Fatih Altaylı

Başbakanlık mı, babalık mı?

15 Şubat 2003
<B>GALİBA </B>daha önce de değindim; seçimlerden önce bir gün <B>Abdullah Gül </B>ile sohbet ediyorduk. Akşam saatleriydi.

Ben Gül ile buluşmadan önce eve uğramış öyle gelmiştim.

‘‘Gidip uyumadan önce kızımla biraz oynuyorum. Benim için her şeyden daha önemli’’ demiştim.

Gözlerinin dolduğunu gördüm.

‘‘Ben de bunu yapmaya gayret ediyorum ama bu siyaset öyle bir iş ki, emin olun çok zor oluyor’’ demişti.

Siyasetten çok çocuklar ve onlara vermemiz gereken sevgi üstüne konuşmuştuk.

Geçen pazar, evde canım sıkkın halde bir kadın dergisi okuyordum.

İçinde Hugh Grant'le yapılmış bir röportaj vardı.

Takıldım.

Grant bir yerde şöyle bir laf ediyordu:

‘‘Müthiş kariyeri olan bazı arkadaşlarım var. Ama o müthiş kariyer sahibi arkadaşlarım, çocuk sahibi olan arkadaşlarım kadar mutlu değiller.’’

Ne ‘‘harika’’ bir tespit.

Abdullah Gül'le çocuklar üzerine bir kez daha konuştuk.

Başbakan olmuştu. Ben de Ankara'daydım ve ‘‘Hayırlı olsun’’ ziyaretine gitmiştim.

Yine laf çocuklardan açıldı.

Çocukların okulundan söz ediyorduk. Kızının, arkadaşlarına Başbakan kızı olduğunu söylemediğini anlatıyordu. Fakat o sırada kızının kaçıncı sınıfta olduğunu hatırlayamadı.

Yoğun ve yorgundu. Haklıydı belki unutmakta.

Ama gözlerinden müthiş bir üzüntünün geçtiğini gördüm.

O an Başbakan olmaktansa, baba olmayı tercih edeceğini hissettim.

Ama olmuyordu galiba.

Bazen insan kendi hayatıyla ilgili tercihleri bile yapamıyordu.

Arife günü gazeteyi elime aldığımda, Abdullah Gül'ün ‘‘Çocuklarımın yüzünü özledim’’ cümlesi çarptı yüzüme.

Gözlerim doldu...

Başbakanlık ve babalık arasında sıkışmış bir ‘‘vicdan muhasebesi’’ geldi gözümün önüne.

Aynı veya benzer bir muhasebeyi kendi aklımda ve vicdanımda yaptım.

Ve soruyorum size, siz olsaydınız ne yapardınız?

Başbakanlık mı, babalık mı?

Hangisi daha önemli?

Zorla ABD vatandaşı mı yapacaksınız


HER sabah bilgisayarımı açıp e-maillerimi kontrol etmeye başladığımda, bir e-mail kendi kendine açılıp ekranımı kaplıyor.

Ve bir soru:

‘‘Amerika'ya giriş fırsatını tıklayın.’’

Kim olduğunu bilmediğim birileri ‘‘green card’’, yani Amerikan vatandaşlığına geçişin ilk adımını ‘‘pompalıyor’’.

Belli ki, bu mail her gün yüz binlerce kişiye otomatik olarak postalanıyor.

Hangi hakla ve neye dayanarak bilmiyorum ama birileri benim ‘‘özel alanıma’’ tecavüz ediyor, beni ‘‘Amerikan vatandaşı’’ olmaya ikna etmeye çalışıyor.

Maillerin yollandığı sitenin adı www.yesilkart.org.

Kimdir, necidir bilmiyorum.

Ama ben de onların mail adresini bulup, onlara her gün bir adet ‘‘Türk vatandaşlığına geçmek ister misiniz?’’ mail'i atacağım.

Fakat biliyorum ki, benimki bir tepki olacak, bir çözüm değil.

Çözüm içinse, adresime izinsiz yollanan bu maillerle ilgili olarak hukuki yollara başvuracağım.

Tabii bir yandan da bir hacker bulup bu sitenin icabına bakmak da yan işim olacak.

Arazi aracından spor otomobil olmaz


BAZI okurlar, yazdıklarımı yanlış anlamış.

Spor otomobil üreticilerinin yaptığı arazi araçlarını konu alan iki yazımı, bu araçları ‘‘spor otomobil’’ olarak tanımladığım şeklinde algılamışlar.

Spor otomobilin ne olduğunu iyi bilen biri olarak bu hatayı yapmadığımın bilinmesini isterim.

Bir otomobili spor yapan üreticisinin adı değil, üretilen otomobilin kimliğidir.

İster Porsche, ister Ferrari, ister Lamborghini, isterse Lotus ve hatta isterse McLaren üretsin, bir arazi aracına ‘‘spor’’ diyemeyiz.

Bir araç, motor gücü ne olursa olsun spor otomobil olamayacağı gibi, çok düşük beygir gücüne sahip ancak safkan spor otomobiller de vardır.

Sürücü, otomobil ve yol üçlüsünü en iyi şekilde buluşturan, kullanıcıya bunu hissettiren araçlar spor otomobil olabilir.

Teknoloji harikası, neredeyse kendi kendine gidecek kadar akıllı ve lüks araçlar spor olamaz.

Ne yazık ki, gerçek anlamda spor otomobiller giderek azalıyor.

Ferrari bile giderek güvenlik donanımı, lüks aksesuvar ve elektronik aksamı artırarak spor otomobillikten uzaklaşıyor.

Ferrari'nin son ürünü ‘‘Modena’’ bile spor otomobil olma konusunda kendisinden bir önceki F 355'in gerisinde. İşin kötüsü F 355 de, 512'nin gerisindeydi.

Bugün gerçek anlamda spor otomobil diyebileceğimiz araçlar, daha çok İngiltere'den çıkıyor.

Ama bunların hiçbiri arazi aracı değil. Olması da spor otomobilin tabiatına aykırı.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Tatil yapmayı değil, üretim yapmayı özlediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku

Hatayı kabullenme büyüklüğü

11 Şubat 2003
<B>BU </B>köşede yıllardır gücümüzün yettiğince hırsızla, uğursuzla, yolsuzluk yapanla, hortumcuyla savaştık. Çoğunda kazandık.Murat Demirel'i yazmaya başladığımda gülenler oldu.

