Fatih Altaylı

Çözümsüzlükle Kıbrıs'ı kaybediyoruz

17 Aralık 2002
<B>KIBRIS,</B> koz bile olamadan elden gidiyor kimse farkında değil. Kopenhag Zirvesi'nin sonuçlarıyla beraber KKTC'nin, Türkiye ve kendisi açısından <B>‘‘koz olabilme’’ </B>yeteneği son derece zayıfladı. Ve Kıbrıs konusundaki ‘‘çözümsüzlük’’ ısrarı artık Türkiye'deki Türkleri de, Kıbrıs'taki Türkleri de çileden çıkma noktasına getirdi.

Rauf Denktaş için ‘‘Kıbrıs davasının kahramanı’’ yakıştırmaları yapılıyor.

Ne kahramanı, ben çözemedim.

Kuzey Kıbrıs'ta ekonomi diye bir şey yok.

Türkiye ne verirse o.

Güney ile Kuzey arasında müthiş bir ekonomik güç farkı.

Üretim yok.

Kıbrıs için kendini feda etmiş bir Asil Nadir'e bile sahip çıkmamış bir ülke.

Her türlü yolsuzluk, hırsızlık...

Türkiye'nin kara parasının aklandığı bir çamaşır makinesi haline gelmiş off shore banka cenneti.

Ama o bile Türkiye'den başkasına hizmet edemiyor.

Ve kahraman Rauf Denktaş.

Üstelik de ‘‘tabu’’ haline getirilmiş bir konu.

Denktaş'ın söylediğinin aksi bir kelime etsen ‘‘milli dava’’ya ihanet suçlaması.

Bu konuda yazılacak çok şey var ama ah o milli dava var ya, o milli dava...

Keşke CIA'ya değil Türkiye'ye çalışsaydı


HÜRRİYET'in manşetinde Rus istihbaratının raporuna dayanılarak verilen haber ilginçti. Fethullah Gülen Cemaati'ne yakın bazı vakıfların, Rusya ve Bağımsız Devletler Topluluğu topraklarında CIA adına casusluk faaliyeti yürüttüğü iddia ediliyordu. Yıllar önce Fethullah Gülen ile yaptığım bir görüşmeyi bu sütunda sizlere aktarmıştım. Gülen ile cemaatin önde gelenlerinin de katıldığı bir ‘‘sohbet’’ yapmıştım. Ben de orada kendisine, Bağımsız Devletler Topluluğu üzerinde kurduğu okulların faaliyetlerini sormuştum. Çünkü o zamanlarda da ‘‘bu tür’’ yakıştırmalar yapılıyor, bu okullardan ‘‘kuşkuyla’’ söz ediliyordu. Gülen de açık yüreklilikle bu okulların kuruluş gayesini anlatmıştı. Ben de kendisine ‘‘Büyük Türk İmparatorluğu gibi bir hayal mi söz konusu? Türk emperyalizmini mi hedefliyorsunuz?’’ deyince gülmüştü.Bu konu üzerinde biraz daha derine inmiştik. Sonunda ‘‘Anladığım kadarıyla siz, Batılı ülkelerin yüzyılın başında yaptığını yapıyorsunuz’’ demiştim. O da bu fikre katılmıştı.Son olarak da ‘‘Anladığım kadarıyla Neo İslamik bir yapı kuruyorsunuz ve bunu Masonik bir şekilde örgütlüyorsunuz’’ deyince, ‘‘Doğrudur. Masonluk kötü bir şey değildir’’ yanıtını vermişti. Bu sohbetin büyük bölümünü daha önce burada yazmıştım. Şimdi Rus istihbaratı, Gülen Cemaati'nin bu işi ‘‘CIA yönlendirmesi’’ ile yaptığını iddia ediyor. Doğru mu değil mi bilemem. Gülen'in ABD ile olan ilişkilerini ve uluslararası gücünü bilenler için bu iddia çok da ‘‘havada’’ bir iddia değil. Benim açımdan üzücü olan ise böylesi bir gücün ‘‘Türkiye için değil, ABD için kullanılmış’’ olmasıdır. En güçlü olduğumuz yerde bile kendimize değil, ABD'ye çalışıyoruz.

2 katrilyon 730 trilyonluk ilaç faturası


ÇALIŞMA ve Sosyal Güvenlik Bakanı Murat Başesgioğlu aradı. SSK ve Bağ-Kur'luların kábusu haline gelen ‘‘ilaç paraları’’nı konu ettiğim yazımla ilgili olarak konuştuk. Ben, SSK ve Bağ-Kur'un ilaç paralarını ödememesi nedeniyle bu iki kuruma bağlı sigortalılara eczaneler tarafından ilaç verilmediğini, özellikle kanser gibi ilacı pahalı hastaların çok zor durumda kaldığını yazmıştım. Bakan Başesgioğlu hemen aradı ve bilgi aktardı.

Bu iki kurumun ilaç üretici ve ithalatçılarına olan borcu şu an için 740 trilyon Türk Lirası. Bunun 540'ı SSK'nın, 200'ü Bağ-Kur'un.

Bakan Başesgioğlu, ‘‘Bunun tamamını bir seferde ödememiz mümkün değil ama tıkanıklığı aşmak için geçici bütçeye oldukça yüklü bir meblağ koyacağız. Gerek Sayın Başbakan'la, gerekse Maliye Bakanı'yla konuştum. Onlar da bu sorunu çözmek için azami gayret gösteriyorlar’’ dedi.

Bu arada bakandan aldığım bazı veriler korkunç.

2002 yılının ilk 11 ayında bu iki kurumun ödediği ilaç parası toplamı 2 katrilyon 730 trilyon TL.

