Fatih Altaylı

Muhabbet kart tellalları

4 Ocak 2003
<B>SABAH'</B>ın yayın yönetmeni <B>Ergun Babahan </B>diyor ki: <B>‘‘Tetikçilik yapılıyor.’’</B> Neden?

Çünkü onların patronunu hedef alıyormuşuz.

Onlar ise gazetecilik yapıyorlarmış.

İçimden geçen kelimeyi yazamıyorum çünkü ilkelerimize aykırı.

Dinç Bilgin Etibank'ı hortumlarken de gazetecilik mi yapıyordunuz? Oradan gelen parayı arkadaşlarıyla beraber yerken de gazetecilik miydi yapılan?

Şimdi devletin ve vatandaşın 1,3 milyar dolarının üzerine oturduktan sonra ‘‘Biz gazetecilik yapıyoruz’’ diyorsunuz.

Devletin, milletin parasını ödeyin diyen biz tetikçiyiz, hortumlanan paranın üzerine yatan siz ‘‘gazeteci’’...

Güldürme beni Sevgili Ergun Babahan.

Elbette ki, bu konuda tetikçilik yapamazsınız.

Kendinizi vuracak haliniz yok ya!

Ama Yeni Şafak Gazetesi gibi yapıp, hiç değilse Karamehmet'in vatandaş kesesinden kurtarılmasına tepki gösterebilirdiniz.

Ama siz onu bile yapamazsınız.

Çünkü siz ancak devlete itelenen ‘‘muhabbet kart taciri’’ A Tel'i sayfalarınızda palavradan parlatırsınız.

Yarısını da yarın kendiniz iteleyeceğiniz için.

AKP'den 25 yaş sözü


GENÇ bir okurun seçilme yaşının 25'e düşürülmesi ile ilgili serzenişine AKP'den yanıt geldi.

Grup Başkan Vekili Faruk Çelik aradı ve genç okurumun yayınladığım sitemine ‘‘hak verdiğini’’ söyledi.

Çelik, ‘‘AK Partili hiç kimsenin seçilme yaşının 25'e düşürülmesine yönelik bir tavrı söz konusu olamaz. Ancak CHP'nin bunu gündeme getiriş biçimi maksatlıydı’’ dedi ve anlattı:

‘‘Bu konu tek başına Anayasa Komisyonu gündemine gelmedi. Daha doğrusu ilk görüşmelerde de gelmedi. Cumhurbaşkanı'nın vetosundan sonra Anayasa değişikliği komisyonda tekrar ele alınırken, CHP'li üyeler bu konuda bir önerge verdiler. Aslında bizim de sahip çıkmak istediğimiz bir önergeydi ama veto ile geri dönen bir yasada değişiklik yapmak istemedik. Bu nedenle 109. maddenin ele alınması sırasında CHP tarafından yapılan bu manevrayı kabul etmedik.’’

Çelik
seçilme yaşının 25'e indirilmesine komisyonda karşı çıkılmasının tek nedeninin bu olduğunu söyledi.

Ve ‘‘söz verdi’’:

‘‘Okurunuza söyleyin ve siz de emin olun ki, seçilme yaşının 25'e indirilmesi hem bizim programımızda, hem de seçim vaatlerimizde yer alan bir husustur. Bu bizim namus borcumuzdur. Türk siyasetine taze kan, renk ve kalite getirecek bu işi yapacağız. Seçilme yaşının 25'e indirilmesi konusunda ısrarcıyız. En kısa sürede de indireceğiz. Bundan sonraki ilk seçimde 25 yaşındaki gençlerimiz aday olabilecekler.’’

Ben de bu sözü bu köşede ‘‘kayıt altına’’ almış oldum.

Yazık mı desem, iyi oldu mu?


ENDÜSTRİ Holding battı. Bir Teke Tek programında bu konuyu ele almıştık.

Bir katılımcı Endüstri Holding'in iç yüzünü anlatmış ve ‘‘Batacaklar’’ demişti.

Gerçekten de bu son kaçınılmazdı.

Holding'in iştigal alanı yoktu.

Adı var, kendi yok ürünler üretiyordu.

Mobella diye bir mobilya markası vardı ama piyasada bulamazdınız çünkü üretilmiyordu.

Reklamlarla bir ürün ve bir üretim varmış gibi yapılıyor, olmayan ürünün sözde üretimini yapan şirkete ortak aranıyor, para toplanıyordu.

Haliyle patladı.

Geç bile kaldı.

İşin komiği ortada suç da yok.

Çünkü kár zarar ortaklığı diye bir pazarlama yapılmış.

Jet Pa'da uyardım kimse dinlemedi.

Bunlarla ilgili uyardım kimse dinlemedi.

En acısı devlet dinlemedi.

Yazık dişinden tırnağından artırıp bunlara para kaptıranlara.

Ya da iyi oldu bunca uyarıya rağmen bunlara ortak olanlara.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Ahlak dersi veren ahlaksızları ahlaklı zannetmediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku

Ya Denktaş olmasaydı (2)

3 Ocak 2003
<B>DEĞERLİ </B>başyazarım <B>Oktay Ekşi,</B> ki ben ona <B>Oktay </B>Abi demeyi tercih ederim, geçtiğimiz günlerde <B>‘‘Ya Denktaş Olmasaydı’’ </B>başlıklı bir yazı kaleme aldı. Oktay Abi'nin yazısı Kıbrıs davası açısından Rauf Denktaş'ın önemini anlatıyordu.

Çok önemli, çok değerli tahliller yer alıyordu bu yazıda.