Nail Keçili'yi teşhir ettiğimde kendisi bile güldü. Dinç Bilgin, Kamuran Çörtük ve daha onlarcası hep bu ‘‘köşeye’’ konuk oldular. O günlerde hepsi birer ‘‘küçük imparator’’du.

Ama sonunda çoğunun yolu Kartal'a, hepsinin yolu İflas Masası'na düştü. İş yargıya intikal edince sustuk. Yargı ‘‘susunca’’ yine konuşmaya başladık.

Ama hiçbir zaman ‘‘dünkü’’ kadar kötü hissetmedik kendimizi. Dün gazetemi açtım, birinci sayfada ‘‘Mustafa Süzer’’ bana bakıyor ve gülüyor.

Ve Kentbank'ın eski sahibinin, mahdumlarının ‘‘başarı öyküsü’’ karşımda. Ortada babalarıyla müthiş bir fotoğraf. Bilirim suç bireyseldir. Babaları banka batırdı diye çocukları dava etmek gerekmez, ama ‘‘hortumlanmış bir banka’’ ile oluşturulmuş servetin üzerine oturanları da ‘‘yüceltmek’’ gerekmez. Dinç Bilgin, M.E. Karamehmet ve daha onlarcasıyla bu gazetenin verdiği ‘‘özgürlük’’ ortamında kavga ettik. Vergi verenin parasını, yetim veya değil çocuklarımızın hakkını savunduk. Bu gazete ve biz bunlarla kavga ederken, birinci sayfada gülümseyen ‘‘Kentbank'ın eski sahibi’’ hiç hoşuma gitmedi. Hemen Ertuğrul Özkök'ü aradım.

‘‘Haklısın’’ dedi. Anladım ki, bu bir tavır değil, bir ‘‘hata’’ydı.

Kabaran öfkem yatıştı.

Mücadelemizi doğru yerde sürdürebileceğimizi anladım.

NATO var mı yok mu göreceğiz!


2010 yılında bizi AB'ye alacak olan Avrupalı dostlarımız, Türkiye'nin Irak saldırılarına karşı korunmasına destek vermeyi reddettiler.

Oysa bunlardan asker masker istemedik.

Yollasalar da zaten kabul etmezdik.

83 yıl önce ‘‘popolarına bakarak’’ gidenleri, bir daha bu topraklarda görmek gibi bir arzumuz yok da, üç tane Patriot vereceklerdi onu da vermiyorlar.

Teşekkür ederiz.

Irak'a nükleer teknolojiyi Fransızların, kimyasal silah üretecek hammaddeyi ve tesisleri Almanların sattığını birinci Körfez Savaşı'nda zaten öğrenmiştik.

Şimdi de, özellikle Fransızlar, Irak'la müthiş petrol anlaşmaları yaptılar.

Fransızlar bütün sorunlu bölgelerde riski yüksek anlaşmalar yapmayı zaten seviyorlar. İran'da da varlar, Orta Asya'da da var olmaya çalışıyorlar.

Bu nedenle de, Türkiye'ye savunma desteği vermiyorlar. Ancak Türkiye'nin bir kozu daha vardı.

Kuzey Atlantik Anlaşması'nın dördüncü maddesi.

Yani bir NATO üyesinin saldırıya uğrama ihtimaline karşı, diğer NATO üyelerinden yardım istemesine imkán sağlayan madde.

Bu maddenin işletilip işletilmeyeceğini Başbakan Gül'ün geçtiğimiz aylarda gazete ve televizyon yöneticileriyle yaptığı toplantıda sormuştum.

Ve aldığım tepkiden ‘‘bamteline’’ bastığımı anlamıştım.

Şimdi o gün geldi.

Türkiye, ‘‘4. madde’’yi işletti ve yardım talep etti.

Ben bu yazıyı kaleme alırken, yanıt henüz gelmemişti.

NATO, bu yanıtı vermek için yapacağı toplantıyı erteleyerek akşama aldı.

Siz bu yazıyı okurken, aldığımız yanıtı da biliyor olacaksınız.

Bu yanıt, NATO'nun artık var olup olmadığının da cevabı...

Tabii NATO yok ise AGSP'nin de olmayacağını hatırlatmaya bilmem gerek var mı?

Savaşsız bayramlara


SEVGİLİ okurlar, bugün Kurban Bayramı'nın ilk günü. Hepinizin bayramını kutluyorum.

Bayramın hepinize iyilikler, sevgiler, güzellikler getirmesini diliyorum. Bir başka dileğim de bölgemiz için. Umarım bu bayram, Müslümanların silahların gölgesinde, savaş tehlikesi altında yaşadığı son bayram olur. Dilerim bayramlar bölgemize barış, bölgemiz insanlarına mutluluk getirir.

NOT: Her bayram olduğu gibi bu bayramda da yazı yazmama geleneğine uyuyorum. 3 gün yokum.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Sevdiklerimize ayırdığımız zamanı, aslında kendimize ayırdığımızı anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Yağmurlu havada su vermezler

10 Şubat 2003
<B>GEÇEN </B>hafta <B>‘‘stratejik ortak’’ </B>lafıyla dalga geçmiştim. Başbakan <B>Gül,</B> Türkiye'nin ABD ile stratejik ortak olduğunu söyleyerek beni güldürmüştü. Hafta sonunda bizim ‘‘ortağın’’ Hazine Bakan Yardımcısı burdaydı.

Star Gazetesi'nde yer alan iddiaya göre, Amerikalı Bakan Yardımcısı ‘‘salatasını yerken’’, bizimkiler kendisinden ‘‘stratejik ortak payı’’ olarak 20 milyar dolar istemişler. O da ağzının kenarından sızan zeytinyağını peçeteyle silerken, yarım ağızla ‘‘20 çok, belki 4 veririz’’ demiş. Gidişata bakılırsa, beyefendinin yediği salatının parasını alsak onu kár sayacağız. Sonra bunun adı stratejik ortaklık.

