Fatih Altaylı

En kötü karar kararsızlıktan iyidir

5 Aralık 2002
BİRİNCİ Körfez Savaşı'nın tek kaybedeni Türkiye, bugün yine ‘‘kaybeden’’ olmaya aday.Çünkü Türkiye kararsız. Oysa hep yazdığım gibi mevcut statüko Türkiye'nin en aleyhine olanı. Komşumuzla ticari ve tutarlı bir siyasi ilişki kuramıyoruz. Komşumuzun zafiyeti nedeniyle yanıbaşımızda ‘‘korsan’’ bir Kürt devleti tehlikesi oluşuyor. En önemli ticaret hacmine sahip olduğumuz ülkenin Türkiye'ye faydası 10 yılı aşkın bir süredir sıfır. Üstelik de sürekli bir ‘‘olası savaş’’ korkusu nedeniyle başta turizm olmak üzere tüm sektörlerimiz baltalanıyor. Türkiye artık kararını net bir biçimde vermeli. Burada artık ‘‘orta yol’’ yok. Ya ABD ile birlikte hareket edeceğiz, birinci yol bu. Ya da ABD'ye sırtımızı ‘‘tam olarak dönüp’’ bölgede yeni bir yol belirleyeceğiz. Bu iki yolun kazançları ve kayıpları mutlaka var. Ama hiçbir şey yapmadan bekleyerek sadece ‘‘kaybeden’’ olduğumuz kesin. İyi bayramlar BUGÜN mübarek Şeker Bayramı. Sevgili okurlar, hepinizin bayramını en içten dileklerimle kutluyorum. Ve bayramlarda gazetelerin çıkarılmaması geleneğine saygımdan bu bayramda da yazı yazmıyorum.Bakanlık Yakış'ı istememişti AKP iktidarı en fazla ‘‘gaf’’ı dış politikada yapıyor. Tayyip Erdoğan bir şey söylüyor, ardından uyarılıyor, düzeltiyor. Şimdiye dek üç kez böyle bir durum oluştu. Önceki akşam da Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış'ın ‘‘gereksiz’’ açıklaması benzer bir durum yarattı. Bakan konuştu, ardından uyarıldı, hatasını gördü ve Bakanlığına ‘‘düzeltilmesi’’ talimatını verdi. Böyle hatalar olur. Dünyanın her yerinde olur. Siyasi kişi farklı konuşur, devlet politikası farklı olur. Dünyanın sonu değildir. Ama kısa sürede bu kadar fazla olunca biraz ‘‘garip’’ olur. Dışişleri Bakanlığı'nın ‘‘gafını düzelttiği’’ Bakan Yakış ile zaten ‘‘sorunu’’ var. Yakış eski bir Dışişleri mensubu. Dışişleri'nin en sevmediği şey ise ‘‘içlerinden birinin’’ Dışişleri Bakanı olması. Çok tecrübeli, çok kabul görmüş biri olmadıkça, eski bir Dışişleri mensubunun bakan olması, bakanlığı yapratır diye düşünür Dışişleri mensupları. Bu nedenle de Tayyip Erdoğan'a Dışişleri Bakanlığı'nda verilen brifingde Yakış'ın Dışişleri Bakanı olmasının pek de istenmediği ‘‘hissettirilmişti’’.AKP lideri de mesajı almıştı ve Yakış'a başka bir bakanlık öngörülmüştü. Ancak ne olduysa oldu ve Yakış çok da düşünülmediği bu koltuğa oturdu. Bu nedenle, Dışişleri'nin Yaşar Yakış'ın ‘‘hatalarını’’ düzeltmekten özel bir zevk almaya başladığını söylersek pek de yanılmış olmayız herhalde.Gül Dışişleri'ne doğru ANKARA'da Başbakan Abdullah Gül'ün makamındayız. Az sonra göz muayenesi için Başkent Hastanesi’ne gidecek. Bizimkisi kısa bir ‘‘Hayırlı olsun’’ ziyareti. Beşiktaş'tan, çocuklara ayrılan vakitten konuşuyoruz. Aylar önce yoğun çalışma tempomuzda çocuklara vakit ayıramamaktan birlikte yakınmıştık. Şimdi başbakan olarak temposu arttığı için durumu iyice vahim. Beşiktaşlılığının çok ön plana çıkmasını da istemiyor. Mesut Yılmaz'a rakip taraftarların gösterdiği tepkinin çirkinliği, devlet erkanını takım konusunda ‘‘sıkıntıya’’ sokmuş. Başbakan'ı neşeli görüyorum. Ve soruyorum: ‘‘Siirt'le ilgili karara ne diyorsunuz? Ne olur?’’ Detayını bilmiyor. ‘‘Hayırlısı’’ diyor ve gülüyor. Gözünden ve gülümsemesinden geçeni okumaya çalışıyorum. ‘‘Başbakanlığım bu kadar kısa olmamalıydı’’ diyor sanki. ‘‘Tayyip Bey gelince size Dışişleri Bakanlığı yolu mu gözüküyor?’’ diye soruyorum. ‘‘Emin olun konuşmadık. Olabilir’’ diyor. ‘‘Dışişleri Konutu'na taşınıyormuşsunuz’’ diyorum. ‘‘Yoo, öyle bir şey yok. Başbakanlık Konutu tam bir viraneye dönmüş. Bu yüzden bir yer bakın dedim bu dedikodu çıktı. Kesin bir şey yok’’ diyor. Belli ki, YSK'nın kararı Gül'ü başbakanlıktan beklediğinden önce indiriyor. Ama bence bir kaybı yok. Çünkü Türkiye güleryüzlü, temiz, nazik bir siyasetçiyi daha yakından tanıdı. AKP kendi dinamizmi içinde artık bir alternatifi de barındırıyor. Diğer partiler tek bir aday bulmakta dahi zorlanırken.
Yazının Devamını Oku

YSK'nın kararları siyasi mi?