Okuyunca görüyor ve anlıyorduk ki, Denktaş olmasaydı ya da Oktay Abi'nin deyimiyle ‘‘Denktaş'ın mücadele gücü’’ olmasaydı, bugün KKTC diye bir şey yoktu.

Yazıya göre, eğer Denktaş olmasaydı, Kıbrıslı Türkler bugün ancak Rumların ‘‘tuvaletlerini temizliyor’’ olacaklardı.

Oktay Abi'nin yazısı Denktaş'ın önemini bana öğretti ama ‘‘çözümü’’ öğretemedi. Tam aksine, bu yazıyı okuduğumdan beri müthiş bir panik içindeyim. Türkiye ya hızla ‘‘ölümsüzlük iksirini’’ bulup Rauf Denktaş'a içirecek, ya da Allah gecinden versin Türkiye, Kıbrıs'ı kaybedecek. İşin özeti bu.

Denktaş'ın KKTC'nin kuruluşunda yazıda bahsedilen önemde olması kabul edilebilir ve saygıdeğer bir durumdur.

Ancak artık ‘‘reşit olma’’ yaşına gelmiş bir ülkenin tüm mevcudiyetinin tek bir adama bağlı olarak kalması, o adamın sorgulanması gereğini doğrurur.

Atatürk arkasında hiç kimse olmadan, masraflarını başkasına ödetmeden, yokluklar içinde bir ülke kurdu.

O ülkeyi çok kısa sürede öylesine örgütledi ki, ülkenin kuruluşundan 15 yıl gibi kısa bir süre sonra ölmesine rağmen o ülke dimdik yoluna devam edebildi.

Denktaş ise Kıbrıs için ‘‘sittin senedir’’ aynı önemde.

Ortaya koyulan denkleme göre Denktaş yoksa KKTC yok.

Ama galiba tersi de söz konusu.

1 adam ile 1 ülkenin kaderleri birbirine özdeşleşmiş.

Belki de, asıl mesele burada.

Türkiye'nin asıl çözmesi gereken sorun bu.

NOT: ‘‘Ya Denktaş Olmasaydı (1)’’, Oktay Ekşi tarafından kaleme alınmıştı.

Bülent Arınç’ı yanlış değerlendirmeyin

ERTUĞRUL Özkök, Meclis Başkanı Bülent Arınç için ‘‘loose cannon’’ benzetmesi yapmış dün.

Fırtınaya yakalanmış geminin, ipini koparmış topu gibi tehlike yarattığını söylüyor.

Açıkçası ben Ertuğrul Özkök'ün bu tespitine katılamıyorum. Bülent Arınç ‘‘ipi koparmış bir top’’ değil, tam aksine hedefine sıkı sıkıya kilitlenmiş bir top. İçinde bulunduğu geminin tüm manevralarına, tüm çalkantılarına rağmen hedefinden milim şaşmayan, içinde bulunduğu geminin hedefinin ne olduğunu unutmayan bir top.

Eğer Özkök'ün tespiti doğru olsaydı, yani eğer Arınç geminin içinde hedefinden sapmış bir top olsaydı, fırtınasız günlerde bağlanır veya denize atılırdı.

Ama öyle yapılmadı.

Tam aksine hedefe daha iyi atış yapabilmesi için geminin ‘‘başına’’ yerleştirildi.

Kaptan köşkünde değil, geminin burnunda. Hem rahatça atış yapabilecek, hem de mukabele atışlarında kaptan köşkü isabet almayacak. Şöyle veya böyle Arınç eğer ateş eden bir topa benzetiliyorsa, bu top mutlaka o gemideki en azından bazı tayfaların hedefini gösteriyordur.

Ve belki de, hedefinden şaşmamış yegane toptur.

Haram olsun, ne diyeyim!

YAZIK bu ülkenin namuslu vatandaşlarına. Hem de çok yazık. Geçen hafta yazıp uyardık. Kendi bankasını milyarlarca dolar hortumladığı için bankasına el koyulan Mehmet Emin Karamehmet, Türkiye'de vergi veren milyonlarca namuslu insanın parasıyla kurtarılacak diye.

Haklı çıktık.

Tam da yazdığım gibi oldu her şey.

Üç otuzluk şirketler, fahiş fiyatla devlete itelenerek.

Ben dedim ki, ‘‘Bir işadamı yok olsun istemeyiz. Ama onu yaşatmak için bizim IMF kapısında dilendiğimiz paraları peşkeş çekmeyin. Bu adamın devlete vererek borcundan düşüreceği şirketlere, tarafsız danışmanlık kuruluşları uluslararası kriterde değer biçsinler. Şirketler o değerden sayılsın ve Karamehmet'in borcundan düşülsün.’’

Ama öyle yapılmadı.

Bir kasa bir masa şirketler fahiş fiyattan devlete itelendi ve Karamehmet'in borcundan düşüldü.

Nemaları ödemeye para yok, memura zam yapacak para yok, işçiye verecek para yok, ama Karamehmet'e verecek 4 katrilyon var.

Bu memlekette daha çooook iktidar gelir gider.