Ama neyse ki ortağız da hiç değilse ‘‘isteyebiliyoruz’’, kaybetsek de pazarlık edebiliyoruz.

Bir de ‘‘stratejik’’ olmayan NATO üyesi ‘‘ortaklarımız’’ var.

Onlarla durum daha vahim.

Bir gün başımız sıkışırsa lazım olur dediğimiz NATO'ya girdik gireli ilk kez başımız sıkıştı.

4 Patriot bataryası lazım.

Almanya vermiyor, Fransa tınmıyordu.

ABD Savunma Bakanı Rumsfeld, ‘‘Kaddafi bile Schröder'den iyidir’’ diyince Almanya şöyle bir kıpırdandı.

Ama bu kez ‘‘popo kadar ülke’’ Belçika ‘‘ciyaklıyor’’.

‘‘Türkiye'nin savunması bizim işimiz değil.’’

Doğru onların işi PKK'ya kucak açmak, DHKP-C'yi koruyup kollamak. Ermeni tezlerini kayıtsız şartsız bir önyargıyla desteklemek.

Türkiye'ye küfredenlere megafon vermek. İşte Türkiye'nin ‘‘stratejik olmayan’’ ortakları da bunlar.

Ve biz bunların bir gün bizi aralarına almalarını bekliyoruz.

Bunun için de AGSP'de bunlara her türlü tavizi verdik.

Acaba hükümetimiz Kopenhag'da nasıl bir ‘‘saflık’’ yaptığını şimdi anladı mı diye merak ediyorum.

Çünkü anlaması bile bir kár.

Küçük de olsa.

Sevgililer günümü kutlayan bir AKP’li


PAZAR günü işe geldiğimde masamda bir kutu ‘‘bayram şekeri’’ buldum. Beyoğlu Belediye Başkanı Kadir Topbaş yollamış. İçinde bayramların önemini vurgulayan ve Beyoğlu'nda bayramlaşmaya davet eden bir de mektup.

AKP'li bir belediye başkanı için ‘‘beklenen’’ bir davranış.

Ancak kutudan bir küçük not daha çıktı. Üzerinde aynen şöyle yazıyordu: ‘‘Güzel bir Sevgililer Günü için 14 Şubat 2003 saat 14'te Beyoğlu Tünel Meydanı'nda buluşalım.’’

Tünel Meydanı son yıllarda İstanbul'un ‘‘en güzel’’ köşelerinden biri oldu. Bir zamanlar avukat bürolarının ve tıp malzemesi satıcılarının mekánı Tünel Geçidi İşhanı müthiş şık kafelerle, restoranlarla bezendi.AKP'li Belediye Başkanı Topbaş, İstanbulluları işte bu meydana davet ediyor. Hem de Sevgililer Günü'nü kutlamaya. Bir tarafta ‘‘her şeyden rahatsız’’ olma hakkını kullananlar, diğer tarafta Topbaş gibiler. Her ikisi de aynı çatı altında. Ben Topbaş'ın AKP'sinden yanayım.

Siz hangisinden yanasınız...

Hıncal Uluç'a karı boşamak kolay


GALATASARAY'ın en sıkı eleştirmeni Hıncal Uluç, Sevgili Hıncal Abimiz, meydanı boş buldu sallıyor. Geçenlerde televizyonda Galatasaray'ın stat projesi ile ilgili salladı. Yapılmalıymış ama içindeki ofis bölümleri de olmalıymış. Proje böyle rantabl oluyormuş. İlk karşılaşmamızda kendisine durumun ‘‘hiç de söylediği gibi olmadığını’’ anlattım. Ali Sami Yen'i merkez alarak çizeceğiniz 5 kilometre yarı çaplı bir dairede şu an için yaklaşık 100 bin metrekare ofis alanı bomboş kiracı beklerken, yüksek maliyetle borçlanıp, boş duracak ofis alanları inşa etmek doğru değil.

Üstelik de yaklaşık 500 bin metrekare ofis alanı da proje halinde beklerken.. Ali Sami Yen'in yüz metre gerisinde Cevahir Grubu'nun yaptığı dev bir alışveriş merkezi kiracı yokluğundan hayata geçemezken.

Bu rakamları verdim. Akıllı adam olduğu, Hıncal Uluç olduğu için bu yanlışını tekrarlamadı.

Şimdi de Hasan Şaş meselesinde bugünkü ve geçmiş yönetimi suçluyor, imza attırmadılar diye. Yine hatalı. Benim de içinde bulunduğum yönetim bir tasarruf yönetimiydi.

Hasan'a büyük paralar veremezdi. Ancak satmaya çalıştı.

Nantes Kulübü ile anlaşıldı. Nantes, Hasan'a yıllık 1 milyon 750 bin dolar verdi. 6 milyon dolar da Galatasaray bonservis bedeli alacaktı. Hasan kabul etmedi.

Galatasaray kendi alacağını 5 milyona düşürüp, Hasan'a 1 milyon dolar daha verdi. Yani 2 milyon 750 bin dolar. Hasan bunu da beğenmedi. Daha sonra ‘‘Nantes benim hedefim değil. Galatasaray Nantes'tan 10 kat daha büyük bir kulüp’’ dedi. Bu yıl da Hasan'a 2 milyon dolar verildi. Peşinatı beğenmediği için kabul etmedi.

Sevgili Hıncal Uluç'a sorarım: ‘‘Galatasaray daha ne yapabilirdi?’’

Kafasına tabanca mı dayasaydı!

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Türkiye'ye karşı düşmanca bir tutum içinde olan Belçika ile her türlü ilişkimizi dondurduğumuz zaman.
Yazının Devamını Oku

Marjinal siyasetten dönüşün itirafı

8 Şubat 2003
<B>TAYYİP Erdoğan,</B> parti grubunu savaşa ikna etmek isterken müthiş bir laf etmiş: <B>‘‘Bekára karı boşamak kolay.’’<br><br></B> AKP kadroları siyasette yıllarca ‘‘bekár’’ kaldılar. ‘‘Sultanlık’’ sürdüler.

Bazıları bir ara başarısız bir evlilik yaptılar, ama bunun faturası ‘‘kaynana’’ya çıkarıldı ve 28 Şubat'ta boşandılar.

Şimdi ise ‘‘evliler’’.