Bu, toplam sağlık harcamalarının yarısından fazla bir tutar. Öyle ki, IMF bile bu konuda bir tasarruf istiyormuş. Başesgioğlu, bir İlaç Bilgi Bankası kurulacağını ve bilgisayar sistemiyle en azından fiyat kontrolü yapılarak bu miktarın ‘‘hatırı sayılır’’ bir biçimde aşağı çekilebileceğini söyledi.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Vatansever, atıp tutana değil, vatan için bir şeyler yapana dendiği zaman.
Yazının Devamını Oku

Sonuç neden olamaz!

16 Aralık 2002
<B>KOPENHAG'</B>dan çıkan sonuç, Türk basınının kafasını bir miktar karıştırmış anlaşılan. Herkes ‘‘kendince’’ bir ‘‘gerekçe’’ ile gerçekleri saptırma peşinde.

Kuyruğu BDDK vasıtasıyla ‘‘iktidara’’ bağlı olan ve ‘‘tam da bu hafta’’ hacizlerle boğuşmaya başlayan Sabah'ın yazı işlerinde eski hastalık nüksetmiş.

İktidarın hoşuna gidecek tarzda manşet atmışlar.

Kopenhag'da sanki müthiş bir sonuç kazanılmış gibi.

‘‘AB uzmanı’’ havası basan dış politikada deneyimli bazı dostlarımız ise ‘‘çuvalladıkları belli olmasın’’ diye bir çıkış yolu aramaya çalışmışlar.

Oysa bu işi bilen herkes biliyor ki, Kopenhag'dan çıkan sonuç Türkiye için tek kelimeyle ‘‘hüsran’’.

2 yıl sonra bugün olduğumuz noktada olacağız.

İyimser bakarsak ‘‘boşu boşuna 2 yıl kaybediyoruz’’.

Ama bir de kötümser bakmak mümkün.

Nasıl mı?

Şöyle bir üç yıl önceye giderek.

1999 Helsinki'sine, yani Türkiye'nin üyelik yolunun açıldığı toplantıya.

O zirvede Türkiye'nin önü açılırken, çok önemli bir ‘‘dipnot’’ düşülmüştü.

‘‘2004'e kadar Ege sorununu taraflar kendi aralarında çözecekler. Aksi halde konu Lahey Adalet Divanı'na götürülecek.’’ 1999'da Helsinki'de düşülen bu dipnot bile 2004'te önümüze konulacak fiks mönünün çok da iştah kabartıcı olmayacağının göstergesi.

Bu nedenle kimse 2002 Kopenhag Zirvesi'nin sonuçlarını Türkiye açısından ‘‘başarı’’ olarak göstermeye çalışmasın.

Ama yine kimse bu işin suçunu bugünkü hükümete de yıkmasın.

Köyleri uygarlaştırma projesinden vazgeçtiğimiz, sivil toplumun önünü açacak projeleri ortadan kaldırdığımız, uygarlaştıramadığımız kırsal kökenliyi, eğitmeden milletin efendisi yapmaya karar verdiğimiz gün, yani 50 yıl öncesinden başlıyor hatalar.

O yüzden diyorum ki, kimse sonucu neden zannetmesin.

Rekabetten değil çapkınlıktan


HÜRRİYET Gazetesi'nde Tamer ‘‘Haluk’’ Karadağlı ile ilgili haberler beni rahatsız edince Selim Akçin'le konuştum.

Hürriyet'in magazin müdürü...

Rahatsız olmuştum, çünkü Karadağlı'nın başrolünü oynadığı dizi müthiş tutmuştu.

Yayınlandığı gün maç gibi reyting alıyor, tekrarı gün birincisi oluyor, oyuncuları haftada iki gün ATV Ana Haber'i çıkıp, reyting kazandırıyorlardı.

Ve bu haber bana bu başarıyı ‘‘karalamak için mi yapılıyor’’ sorusunu sordurmuştu.

Bu rahatsızlığımı önce ‘‘Ne zaman adam oluruz’’ köşemdeki bir minik cümleyle duyurdum.

Sonra da Selim Akçin'le konuştum.

Selim bu haberi yakalar yakalamaz Ertuğrul Özkök'e sunmuş.

Özkök'ün ilk tepkisi benimkine benziyor.

‘‘Selim bu haber yanlış anlaşılır. Emin misin?’’ diye sormuş.

Selim emin olduğunu, haberin çok sağlam olduğunu ve arkasında hiçbir art niyet bulunmadığını söyleyince haber kullanılmış.

Selim bunları anlatınca şunu sordum:

‘‘Selim, Tamer Karadağlı Kanal D'de çalışsaydı da bu haberi yapar mıydın?’’

‘‘Yapardım abi. Mehmet Ali Erbil Kanal D'de çalışıyor ve onun hakkında da ne haberler yaptık’’
dedi.

Açıkçası içim rahatladı..

Tamer Karadağlı sadece kendi ‘‘çapkınlığının’’ kurbanıydı.

‘‘Çirkin’’ bir rekabetin değil.

SSK'lılar ilaçsızlıktan ölsün mü?


SSK'nın ilaç bedellerini firmalara ödememesi hastaları çok zor durumda bırakıyor.

Bana bile her gün bu konu ile ilgili onlarca faks geliyor.

Bunların pek çoğu ‘‘tedavisi zor’’ hastalıkların ilaçları.

Ufak tefek ilaçları hastalar kendi imkánlarıyla alabilseler bile başta kanser ilaçları olmak üzere ‘‘pahalı’’ ilaçları SSK'lı hastaların temin etmesi neredeyse imkánsız.

Eczaneler ise üretici veya ithalatçı firmaların paralarını alamamaları nedeniyle bu ilaçları hastalara veremiyorlar.

Ortada çok ciddi bir sosyal sorun var.