Ama artık adım gibi biliyorum ki, namuslu vatandaşları enayi yerine koymayacak kimse gelmez.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Şöhretin afrodizyak etkisine kapılmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Bu kadar hızlı erimemek gerek

2 Ocak 2003
AKP seçim sonrası hızlı bir ‘‘yükseliş’’ trendi yakalamıştı. Seçimi takip eden birkaç hafta içinde bir seçim daha yapılsa, AKP oyunu katlayabilirdi. Fakat bu trend fazla uzun ömürlü olmadı. AKP iktidarı hızlı bir ‘‘hayal kırma’’ sürecine girdi. İlk büyük faul ‘‘dokunulmazlıklar’’ üzerineydi. Meydanlarda ‘‘Dokunulmazlıkları kaldıracağız’’ diye bağıran, hatta ‘‘Ne kaldırması canım. Tabii ki, kaldırmayacağız’’ diyen Abdullah Gül'ü bile yalanlayan Tayyip Erdoğan'ın partisi seçimlerin ardından dokunulmazlıklara dokunmayacağını açıkladı. Ardından İhale Yasası'nı yürürlüğe sokmama ve eski düzeni devam ettirme isteği AKP'lilerce dile getirilmeye başlandı. Bu istek ciddi soru işaretleri yarattı. ‘‘Biraz da bizimkiler çalsın’’ dönemi mi başlıyor diye işkillendi herkes. Bakanların yarattığı kakafoni, abuk sabuk demeçler, boşboğaz bakanlar derken, AKP ciddi bir güven erozyonuna uğramaya başladı. Kopenhag günlerinde Erdoğan ile Gül arasında ortaya çıkan ‘‘çekişme’’ görüntüsü de ayrı bir olumsuzluktu. Ve ABD ile Irak konusunda yapılan pazarlıkların AKP'ye olan güvene etkisi, güneşin kardan adama olan etkisi gibi oldu. Fazla gizli tutulan görüşmeler, başlangıçta kraldan çok kralcı izlenimi veren tavır ve kamuoyunu bilgilendirme konusundaki isteksizlik AKP'nin en inanmış seçmeninin kafasında bile soru işaretleri yarattı. Seçimden bu yana topu topu iki ay geçtiği göz önüne alınırsa, bu çok hızlı bir erezyondur. AKP iktidarının önünde yaşanacak daha 58 ay var. Bu erime ile bu 58 ay kolay geçmez. Hele hele ANAP döneminde Turgut Özal gibi bir adamı bile ‘‘yokluğa iten’’ hırsızların kuşatması ve bunların AKP yönetiminden ‘‘yüz bulduğu’’ izlenimi ile bu dönemi tamamlamak mümkün olmaz. Genç bir mektupAKP'nin kendisine negatif bakmayan gençlere de ‘‘umut vermediğini’’ bana gelen bir mektuptan anlıyorum. Masamda bulduğum mektubu yazan, iyi eğitilmiş, her ana babanın sahip olmaktan mutlu olacağı türde bir genç. Ve işte ondan satırlar: ‘‘Geçtiğimiz hafta Meclis Türk siyaseti adına çok önemli bir fırsatı yakalayamamak şöyle dursun, elinin tersiyle geri çevirdi. Seçim öncesi bütün partilerin ve sivil toplumun ortak isteği olan milletvekili seçilme yaşının 30'dan 25'e indirilmesi, 10 dakikalık bir süreçten sonra Anayasa Komisyonu'nda reddedildi. Dinamizmden, yeni dünya görüşünden uzak, çoğu zaman gelişen çevreden bihaber, yılların verdiği tecrübeyle sistemin açıklarından faydalanabilen, yaşını başını almış ama eğitimi bundan pek bir pay almamış ‘‘siyasi otoriteler’’ 25 yaşındaki gençliğimizi milletvekili olmaya aday görmedi. Seçilme yaşının ABD'de 25, Fransa'da 23, Almanya'da 18 olduğu bir dönemde Meclis Anayasa Komisyonu Başkanı, anlı şanlı profesör Burhan Kuzu, ‘Bu otuz yaş Osmanlı döneminden beri hep otuz yaş olarak kalmış. Bunun tarihi bir oturmuşluğu var' diyor. Osmanlı'dan kala kala 21. yüzyıl Türk siyasetine ‘‘yadigár’’ olarak bu düzenleme kalacakmış gibi gözüküyor...’’ Mektup uzun. Sitem dolu. Sertçe eleştiriyor ve şöyle bitiyor:‘‘AKP'yi seçim öncesi verdiği vaatleri yerine getirip Türk gençliğinin hakkını sokaklar yerine yasal zeminlerde arayabileceği katılımcı demokrasinin gereklerini yerine getirmeye çağırıyorum.’’ Türk siyasetine ‘‘yenilik’’ getireceğini söyleyen AKP iktidarına duyurması benden. Dinlemesi onlardan. En çok devreden çıkan uydu Türksat GEÇEN hafta Türksat uydusu devre dışı kaldı. Türk televizyonlarının pek çoğu dakikalarca yayın yapamadı. Ve ardından Türksat’tan açıklama geldi: ‘‘Güneşteki patlamalar nedeniyle uydumuz kendisini korumaya almış ve bu nedenle yayınlar kesintiye uğramıştır.’’ Allah Allah! Gökyüzünde yüzlerce uydu var, Güneş'teki patlamalar onlara bir şey yapmıyor ve o uyduları kullanan televizyonlar ‘‘çatır çatır’’ yayın yapıyor ama Türksat etkileniyor. Olacak iş değildi. Hemen araştırmaya başladım. Ve Türksat'ın büyük bir yalanını ortaya çıkardım. Bizim ‘‘milli’’ uydumuz Güneş'teki patlamalardan falan etkilenmiyordu. Bizim uydu çok daha basit etkilere açıktı. Türksat uydusu uzayda kendi kendine elektrik yükleniyordu ve projesinde bir ‘‘hata’’ olduğu için bu enerjiyi otomatik olarak boşaltamıyor ve devre dışı bırakılarak yerden verilen komutla bu enerji boşaltılıyordu. Zaten bu nedenle sık sık devre dışı kalan tek uydu bizimkiydi. Türksat yapılırken ‘‘kazık’’ yenmişti. Ve şimdi bu kazık Türksat üzerinden yayın yapan televizyonlara giriyordu. Çünkü her kesintide binlerce dolarlık reklam yayınları yapılamıyordu ve televizyonlar zarara uğruyordu. Ama her nedense kimsenin aklına bunu Türksat'ı işleten Telekom'dan talep etmek aklına gelmiyordu. NE ZAMAN ADAM OLURUZ?Bazı spor yazarları geçen yıl şopar dedikleri teknik direktörü, bu yıl Barcelona'nın başına göndermedikleri zaman.
Yazının Devamını Oku