Hem de büyük bir aşkla.

Ve görüyorlar.

Onlar da, onlarla birlikte hareket edenler de!

Bana sık sık faks çeken kimi okurlar var.

Bunların bazıları AKP sempatizanı.

Geçmişte ‘‘iktidarları yeterince sert eleştirmediğim’’ için bana ‘‘sert’’ mektuplar yollarlardı.

Şimdi aynı kişiler ‘‘iktidarı fazla eleştirdiğim’’ için ‘‘daha sert’’ mektuplar yazıyorlar.

Çünkü artık onlar da evliler÷

Tayyip Erdoğan'ın ‘‘Bekára karı boşamak kolay’’ itirafı bu açıdan önemli.

AKP de ‘‘işkembeden sallanmış’’ vaatlerin yerine getirilemeyeceğini, Türkiye'nin ve Türkiye'yi yönetenlerin dünyada yalnız olmadığını anladı.

Türkiye'de bundan böyle de, ‘‘işkembeden marjinal siyaset’’ yapanların peşine takılmayı düşünenler Gül'ün sözlerinden ders almalılar.

Bugün fotoğrafı kapattıran yarın neyi kapattıracak?


TÜRKİYE, ‘‘abes’’ tartışmalar ülkesi. İki hafta öncesinin ‘‘en önemli’’ tartışma konusu, Atatürk Havalimanı'nın Dış Hatlar Terminali'ndeki ‘‘Adriana Karembeu’’ fotoğrafıydı.

Zeki Triko reklamındaki bu fotoğraf, hacca giden yurttaşlarımızı rahatsız etmişti.

Sık sık kullandığım bu terminalde, böyle bir fotoğraf olduğu dikkatimi çekmemişti. Ta ki, hacı adaylarımız bu fotoğraftan rahatsız oluncaya kadar.

‘‘Adaylardan’’ gelen yoğun baskıyla fotoğrafın üzeri örtüldü.

Akla ziyan bir hareketti.

Yarın öbür gün gelmesi muhtemel baskılarla kimbilir daha nerelerin örtülebileceğinin habercisiydi o örtü.

Dün duydum ki, örtü açılmış.

Çünkü hacca gidişler tamamlanmış. Ama Kurban Bayramı sonrası bu kez de dönüşler başlıyor.

Yani yeni bir sorunla karşı karşıyayız. Hacı adayını rahatsız eden ‘‘bikinili’’ fotoğraf, artık adaylıktan çıkıp hacı olmuş yurttaşlarımızı rahatsız etmeyecek mi?

Edecek elbet. O zaman dönüşlerinde yine kapatacağız.

Böyle bir ‘‘rezalet’’ olur mu?

Kimilerinin yaşam biçimlerinde yapmaya karar verdikleri değişiklik, başka yaşam biçimlerine müdahale etme hakkını da mı doğuruyor?

‘‘Ben artık hacı oldum. Bikinili reklam fotoğrafı görmek istemem’’

İstemezsen bakma.

Çevir kafanı öbür tarafa.

Free shop'taki alkollü içkileri de görmek istemediğini söylemenin önündeki engel ne?

Hiçbir şey.

Yarın onu söylemeyeceğinin de garantisi yok. Havalimanındaki ‘‘o’’ fotoğrafın üzerinin örtülmesi çok ama çok önemli bir simgedir.

O fotoğrafın ‘‘tepki’’ üzerine kapatılmış olması, kötü bir habercidir. Umarım bir daha kapatılmaz, ya da kapatılamaz.

İslamcı basın da savaşa ikna oldu galiba


‘İSLAMCI basın’ olarak tanımlanan gazeteler, önceki güne kadar savaş karşıtı bir tavır içindeydiler. Bunda hiçbir beis yok.

‘‘İnsanım’’ diyen herkesin prensip olarak savaşa karşı olması gerekir. Yıllardan beri ‘‘Irak'taki statükonun değişmesi gerektiğini’’ yazan ben bile bu statükonun ‘‘Amerika'nın çıkarlarına hizmet edecek’’ türden bir savaşla değişmesine karşı çıkıyorum.

Bu yüzden de ‘‘İslamcı basın’’ın bu tavrını saygıyla izliyordum. Fakat İslamcı basının tavrı, AKP'nin tavrına bağlı olarak giderek ‘‘sertleşti’’.

AKP yönetimi, grubu savaşa ikna etmeye çalışırken bir de baktık ki, İslamcı gazeteler de ‘‘ikna olmaya başladılar’’. Ve ‘‘yetki tezkeresi’’nin Meclis'te kabul edilmesi İslamcı gazetelerde ‘‘çok cılız’’ bir iki eleştiri dışında ‘‘kabullenildi’’.

Bu gazetelerin ‘‘yazı işleri’’ masalarında oturan meslektaşlarımız kendilerine bir sorsunlar.

Acaba bu kararı alan ve Irak'a karşı ABD ile savaşa girmek için Meclis'ten yetki isteyen AKP değil de bir başka parti olsaydı, bunu manşetlerinde nasıl değerlendirirlerdi?

Bu kadar yumuşak mı olurlardı, yoksa satılmışlıktan, ABD'nin kuyruğuna takılmaktan mı söz ederlerdi? Samimi olsunlar ve buna kendileri bir yanıt versinler.

Bu özeleştiriyi kendileri yapmazsa, biz yapmak zorunda kalacağız.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Savaş kararını savaşta sevdiklerini kaybedenlere aldırdığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Dünya barışını tehdit eden ülke Irak mı?

7 Şubat 2003
<B>TÜRKİYE,</B> Irak'a saldırmayı planlayan Amerika Birleşik Devletleri'nin yanında yer alacak. Aslında <B>‘‘baştan’’ </B>belli olan bu durum, bugünlerde <B>‘‘halka açıklanabilir’’ </B>hale geldi o kadar. Orta Asya, Ortadoğu ve Kafkaslar artık ABD'nin ‘‘yan bahçesi’’.

ABD, ulusal çıkarları gereği ‘‘Enerji Bölgeleri’’ni kontrol altına alıyor.

Enerjinin taşınma yollarını da eline geçiriyor..

Gerisi bunun için hazırlanmakta olan kılıftan başka bir şey değil.