Bakan Murat Başesgioğlu'nun bu duruma el koyması gerekiyor.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Toplumsal bilincin olmadığı yerde toplumsal lincin olduğunu fark ettiğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku

Geriye doğru ilerledik

14 Aralık 2002
<B>BUNDAN </B>iyisi Şam'da kayısı derler de, bundan kötüsü ne, onu diyen bir cümle bulamadım. Avrupa Birliği'nin Türkiye'ye vermiş olduğu yanıt, Türkiye'nin alabileceği ‘‘en kötü’’, hatta en ‘‘berbat’’ yanıttır. Kopenhag Zirvesi'nde Türkiye'ye ‘‘yanıt bile’’ verilmemiştir.

‘‘2004'te gelin, müzakere tarihi verip vermeyeceğimize karar verelim’’demek, 2004'te şimdi olduğumuzdan daha geride bir yerde olmamız demektir. Çünkü o zaman ‘‘daha fazla’’ sayıda ortağı ikna etmemiz gerekecektir ki, bu ortakların büyük bölümü daha ‘‘kendilerini bulamamış’’ oldukları için Türkiye'yi istemeyecektir. Ve ne yazık ki, bunlardan biri bizim Kıbrıs Rum Kesimi dediğimiz, onların ‘‘Kıbrıs Cumhuriyeti’’ olacaktır.

Bilinmelidir ki, Türkiye Avrupa Birliği konusunda ‘‘ileriye’’ değil, ‘‘geriye’’ doğru ilerlemiştir ki, buna ilerleme denemez. Peki bunun kabahati kimde? Bugünkü iktidarda mı?

Belçika Dışişleri Bakanı, Erdoğan'ın son dönemdeki tehditkár tavrının olumsuz etki yaptığını söylüyor.

Palavra.

Bizim tehditkár olmadığımız dönemlerde de AB'nin ne halt karıştırdığını biliyoruz. Bugünkü iktidarı suçlamak, bir futbol maçında yenilginin faturasını son 5 dakikada oyuna giren oyuncuya kesmeye benzer. Sağlık nedenleriyle aylarca yurtdışı gezisi yapamayan bir başbakan, AB meselelerini aylarca sürüncemede bıraktırmış bir koalisyon ortağı ile yönetildiğimiz dönemde zaten çok şey yitirmiştik. 1999'dan 2002 Kasım'ına kadar son birkaç ayda Mesut Yılmaz'ın yapmaya çalıştıkları dışında hiçbir şey yapılmadı. Ama o bile önemli değil. AB'nin Türkiye'ye verdiği yanıtta, Türkiye'nin fonksiyonu neredeyse sıfır.

Yasaların tamamını çıkarsak da, uygulamada müthiş bir başarı elde etsek de, insan hakları ihlallerinde Avrupa'dan daha az sabıkalı olsak da bu sonuç değişmeyecekti.

Çünkü bu sonuç, AB'nin kendi ‘‘bağırsak sorunları’’ ile ilgili.

Türkiye'yi hazmetmekte güçlük çekeceklerini biliyorlar.

Bunun ekonomik, sosyal, tarihsel onlarca nedeni var.

Bu nedenlerin 2004'e kadar ortadan kalkacağını düşünmek ise en basit tanımıyla ‘‘safdillik’’ olur.

2004'teki ilerleme raporu olumlu olursa Türkiye ile müzakerelerin başlaması için tarih verilebilirmiş.

Peki o raporu ben mi yazacağım, yoksa bu Avrupalılar mı?

O raporun ‘‘olumlu’’ olacağı ve nesnel verilere dayandırılacağı ne malum. Bizim ‘‘kokteyl dışişleri’’ uzmanları, ‘‘Bardağın dolu tarafına bakalım’’ diyorlar. Ama ortada bardak yok ki, dolusu boşu olsun. O nedenle günlerdir yazdığım gibi 2005'i tarih olarak verselerdi bizim için büyük başarı olurdu.

Şimdi 2004'te ‘‘2010’’ diyecekler.

Var mısınız iddiaya?

Türkiye büyük, AB Türkiye'siz güdük


AVRUPA Birliği'nin kararı kimsenin asabını bozmasın. Türkiye'nin tek seçeneği Avrupa değil.

Ancak Türkiye ‘‘tehdit savurmadığını’’ kanıtlamalı.

Yani Avrupa dışındaki seçenekler de, hızla gündeme gelmeli, yeni politikalar oluşmalı ve Türkiye bölgesel gücünü devreye sokmalı.

Türkiye'nin yanıbaşında en az Avrupa Birliği kadar büyük olmaya aday dev bir Rusya potansiyeli var.

Türkiye hızla Rusya ile ilişkilerini geliştirmek zorunda.

Suriye'nin ‘‘gelişme’’ ve ‘‘büyüme’’ çabalarında ortak hareket noktaları aramak zorundayız.

İran, yanıbaşımızda müthiş bir potansiyeldir. Kafkaslar ve Balkanlar üzerinde terk edilen politikalara dönmek zorundayız.

Ve mümkün olan en kısa sürede Gümrük Birliği masaya yatırılarak gözden geçirilmek durumunda.

Kıbrıs başta olmak üzere AB'ye verilecek en küçük tavizimiz olmamalı.

Türkiye AB'siz de vardır.

Kimse dertlenmesin.