Hani yeni yıllar mutluluk getirirdi?

1 Ocak 2003
<B>YENİ </B>bir yıla <B>‘‘savaş’’ </B>tehdidi altında girmek ne kötü değil mi? Mutluluklar getirmesini beklediğimiz, dilediğimiz bir yıla... Ama ne yazık ki böyle giriyoruz.

Başbakan Abdullah Gül'ün dediği gibi, ‘‘Bu bölgenin doğal zenginlikleri, bu bölgenin halklarına mutluluk değil, mutsuzluk getirmiş’’.

Hiçbirimiz savaş istemiyoruz.

Bu kesin.

Ama ya ‘‘kaçınılmaz’’ ise.

Türkiye'nin açmazı burada.

Yanıbaşımızda ve kaçınılmaz hale gelince bizim de kaçacak yerimiz yok. 12 yıldır yanıbaşımızda Türkiye'nin son derece aleyhine bir statüko oluştu.

Şimdi bu statüko, dış zorlamalarla da olsa değişecek.

Bölgenin bu kadar ‘‘güçlü’’ ve ‘‘etkin’’ ülkesi, yanıbaşındaki ‘‘durum’’ yeniden değişirken buna karşı nasıl kayıtsız kalacak?

Kayıtsız kalmamız, gelişmelerin lehimize olmasını sağlamaya yetecek mi?

Ya da müdahil olmamız, bu işten kárlı çıkmamız anlamına gelir mi?

Bu aslında trilyon dolarlık bir soru.

Yanıtını ise tarih verecek.

Başbakan Abdullah Gül'e, ‘‘Son derece kritik bir dönem. Alacağınız her karar yanlış da olabilir doğru da. Hiç içinizden keşke şu erken seçim olmasaydı da, bu meseleleri atlatıp öyle hükümet olsaydık dediğiniz oluyor mu?’’ diye sordum.

‘‘Siyasette kendinize böyle sorular sorma hakkınız yoktur. Meseleler önünüze gelir ve siz onları çözümlersiniz’’ dedi.

Ama bence siyasetçiler de insandı ve onlar da yalnız kaldıkları, ya da yatağa yattıkları anda ‘‘siyaset üstü’’ düşünebilirlerdi.

Ve ben, Abdullah Gül'ün aklından bu düşüncelerin geçmemiş olabileceğine açıkçası inanmadım.

Türkiye'nin önünde ne yazık ki fazla seçenek yok.

Ve anladığım kadarıyla, ABD ile yapılan ilk pazarlıkta endaze biraz kaçırılmış.

Fakat bu sonucu değiştirmiyor.

Yanıbaşımızda ‘‘önemli’’ şeyler olacak. Biz içinde olsak da olmasak da etkileneceğiz.

Ve karar ne olursa olsun, desteklemeyi görev biliyorum.

Statükonun savaşsız değişmesi dileğime rağmen.

Bu gazetecilikse ben şimendiferim


GEÇEN hafta Gözcü Gazetesi inanılmaz bir ‘‘ayıba’’ imza attı.

Orta yaşlı bir üniversite öğretim üyesi (profesör) hanımefendi, yolda saldırıya uğramıştı.

Ve yaralanan kadın, bir taksiye bindirilerek hastaneye götürülmüştü. Gözcü'nün ayıbı da tam bu ‘‘taksi’’nin içinde oldu.

Orta yaşını biraz geçen ve yaralı olarak hastaneye kaldırılan hanımefendinin Gözcü'ye yansıyan fotoğrafları gazetecilik etiği açısından ‘‘iğrenç’’ti.

Kadın taksiye bindirilirken eteği açılmış ve baldırları çoraplı bir biçimde ortaya çıkmış, muhabir de tam bu anı görüntülemişti.

Bu fotoğraf, kocaman bir şekilde Gözcü Gazetesi'nin birinci sayfasına basılmıştı.

Görünce utandım.

Umarım Gözcü'yü hazırlayanlar da utanmıştır. Gerçi bugüne kadar bu yönde bir işaret görmedim ya!

Gül'ün mazeret turu


ABDULLAH Gül, Suriye, Ürdün, Mısır, İran ve Suudi Arabistan'ı kapsayan bir geziye hazırlanıyor.

Başbakan'a göre bu gezinin amacı ‘‘barışçı bir çözüm’’ aramak.Bence hikáye. Barışçı çözüme bu ülkelerin katkı sağlama ihtimali sıfır. Daha önce ABD'li yetkililerin ‘‘sapına kadar’’ zorladığı bir coğrafyada bizim Başbakan'ın yapacağına ‘‘nafile tur’’ denir.

Bunu benim kadar Abdullah Gül de biliyor.