4 Aralık 2002
<B>YSK </B>müthiş siyasi bir kurum haline geldi. Kurumun <B>Tufan Algan </B>dönemi kadar <B>‘‘yıprandığı’’ </B>bir başka dönem herhalde yoktur. Kurul'un her önemli kararı öncesi üyelerden biri ‘‘araziye uyuyor’’.

Bundan önceki kritik gündemde başkan ‘‘raporluydu’’.

Dün de başkanvekili senelik izinde.

Ayrı konuda ayrı toplantılarda farklı kararlar.

Son Siirt kararı da öyle.

Bu karar net bir biçimde siyasi.

Yasaya masaya bakmaya gerek yok.

‘‘Durum neyi gerektiriyor?’’ diye soruyor ve o yanıta göre karar alıyorlar, yasaya göre değil.

Rüzgára, talebe uygun kararlar.

Hele son kararda hem ‘‘Fadıl Akgündüz ayıbı’’ temizleniyor, hem de Erdoğan'a yol açılıyor.

Bir taşla iki kuş.

Hem siyaset rahatlıyor, hem kamu vicdanı, hem de YSK.

Bülent Arınç'ın kaçırdığı fırsat


TEKE Tek'te Bülent Arınç'ı konuk ettim. Fikrine katılın veya katılmayın, genel olarak ‘‘dobra bir adam’’ görüntüsü veriyor.

Yıllardır lafını sıkanmıyor ve bu yüzden de almadığı eleştiri kalmıyor. Bu yönüyle de kendisini benden daha iyi anlayacak kimse yoktur diye düşünmeden edemiyorum.

‘‘Dobra’’ Bülent Aranıç Teke Tek boyunca ‘‘genelde’’ iyi puanlar aldı.

Fakat bir noktada öylesine büyük bir fırsatı kaçırdı ki, ‘‘dobralık’’ta da karnesine bir kırık not yazdırdı, topluma verebileceği müthiş bir mesajı da kaçırdı. Arınç, ‘‘Devletin kural ve kurumlarına saygılı olduğunu ancak inançlarına ve bunu yaşayış biçime kimsenin karışamayacağını’’ söyledi. Bülent Bey bunu söyledikten kısa bir süre sonra Vakit Gazetesi yazarı Mustafa Kaplan, Arınç'ın eşinin Cumhurbaşkanı'nı uğurlamaya gitmesini farklı bir açıdan değerlendiriyor ve Münevver Arınç'ın Cumhurbaşkanı'nın elini sıkarak ‘‘dinden çıktığını’’ ima ediyordu. Çok ağır bir yazıydı. Eğer türbana karşı çıkmak inanca karışmak ise, Kaplan'ın yazısı inanca karışmanın ötesindeydi. Hatta hakaret içeriyordu. Arınç'a bu yazıyla ilgili fikrini sordum. Son derece yumuşak, havadan sudan bir yanıt verdi. Belli ki, Vakit Gazetesi'nin temsil ettiği fikri karşısına almak istemiyordu.

Benim tanıdığım Arınç'a bu yanıt yakışmadı. Oysa Arınç, ‘‘Benim eşimin başını örtmesine karışmak kadar dini yaşayış biçimine karışmak da kimsenin haddi değildir’’ diyebilirdi. Ve o zaman ‘‘büyürdü’’. Ama yapamadı. Bu büyük fırsatı kaçırdı. Çünkü Arınç ‘‘İnancıma müdahale edildiği zaman zaptedilmez oluyorum’’ diyecek kadar inancına sahipti ama anlaşılan bu ‘‘zapt yelpazesi’’ yeterince açık değildi. Peki Vakit Gazetesi yazarının Arınç'ın inancına müdahale hakkı vardı da, başkalarının mı yoktu.

Meclis Başkanı bu sorunun yanıtını ‘‘vicdanında’’ vermeli diye düşünüyorum.

Kırmızı Kitap efsane değil


BÜLENT Arınç'a ‘‘Kırmızı Kitap diye bir şey var. Herkes ondan bahsediyor. Kitabı görenin konulara yaklaşımında değişiklikler oluyormuş. Bu kitabı gördünüz mü?’’ diye sordum.

Meclis Başkanı bu kitabı görmemişti.

Kendi deyişiyle, ‘‘Kırmızı Kitap’’ ona gösterilmemişti.

Fakat kitabı biliyordu.

Çünkü gören ‘‘arkadaşları’’ ona kitaptan söz etmişlerdi.

Arınç, ‘‘görenlerden’’ aldığı bilgiye dayanarak bu meşhur ‘‘Kırmızı Kitap’’ın antidemokratik olduğunu söyledi.

Oysa aynı soruyu birkaç saat önce Başbakan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin'e de sormuştum.

Şahin, ‘‘Yok canım o kadar da önemli bir şey yok içinde’’ demişti. İki farklı görüş vardı.

Gören ‘‘O kadar da önemli bir şey değil’’ derken, görmeyen ama duyan ‘‘antidemokratik’’ olarak değerlendiriyordu.

Bütün bunlardan ortaya çıkan gerçek ise ‘‘Kırmızı Kitap’’cın bir ‘‘efsane’’ değil, gerçek olduğuydu..

İçeriği farklı algılansa bile ortada bir ‘‘Kırmızı Kitap’’ vardı.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Bir ülkenin çürümesinin temel nedeni o ülkenin hukukçuları olmadığı zaman.
Yazının Devamını Oku

Denktaş'ın dünürünün batığını Türk vergi mükellefleri ödemiyor mu?