Toroğlu'nun hafızası zayıf


ERMAN Toroğlu ile Fatih Terim arasında bir polemik yaşandı. Terim canlı yayında Toroğlu-Büyüka ikilisine ‘‘Sormak istediğiniz bir şey var mı?’’ diye sordu. İkili teşekkür edip kapattılar. Ardından Toroğlu, ağır eleştiriler yapmaya başlayınca Terim aradı ve ‘‘Arkamdan konuşma. Sorunuz var mı dedim sormadınız. Kapadım, arkamdan sallıyorsunuz’’ dedi. Toroğlu o zaman da, aynen şimdi olduğu gibi Galatasaray aleyhine ‘‘sallamaya’’ bayılırdı. Hatta o zamanlar Toroğlu'nun Galatasaray düşmanlığı had safhadaydı. Şimdilerde biraz azaldı.Toroğlu, Galatasaray ve Terim hakkında genelde olumlu bir laf etmedi.O zamanlarda da Ali Sami Yen'de Toroğlu aleyhinde çok bağrıldı. Ben, Toroğlu ile boşu boşuna ‘‘kabzımal’’ polemiklerine girmedim. Toroğlu işini ‘‘kendi açısından’’ iyi yapıyor. Ama Galatasaraylıların hafızasını bu kadar küçümsemesi iyi değil.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Alınganlık milli duygumuz haline gelmediği zaman.
Yazının Devamını Oku

AKP'nin boynuna bürokrasi halkası

13 Aralık 2002
<B>AKP</B> yönetimi, Kopenhag'da keyifsiz. <B>Erdoğan'</B>ın çevresi AB konusunda umutsuz görünüyor. Rasmussen'le yapılan görüşmede Danimarka Başkanı, Tayyip Erdoğan'a iki örnek vermiş. Bunlardan biri, Türkiye'deki gelir adaletsizliği.

Diğeri ise öğrencileri döven polislerin suçsuz bulunması.

Rasumussen, Erdoğan'a, ‘‘Böyle bir olay Avrupa'da da olur. Bir polis şiddet gösterebilir. Ama o şiddet mazur gösterilmez. Türkiye'nin sorunu burada’’ deyince Erdoğan hayli sıkıntılı anlar yaşamış. Erdoğan'la birlikte Kopenhag'a gelen ekipte ise ‘‘Her şeyi yapsak, başka bir bahane bulacaklar. Asıl onlar Türkiye'ye hazır değil’’ görüşü hákim.

Erdoğan'ın asıl sıkıntısı Kıbrıs.

Erdoğan ve partisi, Kıbrıs'ta kilidi açacak adımlar atmaya kararlı görünüyorlardı.

Şimdi ise bürokrasiden yakınıyorlar.

AKP'nin önemli isimleri giderek daha statükocu olmaktan şikáyet etmeye başlıyorlar.

Statükocu tavrın, hükümetin dış dünyadaki ‘‘ışıltısını’’ kaybettireceğini düşünüyorlar.

AKP giderek statükocu olmasını ‘‘dış politikanın devamlılığına’’ bağlıyor.

Ancak görünün o ki, bundan pek de memnun değiller.

Fakat bürokrasi, ‘‘iyi veya kötü’’ AKP'ye de halkayı taktı.

Çekip, istediği yöne götürüyor.

Asıl tarih 2008'di


CHIRAC, tecrübesi ve ağırlığı ile Kopenhag Zirvesi'nde ışıldıyor.

Türkiye konusunda telkinde bulunan Bush'a attığı fırça müthiş.

‘‘Siz Meksika'yı ABD'ye alır mısınız?’’ sorusu hayli sert bir yanıt.

Chirac, Erdoğan ile daha önce yaptığı görüşmede de ‘‘dostça’’ ama ‘‘yumuşak olmayan’’ bir söylem kullanmış.

Türkiye için Almanya ile Fransa'nın kafasından geçen tarihin 2008 olduğunu söyleyen Chirac, ‘‘Ama olumlu adımlar attığınız için bunu öne çektik’’ diyor.

O ‘‘ön’’ün ne olduğu sonra ortaya çıktı.

2005...

Yani Almanya ve Fransa, Türkiye'ye üç yıllık bir kıyak yapmışlar.

Chirac'ın dediği bu.

Biz mi kendi kendimize fazla havaya girmiştik, yoksa Avrupa mı ‘‘adilik’’ yapıyor.

Bilemiyorum...

Avrupalılık her yerimize sindi mi?


AVRUPA Birliği'nin Türkiye ile ilgili kararı büyük bir ihtimalle bugün açıklanacak. Biz ‘‘2003, en geç 2004’’ diyoruz. Avrupa'nın ‘‘büyükleri’’ Fransa ve Almanya ‘‘2005’’ diyorlar. Ben şahsen yeni geleceklerin ‘‘keyfine bırakılmayacak’’ bir 2005'in ‘‘kötü’’ bir tarih olmadığını düşünüyorum. 43 yıldır bekliyoruz, 2 yıl daha bekleriz. Ama dün de yazdığım gibi 2005 kararı kesin olmalı ve yeni gelecek ‘‘çıtır Avrupalıların’’ keyfine bırakılmamalı. Çünkü ‘‘o gün’’ geldiğinde Avrupa daha çoklu olacak ve çokluğun olduğu yerde başka neyin olduğunu hepimiz biliyoruz.

Bunları yazarken bir yandan da düşünüyorum, biz Avrupalı mıyız diye. İstanbul'un göbeğinde Avrupalıyız, kesin.

Ya kentin 15 kilometre dışına çıkınca, Altınşehir'de, Habipler'de, Sultanbeyli'de, bırakın onu Hürriyet Gazetesi'nin arka sokağında ne kadar Avrupalıyız.

İzmir kesin Avrupalı. Hatta 200 bin yıl geriye gidersek Avrupalıdan daha Avrupalı ve Avrupa kültürünün kaynaklandığı yerin göbeği. Peki ya Buca da Avrupalı mı?

Hakkári'ye, Çukurca'ya, Yozgat'a, Ardahan'a gitmiyorum bile. Buralarda ne kadar Avrupalıyız?..

Polislerimiz bodruma indirdikleri genci döverken Avrupalı mı?

Ya o polislerin suçsuz olduğunu söyleyen müfettiş nereli?

Avrupa'nın hangi ülkesinde günde 20 bin kişi aşevleri önünde kuyrukta?