Zaten bu gezinin asıl amacı ‘‘söylenen’’ amaç değil.

Bu gezinin tek gerekçesi, çevremizdeki ‘‘İslam ülkelerine’’ ‘‘mazeret’’ bildirmek.

Bu geziden benim anladığım, Türkiye isteyerek veya istemeyerek ABD ile birlikte hareket edecek.

Gül de gezide Türkiye'nin ABD ile birlikte hareket etmesinin nedenlerini anlatacak ve ‘‘Kusura bakmayın mecburuz. Bir İslam ülkesine karşı yapılan eylemin içinde yer almak istemezdik ama çaremiz yoktu’’ diyerek bu ülkeleri ikna etmeye çalışacak.

İYİ YILLAR


HER şeye rağmen, yeni yıl hepinize, mutluluk, neşe, barış ve bol sevgi getirsin. Hiç değilse bir avuç umut getirsin.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Türk spor basını dediğimiz zaman gözümüzün önüne doğru düzgün bir şey geldiği zaman.
Yazının Devamını Oku

‘No Kurdish State’

31 Aralık 2002
<B>BAŞBAKAN Abdullah Gül'</B>ün <B>‘‘bilgilendirme’’ </B>toplantısı aslında bu köşeyi okuyanların daha önce tarafımdan <B>‘‘bilgilendirildiği’’ </B>konularla ilgiliydi. Geçen hafta Başbakan ile konuşup, size ilettiklerim daha geniş boyutuyla ele alındı.

Bunların dışında ise bence önemli birkaç noktayı sizlere aktarmak istiyorum.

Irak konusunda Türkiye'nin çekinceleri, karşı taraftan gayet iyi anlaşılmış.

Yani bizim ‘‘kırmızı çizgili’’ meselelerimizi ABD tarafı hatmetmiş.

Recep Tayyip Erdoğan'ın ABD temasları sırasında Dick Cheney ile yaptığı görüşmenin başlangıcında, Cheney daha bizimkiler tek kelime etmeden Türkiye'nin çekincelerini, üstelik de ezbere saymış.

Yani ABD, Kuzey Irak'ta Türkiye'ye karşı bir oldu bitti yapmayacak.

Türk tarafı bundan emin. Benim ‘‘ABD ile bir çatışmamız olur mu?’’ sorum toplantıda ‘‘devleti temsil eden’’ herkesi güldürdü.

Oysa ben ciddiydim. Bizim ‘‘casus belli’’miz belliydi. Böyle bir durumda ABD ile çatışmamız gerekebilirdi.

Ancak yapılan her görüşmede ABD tarafının başlangıç cümlesi ‘‘No Kurdish State’’, yani ‘‘Kürt devleti olmayacak’’ oluyormuş.

Şu anda Türkiye'nin tartıştığı konu ‘‘Ne kadar angaje olacağız?’’

Gönüllerden geçen, ‘‘hiç angaje olmamak’’ ancak bu pek mümkün değil.

Ahmet Hakan, bu seçeneğin maliyetini sordu.

Başbakan güldü.

Böyle bir seçenek yok gibi.

ABD, Türkiye olmadan da bu operasyonu yapabiliyor.

Ancak böyle bir durumun Türkiye'ye uzun vadeli maliyetinin ne olacağı hesaplanamıyor.

Türkiye'nin ABD ile ‘‘para pazarlığı yapmadığı’’ ısrarla vurgulandı bilgilendirme toplantısında.

Türkiye hálá barışçı bir yol arıyor. Ve Başbakan Gül'e göre, artan savaş tehdidi barışçı çözüm olasılığını da güçlendiriyor.

Başbakan açıkça söylemedi ama asıl meselenin kimyasal silahlar değil, bölgenin ekonomik kaynakları olduğunu hissettirdi.

Türkiye'nin masaya koyduğu en önemli mesele ise, yakın dönemde meydana gelmesi muhtemel siyasal değişiklikten sonra bölge kaynaklarının, bölge halkının refahı için kullanılması.

Gül'ün bir sözü aslında bütün meseleyi özetliyordu.

Başbakan, ‘‘Bölgenin zenginlikleri bölge halkına mutluluk değil, mutsuzluk getirdi. Asli vazifemiz bunu tersine çevirmektir’’.

İyi bir dilek.

Ama mümkün mü?

Yedirirler mi?

En kritik soru


BAŞBAKAN Gül'e sorulmak üzere en kritik soruyu aile efradı adına ben ilettim. ‘‘Sayın Başbakanım, Kurban Bayramı'nda ailece tatil planlıyorduk. Acaba gitsek mi?’’

Başbakan danışmanlarına döndü ve ‘‘Kurban Bayramı tam ne gün?’’ diye sordu.

‘‘7-16 Şubat arası tatil görünüyor’’ yanıtını aldı.

Bana baktı.

Yanıt vermedi. Ancak yüzündeki ifade bizim tatilin yattığını gösteriyordu. (Bunu evde nasıl anlatacağım bilemiyorum.)

En sıcak günlerin, şubat ortalarında olacağını tahmin etmek zor değil. Gerçi bizimkilerde hálá ‘‘barış umudu’’ var.

Hem de hayli kuvvetli.

AKP Grubu ve savaş kararı


GEÇEN gün yaptığımız sohbette Başbakan Gül'e AKP Grubu'nun Irak'a yapılacak bir Amerikan müdahalesine çok da sıcak bakmadığını hatırlattım.

