Fatih Altaylı

Siyasallaşan yargının suni gündemi

25 Ocak 2003
<B>TELEVİZYON </B>haberciliği, bir gazeteci için ilginç bir deneyim. Hangi habere vatandaşın nasıl bir ilgi gösterdiğini saniye saniye inceleyebiliyorsunuz.

Dün ve önceki gün, Recep Tayyip Erdoğan hakkında Anayasa Mahkemesi'nin verdiği karar ve bununla ilgili gelişmelerin yer aldığı bölümler, Kanal D Ana Haber'in son 7 ayda ‘‘en az izlenen’’ bölümleri oldu.

Çünkü Türkiye'nin gündemi bu değildi.

Ve Türkiye'nin gündemi bu olmamalıydı.

Bin türlü sorunun içinde boğuşan bir Türkiye'de biri en yüksek mahkeme sayılan, diğeri ise yargıçlardan oluşan iki kurum Türkiye'yi ‘‘suni’’ bir gündeme taşıdılar.

Türkiye'nin en saygın ve en aklı başında ‘‘mahkemesi’’ olması gereken Anayasa Mahkemesi, yüreği yetmediğinden ‘‘zamanında’’ veremediği bir kararı aylarca gecikmeyle ‘‘açıklayabildiği’’ için Türkiye'yi kaosa itti.

Uzun zamandan beri ‘‘siyasi’’ bir kurum gibi hareket eden Yüksek Seçim Kurulu da, şimdi seçimi tartışmalı hale getirdi.

Türkiye şimdi ‘‘saçma’’ bir tartışmanın içinde.

‘‘Seçim yenilenecek mi?’’

Bu tartışılıyor; çünkü Anayasa Mahkemesi, kararını vaktinde açıklamadı.

YSK yargıçlardan oluştuğu halde ‘‘onurlu’’ bir duruş sergileyemediği ve ‘‘işi idare ettiği’’ için seçim pusulalarında Recep Tayyip Erdoğan'ın adı AKP Genel Başkanı olarak yer aldı.

Sadece bu nedenle seçimin geçerli olup olmadığı tartışılıyor.

İki çok önemli kurum işini yapmadığı, işini savsakladığı, görevini layıkıyla yerine getiremediği için Türkiye suni bir gündemin içinde.

Oysa vatandaşın ‘‘umurunda’’ değil.

O seçimini yapmış.

Geleceğini arıyor.

Türkiye'nin bence en büyük sorunu olan ‘‘yargı’’ ise kendi geçmişini temizlemeye çalışıyor.

Ama bu rezalet kolay kolay temizlenmez.

Her iki kurum da, içinde bulunan kişiler tarafından müthiş bir güven erozyonuna uğradılar.

O kişiler gitmeden, bu ayıp bitmez.

Sadece erkek maganda olmaz!


ELİMDEKİ şikáyet faksı inanılmaz. İnanılır gibi değil. Bir kadın okurum, Selamiçeşme'de otomobiliyle parktan çıkmaya çalışırken, Land Rover marka bir cipin yolu kestiğini görür. Korna çalarak uyarır. Ancak cipin direksiyonunda kimse yoktur. Okurum korna çalmaya devam edince, orada bulunan marketten bir hanım çıkar.

Tartışmaya başlarlar. Land Rover'i süren hanım, okuruma sen diye hitap edince, okurum ‘‘Ben size siz diyorum. Bana sen diyemezsiniz’’ der. Land Rover'li hanım, okuruma ‘‘Arabana göre konuşuyorum’’ der. (Okurumun otomobili Skoda.) Ve sonra ‘‘Ben kimim biliyor musun? Ben Nuh Çimento'yum’’ diye diklenir.

Çeşitli hakaret ve tehditlerden sonra elindeki anahtarla okurumun otomobilinin sağını solunu çizer.

Ve son olarak da, ‘‘Adımı da unutma. Benim adım Gamze Nuh, adımı da yazıyorum’’ diyerek otomobilin tavanına, elindeki anahtarla ‘‘Gamze’’ ismini kazır.

Sonra da açık camdan içeri uzanarak okurumu itip kaktıktan sonra ‘‘Hadi bakalım polis çağır da görelim’’ diyerek 34 HMY 86 plakalı Land Rover'ine biner ve çekip gider.

Okurum da durumu Göztepe Polis Merkezi'nde tutturduğu bir tutanakla tespit ettirir.

Umarım bu ‘‘Nuh Çimento Gamze’’ Hanım'ın CHP Milletvekili Muharrem Eskiyapan'la bir alakası yoktur.

‘İlan veremiyoruz ama fikir üretiyoruz’


MEHMET Ağar aradı.‘‘Bize haksızlık etmişsin. Başından beri ne diyorsak, hükümet o noktaya geliyor. Bizim önerdiğimiz politikalar bir süre sonra hükümet politikası haline geliyor’’ dedi.

‘‘Açık açık savaşa karşı olduğunuzu söylemediniz ama’’ dedim. ‘‘Karşıyız. Kim savaş ister ama kaçınılmaz hale geldiği zaman da politika üretmek lazım. Savaşı başlatacak olan Türkiye değil ki, yanıbaşımızda bir savaş olursa ne yapacağımızı bilmek de önemli’’ diye itiraz etti.

Asıl itirazı ise medyada yer bulamamak üzerineydi. ‘‘Gazetelere ilan veremiyoruz, televizyonumuz yok sesimizi duyuramıyoruz diye muhalefet yapmadığımızı, fikir üretmediğimizi söylemek haksızlık’’ dedi.

Cem Uzan'
ın sözlerinin, bir anlam ifade etmediğini, Türkiye'nin istemi dışında oluşabilecek gelişmelerle ilgili bir fikir içermediğini söyledi.

‘‘Bunları yazabilir miyim?’’ diye sordum. ‘‘Parti bir metin hazırlıyor. Birazdan elinizde olur. Resmi yanıtımız orada olacak’’ dedi. Saatlerce bekledim. Resmi yanıt gelmedi. Ağar'ın hızına partinin ulaşamadığını düşündüm ve onun açıklamasını köşeye aldım.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Spor basını, sportmen basını olduğu zaman.
Yazının Devamını Oku

Havlasam köpekler anlar mı?

24 Ocak 2003
<B>BAZEN </B>okurlardan gelen faks ve e-postalarda soranlar oluyor:<br> ‘‘Fatih Bey, bilmem kim hakkınızda şunu yazdı, cevap vermeyecek misiniz?’’

Birincisi, hakkımda yazılanların bazılarından haberim olmuyor.

İkincisi, hakkımda o kadar çok yalan, yanlış, düşmanca, manyakça şeyler yazılıyor ki, hepsine cevap vermeye kalksam değil bu sütun, gazete yetmez.

Üçüncüsü, bu yazılanlardan gerçekten kayda değer olanlara ve adam gibi adamlar tarafından kaleme alınmış olanlara yanıt veriyorum. Ama bazıları var ki, fesatlıktan, kıskançlıktan, emrinde oldukları kişilerden aldıkları talimat gereği, hortumcuların oyuncağı oldukları için, adam yerine konmaya çalıştıkları için, polemiğe girerek varlıklarını kanıtlamaya muhtaç oldukları için bana saldırıyorlar. İşte bunlara yanıt vermiyorum. Kusura bakmayın, benzetmem biraz amiyane olacak ama nasıl ki siz yolda yürürken havlayan arsız köpeklerin önünde çöküp onlara havlayarak karşılık vermiyorsanız, ben de bunlara vermiyorum.

Bilmem anlatabildim mi?

Yalandan kim ölmüş

ABD'li yetkililer, her fırsatta Irak'ta barıştan yana olduklarını söylüyorlar.

Aslında makul olan da bu. ABD'nin herkesten fazla barıştan yana olması lazım. Çünkü Irak'ı vurmaları halinde, bir sonraki hamleleri yok. Irak'a ha babam sopa göstermek ABD için müthiş bir silah. Bu yolla petrol üreticilerini dize getiriyor, petrol piyasasında müthiş bir kontrol sağlıyor ve dünyada kendilerine biçtikleri rol için senaryo bulmuş oluyorlar. Irak bir kez vurulursa arkası yok. Ya da çok tehlikeli bir biçimde var. Ardından İran'a bulaşmak, sonrasında Suudi rejimini değiştirmeye çalışmak gibi ‘‘gereklilikler’’ ortaya çıkabilir.

Bu nedenle Irak'ı vurmadan, ‘‘kalıcı olmayan’’ ve ‘‘şerefli’’ gibi gösterilebilecek bir çözüm bulmak ABD'nin de işine gelmeli.

Bu nedenle de olsa, ABD eğer ‘‘barışçı çözüm’’den ‘‘gerçekten’’ yanaysa bu barışçı çözümün şartlarını açıklamak zorunda.

Yani ‘‘ne olursa’’ ABD barışı bozacak bir hareket yapmaktan vazgeçebilir.ABD'nin bu konudaki tavrı barışçı çözüm konusundaki samimiyetini göstermenin yanı sıra, Türkiye gibi barış arayan ülkelerin havanda su dövmelerini de engeller.

Bakan Çelik, YÖK’e kızdı acısını konservatuvardan çıkardı

BAŞTA YÖK olmak üzere ‘‘üniversite camiasının’’ AKP ile olan tartışmasını izliyorum.

Üniversite öğretim üyeleri, AKP iktidarına ‘‘Cumhuriyet ve Atatürk Devrimleri’’ konusunda ne kadar hassas olduklarını hatırlatmak istiyorlar.

Üniversitelerimizin ‘‘Atatürkçü Cumhuriyete’’ sahip çıktıklarını görmek güzel. Ancak ne yazık ki, YÖK Başkanı Kemal Gürüz'ün üslubu için aynı şeyi söylemek güç.

Gürüz, sınır tanımayan sözleri ve ‘‘adap’’ sınırlarını zorlayan ifadeleriyle, vermek istediği mesajın içeriğine büyük gölge düşürüyor.

Gürüz'ün sözlerinden hafızalarda kalan, kalması gereken içerik değil, gereksiz olan üslup oluyor.

Bu durumda, Türkiye'nin iktidarı ile Türkiye'nin bilimi arasında gereksiz bir kopukluk başlıyor.

İktidar, bilim kuruluşlarına karşı ‘‘hasmane’’ bir tutum takınıyor.

Bunun önemli örneklerinden biri, şimdilerde İstanbul Üniversitesi ile ilgili olarak yaşanıyor.

İstanbul Üniversitesi, eski Kadıköy Hali'nde eğitim veren konservatuvarını uygun bir binaya taşımak istiyordu.

Bunun için en uygun yer olarak Çengelköy'deki, Hazine'ye ait Vahideddin Köşkü ve Koruluğu bulundu.

Boş duran ve giderek viraneye dönüşen müthiş bir mekán. Tam bir sanat yuvası.

Hazine'ye ait bu yerin İstanbul Üniversitesi'ne devri için gerekli çalışmalar yapıldı. Kültür Bakanlığı, söz konusu bina ve arazinin üniversiteye devrinde hiçbir sakınca olmadığını Maliye Bakanlığı'na bildirdi.

Tam işlemler başlayacakken hükümet değişti. Kültür Bakanı Suat Çağlayan gitti, yerine Hüseyin Çelik geldi.

Ve Bakan Çelik'in ilk icraatından biri de, Vahideddin Köşkü'nün İstanbul Üniversitesi'ne devrine imkán sağlayan Kültür Bakanlığı ‘‘olur’’unu kaldırmak oldu.

Son decere doğru bir iş, iktidar ile üniversiteler arasındaki çekişmeye kurban gitti.

AKP ile YÖK arasındaki düellonun kurbanı, konservatuvar öğrencileri oldu.

Bu ‘‘ucuz’’ hesaplaşma, Kültür Bakanı Hüseyin Çelik'e hiç ama hiç yakışmadı.

Ne yazık ki başka söyleyen yok

GENÇ Parti, parti değil. Biliyoruz. Cem Uzan'ın oyuncağı.

Baraj altı kaldıkları seçimde milletvekili adayı olarak gösterdikleri kişilerin büyük bölümü partinin yerini bilmiyordu, üyesi değildi. Cem Uzan'ı görmediler bile.

Ama birkaç günden beri bakıyorum da, Uzan'ın oyuncağı, kapımızdaki savaş tehlikesiyle ilgili somut bir şeyler söyleyen tek ‘‘siyasi oluşum’’. Ne Meclis içindeki, ne de Meclis dışındaki muhalefet, bu konuda tek bir şey söylemiyor. Ne CHP'nin, ne DYP'nin, ne ANAP'ın, ne de diğerlerinin Irak'a yapılması muhtemel operasyona ‘‘karşı veya yandaş’’ oldukları konusunda bir bilgi sahibi olamıyoruz. Baykal, ‘‘Karar AKP'nin kararı olacaktır’’ diyor ama kendi fikrini söylemiyor. Mehmet Ağar'dan da bir görüş gelmiyor, Ali Talip Özdemir'den de.

Ama Cem Uzan, şu veya bu nedenle de olsa, sırtında yumurta kefesi taşımamanın rahatlığıyla da olsa fikrini söylüyor. Ne yazık ki, cesaretle ‘‘savaşa hayır’’ diye yüksek sesle bağırabilen bir tek o var. Ve aklıma İsmet Paşa'nın o meşhur sözü geliyor.

‘‘Keşke bu ülkede namuslular da cesur olabilse.’’

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Devletin kurumları, vatandaşın hakkını gasp edecek anlaşmalar yapmadığı zaman.
Yazının Devamını Oku

Anayasa Mahkemesi'nden anlamsız bir karar

23 Ocak 2003
<B>DÜNYAYI </B>gezip gittiği her yerde neredeyse <B>‘‘devlet başkanı’’ </B>muamelesi gören <B>Recep Tayyip Erdoğan'</B>ın işleri içerde rast gitmiyor. Türkiye'nin içinde bulunduğu iki başlı iktidar ortamından kurtulması için Erdoğan'ın bir an önce Meclis'e girmesi ve başbakanlık koltuğuna oturması beklenirken, Anayasa Mahkemesi'nin kararıyla durum daha da ‘‘kaotik’’ bir hale geldi.

Benim bugün bu yazının yerinde bulunmak üzere kaleme aldığım yazıda Erdoğan'ın Siirt'te seçime girmekten korkmaması ve Baykal'ın da Siirt'te ‘‘bölgesel etkinliği yüksek’’ partiyle işbirliği yapmayarak ‘‘siyasi normalleşmenin’’ önünü açması öneriliyordu.

Bu yazı Anayasa Mahkemesi kararıyla ‘‘düştü’’.

Karar, Türkiye'nin ‘‘kritik gündemli’’ günlerinde ‘‘anormal’’ bir gündem daha oluşturdu.

Oysa Türkiye'de artık Erdoğan'ın milletvekili, genel başkan ve başbakan olmasının önünde yasal bir engel yok.

Şu anda yapılmakta olan, Erdoğan'ı değil, Türkiye'yi engelliyor.

Türkiye zaman kaybediyor. Boşuna tartışıyor.

Anayasa Mahkemesi ‘‘vaktinde vermediği’’ bir kararın faturasını ülkeye ödetiyor.

Mahkeme bu kararı ‘‘vaktinde’’ verse, bir anlam ifade ederdi.

Ama şimdi ‘‘anlamsız’’. Boşu boşuna.

Çünkü Erdoğan şimdi seçilme haklarına sahip. Genel başkan da olur, seçilirse başbakan da.

Ülkeyi normalleştirmek için hızla yapılması gereken Erdoğan'ı ‘‘artık hak ettiği’’ koltuğa oturtmak olduğu halde, Türkiye'de tam tersi yapılıyor.

Normalleşmenin önü ‘‘kesiliyor’’.

Gelecek değil, geçmiş hesaplanıyor.

Bu kararla Erdoğan hiçbir şey yitirmiyor. Sadece o ve ülke zaman kaybediyor.

Oysa bir ülkede hukuk ‘‘ülkenin önünü açmak’’ içindir.

Ancak Türkiye'de bir yandan Anayasa Mahkemesi, bir yandan Yüksek Seçim Kurulu, yani iki ‘‘hukuk kurumu’’, ülkenin önüne ‘‘kasisler’’ koyuyor.

Bu yüzden de sarsıla sarsıla ilerlemeye çalışıyoruz.

Amerika şimdilik ucunu gösteriyor


1 askerimiz şehit edilip, 5 askerimiz de yaralanınca, bu köşede ‘‘manidar’’ bir yorum yapmıştık.

Türkiye, ABD'ye destek konusunda kararsızlık geçirirken, uzun zamandır uykuda olan PKK birdenbire ortaya çıkıyor ve saldırıyordu.

Ardından, PKK veya yeni adı ile KADEK ile ABD arasında ‘‘bazı’’ görüşmeler olduğu tezi ortaya atılıyor, bu tez ABD tarafından yalanlanırken, Türk istihbarat birimlerince doğrulanıyordu.

Türk kamuoyu tam bunları konuşurken, HADEP'ten ‘‘dehşet verici’’ bir açıklama geldi.

‘‘KADEK Genel Başkanı Abdullah Öcalan'ın tecrit koşullarından çıkarılması’’ yani bir anlamda serbest bırakılması talebi HADEP İstanbul İl Başkanlığı antetli bir káğıda yazılıp, haber merkezlerine fakslandı.

Amerikalı yetkili ve yetkisiz personelin Güneydoğu Anadolu'da turlamaya başladığı haberleri bir süredir geliyor.

ABD'nin ‘‘diplomatik’’ misyonuna dahil personelden ‘‘orta üst düzey’’ bazı kişiler bölgede dolaşıp işadamlarıyla, yerel sivil toplum temsilcileriyle görüşüyorlar.

Türkiye, Irak'a yapılması muhtemel Amerikan operasyonuna verilecek destekle ilgili olarak ABD'nin önüne bir fatura koyuyor.

ABD ise ‘‘destek verilmemesi’’ halinde ödenecek faturanın ‘‘ucunu’’ gösteriyor.

Türkiye operasyona katılırsa neler kaybedeceğini anlatıyor.

ABD ise kendisini yalnız bırakmamız halinde neler kaybetmeye hazırlıklı olmamız gerektiğini hatırlatıyor.

Bölgede müthiş bir satranç oynanıyor.

Türkiye açısından tehlikeli olan, bu ‘‘kritik’’ oyunda her biri farklı tarzı benimsemiş oyuncuların Türkiye adına masada olması.

Savaş ne zaman?


IRAK'a yapılması muhtemel operasyonun zamanlaması çok merak ediliyor. Özellikle Türkiye açısından bu tarih çok önemli.

Eğer olacaksa ‘‘bir an önce’’ başlayıp bitmesi Türkiye'nin lehine.

Böylelikle başta turizm olmak üzere, sektörler ve dolayısıyla genel olarak ‘‘ekonomi’’ daha az zarar görecek.

Peki ne zaman!

Kurban Bayramı'ndan önce olmayacağı kesin gibi. Bayram arifesinde bölge ülkelerinin tepkisini çekmek ABD'nin istediği bir şey değil.

Bayramda da bu pek mümkün değil. Ama bayramın ardından her an olabilir.

İslam ülkelerinin pek çoğu Kurban Bayramı'nı Türkiye'ye oranla daha kısa yapıyor.

Yani 14 Şubat Cuma gününden itibaren her an olabilir.

Rus istihbaratı ‘‘Şubatın ikinci yarısı’’ diyor.

ABD de ise bu saldırıya ‘‘anlam’’ kazandırmak için 22 Şubat'ı, yani ABD Kurucu Başkanı olarak tanımlanabilecek George Washington'ın doğun gününü önerenler var.

Operasyonun Bağdat'taki şehir savaşları dahil en fazla 2 ay sürmesi planlanıyor.

Nisan ortasından itibaren sıcaklar ABD'yi engelleyecek.

Bu işin olacaksa şubatın son haftasında başlayacağını söylemek ‘‘yanlış’’ olmaz.

Bilenler öyle diyor.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Dedikoduyu üreten kadar, yayanın da ahlaksız olduğunu kabul ettiğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku

ABD ve ‘Red Neck’ dönemi

22 Ocak 2003
<B>AMERİKA </B>Birleşik Devletleri'nin Ankara Büyükelçisi <B>Robert Pearson'</B>ın <B>‘‘sömürge valisi’’ </B>tavrından duyduğum rahatsızlığı daha önce dile getirmiştim. Ama ben Pearson'dan çok, Pearson ‘‘ıslık çalınca’’ koşa koşa kapısına gidenlere kızıyordum. Siyasetçisinden işadamına herkes ABD Büyükelçisi tarafından ‘‘bilgilendirilmeye’’ pek bir meraklıydı.

Hadi işadamı neyse ama siyasetçilerin ABD Büyükelçiliği'nin kapısında ‘‘kuyruğa’’ girmelerine hiç anlam veremedim.

Hatta çok ‘‘aşağılayıcı’’ buldum. Bunu da yazdım.

ABD Büyükelçisi bu yazılanı okudu mu bilmiyorum.

Ama Türkiye'nin ‘‘önde gelenlerini’’ ayağına çağırmaktan mutlu olduğu kesin olmalı ki, ‘‘diplomatik nezaket’’ sınırlarını zorlamaya başladı.

Ve son olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Bülent Arınç'ı arayarak, ‘‘bilgi vermek üzere’’ Amerikan Büyükelçiliği'ne davet etti.

Oysa ‘‘nezaket’’, büyükelçinin bilgi vermek üzere Meclis Başkanı'na gitmesini gerektirirdi.

Yani ‘‘normal’’ bir ülkenin büyükelçisi, bu ülkenin ‘‘üstten ikinci’’ makamı olan Meclis Başkanı'nı arar ve ‘‘Bilgi vermek üzere makamınıza gelmek istiyorum’’ diyerek randevu alırdı.

Ama ABD Büyükelçisi böyle yapmadı.

Meclis Başkanı'nı ‘‘ayağına’’ davet etti.

Gerçi Amerika'nın bugünkü yönetimine bakıldığında bu normaldi.

Başkanı televizyona çıkıp, düşman bile olsa başka bir ülkenin başkanına ‘‘I am sick and tired of Saddam Hüseyin’’ derse, büyükelçisi de ‘‘dost ve müttefik’’ bir ülkenin Meclis Başkanı'nı ‘‘ayağına’’ çağırabilirdi.

Ama en sonunda ABD Büyükelçisi Pearson'a birisi ‘‘had’’ hatırlatması yaptı.

Meclis Başkanı Bülent Arınç, Pearson'ın bu ‘‘küstah’’ davetini, terbiyeli bir biçimde ‘‘Kusura bakmayın işim var’’ diyerek geri çevirdi.

Aynı şekilde ‘‘küstah’’ bir biçimde davet edilen Meclis Dışişleri, Milli Savunma, Plan ve Bütçe ile İnsan Hakları komisyonları başkanları da daveti geri çevirdiler.

Pearson, bu kez baltayı taşa vurdu. Belki bundan böyle bir miktar ‘‘nezaket’’ sahibi olmayı başarır.

NOT: Yazıda kullanılan ‘‘I am sick and tired of Saddam Hüseyin’’ cümlesi, Türkçe'ye ‘‘Saddam'dan illallah dedim’’ veya ‘‘Bu Saddam'dan bıktım usandım’’ şeklinde çevrilebilir ve biraz argo bir terimdir. Başlıktaki ‘‘Red Neck’’ sözcüğü ise Amerika'da ‘‘Hanzo’’ anlamında kullanılabilir.

Fenerbahçe'nin Revivo kárı 200 bin dolar


FENERBAHÇE yönetimi, eski futbolcuları Haim Revivo'nun Galatasaray'la anlaşmasından sonra biraz yaygara yapmaya hazırlanıyor.

Sözleşmenin imzalanmasının ardından Başkan Aziz Yıldırım, Galatasaray Başkanı Özhan Canaydın'ı arayarak, ‘‘Centilmenlik bu mu, biz de Hasan'ı mı aalım?’’ diyor.

Yapılan işin centilmenlik dışı bir tarafı yok.Hatta biraz fazla centilmence yapılmış bir transfer.

Fenerbahçe yönetimi ise aslında ‘‘tribünlere’’ oynuyor.

Çünkü bütün Fenerbahçe yönetimi biliyordu ki, Revivo ile mukavele feshedilince, Revivo Galatasaray'a gidecek.

Hatta Fenerbahçe bunu öylesine iyi biliyordu ki, Revivo'nun fesih anlaşmasına bununla ilgili bir madde bile koydu.

Revivo eğer Galatasaray'a giderse Fenerbahçe'den alacağı miktardan 200 bin dolar indirim yapılacaktı. Yani Fenerbahçe, Revivo'yu Galatasaray'a 200 bin dolara sattı.

Bunu da sözleşmeye yazdı.

Bana sorarsanız akıllıca da bir iş yaptı. Borçlu olduğu ve beş para alamayacağı bir adamdan epey para kopardı.

Şimdi ise taraftar tepkisinden korktukları için çıkıp ‘‘ağlıyorlar’’.

Hiç yapmasınlar.

Herkes biliyordu ki, Revivo Fenerbahçe'den ‘‘kurtulur kurtulmaz’’ Galatasaray'a gelecek.

Herkesin bildiğini eğer bir Fenerbahçe yönetimi bilmiyorduysa, ayıp...

Bu mu geçmişiyle gurur duyan millet!


TÜRKİYE'nin en büyük gazetesi yazıyor, bir caminin trilyonluk çinileri göz göre göre çalınıyor.

Kimsenin kılı kıpardamıyor.

Bu durumu tanımlayacak ünlemler var ama bizim de ‘‘ilkelerimiz’’ var, yazamıyoruz.

Murat Bardakçı, ‘‘Bu caminin çinileri çalınacak’’ diye yazdı, önlem alınmadı.

Çiniler çalındı.

Hürriyet, ‘‘Çiniler çalınacak dedik çalındı’’ diye yazdı.

Kimse tınmadı.

Ve aynı caminin geri kalan çinileri de çalındı.

Hálá kimsenin umurunda değil.

Asıl büyük rezalet ise, Hırsızlık Masası soygunu Hürriyet'ten öğreniyor. Yani Hürriyet yazmasa soygundan dahi haberleri olmayacak.

Ve bu ülkenin insanı geçmişine bağlı, bu ülkenin insanı tarihine saygılı, bu ülkenin manevi değerleri güçlü...

Hadi canım, kimi kandırıyorsunuz!

Bunların hepsi palavra.

Ya da en azından artık öyle olmuş.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Futbolcuların dinsel kimlikleri, başka bir takıma transfer olunca konu edilmeye başlanmadığı zaman.
Yazının Devamını Oku

Anahtar Türkiye'de

21 Ocak 2003
<B>ORTADA </B>ciddi bir açmaz var. Türkiye harekáta destek vermedikçe, ABD operasyonunun Irak'ta çabuk ve kesin bir başarıya ulaşma şansı az. <B>Saddam </B>bunu biliyor. Ve bu yüzden de direniyor. Bu da ABD'yi sıkıntıya sokuyor. Irak'a yönelik bir operasyonu kaçınılmaz hale getiriyor. Tam tersine, Türkiye harekáta destek verirse, Saddam'ın dayanması imkánsız. Bu imkánsızlığı gören Saddam'ın böyle bir durumda ülkeyi terk etme olasılığı güçleniyor.

Yani bir anlamda Türkiye'nin ‘‘barışçı’’ tavrı, ABD'yi savaşa itiyor.

ABD'nin Türkiye'yi yanında görmek istemesi bu yüzden.

Barışçı çözüm için de, savaşlı çözüm için de Türkiye şart.

Bu ağır sorumluluk içinde manevra yapmak ise oldukça güç.

Hatalı kararın bedelini bölge ödeyecek.

Erdoğan geziyor, işadamları ve gazeteciler ödüyor


OKURLAR soruyor. ‘‘Tayyip Erdoğan dünyayı geziyor. Bunu kim finanse ediyor. Hiçbir resmi niteliği olmayan Erdoğan'ın gezileri devlet kesesinden mi?’’

Haklı bir soru.

Bu soruyu Erdoğan'ın ilk yurtdışı gezisinde sorduk.

AKP yönetiminden şu yanıt geldi:

‘‘Genel Başkanımızın gezilerinin finansmanı katılımcılardan alınan ücretlerle gerçekleştirilmektedir.’’

Yani gezinin maliyeti belirleniyor. Daha sonra bu maliyet geziye katılan işadamı ve gazetecilere bölüştürülüyor.

İlk birkaç gezide sesimizi çıkartmadık.

Ancak daha sonra talep edilen rakamlar çok yükseldi.

Dayanamadım.

AKP'nin basın işlerini yürüten gruba şikáyetimizi ilettim:

‘‘Bu fiyatlarla AKP'nin ciddi bir geliri oluşacak. Parti misiniz, turizm şirketi mi?’’

Daha sonra işadamları ile basına iki ayrı tarife uygulamaya başladılar.

Geziyi takip eden gazeteciler, kendi işlerini takip etmek için seyahate katılan işadamlarından biraz daha az para ödemeye başladılar.

Ancak Erdoğan bu hızla ve bu fiyatlarla gezmeye devam ederse, gazeteler ve televizyonlar mali açıdan zor günler yaşayacak.

Kimse babamın oğlu değil


BİR okurum ‘‘kendince haklı nedenlerden’’ sitem ediyor:

‘‘Sayın Altaylı, Sabah Gazetesi'nin yaptığı yanlış olabilir ama AKP'nin avukatlığını yapmak size yakışmıyor.’’

Şu köşede yıllardır yazdım.

Bazen avukat, bazen savcı olduk.

Yargıç olmamaya çalıştık ama bazen sınıra çok yaklaştık.

Eski politikacılardan Mesut Yılmaz aleyhine en çok yazı yazanlardan biri oldum genelde.

Ama Ford için Gölcük'te fabrika arazisi verdiğinde çok eleştirilirken avukat olup onu da savundum. Çünkü haksızlığa uğradığına, yaptığının doğru olduğuna inandım.

Ama sonrasında gerektiğinde yine eleştirdim.

Bülent Ecevit'i bazen ‘‘kırıcı’’ olacak kadar eleştirdim.

Ama ona karşı haksız tavırlar alındığında, savunan yine ben oldum.

Gün geldi, Tansu Çiller'i bile savunan yazılar yazdım.

Çünkü benim işim ‘‘doğrudan yana’’ olmaya çalışmak.

Bazı meslektaşlarım gibi olamıyorum.

Kendimi hiçbir siyasi fikir, parti ya da kişiye ait ya da yakın göremiyorum.

Görmek isterdim.

O zaman iş kolay.

Baştan tavrınızı koyarsınız.

‘‘Ben AKP'ye karşıyım. Ne yapsa, ne etse karşıyım. Ağzıyla kuş tutsa karşıyım’’ diyemiyorum.

Bunu ne CHP için, ne DYP için, ne ANAP için diyebiliyorum.

Tam tersi de geçerli.

‘‘Ben yedi göbektir CHP'liyim. Onlar ne yapsa benim doğrum odur’’ da diyemiyorum.

Keşke diyebilsem.

Onu dediğiniz anda rahatsınız. Az veya çok birileri arkanızda olacak.

Benim yaptığım ise zor.

Dostunuz yok.

Bugün öven yarın sövüyor, bugün söven yarın övüyor.

Bazen de koro halinde sövüyorlar, ki en çok olan bu.

Ama bu bizim şeref madalyamız.

Geçen yıl bir cumartesi günü eşim ve kızımla yoldayız. Telefon çaldı.

Arayan bir bankacı. Yıllarca aleyhinde yazılar yazdığım ve bana sayısız dava açarak benden müthiş tazminatlar isteyen bir bankacı.

‘‘Fatih Bey, benim hakkımda olumsuz çok şey yazdınız. Ama bugün içinde bulunduğum durumda benim hakkımı o günlerde yanımda olan dostlarım değil siz verdiniz. Çok teşekkür ederim’’ dedi.

Mesele bu işte.

Benim işim kimliklerle değil, icraatla.

Bu yüzden de dostum pek az.

Ama çok mutluyum.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Yaşadığımızı dedikodu yayarak ispatlamaya çalışmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Sarıkaya: ‘‘Öyle değil Fatih’’

20 Ocak 2003
<B>SABAH </B>Gazetesi Ankara temsilcisi, çok sevdiğim arkadaşım, dostum <B>Muharrem Sarıkaya </B>cumartesi sabahı aradı. ‘‘Cüneyt Zapsu haberinin nedeni senin yazdığın gibi değil’’ dedi.

‘‘Ankara'da ve AKP kulislerinde konuşulan bu’’ dedim.

‘‘Emin ol değil’’ dedi.

Muharrem, manşetlerinin Ankara'da belirli çevrelerde Zapsu'nun tavırlarından doğan rahatsızlığı yansıttığını söyledi.

Dış ilişkiler konusunda Zapsu'nun tavrının, Türkiye'nin dış ilişkilerini değişik platformlarda temsil eden ve sürdüren kişileri ‘‘rahatsız ettiğini’’ söyledi.

Ben de Muharrem Sarıkaya'ya, yorumumda ‘‘haksızlık’’ etmiş olabileceğimi ama pek çok kişinin bu olayı benim gibi yorumladığını söyledim.

O günkü yazımda da yazdığım gibi Sabah'ın genetik kodu ve benim bu kodun ‘‘geçmişini’’ bilmem böyle düşünmeme neden oldu.

Keşke yanılıyor olsam.

Keşke Sabah geçmişini unutturup ‘‘düzgün’’ bir gazete olmayı başarabilse.

Keşke devlete olan 1 milyar dolar borcunu ödese.

Keşke...

NOT: Cuma günü yazımı yazarken iki ‘‘hata’’ yapmışım. AKP kurucusu Zapsu diyeceğime, AKP milletvekili Zapsu demişim. Sabah yazarı Ahmet Hakan'ı da, nedense Ali Hakan yapmışım.

Dedikoducu aşağılıklar


RECEP Tayyip Erdoğan'ı ve beraberindekileri Çin'den Türkiye'ye getirecek uçak havada arıza yapıyor.

Uçak mecburi iniş yapmak zorunda kalıyor.

Allah'tan arıza önemli değil, rahat bir iniş oluyor. Yolcular uçaktan iniyor ve bir salona alınıyorlar.

Salona alınan yolculardan biri (bir işadamı) bana, ‘‘okkalı’’ bir küfür savuruyor.

‘‘Hayırdır?’’ diye soruyorlar.

Bir küfür daha ediyor ve anlatıyor, ‘‘...... ekrana çıkmış ve bizim uçağın motorları yanarak inişe geçtiğini ve haber alınamadığını söylemiş. Türkiye'de herkes panikte.’’

Bir anda dedikodu yayılıyor ve benim uçaktaki arıza ile ilgili olarak ekrana çıktığım yolunda bir ‘‘dedikodu’’ yayılıyor.

Benimse olayla ilgim yok.

Değil ekrana çıkmak, o saatlerde Kanal D binasında dahi değilim.

Bir toplantıdayım ve uçakla ilgili gelişmelerden haberim bile yok.

Duymadığım ve bilmediğim bir olayla ilgili olarak ekrana çıkıp konuştuğum ‘‘şayiası’’ yüzünden Çin'de bana sövülüyor.

Uçakta bulunan muhabir arkadaşım Kerem Kırçuval olayı bana saatler sonra haber verebildi.

Tabii hakkımda çıkarılan dedikoduyu da.

Son derece rahatsız oldum.

Ve Türkiye'ye gelmelerinden sonra uçakta bulunan bazı işadamlarını aradım.

Hepsi, ‘‘Vallahi ben demedim ama öyle bir dedikodu oldu. Hatta bir gazeteci arkadaşın eşinden duyduğu söylendi ama sonra evini aradı ve böyle bir şey olmadığı ortaya çıktı’’ gibisinden laflar ettiler.

Osman Hattat en komiğiydi.

‘‘Üzülme. Demek ki, televizyon haberi denince akla sen geliyorsun’’ dedi..

Ama ben üzüldüm.

Biz sorumlu bir televizyonculuk yapmak için müthiş bir uğraş veriyoruz.

Televizyon haberciliğinin ‘‘pisliklerden’’ arınması ve evrensel standartları yakalaması için bazı diğer televizyoncu arkadaşlarımızla beraber uğraşıyoruz.

Ama dedikoduculardan kurtulamıyoruz.

Savaş biter, Irak işi bitmez


CUMA akşamı bir yemekteydim. Büyük bir grubun üst düzey yöneticiliğinden emekli olan bir ‘‘masa komşusu’’ bir soru sordu: ‘‘Fatih Bey, Irak'ta olası bir savaşta ABD'nin başarılı olamayacağını yazıyorsunuz. Oysa Irak ordusu geçen savaşa göre daha zayıf.’’

‘‘Hayır’’
dedim. ‘‘Ben ABD savaşta başarılı olamaz demiyorum. Eğer Türkiye de destek verir ve kuzey cephesi de açılırsa savaş umulandan çok kısa sürer. ABD Irak'ı bir hafta içinde ezer geçer. İki ay içinde yeni yönetimi oluşturur. Ben ABD savaşı kazanamaz demedim. Ben ABD savaş sonrası Irak'a hákim olamaz dedim. Bu ikisi farklı.’’

Gerçekten de, ABD'nin Irak'ta bir kukla yönetim oluşturabileceğine ve bunu sürekli kılabileceğine inanmıyorum.

Her birinin içinde farklı din, mezhep ve etnik kökenden insanlar barınan 1200 kabileden oluşan ve düzenini binlerce yıldır buna dayandıran bir toplumda, ABD'nin ‘‘kukla’’ idaresi çok sürmez.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Geçmiş, gelecekten korkmadığı zaman.
Yazının Devamını Oku

Oldu mu Ergun Babahan!

18 Ocak 2003
<B>SABAH </B>Gazetesi'nin Yayın Yönetmeni, Sevgili <B>Ergun Babahan,</B> başarılı bir gazeteci. Yaptığı pek çok şeyi çok beğeniyorum.

Ama bazen öyle fahiş hatalar yapıyor ki, bir çuval inciri berbat ediyor.

Bunların Ergun Babahan'ın değil, Sabah'ın ‘‘genetik’’ yapısından kaynaklandığını düşünüyorum.

Sabah, ‘‘müessese’’ meselelerini, manşetleriyle çözmekle ün salmış bir yayın organıydı.

Son zamanlarda bu konuda daha az ‘‘açık verir’’ olmuştu.

Ama dün yine ‘‘patladı’’.

Dediğim gibi genetik olsa gerek.

Gelin en iyisi meseleyi anlatayım.

Sabah'ın dünkü manşetinde ‘‘Gül'ün dikeni’’ başlığıyla, AKP milletvekili Cüneyt Zapsu hedefti.

Resmi bir sıfatı olmadan, devletin tüm sırlarını bilmekle suçlanıyordu.

Oysa Zapsu başından beri Tayyip Erdoğan'ın yakını ve Erdoğan'ın sırdaşı.

Yani dün olan bir şey yok.

Zaten adam da milletvekili.

Yani Zapsu'nun durumunda bir yenilik yok. Yıllardır Erdoğan'la ilişkisi bu.

Ama Sabah bunu ‘‘dün’’ haber yapıyor.

Peki Cüneyt Zapsu'yu Sabah'ın ‘‘hedef tahtası’’na oturtan gerekçe ne, söyleyeyim mi?

İnanmayacaksınız ama komik, çocukça bir gerekçe ile bir gazete manşetten bir adama saldırıyor.

Mesele Davos Zirvesi.

Bu yıl Davos Zirvesi'ne Tayyip Erdoğan katılacak ve büyük önem veriliyor.

Bu zirveyle ilgili akreditasyonlar yapılırken Sabah Gazetesi uyumuş. Akreditasyon yaptırmamış.

Sonra dün uyanıp bu işin mimarı Zapsu'ya başvurmuşlar.

Ancak geç kalındığı için yapılacak bir şey yok.

Sabahçılar açıkta kalmışlar.

Oysa akredite olanlar zirveye Erdoğan'la birlikte gidecekler.

Erdoğan'a haber için mi, başka maksatla mı yakın olmak isterler bilemem.

Ama yoklar.

Hal böyle olunca da, Zapsu'ya ‘‘Sen misin bizim için özel muamele yapmayan. Bak sana ne ederiz’’ deyip, hedef tahtasına koymuş ve manşet yapmışlar.

AKP iktidar olunca Sabah'ta ‘‘köşe bulan’’ Ali Hakan bu işi yatıştırmak için devreye girmeye çalışmış ama olmamış.

Zapsu manşetten karalanmış.

Şimdi soruyorum sana Sevgili Babahan.

Oldu mu bu!

Bu mu senin ‘‘Biz artık adam olduk’’ dediğin Sabah.

Haber değerlendirirken


KİMİ okurlar, 1 erimizin şehit, 5'inin de yaralanmasıyla ilgili haberi ‘‘yeterince büyük’’ vermememizden yakındılar.

Oysa Türk basını, 1 haber kanalı hariç, bu konuda son derece sorumlu davrandı.

İçimizin yanmasına rağmen bu konuyu büyütüp, teröre, terörden medet umanlara ‘‘güç’’ vermedi.

Onların Türkiye'de huzursuzluk ve istikrarsızlık yaratma isteklerini engelledi.

Bazı haberleri ‘‘küçük görmek’’ gerekir.

Bizi çok üzse de...

Kaçma zamanı değil


DENİZ Baykal, kritik dönemde iktidar olmamanın keyfini sürüyor.

Ama bence ‘‘iyi yapmıyor’’.

‘‘Türkiye savaşa girerse bu AKP'nin kararı olacaktır.’’

Biz haftalardır burada bu kararın ‘‘Sadece AKP kararı olmayacak kadar önemli’’ olduğunu vurgulamaya çalışıyoruz.

Toplumun bütün güçlerinin bilgilendirilmesi ve Türkiye'nin, hatta bölgenin geleceğini kuvvetle etkileyecek bu kararın ‘‘birlikte’’ alınması gerektiğini söylüyoruz.

Meclis'teki gruba olan ‘‘yegane’’ muhalefet, ‘‘Karar AKP'nin kararı olacak’’ deyip çekiliyor.

Bu mu sorumlu muhalefet anlayışı.

Durum ‘‘siyasetüstü’’.

Askerler üstlerine düşen sorumluluğu alıyor.

Sivil toplum kuruluşları sorumluluk almak için girişimlerde bulunuyor.

Ana muhalefet ise ‘‘Biz karışmayız’’ diyor.

İş değil.

Deniz Bey'i hep ‘‘güvenilir’’ bulmuşumdur.

Ama bu yaptığı ‘‘devlet adamlığı’’ değil.

Bu tavırla, Bülent Tanla'nın anketlerinden başka hiçbir yerde yükselemeyeceklerini bilsinler.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Bit pazarına nur yağdırmaya çalışmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Başüstüne Mr. Pearson

17 Ocak 2003
<B>AMERİKA </B>Birleşik Devletleri'nin Ankara'daki Büyükelçisi <B>Robert Pearson'</B>ı <B>‘‘ilgiyle’’ </B>izliyorum. Türkiye'nin her kritik döneminde soruna ‘‘el koyuyor’’.

İlk olarak Kemal Derviş'in Türkiye'de göreve başladığı dönemde dikkatimi çekti.

Pearson siyasi liderlerle görüşerek Kemal Derviş'in desteklenmesini ve kendisine kolaylıklar sağlanmasını istedi.

O dönemde Pearson'ın bu talebi hemen yerine getirildi.

En ‘‘hazzetmeyenler’’ bile, söve saya da olsa Derviş'in yoluna çıkmamaya gayret gösterdiler.

Sonrasında dönem dönem Pearson'ın yine ön plana çıktığı olaylar gördük.

ABD Büyükelçisi son haftalarda yine ‘‘başrol’’ sayılabilecek kadar sahnede.

ABD'nin Irak'a yapmak istediği operasyonda Türkiye kararını netleştiremedikçe, Büyükelçi Pearson giderek aktif bir rol oynamaya başlıyor.

Elbette ki, ülkesinin çıkarları ve talepleri konusunda bazı girişimlerde bulunması doğal.

Ancak Pearson burada sanki biraz ‘‘hududu’’ aşıyor.

TÜSİAD ile İstanbul'da içeriği belirsiz bir görüşme yapıyor.

Ne konuşuluyor bir bilgimiz yok ama ilginçtir, TÜSİAD Başkanı birdenbire hükümete yüklenmeye, Irak konusunda bastırmaya başlıyor.

Onun öncesinde anamuhalefet lideri Baykal'ı arıyor ve hükümetin vermediği bilgileri aktarıyor.

Ardından CHP ve AKP Grup Başkanvekilleri ile görüşerek ‘‘lobi’’ yapıyor.

Bu arada bir grup AKP'li milletvekili bir Amerikan uçak gemisine götürülüyor.

Aslına bakarsanız, büyükelçi, büyüklüğünün farkında ve kendi açısından gerekeni yapıyor.

Ancak bizimkiler biraz küçülüyorlar gibime geliyor.

Hani KADEK terör yapmayacaktı?

2 yıldır eylem yapmayan PKK ya da yeni adıyla KADEK, dün birdenbire hortladı.

Ben bu yazıyı yazarken, tam kaybımız henüz açıklanmamıştı ama en az 1 şehit ve 5 yaralıdan söz ediliyordu.

Zamanlama ilginç.

Güneydoğumuzda hava ısınıyor.

Türkiye kararsız.

Ve ani bir terör hareketi.

Acaba bir mesaj mı?

Mülkün temeli böyle mi oluyor?

MAHKEMELERİN duvarlarına kazınmıştır, ‘‘Adalet mülkün temelidir’’ diye.

Ama o sadece bir ‘‘duvar yazısıymış’’ ve gerçekle alakası yokmuş. Saros'tan bana ulaşan bir grup vatandaşın sundukları belgeler bunu kanıtlıyor. Bazı Türk vatandaşları, Saros Körfezi'nde araziler satın almışlar. Kimi 50, kimi 30 yıl önce. Tapulu mallar. Ardından bu arazilerin üzerine yine kimi 40, kimi 30 yıl önce kendileri için evler yapmışlar. Ruhsatlı, izinli, tapulu. Ve bu evlerde yıllarca oturmuşlar, yaşamışlar, hatıralar biriktirmişler. Sonra 1995 yılında bu yurttaşlarımızın oturduğu yer ‘‘Askeri Yasak Bölge’’ ilan edilmiş. Ve ardından da vatandaşlarımızın tapulu, ruhsatlı binaları hakkında yıkım kararları çıkarılmış. Üstelik de, herhangi bir ‘‘kamulaştırma işlemi’’ yapılmadan. Tam anlamıyla bir gasp. Yurttaşların ‘‘Anayasa’’ garantisindeki ‘‘mülkiyet’’ hakları açıkça ellerinden alınıyor. Ve hiçbir mahkeme de bu duruma ‘‘dur’’ diyemiyor.

Bu devlet, vatandaşlarına tapuları ve ruhsatları ‘‘süs’’ diye mi veriyor?

Sekreterlik sırdaşlıktır başka şey değil

AKP Diyarbakır Milletvekili Aziz Akgül, ‘‘Sekreterlere sekreter denmemesi için bir çalışma başlatıyormuş’’. Gerekçesini ise şöyle açıklıyor sayın milletvekili: ‘‘Sekreter sözcüğü toplumda kötü çağrışımlara neden oluyor.’’ Allah Allah!.. Bende hiç öyle olmuyor, acaba sayın milletvekilinde mi öyle oluyor? Yıllardır sekreterim Gülay'la büyük bir dostluk içinde çalışıyoruz. Pek çok arkadaşım da aynı şekilde. Bir tek kişinin bile aklına kötü bir çağrışım gelmiyor. ‘‘Bazı ahlaksızlar, bazı mesleklerle ilgili kötü çağrışımlara neden oluyor’’ diye bir korkusu var ise sayın milletvekilimin, o zaman sekreterlerle uğraşmayı bıraksın. Çünkü bu gidişle korkarım ‘‘milletvekili’’ yerine de yeni bir kelime aramak zorunda kalabiliriz.

NOT: Sekreter bana sadece ve sadece sırdaş çağrışımı yapıyor. Fransızca ‘‘secret’’ yani sır kelimesinden çıktığı için olsa gerek.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Yazarların objektif olmasını isteyen okurlar, kendileri de objektif olabildikleri zaman.
Yazının Devamını Oku