ABD'nin Irak'a ve Irak'tan sonra sırayı alacak olan ülkelere saldırı gerekçesi olarak gösterdiği ‘‘tehdit unsur olma’’ ve ‘‘Birleşmiş Milletler kararlarına uymama’’ gerekçeleri ise palavradan ibaret.

Biliyorsunuz ABD, Irak'ı elinde ‘‘olduğu varsayılan’’ kimyasal ve biyolojik ve ilerde ‘‘olması muhtemel’’ silahlardan dolayı ‘‘barışa tehdit’’ olarak görüyor. Irak'a yapmayı planladığı saldırının ‘‘gerekçesi’’ bu.

Peki bir ülke elinde kimyasal, biyolojik ve nükleer silah bulundurduğu gerekçesiyle tehdit oluşturuyorsa, bu silahlardan dünyada elinde en fazla bulunduran ülke kim?

Yanıt basit.

ABD'nin Irak'a yapacağı saldırının ‘‘yasal kılıfı’’ ise Birleşmiş Milletler kararlarına uymamak.

Peki içinde bulunduğumuz bölgede en fazla Birleşmiş Milletler kararını ihlal eden ülke hangisi.

Onun yanıtı da basit.

ABD'nin en büyük müttefiki İsrail.

Yani eğer bir ülke elindeki silahlarla dünya barışını tehdit ettiği için vurulacaksa, bu ülke Irak'tan çok önce ABD.

Yok eğer bir ülke Birleşmiş Milletler kararlarına uymadığı için vurulacaksa.

O ülke, Irak'tan çok daha fazla BM kararını ‘‘ezip geçen’’ İsrail.

Ama vurulan ülke Irak.

Ve emin olun, Kazakistan'dan başlayıp, Yemen'e ve hatta oradan Sudan'a kadar uzanan bir coğrafyada ABD tarafından vurulan son ülke Irak olmayacak.

Stratejik ortağa gel


BAŞBAKAN Gül'ün önceki gün kullandığı bir ifade beni çok güldürdü.

Gül, Amerika'nın savaşına destek vereceğimizi açıklarken, ‘‘Amerika Birleşik Devletleri bizim stratejik ortağımızdır’’ dedi.

Bu cümle ciddi bir komedidir.

Borsadan bir lot Koç Holding hissesi alan bir vatandaş Rahmi Koç'un ne kadar stratejik ortağı ise Türkiye de Amerika'nın o kadar stratejik ortağıdır.

Amerika'nın ‘‘global kontrol’’ arzusu içinde önemli bir köprü başı olmakla, Amerika'nın stratejik ortağı olmak arasında önemli bir fark vardır.

Ortaklık ancak ve ancak eşitler arasında olursa bir anlam taşır.

Türkiye ile Amerika arasındaki ilişkinin bir ‘‘eşitler ilişkisi’’ olduğunu söylemek ise ancak ‘‘komiklik’’ olur.

Keşke başarı kriter olabilseydi


THY Yönetim Kurulu Başkanı Yusuf Bolayırlı görevden alındı. Üzüldüm.

Başarılı bir genel müdürdü.

Dünya havacılık sektörünün en krizli döneminde dev işletmeler batarken THY'yi ayakta tutan, hatta kár ettiren bir ekibin en tepedeki üyelerinden biriydi.

Bu ülkede görevden alınacak kişiler arasında en son sırada yer alanıydı.

Ama alındı.

Bolayırlı'yı orada tutmak, iktidarı büyütür, başarıyı kriter olarak aldığını ve Türkiye'nin iktidarı olmaya çalıştığını gösterirdi.

Bu görevden alma başka bir şeyi gösterdi.

AKP iktidarının kendinden önceki iktidarlardan hiç ama hiç farkının olmadığını.

Bu nedenle büyük ihtimalle sonu da aynı olacak.

55 beygirle sporcu olunmaz


ALMANYA'dan bir okurum, ‘‘Arazi aracı yapan ilk spor otomobil firması Porsche'dir’’ diyerek ısrarlı bir faks yollamış.

Araştırdım.

Doğru.

Porsche daha önce de bir arazi aracı yapmış. 1954 yılında..

Porsche 597..

Ancak bu araçta bir spor otomobil karakteri yok. Araç NATO ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde üretilmiş bir ‘‘küçük arazi aracı’’.

Karada ve suda gidebiliyordu.

Okurum bu aracın Almanya'da gümrük muhafaza ve avcılar tarafından kullanıldığını yazmış.

Ancak dediğim gibi bu bir ‘‘spor otomobil’’ sayılmaz.

Çünkü içinde Porsche'nin 55 beygirlik bir motoru var.

NOT: Bu araçtan Porsche çok az sayıda üretmiş. Benzerleri ise Volkswagen ve Audi üretimi olarak Türk ordusunda da kullanıldı. Küçük, arkadan motorlu Buggy tarzı bir arazi otomobili.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Vatandaşa yakın oldukları için devleti yönetme onurunu elde edenler, koltuğa oturduktan sonra vatandaştan kopmadıkları zaman.
Yazının Devamını Oku