3 Aralık 2002
<B>GEÇEN </B>hafta <B>‘‘Bozmayın Denktaş'ın düzenini’’ </B>dedik, türlü tepki geldi. Klasik Denktaş yanlıları çok kızdılar. Ağır tepki gösterdiler.

Daha ılımlılar ‘‘Biraz sert olmuş’’ dediler.

Kimileri ise ‘‘Az demişsiniz’’ diye sitem ettiler.

Hepsinin kendince haklı gerekçeleri vardı.

Denktaş'ın ‘‘Kıbrıs davasına katkısı’’ düşünülünce benim yaptığım ‘‘haksızlık’’.

Ama çözümsüzlük noktasındaki ısrarına bakınca yazdığımın kabul edilebilir tarafları daha fazla.

Kıbrıs'ın haline bakınca ben yüzde yüz haklıyım.

Çünkü Kıbrıs'ta Denktaş'ın kendince bir düzeni var.

Bu düzenden bir örnek mi?

İşte örnek.

Denktaş'ın dünürü Boyacı Ailesi, Kıbrıs'ın zenginlerinden. Bu aileye ait bir banka vardı.

Kıbrıs Kredi Bankası. Bankanın Genel Müdürü ise milletvekili olmazdan önce Serdar Denktaş.

Hiçbir bankacılık bilgisi, deneyimi olmayan ama Cumhurbaşkanı'nın oğlu olan Serdar Bey.

Bu banka daha sonra, bundan yaklaşık 2.5 yıl önce battı.

Kıbrıs gibi bir yerde buharlaşan para miktarı 80 milyon dolar.

Denktaş batan bankadan paralarını isteyen mudilere ‘‘Gidin paranızı Türkiye'den alın’’ dedi ve çekildi.

Şimdi bizim vergilerle Denktaş'ın dünürünün batıkları ödeniyor.

Türkiye mağdur, Kıbrıs'taki mudiler mağdur.

Aslına bakarsanız Kıbrıs'ta bankacılık sistemi tam rezalet ve Türkiye'nin aleyhine çalışan bir durum.

Türk bankaların Kıbrıs'ı nasıl kullandıkları, off shore skandalları döneminde kabak gibi ortadaydı.

Şimdi unutuldu o ayrı.

Daha onlarca örnek verebilirim ama herhalde bu kadarı bile size bir fikir veriyordur diye düşünüyorum sevgili okurlar.

100 yaşın olgunluğuna yakışmıyor!


BU yıl Beşiktaş'ın 100. kuruluş yıldönümü. Bu nedenle de bu yıl şampiyon olmayı çok istiyorlar. Futbol takımları da bunu hak eden bir oyun ortaya koyuyor.

Büyük bir olasılıkla şampiyon da olacaklar.

Sezon başında Galatasaraylı dostlarıma da söylemiştim, bu yıl şampiyonluk yüzde 99 Beşiktaş'ın. Ancak 100. yılda şampiyon olma isteğinden midir, yoksa başka bir şeyden mi bilemiyorum, Beşiktaş menajeri Sinan Engin'in sinirleri biraz gergin. Pırıl pırıl Beşiktaş'a ve yönetimine yakışmayacak şeyler yapıyor.

Birkaç hafta önce hatalı maç yönettiğine inandığı hakemlerin kapısına dayanmış, türlü yakışıksızlıklar yapmıştı. Pazar akşamı da yine benzer hareketler sergiledi.

İnönü Stadı'nda Beşiktaş'a misafir gelen bir takımın oyuncularına saldırdı, konuk takımın soyunma odasının kapısına dayandı. Küfürler, kıyametler. Neymiş sevinmişler; neymiş terbiyesizlik yapmışlar. Beşiktaş gibi bir devden puan aldıkları için sevinene kızılır mı, yoksa bu durumdan gurur mu duyulur?

Olacak iş değil!

Ama ne Federasyon, ne Beşiktaş yönetimi sesini çıkarmayınca işler bu hale geliyor. İnönü Stadı'nın alt koridorlarında bir Sinan Engin terörü esiyor. Bir yanda müthiş kibar bir başkan, diğer yanda Sinan Engin'in bu tavırları.

Bir yöneticinin bu tavırları 100 yaşına gelmiş Beşiktaş'ın ‘‘yaşına’’ yakışmıyor.

O kadar da kötü değil


‘IRREVERSIBLE’, Türkçe adıyla ‘‘Dönüş Yok’’ filmi çok konuşuluyor. İzleyen 100 kişiden 40'ı sinemayı terk etmiş, müthiş bir tecavüz sahnesi varmış, şuymuş, buymuş.

Palavra. Film ‘‘o kadar da’’ kötü değil.

Filmi terk edenlerin oranı o kadar yüksek olmadığı gibi, terk edenlerin terk etme sebebi ‘‘şiddet’’ değil. Sadece ‘‘kameradan’’ dolayı filmi izlemek işkence.

Kameraman sanki Parkinsonlu.

Kamera sürekli titriyor ve oynuyor.

Dönüp dönüp duruyor.

Bir de ‘‘garip’’ asap bozucu müzik.

İkisi bir arada dayanılmaz oluyor.

Şiddet sahnesi olarak filmin başında müthiş bir ‘‘öldürme’’ sahnesi var ki, ben bu kadar etkileyici bir sahne hayatımda görmedim.

Bir de tecavüz sahnesi var ki, daha berbatları sinema tarihinde görülmüştü.

Bu filmin etrafında bu kadar fırtına koparılmasına bence gerek yok.