‘‘Sadece AKP Grubu değil, Türkiye'de hiç kimse böyle bir müdahaleye sıcak bakmıyor. Meclis açısından bakarsanız CHP de karşı. Bizim arkadaşlar da savaşa karşı’’ yanıtını verdi.

‘‘Peki ya savaş kaçınılmaz olursa?’’

Başbakan buna da hazır.

‘‘Türkiye bir krallık veya emirlik değil. Kamuoyunun görüşleri önemli. Bu nabzı tutmaya da çalışıyoruz. Ama sonuçta her şey Meclis'in yetkisindedir. Meclis kararını verir. Biz de uygularız.’’

Bense ısrarcıyım: ‘‘Hükümet pazarlıkları sonuçlandırdı. Ülkenin çıkarlarına uygun bir yere geldi ve başka bir çıkış yolu da görünmüyor. Ama grubunuz hayır dedi.’’

‘‘Bu konuda biz grubumuzu zorlayamayız. Hükümet olarak diyorum tabii. Burada kuvvetler ayrılığı prensibinin işlemesi lazım. Hükümet dedi, Meclis el kaldırdı olmaz. Aynen ABD Kongresi gibi. Başkan evet diyor, hatta söz veriyor ama kongre hayır diyebiliyor. Tek parti iktidarı demek milletvekilleri el kaldırıp indiren robotlar demek değil.’’

‘‘Yani AKP hükümeti ile AKP Meclis Grubu çelişebilir.’’

‘‘Olabilir. Ama biz ülke menfaatine uygun bir karar alacağız. Ülke menfaatine uygun kararı Meclis de destekler diye düşünüyorum.’’


NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Ciddiyet yüzümüzdeki ifadede değil, yaptığımız işlerde olduğu zaman.
Yazının Devamını Oku

Dinç Bilgin de yastığı görünce uyuyor mu?

30 Aralık 2002
<B>SSK'</B>nın ve Bağ-Kur'un ilaç bedellerini ödemediğini ve bu nedenle de eczanelerin bu iki sosyal güvenlik kuruluşundan gelen hastalara ilaç vermediğini daha önce yazmıştım. Benim bu yazılardan sonra Sabah Gazetesi de, bu önemli soruna el attı ve birinci sayfadan bu konuyu ele alarak gündemde tuttu.

Ben de bu tavrından dolayı Sabah'a teşekkür ettim.

Ancak Sabah Gazetesi açısından bu haberi işlemek hayli zor olmuş.

Sabah Gazetesi'nden bir muhabir arkadaşımız, SSK Genel Müdürlüğü'nü arayarak, ilaç paralarının ne zaman ödeneceğini ve SSK'lıların mağduriyetlerinin ne zaman ortadan kaldırılacağını sormuş.

SSK'daki üst düzey yetkili fırsatı kaçırmamış.

Kendisini arayan Sabah muhabirine, ‘‘Çok çok haklısınız. Bu durum bizi de çok üzüyor. Ama ne yazık ki, SSK'nın da alacaklarını toplmamakta büyük sıkıntıları var. Gazetenizin yöneticilerine bir zahmet söyleyiverin, onlar SSK'ya olan trilyonlarca lira borçlarını ödesinler, biz de sizin haber yaptığınız ve hepimizi çok üzen kanserli hastaların ilaç paralarını ödeyelim’’ demiş.

Son derece trajikomik bir öykü.

Ama durum ne yazık ki bu.

Bir yanda iyi niyetle toplumsal kaygılarla haber yapmaya çalışan muhabirler.

Bir yanda banka hortumlayan, vergi ve SSK borçlarını ödemeyen ama on milyonlarca dolarlık yatlarla, özel uçaklarla gününü gün etmiş bir patrona sahip bir basın kuruluşu.

Ve onun ‘‘Ben yastığı görünce uyuyorum’’ diyen yayın yönetmeni Sevgili Ergun Babahan.

Allah var, senin bir ‘‘yanlışını’’ görmedim ama ne dersin, patronun da yastığı görünce uyuyor mudur?

Minare gölgesi vereyim borcumu silin


AKŞAM Gazetesi ve Show TV'nin BDDK'ya karşı aylardır sürdürdüğü şantaj ve karalama kampanyası amacına ulaşmak üzere.

Çukurova Grubu devlete olan barçlarını elindeki şirketlerin bir kısmını devlete vererek ödeyecek.

İlk bakışta olumlu bir gelişme.

Borç ödenecek.

Hortumlanan 2 milyar doları aşkın para devletin kasasına geri dönecek.

Ama benim gördüğüm kadarıyla işin aslı pek de öyle değil.

Çünkü Çukurova Grubu'nun zaten grubu batmaya götüren ‘‘kara delikleri’’ fahiş fiyatla devlete ‘‘itelenecek’’...

Bir anlamda Karamehmet hem sırtındaki yüklerden kurtulacak ve ‘‘işine yaramayan’’ işletmeleri elden çıkarmış olacak, hem de borçlarını temizleyecek.

Üstelik bu şirketlere biçilen değerlerin ‘‘gerçekle’’ ilgisi yok.

Uzmanı değilim ama kamyon üreticisi BMC'nin 600 milyon dolar, Turkcell'in kartlarını satan ve içinde başka ortaklar da bulunan Atel'in 250 milyon dolar, çok daha büyükleri bu değerin yarısını etmezken Genel Sigorta'nın 150 milyon dolar gibi bence ‘‘fahiş’’ değerlerle fiyatlandırılması olacak şey değil.

BDDK Çukurova Grubu ile anlaşmalı. Evet.

Çukurova Grubu'nun borçlarını ödemesi için bazı imkánlar sağlanmalı. Evet.