PPI raporu: ABD’nin ticaret politikası ile terör önlenemez

6 Şubat 2003
WASHINGTON'da bulunan ‘‘Progressive Policy Institute’’ (İlerici Politika Enstitüsü)'nün yapmış olduğu bir inceleme ABD'nin ‘‘terörizme karşı mücadele’’ dediği, ‘‘dünya jandarmalığı’’nın aslında ‘‘sağlıklı’’ bir yapılanmaya dayanmayan bir ‘‘kabadayılık’’ olduğunu ortaya koyuyor.Enstitü, yayınladığı raporda şöyle diyor: ‘‘Amerika Birleşik Devletleri terörizmle savaşta cephede bulunan Müslüman ülkeleri yalnız bırakıyor ve izole ediyor.’’Raporda yer alan uyarıda, Bush yönetiminin politikaları eleştiriliyor ve bu politikanın terörizme karşı savaşı desteklemekten çok, kösteklediği belirtiliyor. Bush yönetiminin eleştirilen politikası ‘‘ticaret politikası’’. Amerika'nın dış ticarette, terörizmle ‘‘sınır komşusu’’ olan ülkelere gereken desteği vermediği rakamlarla belirtiliyor. Bu ülkelerden biri olan Pakistan'ın Afganistan'a yapılan harekat sonrasında uğradığı zararların bir kısmını ‘‘tekstil ihracatı’’ yoluyla telafi etmeyi planladığı ancak burada büyük bir ‘‘haksızlığa’’ uğradığı vurgulanıyor. Afganistan'a yapılan harekát sırasında Pakistan'ın Amerika Birleşik Devletleri'ne 1 milyar dolarlık fazladan ihracat planladığı ancak Amerika'nın yanlış politikaları nedeniyle bu rakamın 143 milyon dolarda kaldığı ve bu yüzden de Pakistan'ın büyük hayal kırıklığı yaşadığı vurgulanıyor. PPI'nın raporunda Müslüman ülkelerin global ekonomide giderek dışlandığı da gözler önüne seriliyor. Ortadoğu bölgesine yapılan yabancı yatırımların 1985 yılında dünya sermaye hareketleri içinde yüzde % 5'lik bir payı olduğu ancak bunun 2002'de yüzde 1.4'e gerilediği belirtiliyor. Aynı bölgenin global ticaretteki payının da 1980 ile 2000 yılları arasında yüzde 13.5'tan, yüzde 4.6'ya gerilediği anlatılıyor. PPI'nın raporu Amerikan yönetimlerini sert bir biçimde suçluyor ve Bangladeş, Mısır, Endonezya, Pakistan ve Türkiye gibi ‘‘büyük’’ Müslüman ülkelerin Amerika'nın ticarette uyguladığı ‘‘en yüksek bariyerlere’’ tosladığını bu kelimelerle ortaya koyuyor. Bu politikanın kaçınılmaz sonucunun terörizmdeki yükseliş olduğu vurgulanırken, ABD'nin terörizme karşı savaşta bu ülkelerden talep ettiği desteği almakta giderek zorlanacağı da anlatılıyor. Kredi mağdurlarına 'Mehmet Emin içtihadı'ELİMDE bir faks var. Bir Yapı Kredi Bankası mağduru. Anladığım kadarıyla bankadan aldığı kredi kartını ödemekte güçlük çekmiş ve şimdi ‘‘müthiş’’ bir faiz ile boğuşuyor.. Yapı Kredi Bankası'na veya BDDK'ya sesini duyurmak için beni aracı seçmiş. Aslında belki de bütün bankalar için de örnek teşkil edecek bir öneri. Okurum diyor ki: ‘‘Başta Yapı Kredi'nin kredi mağdurları olmak üzere bütün kredi mağdurları, bankalara olan borçlarını Mehmet Emin Karamehmet'in şartları ile ödesinler. İlk 3 yıl ödemesiz olsun. Mehmet Emin Karamehmet'e uygulanan vade ve faiz oranları uygulansın. Biz de borçlarımızı 15 yılda ödeyelim.’’Son derece yerinde bir öneri. Kredi mağdurlarına destek veren Ankara Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün belki ilgilenir. Ama o ilgilenmese bile zannediyorum bu anlaşma kredi mağdurlarının davalarına bakan mahkemelere ‘‘örnek anlaşma’’ olarak sunulup bir içtihat haline gelebilir.. Öyle ya, sektörün ‘‘kural koyucusu’’ raconu böyle kestiyse, mahkemeler de buna uymalı. YÖK mü, YÖP mü?ÜNİVERSİTE rektörleri arıyorlar zaman zaman. Ortak şikáyet Kemal Gürüz. Afişe olmak istemiyorlar ama dertliler. Dertleri Gürüz'ün YÖK'ü ve buna bağlı olarak tüm üniversite camiasını bir ‘‘siyasi parti’’ haline getirmiş olması. Önceki gün İstanbul'un büyük üniversitelerinden birinin rektörü ‘‘Ben Kemal Gürüz'den kat be kat Atatürkçüyüm. Üstelik de, geçmişim onunki gibi değil. Cumhuriyetin değerlerine sahip çıkmaksa ben ondan on kat fazla çıkarım ama üniversitelerin işi durduk yerde hükümetlerle kavga etmek değildir. Merak etmeyin gerekirse biz cumhuriyete ondan daha fazla sahip çıkarız ama o bu tarzıyla üniversiteleri ve bilimi zedeliyor’’ dedi. Haklıydı. Gürüz, her nedense koltuğunu ‘‘kavgayla’’ korumaya çalışıyor. Yıllardır büyük bir başarısızlık abidesi haline gelen YÖK'te koltuğundan olmak istemiyor. Demokrasi falan da bence umurunda değil. Kendisini koltuğundan indirmek isteyecek olanlara ‘‘İşte gericiler beni istemiyor’’ diyebilmek ve otoritesine karşı çıkabilecek demokratik sesleri ‘‘Bunların kim olduklarını biliyorsunuz’’ diyerek susturabilmek için bu yolu benimsiyor. Böyle olunca da YÖK bir kurum değil, bir parti oluyor. Bence Gürüz'ün yapması gereken de bu. Bıraksın YÖK'ü kursun YÖP'ü. Biz de verelim oyu. NOT: YÖP, Yüksek Öğretim Partisi'dir. NE ZAMAN ADAM OLURUZ?Başkalarının cevaplarına imza atmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Savaş karşıtı AKP'liler için zor gün geldi çattı

5 Şubat 2003
<B>AKP </B>düne kadar <B>‘‘savaş karşıtı’’ </B>bir politika izlermiş gibi yaptı. Ancak bu politika çok da inandırıcı değildi. Aralık ayı içinde yapılan Erdoğan-Bush görüşmesinde ‘‘yüklü’’ sözler verildiği ancak bunların ‘‘resmi politika’’ haline getirilmesinde sıkıntılar yaşandığı iddiaları ortalıkta dolaşıyordu. Bunun dışında bir de ‘‘parti içi’’ durum vardı. AKP'nin temel direğini oluşturan ‘‘Milli Görüşçüler’’, hem Müslüman bir ülkeyle savaşa, hem de ‘‘ümmet’’in saygıdeğer toplumu Arap ülkelerinden biriyle çatışmaya sıcak bakmıyorlardı.

Öyle ki, AKP kurucuları arasında ‘‘canlı kalkan’’ olmak için Bağdat'a gideceğini açıklayanlar bile oldu. Ancak ‘‘sıfır günü’’ geldi çattı. Aslında çok öncesinde verilen ama içerde ortamı oluşturulmaya çalışılan ‘‘ABD'ye destek’’ kararı Meclis'ten çıkarılmaya çalışılacak.

İktidar, muhalefet lideri Baykal'ı ikna etmek için görüşüyor. Baykal sorun değil. Gerektiği ya da yeteri kadar destek verecektir. Ama ya AKP grubu? Düne kadar en ateşli ‘‘savaş karşıtı’’ görüntüsü çizen AKP grubu ne yapacak?

Söylenen sözler henüz unutulmadı. Yazılanların mürekkebi bile kurumadı. Ama ‘‘gün’’ geldi çattı.

Bu arada Tayyip Erdoğan da, partisi üzerinde Saddam'ın Irak'taki otoritesini aratmayacak bir otorite kurmasını sağlayan tüzük değişikliğini yaptırdı. Yani Genel Başkan'ın hoşuna gitmeyecek bir tavır içinde olanın siyasi hayatını bitirmek artık Erdoğan'ın iki dudağı arasında.

‘‘Demokrat’’ AKP'lilerden bir iki çatlak ses çıktı ama Genel Başkan Erdoğan'ın bu gücü elde etmesiyle ilgili olarak güçlü bir muhalefet yapılmadı. Şimdi Erdoğan elinde bu güçle başbakanı için ‘‘savaş yetkisi’’ isteyecek. Bakalım ‘‘Savaş karşıtı, pro-İslam, pan-Arap’’ AKP'liler ne diyecekler.

Doğrusu merak ediyorum.

Hem içinde olacağız hem dışında


ABD Türkiye'nin verdiği destekten memnun değil. Değil 40-50 bin askerin, Amerikan ordusunun hepsinin Türkiye'ye gelmesine onay verilse, Kuzey Irak ‘‘bütünüyle’’ ABD kontrolüne bırakılsa bile Pentagon Türkiye'den rahatsız. Bu rahatsızlığını da açık açık dile getiriyor. Çünkü Türkiye, ne yazık ki bu meseleyi ‘‘usta bir siyasetçi’’ gibi değil, ‘‘kurnaz bir taşralı’’ gibi ele aldı. Türkiye bu konuda ilk günlerde yaptığı hataları sonradan düzeltti ve hale yola soktu ama ‘‘tutarsızlık’’ lekesini silemedi. Elbette ABD Türkiye'nin Irak'a yapılacak bir harekáta, komşusuna açılacak bir savaşa kayıtsız şartsız destek vermesini beklemiyordu. Elbette bazı konuşmalar, bazı pazarlıklar olacaktı. Türkiye Özal döneminde düştüğü hatalara bir kez daha düşmeyecekti ama pazarlıkta bile ‘‘tutarlı’’ olmak esastı. Türkiye bunu beceremedi. Şimdi AKP lideri ‘‘Harekátın başında denklemin dışında kalınırsa, harekátın sonunda karar mekanizmasında yer alınmayabilir’’ diyor. Amerikalılar da ona ‘‘Good morning after supper’’, yani öğleden sonra günaydın diyorlar. Türkiye çok acemice başlattığı bir ‘‘pazarlık’’ sürecinde, Tayyip Erdoğan'ın söylediği noktadan çok uzakta, en vahim yerde. Yani hem ‘‘İstese de istemese de’’ içinde olacak, hem de ‘‘karar mekanizmasının’’ dışında. En azından şimdilik görüntü bu.

Düzeltebilirlerse ne ala.

Arazideki ilk sporcu Porsche değil


ZAMAN zaman otomobillerle ilgili yazmayı seviyorum galiba. Geçenlerde ‘‘bizim sosyete’’nin ‘‘dandik’’ Hummer'larını yazdım. Satışlara etkisi oldu mu bilmiyorum ama en azından bazılarının havasını biraz söndürdük. Bugün de ‘‘otomobil yazarı’’ geçinen ama bu konuda pek de bilgili olmayan dostlarımızın bir hatalarını yüzlerine vuralım. Okuyorsunuzdur, bütün ‘‘otomobil sayfaları’’na konu oldu, ünlü spor otomobil üreticisi Porsche bir arazi aracı çıkarıyor. Adı Cayenne. Bir atmosferik, bir de turbo motorlusu var.Bu otomobil otomobil sayfalarında ve hatta otomobil dergilerinde bir spor otomobil üreticisinin yaptığı ilk arazi aracı olarak tanıtılıyor. Oysa işin aslı böyle değil. Ama bizim ‘‘otomobil bilmez’’ otomobil yazarları öyle zannediyor. Bir arazi otomobili üreten ilk spor otomobil üreticisi Porsche değil. Bu işi ilk beceren ilk sporcu efsanevi İtalyanlardan, Lamborghini. Lamborghini 1977 yılında Amerikan ordusunun bir ihalesine katılmak için ‘‘Cheetah’’ yani ‘‘Çita’’ adını verdiği bir 4x4 araç üretti. Aracın şasi ve karoseri Lamborghini, motoru ise Chrysler'di. Ancak Amerikan ordusu bu aracı almadığı gibi, tek prototipi de tahrip etti. Lamborghini, Amerikalıların beğenmediği bu otomobilden ‘‘kötü’’ Chrysler motoru attı ve yerine daha sonra Countach modelinde de kullanacağı 420 beygirlik bir V 12 yerleştirdi, şasi ve karoserde de bazı iyileştirmeler yaparak LM adıyla piyasaya sürdü. Ve yıllar içinde geliştirip değiştirerek 80'li yılların ortasına kadar üretti. Fakat bu otomobilden o kadar az sayıda yapıldı ki, kimse hatırlamıyor bile. Ama yine de ‘‘araziye çıkan ilk spor otomobil üreticisi’’ olma sıfatını da ortadan kaldırmıyor. En azından benim gibi ‘‘bilenler’’ için.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Devleti temsil eden kişi ve kurumlara olan sevgi ve saygımız, kişisel menfaatlerimizle orantılı olmadığı zaman.
Yazının Devamını Oku

Sorulara niye cevap vermediniz Engin Bey?