İzleseniz de olur, izlemeseniz de.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Para için yapılan işlere ulvi anlamlar yüklemeye çalışmakla adam olunmayacağını anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Öğretmen dövülmedi nazara geldi

2 Aralık 2002
YILLAR önce polis okullarında polisi en çok eleştiren gazetecinin ben olduğum yolunda bir araştırma sonucu çıkmıştı. En çok eleştiren ama gerektiğinde en çok öven de benim, doğrudur.Ama gel de eleştirme. Türkiye'de polisin tavrı ne yazık ki bir türlü ‘‘yerli yerine’’ oturmuyor. Gelen nesil daha ‘‘kuralcı’’ olsa da, bazı alışkanlıklardan vazgeçilemiyor. İşte Antalya'daki olay. Emniyet Müdürü'nün eşine kimlik soran öğretmen gözaltına alınıyor. Arkadaşının durumunu öğrenmek için emniyete giden bir başka öğretmen ise dövülüyor. Diyecekler ki: ‘‘Bu münferit bir olaydır.’’ Doğrudur bu münferit bir olay olabilir. Ama ‘‘münferit’’ olaylar çoğaldıkça münferit olmaktan çıkarlar. Bu münferit olaylarla başa çıkabilmenin yolu iyi bir soruşturma ve iyi bir cezalandırmadır. Ama ne yazık ki, Türkiye'de polisin polisi soruşturduğu olaylar bir ‘‘kapama ve aklama’’ şeklinde geçiştirilmektedir. Büyük ihtimalle Antalya'da Emniyet Müdürlüğü'nde dayak yiyen öğretmenin olayıyla ilgili soruşturmanın sonucunda da öğrtemenin ‘‘nazar ve göze gelme sonucu’’ yaralandığı ortaya çıkacak.Sorumlular cezasız kalacaktır. Hal böyle olunca da bu ‘‘münferit’’ olaylar sürecektir.Polis davetiye satamayacakİÇİŞLERİ Bakanı Abdülkadir Aksu erken saatlerde aradı. Cumartesi günü, polislerin yolda çevirdikleri vatandaşlara davetiye satmasını eleştirmiştim.Okuyunca hemen telefona sarılmış. Diyarbakır yolundaydı. ‘‘Haklısın’’ dedi. ‘‘Gerçekten rezalet ve böyle rezalet olmamalı.’’Yazıyı okur okumaz hemen talimatı vermiş. ‘‘Bundan böyle polisler bu gibi işlere girmeyecek, vatandaşa zorla davetiye veya başka bir şey satılmayacak.’’ Ardından İstanbul Emniyet Müdürü Hasan Özdemir aradı. Bakan Aksu beni aramadan önce onu aramış. O da araştırma yaptırmış ve davetiyenin neden ve nerede satıldığını bulmuş. ‘‘Bir daha olmayacak’’ dedi. Ben de ‘‘Sayın Özdemir, polisler böyle geceler organize edip çeşitli gereksinimler için gelir temin edebilirler. Bana çirkin gelen yolda çevirme yapıp, vatandaşa davetiye satılması’’ dedim. Hasan Özdemir de benim kanaatimi paylaşıyordu. ‘‘Bizim talimatımız da bu yönde oldu. Bu gibi organizasyonlar yapılıyorsa, davetiyeleri polisler değil, bu vakıf ve derneklerde çalışan siviller satsın diyoruz. Bundan sonra da bu yönde olacak’’ dedi. Bakan Aksu, sadece İstanbul'da değil, bütün yurtta polislerin dernek ve vakıflar için bağış toplamasını veya davetiye satmasını yasakladı. Bilginiz olsun. Eğer aksi yönde bir taleple karşılaşırsanız bana bildirebilirsiniz.Hafta sonu geceleri çocuklara emanetHAZIR Emniyet ile ilgili mevzulara girmişken, şu geçen hafta yazdığım ‘‘sahte kimlik’’ meselesine bir kez daha değinmek istiyorum. Ne yazık ki, magazin programı denen rezaletlerin de etkisiyle çocuk sayılacak yaştaki gençlerin gece hayatına ‘‘merakı’’ körükleniyor. 15-16 yaşındaki çocuklar sabahlara kadar açık eğlence mekánlarına gitmek istiyorlar. Kimi anne babalar direnebilseler de, pek çoğu bu konuda çocuklarına teslim oluyor. Bazen de çocuklar ‘‘yalan söyleyerek’’ bu gibi yerlere gidiyorlar.Yasal olarak bu çocukların içkili lokallere girmeleri yasak. Ancak geçen hafta da yazdığım gibi bu ‘‘veletlerin’’ tamamının elinde ‘‘sahte kimlikler’’ var. Kimi kendi kimliğini tahrif etmiş, kimi büyük bir arkadaşınınkine kendi fotoğrafını yapıştırmış, kimi de sahtesini satın almış. Bu sayede gençler çocuk yaşta alkol ve daha da kötüsü uyuşturucu ile tanışıyorlar. Eğlence yeri sahiplerinin bu konuda büyük dikkat göstermesi şart. Ama Emniyet'in de kimlik kontrollerinde sahtelere dikkat etmesi ve bu sahte kimlikleri yapıp pazarlayanlarla mücadele etmesi gerekiyor. Yoksa bir nesli erken yaşta bar köşelerinde kaybedeceğiz.
Yazının Devamını Oku

Danışman gazetecilere hayır

30 Kasım 2002
<B>BİZ </B>gazeteciler birbirimizi kıyasıya eleştirir, birbirimizle bazen belden yukarı bazen belden aşağı vuruşuruz. Ama biz gazeteciyizdir. İşimiz yazmaktır, işimiz haber vermektir ve başka işimiz yoktur. Neyimiz varsa buraya dökeriz, ne kazanıyorsak buradan kazanırız.