Avrupa'da anket yapan adam ‘‘Son olarak hangi kitabı okudunuz?’’ sorusuna yanıt arıyor, bizdeki ise ‘‘Hiç kitap okudunuz mu?’’ sorusuna.

Kentlerimizin yarısından fazlasında sinema yok.

Parlamentoda yasa çıkarmakla bir yerli olunuyorsa, yarın Marslı bile olabiliriz belki.

Avrupa'nın bizden öğreneceği çok şey var. Doğru. Ama biz Avrupa'dan öğrenebileceğimiz her şeyi öğrendik mi acaba? 2005 iyidir. Belki biraz daha öğreniriz.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Şartları değiştirmeye çalışırken, mevcut şartlarda yaşamayı da sürdürebildiğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku

Gümrük Birliği anamızı ağlatmış

12 Aralık 2002
<B>TÜRKİYE'</B>nin müzakere masasına Gümrük Birliği'ni koyması gerektiğini hep yazıyor, hep söylüyorum. Çünkü Gümrük Birliği, Avrupa açısından son derece keyif verici bir tablo oluşturuyor.

Ve Gümrük Birliği 70'lerin söylemine tam olarak uyuyor: Onlar birlik, biz pazar.

Söylem ‘‘demode’’ ama rakamlar ‘‘güncel’’.

Ankara Ticaret Odası, Gümrük Birliği öncesi ve sonrası rakamları dökmüş.

Gümrük Birliği öncesi 1992-1995 yılları arasında Türkiye'nin AB üyesi ülkelerle yaptığı ticarette verdiği açık 5 yıl için toplam 16.4 milyar dolar.

Ardından Türkiye, Gümrük Birliği'ne giriyor.

Ve makas AB ülkeleri lehine açılmaya başlıyor.

1996 ile 2000 yılları arasını kapsayan dönemde Türkiye'nin AB üyesi ülkelerle yaptığı ticarette verdiği açık 53.9 milyar dolar.

Yani bir önceki dönemin yaklaşık 3.3 katı.

İhracatımız artmış, doğru.

Ama ithalatımız daha çok artmış. Hacim büyümüş ama fark da artmış. İthalat, ihracatın 1.38 katıyken, Gümrük Birliği sonrası 1.8 katı olmuş. Bu hesap hesapsa, Gümrük Birliği Türkiye'nin kozudur.

Sonuna kadar da kullanılmalıdır.

2005 garanti mi?


BUGÜN büyük gün. Türkiye, Kopenhag'da ‘‘iyi bir tarih’’ için son kozlarını oynuyor. Aslında vadesi çoktan dolmuş bir hakkı arıyoruz.

43 yıl önce girdiğimiz bir yolun sonunu görmek istiyoruz.

Üstelik de yolun geçiş bedelini yıllardır ödüyoruz.

AB üyeleri ise sürekli bir engel çıkarıyorlar.

Biz iyi bir tarih istiyoruz, onlar öteliyorlar.

Aslında Türkiye'nin hak ettiği iyi tarih ‘‘dün’’dü.

Yani verilecek her tarih bence geç.

Ama buna rağmen bence bugün şimdiye kadar geldiğimiz en iyi noktadayız.

Kızsak da, beğenmesek de 2005 bir ‘‘tarih’’tir.

Daha önce sahip olmadığımız bir tarihtir.

Hatır senedinin, vadeli senede dönüşmüş halidir.

Öyle çok da uzak bir tarih değildir.

2005'te başlayacak müzakerelerle, Türkiye 2010 ila 2013 arasında bir yerde tam üye olur.

Bu saatten sonra Türkiye tarihi değil, verilecek tarihin ‘‘gerçek’’ olmasını müzakere etmek durumundadır.

2005 ‘‘gerçek müzakereler’’ için kabul edilebilir bir başlangıçtır.

Ama 2005'te Kopenhag'a giderken bugün içinde bulunduğumuz durumda olmak değil, kurulmuş hazır bir müzakere masasını bulmak önemlidir.

Yargıtay acele etmezse Jet yine vekil olabilir


TÜRK parlamenter sistemi, ‘‘Fadıl Akgündüz sendromu’’nu henüz tam anlamıyla atlatabilmiş değil.

Akgündüz, 9 Şubat'ta yapılacak seçimlerde bir kez daha milletvekili seçilirse, yine ‘‘dokunulmaz’’ olacak ve yine ‘‘Meclis’’e sızacak.

Jet Fadıl Akgündüz'ün kaderi ve Türkiye Cumhuriyeti Parlamentosu'nun saygınlığı aslında bir anlamda Yargıtay'ın elinde.

Fadıl Akgündüz hakkında mahkemelerce verilmiş bir ‘‘mahkûmiyet’’ var.

Ve bu mahkûmiyet Fadıl Akgündüz'ün milletvekili seçilmesine engel.

Fakat bu mahkûmiyetin dosyası Yargıtay'da. Tam 9 ay önce Yargıtay'a giden bu dosyaya 8 ay boyunca sıra gelmedi ve mahkûmiyet kesinleşmedi.

Ve Yargıtay bir ay önce dosyayı rafa kaldırdı ve Akgündüz'ün milletvekili olması nedeniyle dokunulmazlığının kaldırılması için bir fezleke hazırlayarak Meclis'e gönderdi. Yargıtay işini ‘‘hızlı’’ yapabilseydi, Fadıl Akgündüz'ün cezası aylar önce onanmış olacak ve Akgündüz Meclis'e girip, o yüce kurumun saygınlığı ile oynayamayacaktı.

Fakat olmadı.

Yargıtay 8 ay boyunca dosyayı inceleme fırsatı bulamadı.

Şimdi önümüzde 2 aylık bir süreç var. Bu süreç içinde Yargıtay, Akgündüz'e verilmiş cezayı onarsa, Akgündüz'ün milletvekili olması mümkün olamayacak.

Yargıtay şimdi Meclis'e gönderdiği fezlekenin kendisine geri gelmesini bekliyor. Umarım ondan sonra bu dosya bir sekiz ay daha beklemez ve Siirt seçiminden önce Yargıtay işini bitirmiş olur.

Aksi takdirde korkarım ki, 2 ay sonra yine Fadıl Akgündüz'ü konuşmaya başlarız.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Bir adam yetiştirmenin, adam olmak kadar önemli olduğunu anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Gül, Gümrük Birliği'ni de çantasına koysun

11 Aralık 2002
TAYYİP Erdoğan'ın Avrupa Birliği ile ilgili çıkışını çok beğendiğimi itiraf etmeliyim. Yıllardır bu köşede yazdığım ‘‘tavır’’ buydu. ‘‘Almıyor musunuz? Peki siz bilirsiniz.’’Yeni bir dünya kurulur, Türkiye orada yerini alır. Avrupa ile veya Avrupasız.Ama biz Avrupa'nın bir parçası olarak görülmüyorsak, bütün ilişkileri toptan gözden geçiririz. Erdoğan'ın söylediği bu. İkiyüzlü Avrupa'ya anladığı dilden bir mesaj gitti. Bundan bir öte adım, Kopenhag'a giden Gül'ün çantasında ‘‘Gümrük Birliği’’ anlaşmasını da götürmesidir.Beklentilerimizi karşılamayan bir sonuç çıkması halinde Gül çantasını açmalı, Gümrük Birliği anlaşmasını çıkarmalı ve Avrupalı liderlerin gözünün içine baka baka ortadan ikiye yırtmalıdır. Eğer Avrupa Türkiye ile ‘‘farklı bir müzakere süreci ve yöntemi’’ öngörüyorsa, Gümrük Birliği meselesi de, bu kapsamda baştan müzakere edilmelidir. Süregiden bir anlaşmada, yapılan değişiklikler hep Avrupa'nın ‘‘tatmini’’ için yapılamaz. Erdoğan, Avrupa'nın ‘‘dansözlerine’’ anladıkları dilden hitap ederek bu yolu açmıştır. Gerisini getirmekten korkmamak gerekir. NOT: Avrupa Birliği'nin ilk kez bir tarih telaffuz ettiğini unutmamak gerek. Eskiden ‘‘hiçlik’’ üzerine konuşuyorduk. Şimdi elimizde ‘‘iyi-kötü’’ bir tarih var. Bence çok da kötü bir noktada değiliz. NE ZAMAN ADAM OLURUZ?Elaleme kocalık dersi vermeye kalkışmadığımız zaman.Parti içi demokrasi olmayınca adaylar dışardan geliyorDYP'de genel başkanlık yarışı kızışıyor. Rakipsiz görünen Mehmet Ağar'ın karşısına en sonunda ciddi bir rakip çıktı. Eski Antalya Belediye Başkanı Hasan Subaşı. Başarılı bir yerel yönetici. İyi bir DYP'li. Ağar'la ortak özelliği Çiller'e bayrak açmış olması. Hatta Subaşı bu bayrağı çok daha dik tutmayı becermiş bir isimdi. Başarılı yerel yöneticilerin Türkiye'yi yönetmeye talip olmaları beni keyiflendiriyor. Erdoğan bu yoldan gelen ilk isimdi. Şimdi Subaşı şansını deniyor. Lider sultasının merkezdekileri ezmesi, yerel yöneticilerin yıldızlarını parlatıp, şanslarını artırıyor. Bu bir anlamda demokratikleşme işareti. İşe bakın ki, DYP'nin lider adaylarının tamamı dışardan geliyor. İki bence güçlü adaydan biri partiden atılmış, diğeri üç yıldır siyasete ara vermek zorunda kalmış. Öteki adaylar da başka partileri dolaşıp gelmişler. Lider hegemonyaları ve Anayasa'ya aykırı olmasına rağmen engellenemeyen antidemokratik parti düzenleri işi bu hale getiriyor. Partiler kendi içlerinde alternatif lider adayları ve güçlü isimler barındıramıyorlar. Şimdi de durum bu. Adaylardan Ufuk Söylemez, rakiplerini suçluyor ama kendisinin de dahil olduğu yönetimin bu adamları partiden uzaklaştırdığını hatırlamak istemiyor. Ama taşlar yerine oturuyor. DYP'de işler yoluna giriyor. Bence şansı olan iki adaydan Hasan Subaşı'nın Mehmet Ağar karşısındaki tek eksiği ‘‘karizma’’. Ağar'ın sırtındaki tek ama ağır yük ise ‘‘Susurluk’’. İyi bir yarış olacağa benziyor.
Yazının Devamını Oku

Erdoğan'ın anlamsız Kopenhag seferi

10 Aralık 2002
<B>SEÇİMLERDEN </B>yaklaşık 2 ay önceydi. <B>Abdullah Gül,</B> Teke Tek programına konuk olmuştu. Çıkışta makyajlarımız silinirken kendisinden bir ricam oldu: ‘‘Abdullah Bey, gelişmeler öyle gösteriyor ki, aralık ayında Kopenhag'da Türkiye adına siz olacaksınız. Giderken uçağınıza bizi de alacağınıza şimdiden söz verin.’’

Şaşırdı.

‘‘Nasıl olacak?’’

‘‘Tayyip Bey'e büyük ihtimalle seçime girme imkánı tanınmayacak ve başbakan siz olacaksınız. Yok eğer Tayyip Bey seçime girerse Dışişleri Bakanı siz olacaksınız. Her halükárda Kopenhag'a gideceksiniz.’’

Müthiş bir kahkaha attı.

‘‘İnşallah, inşallah’’ dedi.

‘‘İnşallahı bırakın, söz mü?’’ dedim.

‘‘Söz söz. Hele bir olsun. Söz’’ dedi.

Geçen pazartesi Başbakanlık'ta kendisine bu ‘‘söz’’ü hatırlattım.

Henüz programı belli olmamıştı. Şaşırdım. Belli ki, sıkıntı yaratan bir belirsizlik vardı. Sıkıntının nedeni birkaç gün sonra anlaşıldı.

Tayyip Erdoğan bir ‘‘sefere’’ daha çıkıyordu.

AKP Genel Başkanı 9 Aralık'ta Kopenhag'a gidiyor, oradan ABD'ye geçip Bush'la görüşüyor ve 12 Aralık'ta Kopenhag'a geri dönüyordu. Erdoğan'ın bu gezisinde ‘‘iki kez’’ Kopenhag'a uğraması ‘‘resmi zirve’’yi sıkıntıya sokmuştu. Cumhurbaşkanı ve Başbakan ‘‘belirsizlik’’ içindeydi. Kopenhag'da ‘‘devlet ve hükümet başkanları’’ toplanıyordu. Erdoğan ne biriydi, ne de diğeri. Ama Gül'ün ‘‘sicil amiri’’ydi.

Başbakan gidince Cumhurbaşkanı gitmezdi. Erdoğan gidince ne olacaktı; kim veya kimler gitmeyecekti; Erdoğan'ın ‘‘resmi sıfatı’’ neydi? Gül'ün gezilerini organize edenlerle hafta sonunda konuştuğumuzda hálá programı belirsizdi.

Erdoğan'ın ‘‘şov çalmaya yönelik’’ gezisi bir rahatsızlık değilse de, bir belirsizlik yaratmıştı.

Ve anlaşılan bu belirsizlik ‘‘Siirt seçimlerine’’ kadar sürecekti.

Ama bana sorarsanız, Erdoğan ayın 12'sinde Kopenhag'da olmamalıydı.

Devlet ciddiyeti bunu gerektirirdi.

Dostça rekabet de olabiliyormuş

GALATASARAY ile Beşiktaş örnek bir derbi oynadılar. Maçtan önce bir olay çıkmadı. Galatasaray tribünleri eski teknik direktörlerini alkışladılar, tribüne çağırıp sevgi gösterdiler, Terim ile Lucescu birbirlerine başarı dilediler. Sahada oyuncular birbirlerine ‘‘düşmanca’’ davranmadılar. Maçın tek ‘‘kötü’’ yanı hakemdi. Galatasaray sezonun en iyi topunu oynadı ama kaybetti.

Olur böyle şeyler. Beşiktaş'a kaybetmek dünyanın sonu değil.

Ama bizim ‘‘futbol medyası’’ gerçekten dünyanın sonu.

Müthiş taktik savaşını Lucescu kazanmış. Hangi taktik savaşı anlayamadım. Galatasaray 75 dakika tek kale oynadı. Olmayacak pozisyonlar harcandı. Hakem mutlak bir penaltıyı vermedi.

Beşiktaş iki kez gittiği Galatasaray kalesinde, solak İbrahim'in sağ ayağıyla ‘‘şanslı’’ bir gol buldu. Ve kazandı.

Taktik bunun neresinde. Galatasaray o sırada 3-0 önde olsa, ki olabilirdi, bu ‘‘cühela’’ takımı hálá ‘‘Lucescu'nun müthiş taktiğinden’’ söz edebilecek miydi?

Yooo...

Bu maçın bende bıraktığı tek duygu, ‘‘insanca’’ rekabetin olması için herkesin hazır olduğuydu.

Sonuç önemli değil.

Yıldırım: Ölmüş anneme sövdüler

FENERBAHÇE Başkanı Aziz Yıldırım'ın Diyarbakırspor maçında 2'nci golden sonra tribünden çıkmasını eleştirmiştim dün.

Özhan Canaydın'a ‘‘Bunlarla mı centilmencilik oynayacaksınız’’ diye sormuştum.

Aziz Başkan aradı.

‘‘Fatih Bey, gol yediğimiz için çıkmadım. Ölmüş anama küfredildiği için çıktım. Sahada futbol oynayan ve üstelik de o sırada yenilmekte olan bir takımın başkanı olmaktan başka ne suçum vardı! 10 gol yesek de çıkmazdım. Ama küfürlere dayanamadım’’ dedi. Başkan Yıldırım'la Lorant meselesini de konuştuk. Henüz bir karar alınmamıştı.

‘‘Akşam yönetimde konuşacağız. Henüz bir karar yok’’ dedi.

Ama gönderilmesinden yana değildi. ‘‘Biz Fenerbahçe'de kalıcı bir şey yapmak istiyoruz. İstikrar olsun istiyoruz. Kimse anasının karnından kariyerle çıkmıyor. Lorant da Fenerbahçe'de kariyer yapsın istiyoruz. Bence bunu başarabilir. Ama adamı rahat bırakmıyorlar. Hem kulüp içinden, hem dışından. Ama asıl kulüp içinden saldırılar korkunç. Adama sürekli olumsuzluklar aktarılıyor. En yakınındakiler bile adamın altını oyuyorlar’’ diye anlattı.

Çok dertliydi. Üzüldüm.

‘‘Boş ver başkan’’ dedim. ‘‘Hálá zirveye ortaksınız. Dert etmeyin. İki maç alınca her şey durulur.’’ O da böyle düşünüyordu. Ama bıkmıştı. Bıktırmışlardı...