4 Şubat 2003
<B>BDDK </B>Başkanı <B>Engin Akçakoca,</B> dün bir basın toplantısı yaptı ve yaptığı rezaleti savundu. Muhabirler ‘‘can alıcı’’ sorular sormaya başlayınca da, yüzüne ‘‘müstehzi’’ bir ifade takınarak, ‘‘kimsenin anlamayacağı’’ bankacılık terimleriyle dolu saçmalıkları ‘‘yanıt’’ diye geveledi. Bu Engin Akçakoca hakkında göreve geldiği günden bu yana çok ağır yazılar yazdım. Her yaptığı icraat benim ne kadar haklı olduğumu ortaya koydu.

Ama ben onun yüzündeki o ‘‘ifadeye’’ kanacaklardan değilim.

Biz burada neler ve kimler gördük. Benim ‘‘bankacı’’ ifadesi dediğim o ifadenin ağa babasını takınanların kiminin hapse girdiğini, kiminin yıllarca Türkiye'ye giremediğini gördük.

Oysa Kanal D muhabiri Işınsu Tezkan, BDDK Başkanı'na çok net bir soru sordu:

‘‘Sayın Akçakoca, Hazine, piyasalardan bir yıldan daha kısa vadeli ve yüksek faizli borç alıyor. Ve kısa vadeli ve yüksek faizli borçla banka kurtarma operasyonları yapıyor. Sizin Çukurova Grubu'nu kurtarmak için bu parayı kullandığınız biliniyor. Yüksek faiz ve kısa vadeli bu parayı siz Çukurova Grubu'na düşük faiz ve uzun vade ile veriyorsunuz. Her şey iyi gitse ve Çukurova Grubu bu parayı 15 yılda ödese bile bunun Hazine'ye sadece bu vade ve faiz farkından doğan bir maliyeti olacak. Bu maliyet ne kadardır?’’

Çok basit bir soru.

Ancak Engin Akçakoca bu basit soruya yanıt vermedi.

Çünkü veremezdi. Türkiye'nin ulusal egemenliği pahasına IMF'den almaya çalıştığı 13 milyar doların yarısı bir gruba verildi. Türkiye yaklaşık yüzde 11 oranında bir faizle borçlanıyor. Ve bunun yarısı bir faizle bu parayı Mehmet Emin Karamehmet'in Çukurova'sına veriyor. Aradaki fark basit bir hesapla bile Türkiye'nin en büyük sorunu Sosyal Sigortalar Kurumu'nu kurtarabilir. Yüzlerce kilometre otoyol yapabilir. İstanbul-Ankara demiryolu projesini bitirebilir.

Atatürk Barajı'nın yanına bir baraj daha koyabilir. Ama bunlar yapılmıyor. Bunun yerine bu para bankasının içini boşalttığı, yani kendi bankasını yasalara aykırı bir şekilde hareket ederek soyduğu yine BDDK tarafından belirlenmiş bir işadamının cebine konuyor.

Sonra basın toplantısında Engin Akçakoca soru soran muhabirlere ‘‘Siz de kimsiniz’’ diye gülüyor..

Gülmeyin Engin Bey, gülmeyin.

Son gülen iyi güler.

İstanbul’un validen yana şansı döndü


‘İSTANBUL'a kimi vali yaparsın?’’ diye sorsalardı, adayların hepsini tanımasam bile herhalde ‘‘Muammer Güler’’ derdim. Çünkü seçim öncesi Gaziantep'e gittiğimde bu kente yaptıklarını görmüştüm.

Ve daha da önemlisi Gaziantep'ten ayrılmış ve Samsun'a gitmişti ama hálá arayıp başlattığı projelerin ne durumda olduğunu soruyor, yardımcı oluyordu. Erol Çakır gibi bir ‘‘protokol valisi’’ değil, ‘‘iş valisi’’ydi. Çok etkilenmiştim.

Herkese ‘‘vali timsali’’ olarak anlatıyordum. Hatta yanlış hatırlamıyorsam, hakkında bir yazı bile kaleme almıştım o günlerde.

Gaziantep'in büyük patlamasını yaptığı dönemde Belediye Başkanı Celal Doğan'la birlikte imzası olan adamdı Güler. Cuma akşamı İstanbul'a atandığını öğrendim. Bir İstanbul yaşayanı olarak çok sevindim. Darısı diğer illerimizin başına.

Tayyip Erdoğan Galatasaraylı olsaydı


RECEP Tayyip Erdoğan ‘‘sıkı’’ bir Fenerbahçeli. Başbakan Gül ise Beşiktaşlı. İkisi de tuttukları takımları saklamıyorlar. Gül daha ihtiyatlı ama Erdoğan ‘‘fanatik’’ konuşmalar yapmaktan kaçınmıyor.

Galatasaray'la dalga geçiyor, Fenerbahçe'yi öne çıkaran sohbetler yapıyor. Hatta sık sık Galatasaray'ın Fenerbahçe'den 6 yediği maçı hatırlatıyor.

Biz de bunları gülerek izliyoruz. Ama ya bir de tersi olsaydı.

Yani Recep Tayyip Bey, bunları bir Galatasaraylı olarak Fenerbahçe hakkında söyleseydi. Eğer bir Galatasaraylı olarak bu söylediklerinin onda birini söylese şimdi Fenerbahçe tribünlerinde anti-Erdoğan pankartları açılmış, şaibelerden söz edilmeye başlanmış, Kadıköy'de Erdoğan aleyhtarı yürüyüşler düzenlenmişti bile.

Ama Galatasaraylılar, Fenerbahçeliler gibi değiller.

Siyasetçilerin de takım tutma ve hatta sıkı taraftar olma hakkı bulunduğuna inanıyorlar ve buna saygı duyuyorlar.

Bu yüzden de Tayyip Erdoğan istediği gibi konuşabiliyor, Galatasaray'la ve Galatasaraylılarla dalgasını geçebiliyor.

Umarım bir gün Fenerbahçeliler de bunu öğrenirler.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Basının inandırıcılığını kaybetmesinin en çok hırsızlara yaradığını anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku