyor. Hiçbir demokraside bu kadar güçlü ve net halk görüşüne rağmen ‘‘yönetenler’’ ve ‘‘aydınlar’’ adım atamazlar. Türkiye daha çoook tarih bekler.Aralık ayı sondur. Arkasından AB süreci masaya yatırılmalı ve takvim bu kez geriye çalışmalıdır. Utananlar ve utanmazlarMİLLİ Eğitim'de yaşanan rezaletler artık kabul edilemez boyutta. Adapazarı'nda bir okulda, okul aile birliğinin topladığı aidatları ödemeyenlerin listesi ‘‘Yüzsüzler listesi’’ olarak okula asılıyor. O okulda talebe olduğunuzu ve anne veya babanızın adının o listede asılı olduğunu düşünün. Ne hissedersiniz?Diyebilir misiniz ki, ‘‘Arkadaşlar, benim anam babam şerefli insanlardır. Vergi öderler ve o vergilerle benim eğitim giderlerimi karşılamak bu devletin görevidir. Ancak bu devleti yönettiğini zanneden şerefsiz bazıları, o vergileri banka hortumcularına peşkeş çektikleri için eğitime yeterli para ayrılmaz ve bu nedenle bizden ikinci kez para istenir. Benim anam babam bu ikinci parayı ödeyemezeler. Ayrıca da ödemek zorunda değildirler.’’Bir öğrenci bunu diyemeyeceği için de utanç içinde dolaşır okul koridorlarında.Asıl utanması gerekenler ise makam otomobillerinde dolaşırlar... Utanmadan...NE ZAMAN ADAM OLURUZ?Terör destekçisi avukatları meslekten men ederken, elimizi sıkı tutmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

3.5 yıllık bir yazı

19 Kasım 2002
DÜN öğle saatlerinde bir okur aradı. Benimle görüşmeden sekreterime not bırakmış:‘‘Fatih Bey 3.5 yıl önce bir yazı yazmıştı. Kehanetinin ne kadar doğru çıktığını kendi hatırlamıyor olabilir, ben bir hatırlatmak istedim. Lüften 29 Temmuz 1999 günü yazdığı yazıya bir baksın.’’Arşive girdim ve 29 Temmuz 1999 tarihli yazıyı bulup çıkardım. Yazının başlığı şöyle: ‘‘Yasak Erdoğan'ı başbakan yapacak’’Başlık tutmuş. Ya içerik?3.5 yıl önce yazılmış ama onu da bir kez daha aktarayım: ‘‘Siyasi yasağın aslında ne anlamsız bir ceza olduğunun açık kanıtı Tayyip Erdoğan. Çünkü siyasi yasak, siyasi karizmayı ve siyasi gücü ortadan kaldırmıyor. Tam aksine artırıyor. Siyasi yıpranmayı engelliyor ve kişiyi putlaştırıyor. Tayyip Erdoğan siyasi yasaklı. Ama cezaevi kapısında on binler tarafından bekleniyor. Cezaevinden çıkıp yerleştiği evinin kapısı yatır haline geliyor.On binler kapıda. Bir çağrı yapsa belki de bu sayı yüz binler olacak. Ama Erdoğan siyasi yasaklı. Erdoğan'ın seçime girmesini yasaklamak mümkün. Peki ya gönülleri nasıl yasaklayacağız... Erdoğan'ı sevmek, Erdoğan'a inanmak, Erdoğan'a güvenmek yasak demek mümkün mü?Değil!Olmadığı gibi, onu siyaseten yasakladığınız zaman gücünü de artırmış oluyorsunuz.Siyasetin doğal yıpranma sürecini de durdurmuş oluyorsunuz. Siyasi zamanın, yasaklı kişinin üzerinden akmasını da engellemiş oluyorsunuz. Erdoğan bugün dün olduğundan daha güçlü. Dün olduğundan daha karizmatik. Üstüne üstlük bir de mağdur. Erdoğan'ın yasaklı olması Erdoğan'ı zayıflatmıyor. Tam aksine güçlendiriyor. 5 yıl sonra siyasi yasakları bitince Türkiye'nin en güçlü siyasi figürüdür Tayyip Erdoğan. Çünkü o gün ne Ecevit kalır, ne Demirel, ne Mesut Yılmaz, Ne Tansu Çiller, ne Kutan, ne Erbakan. Kalırsa bir Devlet Bahçeli kalır belki. Ve Tayyip Erdoğan, bir sürü acemi rakibin arasında. Yıpranmamış, tertemiz ve mağdur. Bu yasak Erdoğan'ı kendisinin bile beklemediği bir hızla başbakanlığa taşıyor. Haberiniz ola.’’Türkiye gibi ‘‘kaygan’’ bir ülkede 3.5 yıl önce yazmışız. Ne kadarı tutmuş, ne kadarı tutmamış siz bakın karar verin. Ha bu yazıyı niye mi koydum?Bazı meslektaşlar için. Hadlerini bilsinler diye. 550’de birBAŞLIK biraz abartılı oldu aslında. Geçen dönem Meclis'te bazı milletvekilleri hakkın rahmetine kavuşmuştu.Hayatta olsalardı, belki onlardan biri ikisi de bu yolu seçerlerdi ama ‘‘kalan Meclis'ten’’ sadece bir kişi vatandaşın beklediği ölçüde ‘‘onurlu’’ davrandı. MHP Afyol Milletvekili Dr. Mehmet Telek'ten söz ediyorum. Bir tek o ‘‘hak etmediği maaşı iade etme’’ onurunu gösterdi. Biliyorsunuz ‘‘görevi sona eren’’ milletvekilleri geçen ay maaş aldılar. Maaşlarını üç aylık olarak aldıkları için de, bunun iki ayını hak etme fırsatını bulamadan seçimle parlamento dışı kaldılar. Koskoca Meclis'te bu ‘‘hak edilmeyen parayı’’ iade ede ede sadece 1 kişi etti.Kendisini çevremdeki herkes adına kutluyorum. Evlatlarına sadece ‘‘parlamenter bir baba’’ değil, ‘‘onurlu bir baba’’ miras bırakacağı için. İyi kabineABDULLAH Gül'ün Başbakan olması, ülke açısından çok olumlu bir gelişmeydi.İkinci olumlu gelişme ise kabinedeki isimler.AKP, kendi içinden çıkarabileceği en iyi kabineyi çıkardı diyebilirim.Özellikle başbakan yardımcıları içimi rahatlattı. Mehmet Ali Şahin, yapıcı, pozitif ve dengeli bir siyasetçi olarak göze çarpardı. Bu özelliklerini hükümete taşıması çok iyi olacak. Ertuğrul Yalçınbayır, CHP kökenli bir isim. Tandığım siyasetçiler arasında en ‘‘dürüst’’ olanı diyebilirim. Kimsenin hakkını yemek istemem ama Ertuğrul Bey ‘‘olunabilecek kadar’’ dürüst ve çok gelişmiş bir adalet duygusuna sahip olduğu için bu tanımlamayı hak ediyor. Şener'i fazla tanımam. Ama hakkında ‘‘kötü’’ bir şey duymadım.Diğer isimlerde de ‘‘Bu sorun olur’’ denecek kimse yok.Ama açıkçası Başbakan ve tanıdığım yardımcıları benim içimi rahatlatmaya yetiyor.Umalım ki, bu ‘‘rahatlığımız’’ sürsün.İyi işler yapsınlar. NE ZAMAN ADAM OLURUZ?Medyayla şöhreti yakalayan şarkıcılar, kabadayılaşınca medya düşmanı olmadıkları zaman.
Yazının Devamını Oku