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

İnsanların özel hayatlarını, onları yıpratmak amacıyla gündeme getirmediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku

Başkan büyük ama futbol bilgisi küçük

9 Aralık 2002
FENERBAHÇE'nin ‘‘parası çok’’ ama ‘‘futbol bilgisi az’’ başkanı Aziz Yıldırım inatlaşıyor.Ben geldiği günden beri, pek çok spor yazarı ise ne olduğu tam olarak anlaşıldığı günden bu yana ‘‘Lorant'la olmaz’’ diyoruz.. Biz böyle dedikçe Aziz Yıldırım işi ‘‘inada bindiriyor’’ ve Lorant kalıyor. Lorant geçen yıl ‘‘adam yokluğunda’’ apar topar getirildi. Maliyeti 50 bin dolardı. Komik para. Dünyada A sınıfı antrenörleri bu paraya bulmak mümkün değil. Ama zaten Lorant da A değil, C sınıfı. Fenerbahçe ise özellikle bu yıl A+ bir takım. Avrupa çapında bir kadro. Müthiş yıldızlar. Başlarında Lorant. Olacak iş değil. Ama Yıldırım gibi ‘‘futbol cahili’’ ile bu işler oluyor. Ben en çok giden paraya acıyorum. 100 milyon dolar Başkan'ın inadı yüzünden çöpte.O para bu memleketin parası. Yazık... NOT: Galatasaray Başkanı Özhan Canaydın ‘‘Fair Play’’ adına oyuncularının kafasına her şeyin atıldığı, taraftarının tribünden çıkarıldığı bir maçta takımının yediği her golden sonra Aziz Yıldırım'ın elini sıktı. Buna karşılık Aziz Yıldırım kendi memleketi Diyarbakır'da takımı 2. golü yiyince tribünü terk etti. Galatasaray'ın gerçekten centilmen başkanı, kimlerle centilmencilik oynadığının farkına varmalı. Centilmenlik bir karşılıklı mutabakattır. Ve galiba bu mutabakatı Aziz Yıldırım ile oluşturmak mümkün olmayacak.. Galatasaray'ı yendiler yaFENERBAHÇE'nin son birkaç hafta içinde içine düştüğü durumda en az suçlu olanlar futbolcular. Çünkü Galatasaray'a 6 attıkları gün sanki bütün misyonlarını tamamlamışlar gibi bir hava oluşturuldu. ‘‘Galatasaray'a 6 attınız artık küme düşseniz bile gam yemeyiz’’ havası herkesi sardı. Koskoca bir takımın bütün motivasyonu Galatasaray'ı yenmek üzerine kurulunca hal böyle oluyor. Ama bunda futbolcuların hiç suçu yok. Onlara böyle öğreten Fenerbahçe camiası. Bir sapık ve 44 günlük haber takibi KANAL D Haber Merkezi'nde sabah toplantısını yapıyorduk. İstanbul Haber editörü Salih Selçuk, önümüze Ümraniye Sapığı ile ilgili bir haber getirdi. Son bir ay içinde toplantı masasına gelen 4. Ümraniye Sapığı haberiydi.Ve birkaç gün önce bir anne ‘‘Fatih Bey, polis bu sapık konusunda hiçbir şey yapmıyor. Siz de duyarlı davranmıyorsunuz’’ diye dert yanmıştı. ‘‘Siz’’ dediği biz ‘‘basın’’ oluyorduk. Salih'e ‘‘Salih bu sapık haberlerinden bana sıkıntı geldi. En iyisi bir kampanya başlatalım ve bu sapık yakalanıncaya kadar sürdürelim. Biz dürtmezsek kimsenin bir şey yapacağı yok’’ dedim. Kanal D Haber Müdürü Bülent Çöltekin de ‘‘Yapılması gereken bu. Yıllar boyu ayda dört tane sapık haberi yapacağımıza, toptan yapalım ve bu manyak yakalansın’’ dedi. O akşamdan itibaren Kanal D Ana Haber'de tamı tamına 44 gün boyunca her akşam Ümraniye Sapığı'nın yakalanması için haber yaptık. Çevre halkını uyardık, yetkilileri göreve çağırdık, polisi tahrik ettik. Robot resimler çizdirdik, yayınladık, tanıklarla konuştuk. Tam 44 gün. Birinci haftadan sonra arayanlar oldu. ‘‘Yapmayın’’ diyenler, ‘‘Televizyon seyredemiyoruz’’ diyenler, ‘‘Korkuyoruz’’ diyenler.. Herkes ‘‘alarme’’ olmuştu. Ve bu haber rahatsızlık veriyordu.Zaten bizim de amacımız buydu. Sadece tecavüze uğrayan çocukların ve ailelerinin değil, toplumun rahatsız olmasını sağlamak ve bu yolla bu sapığın yakalanması için bir seferberlik başlatmak. Bizim haberler etkili olmaya başlayınca zaman zaman rakiplerimiz de bu haberleri yaptılar. Ama onlar birkaç gün sonra sıkılıp çekildiler. Biz sıkılmadık. Devam ettik. Bizim ısrarlı haberlerimiz ve İstanbul polisinin kararlı takibi sonucu sapık yakalandı. 19 aydır yakalanamayan, 8 çocuğa tecavüz eden, 7 çocuğa da tecavüze yeltenip başarısız olan bir sapık, Kanal D Haber'in 44 gün süren ve her türlü baskıya rağmen vazgeçmediği ‘‘takipçi haberciliği’’ sonucunda yakalandı. Bülent Çöltekin heyecanla evi arayıp, ‘‘Fatih sapık yakalandı’’ dediğinde duyduğum mutluluğu anlatamam.. Böyle günlerde ‘‘doğru mesleği’’ seçtiğim için kendimi kutlamadan yapamıyorum.NE ZAMAN ADAM OLURUZ?Türkiye'nin en köklü kulüplerinden Fenerbahçe, köklerine yakışır bir biçimde yönetildiği zaman.
Yazının Devamını Oku