Ama giderek yeni bir gazeteci türünün egemen olmaya başladığını görüyoruz ve biz gazeteciler bunları ciddiye almadığımız için de bunların bir kanser gibi mesleğimizi sarmaya başladığını fark edemiyoruz.

Oysa onlar bu mesleğin saygınlığına ve geleceğine her şeyden çok darbe vuruyorlar. Peki kim bunlar?

Bunlar bazen bankacı, bazen işadamı, bazen öğretim üyesi, bazen danışman, bazen bürokrat, bazen teknokrat, ama her nedense bizimle meslektaşlar.

Bunlar gazetelere uzman yazar olarak sızıyor, giderek düzenli yazar oluyor, daha sonra kendi uzmanlık alanlarının da dışına çıkarak her şeyi yazmaya başlıyorlar ve haliyle bir güç haline geliyorlar. Benim itirazım da tam bu noktada başlıyor.

Gazeteci olacaklarsa buyursun olsunlar, ama asıl mesleklerini de geçmişlerinde bıraksınlar.

Öğle birbuçuk saat gazeteci, öğleden sonra bir saat banka yönetim kurulu üyesi, sabah öğretim görevlisi, kuşluk vakti holding danışmanı olmasınlar. Varlarını ve yoklarını bu mesleğe adasınlar.

Benim mesleğimi kullanarak, benim saygınlığımdan faydalanarak günün geri kalan 22.5 saatinde menfaat elde etmesinler. Gazetecilikte sağladıkları popülariteyi ve gücü, onları okuyanların genelde bilmediği asıl iştigal alanlarında paraya tahvil etmesinler.

Ya gelip adam gibi gazeteci olsunlar, ya da asıl mesleklerine dönsünler ve bu meslekten ekmek yiyenler, bu mesleğin kurumlarını yönetenler, bu danışman gazeteci tipini mesleğin başına musallat etmesinler.

Davetiye satan polisler


ÖNCEKİ akşam bir arkadaşım oturmaya gelecekti. Geldi, sinir küpüydü. Elinde tuttuğu iki davetiyeyi sallayarak içeri girdi. ‘‘Artık insanı yollarda soyuyorlar, hem de polis zoruyla’’ dedi.

Yolda rutin bir trafik kontrolüne girmiş, memura ehliyet ve ruhsatını uzatmış, memur ise iki adet polis balosu davetiyesi ya da benzer bir şey. Değerine paha biçilmez, hediyesi 20 milyoncuk.

Arkadaşım akşam vakti bir tartışmaya girmemek için davetiyeleri almış, 20 milyonu vermiş. Çevirmeyi yapan polis memuru, ehliyet ve ruhsata bakmadan iade edip ‘‘İyi akşamlar, iyi yolculuklar’’ dilemiş.

Böyle bir rezalet olur mu? Polisin işi asayişi mi sağlamaktır yoksa davetiye mi satmak? Polis Vazife ve Selahiyetleri Kanunu'na bir ekleme yapıldı da bizim haberimiz mi yok?

Elbette bunun suçu o memurda değil; bunu yaptıran amirinde, müdüründe. İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu, lütfen bu rezaletlere bir el koyun.

Balolar, eğlenceler, vakıflar, vatandaşı yolmanın yeni yolu olmasın. Kusurumuz varsa cezamızı verelim, yoksa bırakın gidelim.

Aile içinde şekilcilik olmaz


RECEP Tayyip Erdoğan'ın Chirac'la baş başa ‘‘özel’’ görüşmesi bizim Dışişleri tarafından biraz yadırgandı.

Oysa bu durum Avrupa Birliği içinde son derece normal bir durum.

Baş başa, gizli, açık, ailece görüşmeler AB liderlerinin sık sık yaptığı bir şey.

Ve açıkçası bizim de kıskandığımız bir durum.

Çünkü Avrupa ailesinin bir parçası olmak açısından bunlar önemli.

Erdoğan ile Chirac birlikte sinemaya gitseler daha da memnun olurdum.

Bence Erdoğan'ın Avrupa turunda Fransa çok önemli.

Çünkü Fransa'da seçim öncesi ve sonrasında ciddi bir panik yaşandı.

Fransa Türkiye ile geniş ticaret hacmine ve ortaklıklara sahip bir ülke.

Bir yandan da Fransızların ‘‘Regie National’’lerinden Renault burada ‘‘askerlerle’’ ortak.

Bu yüzden AKP iktidarından çok korktular.

Fransa'nın Türkiye'ye ilişkin kaygılarının giderilmesi ve ilişkilerin ‘‘normalizasyonu’’ önemliydi.

Erdoğan'ın Chirac'la dostane görüşmesi iyidir.

Kimse ‘‘diplomatik kurallar’’dan söz etmesin.

Eğer Avrupalı isek aile içi diplomasi olmaz.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


İş yapmak geyik yapmaktan daha fazla takdir edildiği zaman.
Yazının Devamını Oku

Polis raporu Verheugen'i haklı çıkarıyor

29 Kasım 2002
<B>ANKARA'</B>da bir gösteri sırasında birkaç polis bir genci alıp, bir bodrumda dövdüler. Olay televizyon kameraları tarafından görüntülendi. Ekranlara taşındı.

Televizyon izleyicileri dehşet verici sahnelere tanıklık ettiler.

Ve haliyle bir soruşturma başlatıldı.

Bu ‘‘soruşturma’’ dün tamamlandı.

Sonuç ‘‘komik’’.

Kimse suçlu değil. Zaten bodruma indirilen çocuğa da kimse bir şey yapmamış.

O kendi kendini kapılara vurmuş. O yüzden biraz ‘‘berelenmiş’’.

Dayak ve işkence yokmuş.

Uzun süren soruşturmada ‘‘biraz’’ suçlu bulunan tek kişi genci polislerin elinden kurtaran polis.

Onun hakkında soruşturma açılacakmış.

Ortada televizyon görüntüleri, kayıtlar varken soruşturmadan çıkan sonuç bu.

Gelin de, ortada böylesine deliller yokken ortaya atılan işkence iddialarında verilen kararların adaletine inanın.

Tam bir rezalet.

Bir yandan üç tane işgüzar polis müfettişi, beş tane dayakçı ‘‘sadist’’ polisi korumak için düzmece rapor yazıyor.

Diğer yandan Başbakan Yardımcısı Ertuğrul Yalçınbayır ‘‘İşkence insanlık suçudur. Bu suçta zamanaşımı olmamalıdır. 10 Aralık'ta insan hakları konusunda özel bir gündem yaratmalıyız’’ diyor.

Bir yanda Yalçınbayır perhizi, diğer yanda değil lahana, hakiki ‘‘hıyar’’ turşusu.

Ve Türkiye bu kafayla Avrupalılık peşinde.

Allah aşkına söyleyin bu olanları gördükten sonra siz kime inanırsınız?

Kapı kapı gezip, ‘‘Biz AB'ye uyum sağlamak için her şeyi yaptık’’ diyen Tayyip Erdoğan'a mı, yoksa ‘‘Hiçbir halt yapmadınız. Palavra atıyorsunuz’’ diyen Verheugen'e mi?

Kuyuya atılan bedelli askerlik taşı

AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, seçimden hemen sonra bir televizyona röportaj verirken muhabir sordu:

‘‘Bedelli askerlik çıkacak mı?’’

Ne Türkiye'nin gündeminde böyle bir şey vardı, ne de Recep Tayyip Erdoğan'ın. Belki askerlik çağı gelmiş delikanlılar bu konuda bir talepte bulunuyorlardı ama ortada bir şey yoktu.

Erdoğan soruya şaşırdı.

Var demedi, yok demedi.

‘‘İhtiyaç varsa konuşulur, değerlendirilir ama askere sormak gerekir’’ gibisinden bir şeyler geveledi.

Ötesini zaten söyleyemezdi.

Ve o gün bugündür hep birlikte bedelli askerlik meselesini tartışıyoruz. Bakan söylemiş, Genelkurmay evet demiş, MGK'nın ana gündem maddesi bu olacakmış türünden laflar.

Tipik askerlik geyiği.

Tabii ortada fol ve yumurta olmadığı için de, tartışmaların kilitlendiği yerde herkes Recep Tayyip Erdoğan'a dönüyor.

‘‘Eee, yokmuş...’’

Yahu adam var mı dedi de, siz ona dönüp ‘‘Yokmuş!’’ diyorsunuz.

Siz gidin bu soruyu, Recep Tayyip Erdoğan'a bu ‘‘garip’’ soruyu soran, büyük ihtimalle askerlik çağında ve kaçak olan muhabire sorun.

Askerlik kısalacak mı?

BEDELLİ askerlikle ilgili olarak ortada fol yok yumurta yok ama önümüzdeki aylarda ‘‘askerlikle ilgili’’ çok önemli gelişmeler olabileceği yolunda dedikodular da gelmiyor değil.

Her şey ABD'nin Irak'a yapacağı operasyona ve bölgede buna bağlı olarak meydana gelecek gelişmelere bağlı.

Eğer ABD bir Irak operasyonu yapmaz ise önümüzdeki ilkbaharda askerlik süresiyle ve belki de bedelli askerlikle ilgili bazı ‘‘projeler’’ Genelkurmay'ın gündemine gelebilecek.

Güneydoğu'daki sıcak ortamın geçmişte kalmasıyla birlikte Genelkurmay askerlik süresinin kısaltılmasını ve mevcudun düşürülerek kademeli olarak profesyonel orduya geçişi konuşuyordu.

Ancak bu konuşmalar 11 Eylül sonrası gelişmelerle, son haftaların moda tabiriyle, bir miktar ötelendi.

Ancak bölgesel ‘‘asayiş’’ bozulmaz ise ilkbahar da gençlere bir müjde gelebilir.

Bana ulaşan bilgiler bu yönde.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Kavga seyretmek için toplananlar kavga edenlerden daha büyük bir ayıp içinde olduklarını anladıkları zaman.
Yazının Devamını Oku

İsrail, Türkiye'ye tercih ediliyorsa!

28 Kasım 2002
<B>TÜRKİYE,</B> Avrupa Birliği'ne <B>‘‘aday’’ </B>bir ülke olarak anayasalar, yasalar değiştiriyor. Müthiş bir çağdaşlaşma çabası içindeyiz. Bir yanda içerde ‘‘yasal’’ değişiklikler yapıyor, bir yandan da siyasetçisi, ticaretçisi, sivil toplumcusu, kendimizi anlatma ve beğendirme turları atıyoruz. Avrupalılar ise bize ‘‘Yasalar iyi de, bir de uygulamayı görelim’’ diyorlar. İyi niyetle olmadıklarını biliyoruz ama biz de pek öyle sütten çıkmış ak kaşık sayılmayız. Hálá insan hakları konusunda atmamız gereken ‘‘dev adımlar’’ olduğu aşikár. Bunu anlamak için alim olmak gerekmez. Radikal Gazetesi'nin dünkü 7. sayfasına bakmak yeter. İsrail EL AL Havayolları'na ait uçağı kaçırmaya çalışırken yakalanan ve Türkiye'de tutuklanan hava korsanının ‘‘feryadı’’, Türkiye'nin insan hakları konusunda ne halde olduğunun göstergesi. İsrail uçağını kaçırmaya çalışan Filistinli hava korsanının tek bir talebi var: ‘‘Beni ne olur İsrail'e iade edin.’’ Hangi ‘‘iyi muamele’’ yapılıyor ki, bir Arap terörist İsrail hapishanesini Türkiye'de yatmak olduğu Metris'e, İsrail güvenlik güçlerini de Türk güvenlik güçlerine tercih ediyor.Tayyip Erdoğan, gezdiği ülkelere ne anlatıyor bilmiyorum ama Radikal Gazetesi'ni görmemelerini sağlarsa daha iyi yapar. Çünkü Filistinlinin feryadı, bizim yapacağımız her türlü propagandanın ötesinde bir etki yapar gibi görünüyor.

Bozmayın Denktaş'ın düzenini


DIŞİŞLERİ Bakanı Yaşar Yakış, Denktaş'ı plan üzerinde en azından konuşmaya ikna ettiğini söylemeye çalışırken, KKTC Cumhurbaşkanı hasta yatağından yetişti: ‘‘Ben böyle bir şey demedim. Bu planı konuşmam bile.’’ Denktaş'ın çıkışından benim anladığım bu. Konuşmuyor bile. Merak ediyorum, acaba planı gördü mü, okudu mu? Okumuş olabilir ama şart da değil.Denktaş'ın yanıtı baştan belli:

‘‘Olmaz.’’ Ben, ‘‘Bu plan iyidir’’ demiyorum. Ama Denktaş'ın tavrını da doğrusu hiç ama hiç doğru bulmuyorum.

Öyle bir hava veriyor ki, ‘‘Kıbras'ta ben bir düzen kurdum. Bozmayın bu düzeni. Ben hayattayken bu iş böyle sürsün. Benden sonra ne yaparsanız yapın’’. Yemin ederim bendeki izlenim bu.

Bu izlenimin Kıbrıs'a ne kazandıracağını, Türkiye'ye neler kaybettireceğini hesaplamak dahi zor.

Ama Denktaş varken, Kıbrıs'ın çözülmeyeceğini görmek zor değil.

Aklımıza siz soktunuz Tayyip Bey


TAYYİP Erdoğan, ‘‘Dokunulmazlığı kaldırmak yeni mi akıllarına geldi?’’ diyor. Diyor ama bu deyiş pek de olmuyor.

Seçimlerden önce Abdullah Gül'e sordum.

‘‘İktidar olursanız dokunulmazlıklar kaldırılacak mı?’’ diye.

Açık yanıt verdi:

‘‘Dokunulmazlıkların kaldırılmasından yana değiliz. Çünkü siyasi olarak kullanılıyor. Ama gerekli hallerde Meclis tarafından kaldırılmasını sağlarız.’’

Fakat daha sonra Tayyip Erdoğan meydanlarda aksini söylemeye başladı:

‘‘Dokunulmazlıkları kaldıracağız.’’

Bu kez Erdoğan'a sordum:

‘‘Sayın Gül kalkmayacak dedi. Siz kaldıracağız diyorsunuz. Hangisi?’’

Onun yanıtı da netti:

‘‘Dokunulmazlıkları kürsü dokunulmazlığı ile sınırlayacağız. Benim dokunulmazlığım olmayacak. Hiçbirimizin ihtiyacı yok.’’

İyi yanıttı.

Seçim gecesi canlı yayında Gül'e tekrar sordum:

‘‘Siz kalkmayacak dediniz ama genel başkanınız kalkacak diyor. Fikriniz mi değişti?’’

Gül
tebessüm ederek şu yanıtı verdi:

‘‘Genel başkanın sözü bağlayıcıdır. O öyle diyorsa dokunulmazlıkları kaldırırız.’’

Yani Anayasa'nın 83. maddesi değişecekti.

AKP şimdi müthiş bir çoğunlukla iktidar. Anayasa'nın 83. maddesini değiştirmek için CHP de kayıtsız şartsız destek veriyor.

Ama Tayyip Erdoğan ‘‘Aklınıza şimdi mi geldi?’’ diyor. Sanki bunu aklımıza sokan kendisi değilmiş gibi...

Sahte kimlik


YILLAR önce 18 yaşından küçük gençlerin içkili lokallere girmesini engelleyecek önlemler alınması gerektiğini yazmıştım.

Bu yazı ses getirmişti ve o gün bugündür gece kulübü gibi yerlerin girişinde gençlere yönelik kimlik kontrolleri var.

Kontrol olan yerde sahtekárlık da olacağı için hemen bu işin de yolu bulundu.

Aynen Amerika'da olduğu gibi Türkiye'de de içki almak isteyen gençler ‘‘False ID’’ yani ‘‘sahte kimlik’’ kartları ürettiler.

Bu işin ticaretini yapanlar da türemiş.

Sahte nüfus káğıdı hazırlayıp yaşı 18'in üzerine çıkarıyorlar.

Hal böyle olunca da İstanbul'un eğlence yerleri özellikle hafta sonlarında 15-16 yaş ortalamasına hitap ediyor.

Denetim yapan İstanbul polisinin bu kimliklere dikkat etmesi gerekiyor.

Çünkü çocuklar artık genç yaşta sadece alkol ve hatta sentetik haplarla değil, evrak sahteciliği ile de tanışmaya başlıyorlar.

Bu yolla iyi bir gelecek inşa etmemizin mümkün olmadığı ise aşikár.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


İmaj peşinde koşan bir ülkenin, refahı ancak bir serap olarak görebileceğini anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Ya Erdoğan başa ya da kargaşa

27 Kasım 2002
<B>AKP'</B>deki <B>‘‘çatlak’’ </B>aslında hükümet kurulma çalışmaları başlarken ortaya çıkmıştı. Parti kuruluş aşamasında ‘‘üçlü’’ veya ‘‘üç buçuklu’’ bir sacayağının üzerine kurulmuştu.

Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül ve Bülent Arınç. Bir de katalizör olarak Abdüllatif Şener'i sayabiliriz.

Bu iyi bir ‘‘karışım’’dı.

Bu karışım partiyi başarıya taşıdı.

İyi bir yol arkadaşlığı yaptılar.

Fakat yolun sonunda hedefe ulaşılınca sıkıntı başgösterdi.

Sıkıntının nedeni Erdoğan'ın başbakan olamamasıydı.

Erdoğan'ın üstünlüğü tartışmasız kabuldü ama Gül ile Arınç arasında ‘‘dostane’’ de olsa bir ‘‘rekabet’’ vardı.

Erdoğan başbakan olamayınca bu rekabet su yüzüne çıktı.

Arınç, başbakan olamayacağını biliyordu.

Fakat kendisinden yukarda görmediği Gül'ün altında bakan olmak da istemiyordu.

Çünkü Arınç'a göre Gül'le kendisi eşitti.

Zaten partinin dengesi de bu eşitliğe göre oluşmuştu.

Arınç, başbakanlığın Gül'e gittiğini görünce, kendince haklı sebeplerle, hükümete girmektense Meclis Başkanı olmayı istedi.

Böylelikle denge bozulmayacaktı.

Eşitinin altına girmeyecek, üstüne üstlük cumhurbaşkanı vekili olacaktı.

Parti içi dengeler bilindiği için, buna kimse ses çıkarmadı.

Arınç, bu görev için düşünülmediği halde Meclis Başkanlığı'nı söküp aldı.

Arınç'ın kişiliği ve şimdi elde ettiği konum AKP içinde bir miktar huzursuzluk yaratmıyor değil.

AKP'de herkes biliyor ki, eğer Tayyip Erdoğan mümkün olan en kısa sürede başbakanlığa oturamazsa, parti içinde başka huzursuzluklar da çıkacak.

Ve parti içi ipler gerilecek.

Bu durum Türkiye açısından da hoş olmayan bir ortam yaratacak.

Bu nedenle Erdoğan'ı başbakanlığa taşımak, AKP için bir parti içi mesele değil, ülke için bir istikrar meselesidir.

Cep telefonları ve güvenlik


AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, telekomünikasyon devi Nokia'nın başkenti Stockholm'de telefon dinleme ile ilgili önemli mesajlar verdi.

Erdoğan'a göre Türkiye'de bundan böyle telefon dinleme rezaletleri olmayacaktı.

Erdoğan'ın bu mesajları verdiği Stockholm'de önceki gün bu konuda çok önemli bir gelişme yaşanıyordu ve belki de Erdoğan bundan habersizdi.

Finlandiya'nın Telekom devlerinden Sonera'nın biri üst düzey yönetici olmak üzere 5 çalışanı polis tarafından gözaltına alındılar.

Gözaltı gerekçesi ise ülkenin ‘‘Bilgi Güvenliği Yasası’’nın ihlaliydi.

Sonera, telefon konuşmalarını takibe almış ve kimin kiminle ilişki kurduğunu izleyerek ticari çıkar sağlamaya çalışmış.

Dikkat edin. Telefon dinlenmiyor. Sadece kimin kimi aradığı izleniyor ve bu bile bir şirketin en üst düzey yöneticilerinin de aralarında bulunduğu bir grubu ‘‘yasa ihlali’’ ile suçlamaya yetiyor.

Şirket telefon sahiplerinin kimliğini bildiği için, bu izlemeyi yapıyor ve bundan çıkar sağlamaya çalışıyor.

Bu iş bu kadar hassas.

Geçtiğimiz günlerde Ankara'da bir üst düzey bürokrat ile sohbet ederken ilginç bir şey anlattı.

Toplantılara girerken cep telefonlarını toplantı odasına sokmuyorlar.

Elemanlarını denetime gönderirken cep telefonlarının pillerini çıkarıyorlar.

Çünkü Türkiye'de bu işlerle ilgili ‘‘sağlıklı’’ bir yasal düzenleme yok.

Bir Telekomünikasyon Üst Kurulu var ama ‘‘Allahlık’’.

Seçim döneminde buradan bağırdık, ‘‘GSM operatörlerinin insafına kaldık’’ diye.

Üst Kurul'dan tık çıkmadı.

Bu işin vahametinin farkında değiller çünkü.

Bir GSM operatörü, eğer kötü niyetliyse, sizin hayatınızın şablonunu çıkarabilir.

Bu durum bazen kişisel özgürlükler ve güvenlik açısından tehlikeli olabilir.

Ama daha vahimi böyle bir durum ‘‘ülke güvenliği’’ açısından bile sorun yaratabilir.

Bu konuda çok ‘‘özenli’’ bir yasal düzenleme yapılmaz ise geleceğimiz ve güvenliğimiz GSM şirketlerinin insafına kalabilir.

Ben ise hem ülkemin, hem de güvenliğimin insafla değil, yasalarla korunmasını isterim.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Fatih Altaylı'yı karalamak isteyenler, onca yıldır aramalarına rağmen hiçbir şey bulamadıklarını itiraf ettikleri zaman.
Yazının Devamını Oku