Devlet alacağını tahsil etmek için çaba göstermeli. Evet.

Ama borç ödeniyormuş gibi gösterilip, hortumcunun yükleri devlete aktarılmamalı, devlet ve vergi veren kazıklanmamalı.

Bu şirketleri ‘‘bağımsız denetçiler’’ incelemeli.

Bu inceleme sonucuna göre ‘‘Uluslararası kabul edilebilir’’ bir fiyat belirlenmeli ve borçlar bu şekilde tasfiye edilmeli.

Davul tozuna 300, minare gölgesine 500 milyon dolar değer biçilerek değil.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Uyarılara aldırmayanlar, başlarına gelen felaketten sonra uyarana yönelmediği zaman.
Yazının Devamını Oku

Türkiye'nin derdi toprak bütünlüğü

28 Aralık 2002
<B>BAŞBAKAN Abdullah Gül </B>ile <B>‘‘muhtemel savaş’’</B>ı ve Türkiye'nin konumunu konuştuk. Gül, Türkiye'nin bugün bile her şeye rağmen ‘‘bölgede savaş olmasın’’ çabası içinde olduğunu özellikle vurguladı.

Ancak ses tonu ‘‘çok da umutlu’’ değildi.

‘‘Sizin de yazdığınız gibi, belki de son 50 yılın en önemli kararını alacağız. Çok dikkatli, çok hassas, Türkiye'nin bugünkü ve gelecekteki çıkarlarını gözeten bir pozisyon almaya çalışıyoruz’’ dedi.

Anlattığı kadarıyla devletin bütün kurumları, kendileriyle bağlantılı olarak Irak'a yapılacak bir operasyonun yol açacağı gelişmelerle ilgili senaryolarını hazırlıyorlar.

Bütün bu olası senaryolara göre, tedbirler de hazırlanıyor.

Bu tedbirlerle ilgili maliyet hesapları, bugün için ve geleceğe yönelik olarak çıkarılıyor.

Her türlü ekonomik ve daha önemlisi ‘‘siyasi gelişme’’ hesaplanıyor, bunların Türkiye'ye etkileri, faydaları ve zararları konuşuluyor.

Gül'e ‘‘Türkiye'nin ABD'ye çıkardığı faturadan söz edilirken, 20 milyar dolardan 100 milyar dolara kadar uzayan bir yelpazeden söz ediliyor. Bu işin bize maliyeti ne kadar?’’ diye sordum.

Başbakan, ‘‘Görünen ve görünmeyen maliyetler var. Aslında bu bir bilanço. Son 12 yılın bilançosu. Bir yandan bu var, bir yandan geleceğe ilişkin hesaplar var. Ortalıkta dolaşan rakamlar sadece kısa dönemli rakamlardır’’ diyor.

‘‘Savaş ortamı bize rağmen gelişiyor. Kaçınılmaz hale geldiğinde, ki eli kulağında, o zaman bizim önceliğimiz ne?’’ diye sordum Başbakan'a.

Çok net bir biçimde söyledi:

‘‘Türkiye'nin birinci önceliği Irak'ın toprak bütünlüğüdür. Yapılacak her türlü operasyonun sonucu Irak'ın toprak bütünlüğünün korunmasıdır. Aksi her sonuç bölgede istikrarsızlığı artırır. Türkiye'nin temel koşulu budur.’’

Yani anlayacağınız Türkiye para pul, askeri ve mali yardımdan daha çok Irak'ın toprak bütünlüğü için bastırıyor.

Ve bu yüzden kuzeyde mutlaka bulunmak istiyor.

Ve ABD söylemese de, galiba en büyük fikir ayrılığı burada.

Irak petrollerinden hakkımız olan pay da masada


BAŞBAKAN Gül'e sorduğum kritik sorulardan biri, Türkiye'nin savaş sonrası kazanımlarının neler olabileceğiyle ilgiliydi.

Türkiye'nin petrol bölgesinin kontrolünde etkili olması ve buradan, aslında anlaşmalarla elde edilmiş hakkı olan payı alması söz konusu olabilir miydi?

En azından pazarlık masasında bunlar da konuşuluyor muydu?

Başbakan Gül, ‘‘Elbette ki her şeyi konuşuyoruz. Türkiye'nin çıkarına olabilecek her şeyi. Devletin tüm kurumları büyük bir uyum içinde çıkarlarımızı arıyoruz’’ dedi.

Anladığım kadarıyla Kuzey Irak'ta Türkiye'nin alamadığı petrol payları, Irak'ın toprak bütünlüğü içinde Türkmenlerin ve Kürtlerin özerkliği, bu grupların ekonomik hakları gibi konular da Türkiye'nin pazarlık ettiği meseleler arasında.

Türkiye bu kaostan kárlı çıkmak istiyor. Pazarlıklar da bu yüzden uzuyor.

Başbakan bilgilendirme toplantısı yapacak


BAŞBAKAN Gül, anamuhalefet lideri Baykal'a biraz kırgın.

‘‘Deniz Bey'in tavrını anlamakta zorlanıyorum’’ diyor.

‘‘Kendi hükümetimden önce özellikle bu Irak konusunda onu bilgilendirdim. İlk görüşmemizde ne varsa hepsini aktardım. Emin olun ki, bazı kabine arkadaşlarım o an bu kadar bilgili değildi. Ben bunu yaptım, Deniz Bey çıktı ‘Bize bilgi verilmiyor' dedi.’’

Bu sözler Başbakan’a ait.

İkinci görüşmelerinde de kendisini bilgilendirmiş.

‘‘Irak konusu çok hassas. Ve Türkiye'deki bütün kurumları bilgilendiriyorum. Hatta önümüzdeki hafta basın ve yayın kuruluşlarının yöneticilerini çağırıp, bilgilerimi onlarla da paylaşacağım’’ diyen Başbakan, bu konuda iktidar değil, milli bir karar almaya çalıştıklarını özenle vurguluyor.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Tecrübenin yılla değil, o yılları nasıl yaşadığımızla alakalı olduğunu anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Cumhuriyet tarihinin en önemli kararlarından biri

27 Aralık 2002
<B>ANKARA </B>dün akşamdan beri çok sıkıntılı olsa gerek. <B>Grossman </B>ve <B>O'Neil </B>geldiler, görüştüler. <br> Bu yazıyı yazarken görüşmede neler konuşulduğu konusunda bir bilgim yoktu.

Ama büyük bir olasılıkla Türkiye 28 milyar dolarlık bir fatura koydu ve yine büyük bir olasılıkla ABD tarafı, ‘‘Tamam öderiz. Ama 4 gün içinde kesin kararınızı açıklayın’’ dedi.

ABD, Türkiye'den geçiş için üs, askerlerinin konuşlanması için toprak istiyor.

Türkiye ise haklı bir kuşku içinde.

ABD'nin hedefinin Saddam olmadığını herkes gibi Türkiye de biliyor.

ABD, Saddam bahanesiyle dünyanın bilinen 2. ama potansiyel olarak 1. sıradaki petrol yataklarının kontrolünün peşinde.

Yüzyıl başında İngilizler vasıtasıyla Batı'nın elinde olan bu kontrol, özellikle Baas iktidarıyla elden çıkmıştı.

Şimdi ABD bu kontrolü yeniden ele geçirmek istiyor.

Türkiye işte bu nedenle kuşkulu.

ABD'nin ‘‘petrolü kontrol etme politikasında’’ yerini bilmeyen herkes gibi olaya kuşkuyla yaklaşıyor.

ABD, Irak'ta ne yapacak?

Ne kadar kalacak?

Bölgede sınırlar değişecek mi?

Değişecekse nasıl değişecek?

ABD bu soruların yanıtlarını ‘‘samimi’’ olarak vermiyor.

Müttefikim dediği Türkiye ile oyunu açık oynamıyor.

Türkiye de haklı bir tedirginlik içinde.

ABD'nin Ortadoğu'da böylesi bir girişimde bulunacağını, Dünya Ticaret Merkezi'ne yapılan saldırıdan 6 gün sonra yazmıştım (18 Eylül 2001 tarihli yazı).

Yani bugünün geleceği, o günden belliydi.

Türkiye ne yazık ki bu gelişmeleri öngöremedi.

O günden bugüne bu konuda bir politika üretemedi.

Bölgesel önderlik şansını kaybetti.

Şimdi önünde 4 gün var.

4 gün içinde ‘‘tarihinin en kritik kararlarından birini’’ verecek.

Ve elinde iki ucu değil, tamamı pis bir değnek var.

Bu yüzden karar ne olursa olsun, bizim ulusal kararımızdır.

Ve bu dört içinde alınacak karar, aslında Türkiye'nin geleceği açısından da belirleyicidir.

Her ne yönde olursa olsun.

Karar devlet kararı olmalı

ABDULLAH Gül şanssız bir Başbakan. AKP şanssız bir iktidar. Bütün ‘‘acemilikleriyle’’ iktidar oldular, pişmeye bir gün bile zaman bulamadan, yoğun bir gündeme daldılar. Önce AB, şimdi de Irak Savaşı. Özellikle ikincisi Türkiye açısından çok önemli. Bu kararı vermek hiçbir iktidar için kolay değil. Hele hele Meclis'te büyük çoğunluğu olan bir iktidar için iyice zor bir durum. Gül'ün bu konuda ‘‘demokratik’’ ve ‘‘devlet adabına uygun’’ davranması en doğrusu. Önce anamuhalefet partisi, sonra Cumhurbaşkanı ve Türkiye'de hafızası en sağlam ve stratejisi en oturmuş kurum olan orduyla ortak hareket etmesi gerek. Bu önemli karar, bir partinin omzuna bırakılmayacak kadar ağır.

Ölmenin katma değeri

SAĞLIK ve eğitimde KDV oranlarını eleştirdiğim yazıma büyük destek geldi.

Ankara Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün, ilginç bir çalışma yapıp KDV'deki çarpıklıkları yollamış.

‘‘Hastane yatak ücreti de yüzde 18 KDV'li, beş yıldızlı otelin yatak ücreti de yüzde 18 KDV'li’’ diyor.

Ve ekliyor: ‘‘Verginin adı katma değer ama hastaneye gidip kolu bacağı kesilenden de yüzde 18 KDV alınıyor, hatta canlı girip ölü çıkandan da. Burada hangi katma değerden bahsediyorlar.’’

Aygün'
ün verdiği en çarpıcı örnek ise şu:

‘‘Kan ve serumdaki KDV oranı ile viskideki KDV oranının eşit olduğu bir başka ülke yok. İkisinden de yüzde 18 oranında KDV alınıyor.’’

Çarpıklık büyük.

Ama Maliye Bakanı Unakıtan bugünlerde çok meşgul.

İnşallah işleri biraz azalırsa bu meseleye de bakacak.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Oynamayanın bile kaybettiği tek kumarın, uluslararası politika olduğunu öğrendiğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku