Fatih Altaylı

Baykal: ‘Süreyya’ya söz söylemem söyletmem'

5 Eylül 2003
<B>DENİZ Baykal </B>ilk aradığında saat galiba 07.45'ti. Ben de banyodaydım. <br><br>Haliyle o anda konuşamadık.<br> Anladığım kadarıyla sabah uyanır uyanmaz benim Süreyya Ayhan'la ilgili yazımı okumuş ve cevap verme ihtiyacı hissetmiş. Daha sonra konuştuk.

‘‘Olur mu Sevgili Altaylı, ben Süreyya kızımız hakkında böyle konuşur muyum?’’ diye sitemle başladı.

Kendi ifadesiyle ‘‘ilk anda büyük bir hayal kırıklığı’’ yaşamış. ‘‘Hangimiz yaşamadık ki?’’ dedim. Baykal, Süreyya Ayhan'ı 1 yıldır her yarıştan sonra aramış. ‘‘Paris'e beni o çağırdı. Mutlaka orada olmalısınız dedi. Ben de kalkıp gittim. İyi ki de gitmişim. Süreyya ile yakın sevgi ve dostluk içindeyiz. Yarıştan sonra üzgündü. Ben teselli ettim. Hiç olur mu, 1'incilik, 2'ncilik ne fark eder. Ruhi Sarıalp'ten beri böyle bir kürsüye çıkmamışız. Ben bu başarıyı nasıl görmezden gelirim. Paris'te Yunanlı bir yetkili yanımıza geldi, ‘Üzülmeyin. Altını Atina'da biz vereceğiz' dedi. Ben de aynı kanaatteyim. Anadolu'nun bağrından, Çankırı'dan çıkıp bu başarıları bize getiren kızımıza kızmamız mümkün değil’’ diyen Baykal, bu sözlerinin kamuoyuna iletilmesini de rica etti.

Aynen iletiyorum.

Cem Uzan'a hodri meydan

UZAN Ailesi'nin vitrindeki ferdi Cem Uzan, ailesi hakkında ilk kez olarak hukukun ve idarenin görevini yapmasından dolayı öfkeli.

Haklı da. Şimdiye kadar istedikleri gibi at oynattılar. Şimdi birden işleri bozuldu.

Cem Uzan, kimsenin kendilerini dinlemediğini, kimsenin kendilerine söz hakkı vermediğini söylüyor ve yakınıyor.

‘‘Her televizyon kanalında, her gazetecinin karşısına çıkmaya hazır olduğunu’’ söylemiş ve eklemiş: ‘‘Korkusuz bir gazeteci arıyorum.’’

Yeni adamları da aynı telden çalıyor ve Cem Uzan'a ekranını açacak bir televizyon aradıklarını söylüyorlar.

Ben de ‘‘Buyrun’’ diyorum.

O cesur bir gazeteci arıyormuş.

Ben merak ediyorum, acaba Cem Uzan benim karşıma çıkacak kadar cesur mu?

Hadi gelsin. Teke Tek.

Öyle meydanlara çıkıp, şarkıcılardan sonra esip gürlemek kolay. Gelsin ve belgelerle konuşalım.

Var mı yüreği...

AKP kadın aday arıyor

YEREL seçimlere 5 aydan biraz fazla bir süre var ama Tayyip Erdoğan’a ‘‘Oylarınız iyi durumda baskın yerel seçim var mı?’’ diye sordum. Olmadığını söyledi. Ancak bir başka soruma verdiği yanıttan AKP'nin kendini her an seçime hazır hissettiğini, hatta bir genel seçime bile hayır demeyeceğini anladım. Ancak Tayyip Erdoğan, Yargıtay'ın DEHAP ile ilgili vereceği karara bağlı olarak, YSK'nın DYP'nin parlamentoya girmesine yeşil ışık yakacağına inanmıyor.

Yerel seçimler, genel seçimlerin rövanşı olacak. AKP yönetimi yerel seçimlerde çok da fazla zorlanmayacağı görüşünde. Yerel seçimi çok önemsiyorlar. Çünkü asıl yerel yönetimlerde yapacakları hizmetlerle yükseleceklerini düşünüyorlar.

Ankara'yı banko alacakları inancındalar. Aday Melih Gökçek gibi. İstanbul henüz net değil. Gürtuna olmaz değil ama zayıf ihtimal. Parti yönetimi İstanbul'da kimin aday olacağına pek karışmayacak. ‘‘İstanbul'u Genel Başkan'dan daha iyi kimse tanıyamaz. Kararı o verir. Orası onun evi’’ diyorlar.

İzmir AKP'nin en güçsüz olduğu büyük kent. Fakat AKP'nin İzmir'de bir kadın aday göstermesi çok muhtemel. Hem de İzmirlilerin tanıyıp bildiği ve sevdiği bir kadın aday. Sadece İzmir'de değil, başka il ve ilçelerde de Genel Başkan Erdoğan'ın ‘‘Kadın aday bulun’’ talimatı verdiği söyleniyor. Erdoğan siyasette kadın ağırlığını arttırma kararını arkadaşları ile paylaşmış.

Son zamanlarda adı AKP ile birlikte anılan Gaziantep Belediye Başkanı Celal Doğan'la ilgili resmi bir gelişme yok ama AKP'nin tavrı, ‘‘Gelirse kapımız sonuna kadar açık. Seviniriz’’ şeklinde.

Anladığım kadarıyla AKP, yerel seçimde genel seçimden daha büyük bir oy oranı bekliyor.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Sorumsuzluk, sorumluluktan daha geçer akçe olmadığı zaman.
Yazının Devamını Oku

Burası Uzan Grubu değil burada satılmışlık yok

4 Eylül 2003
<B>STAR'</B>ın <B>‘‘iş takipçisi’’ Hayrullah Mahmud</B> kendini kurtarmaya çalıştıkça batıyor. Kendince bana saldırıyor. Ama okuma ve okuduğunu anlama sorunlu olduğu için, benim yazmadığım konuları bile benim yazdığımı zannediyor. Hürriyet'te yer alan bir haberi bana mal ediyor. Boyu kadar puro içen, görüntüsü gibi yazıları da komik bir adam.

Dün de yine Doğan Grubu'na saldırırken kendi pisliklerini açıklıyor. Ama dediğim gibi ‘‘zeká meselesi’’.

Diyor ki: ‘‘Uzan Grubu'na yapılan baskında ele geçirilen gizli kayıtların yer aldığı bantları da açıklasanıza.’’

Yani kendilerinin ona buna şantaj yapmak için telefon dinleyip, gizli kayıt yaptığını itiraf ediyor ve büyük bir pişkinlikle bu şantaj bantlarının açıklanmasını istiyor.

Ve bu bantlardan birinde Doğan Grubu'nun patronu Aydın Doğan'ın bunlar aleyhine yayın yapmamak için 50 milyon dolar istediğinin kanıtlarının olduğunu saçlamalıyor..

Oysa ben anlattığı olayın ne olduğunu biliyorum ve bu zavallının yalanını size anlatayım da bilin.

Önceki yaz, benim yazdığım yazılardan dolayı çok rahatsız olan Cem Uzan, Aydın Doğan'dan randevu istedi. Aydın Doğan da bu randevuyu verdi.

Cem Uzan, Aydın Doğan'ın Bodrum'da tatilini geçirdiği yere geldi.Cem Uzan, Aydın Doğan'a ‘‘Grubunuzda benim, ailem ve şirketlerim hakkında çıkan haberlere son vermenizi rica ediyorum’’ dedi.

Aydın Doğan da ‘‘Ben buna karışamam. Ama yalan, yanlış, haksız bir şey yazılıyorsa ya da sizin yanıtlarınız yayınlanmıyorsa bunun için uyarıda bulunurum. Ancak ben ne gazetelerimin, ne de yazarlarımın yazdığı doğrulara yazmayın diyemem’’ dedi. Cem Uzan, ardından konuyu değiştirdi ve Doğan Grubu'nun Dağıtım Şirketi Yaysat'tan hisse almak istediğini söyledi.

Aydın Doğan da bunun mümkün olduğunu söyledi. Ancak kendisine bir noktayı da hatırlattı. Yaysat, Akit, Yeni Şafak gibi Hürriyet'le sert tartışmalara giren ve kendisi aleyhinde yazılar yayınlayan gazeteleri de dağıtır. Ayrıca Doğan Grubu gazeteleri de bu gazetelerin sahipleri hakkında haberler ve yazılar yayınlar. Yani, Star Gazetesi'nin Yaysat tarafından dağıtılması, Uzanlar aleyhine yazı çıkmayacak anlamına gelmez. Konuşmanın sonunda Cem Uzan, ‘‘Yarınki Hürriyet'te yine bizimle ilgili haber var mı’’ diye sordu. Aydın Doğan da, ‘‘Bilmiyorum, eğer ellerinde haber varsa koymuşlardır’’ dedi.

Bu söze çok sinirlenen Uzan, hışımla ayrıldı ve ertesi gün Uzanlar'ın gazete, radyo ve televizyonlarında Aydın Doğan aleyhine ağır bir iftira kampanyası başladı.

Aydın Bey bana bu olayı o zaman anlatmıştı. Demek ki, Cem Uzan görüşmeye cebinde teyple girmiş. Eğer yüreği varsa o bandı kesip biçmeden olduğu gibi yayınlar.

Meydan demagogundan olgun başbakana


BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan'ın Almanya gezisi başarılı bir gezi oldu. Bunu ben değil, hem Alman gazeteciler, hem de bizim kolay memnun olmayan ve siyasetçileri kapalı kapılar arkasında sık sık eleştiren Dışişleri mensupları söylüyorlar. Gezide Başbakan'a eşlik eden Dışişleri yetkilileri ziyareti son 20-25 yılın AB'de en başarılı başbakan ziyareti olarak değerlendirdiler...

Geziyi takip eden Kanal D haber editörü Metehan Demir'in izlenimlerine göre Erdoğan'ın Türk dernekleri ile yaptığı toplantıda da Türkiyelilik ortak paydası sözleri büyük etki yaratmış. Bu Erdoğan'ın siyasi danışmanlık ekibinin uzun zamandır üzerinde durduğu bir projeydi. Daha önce Türkiye karşıtı haberlerin hemen hemen her gün yer aldığı Alman medyasında ziyaretin olumlu haberleri geniş yer aldı.

Televizyon haberlerinde AKP'nin iktidara geldiğinde İslamcı geçmişinden dolayı şüpheyle karşılandığının ancak yaptığı reformlarla şimdi Almanya'da en üst düzeyde ağırlandığının altı çizildi. Alman televizyonlarında da Cemalettin Kaplan'ın iadesi için en üst düzeyde devreye giren Erdoğan'ın herkesin kafasındaki soru işaretlerini silmeyi başardığı yorumları yapıldı. Benim şahsi izlenimim ise Erdoğan'ın çok hızlı bir biçimde ‘‘öğrendiği’’.

İlk günlerin tedirgin ve acemi başbakanı, giderek yerini daha olgun bir siyasetçiye bırakıyor. Kendisine çok yakın bir kişinin de kabul ettiği gibi ‘‘değişmiyor, gelişiyor’’. Meydanların demagogu, koltuğunu dolduran bir başbakana dönüşüyor.

Ve ilginç bir şekilde Erdoğan'ın çevresi de değişiyor.

Birikimli, çağdaş, gözü ve kulağı açık bir danışman kadrosu giderek oturuyor.

AKP beni şaşırtıyor. Pozitif yöndeki bu şaşkınlık umarım sürer.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Çamur atmak için yalan yazanlara gazeteci denmediğini herkes anladığı zaman.
Yazının Devamını Oku

İkincilik başarısızlık mı Deniz Bey?

3 Eylül 2003
<B>DENİZ Baykal'</B>ın <B>Süreyya Ayhan'</B>la ilgili olarak söylediklerini kulaklarıma inanamayarak dinledim.Deniz Bey'den değil ama orada bulunanlardan naklen dinledim.

Süreyya Ayhan, Dünya Şampiyonası'nda 1500 metrede Dünya 2.si olduktan sonra Deniz Baykal üzgün ama daha fazla kızgın bir ifadeyle şunları söylüyor:

‘‘Halk desteği ise bütün Türk milleti arkasında. Siyasi destekse işte Sayın Başbakan da, ben de buradayız. Medya desteği ise hiç görülmediği kadar. Ama o başaramadı.’’

Bu sözler bana çok acımasızca geldi. Şu veya bu nedenle Süreyya Ayhan yarışta birinciliği kaybetmiş olabilir ama ikinciliği kazanan da o değil mi?

O ikincilik atletizm tarihimizde bir Dünya Şampiyonası'nda aldığımız ilk madalya değil mi?

Süreyya'nın bu başarısı, bekletilerimizin yüksekliği nedeniyle nasıl çöpe atılabilir.

Ve bir siyasetçi nasıl bu kadar ‘‘gaddar’’ olabilir.

Ve Deniz Bey, ikinciliği nasıl bu kadar küçümseyebilir.

Bırakın dünya çapında olmayı, Türkiye çapındaki siyasi yarışlarda daha bir kez bile ipi önde göğüsleyemeyen biri nasıl olur da dünya ikinciliğini bu kadar sert eleştirebilir.

Ülkeme rahat girmek istiyorum

BİR Türk olarak Avrupa'ya gitmek sorundur. Önce uzun uğraşlardan sonra bir ‘‘vize’’ alırsınız.

Yola çıkarsınız. Gireceğiniz Avrupa ülkesinin sınırında sizi başka güçlükler bekler.

Önce polis pasaportunuza bakar, sonra ülkeye giriş yapılacak ‘‘kapı’’ya gelirsiniz. Orada karşınızda ikili bir kapı durur. Birinin üzerinde ‘‘AB vatandaşları’’ yazar, öbür kapıda ise ‘‘AB vatandaşı olmayanlar’’.

Genelde o kapının önünde kuyruk vardır ve kuyruktakilerin büyük bölümü Türk'tür.

AB vatandaşları ise kendilerine ayrılan kapıdan pasaportlarını şöyle bir gösterip beklemeden ülkelerine girerler.

Bu durum üzücüdür ama bundan daha üzücüsü vardır.

AB ülkelerine zorla giren Türk vatandaşının daha zor girdiği bir ülke var.

O ülkenin adı Türkiye.

Şaka gibi ama ne yazık ki durum bu.

Bilmem hiç havaalanında giriş yaparken pasaport kuyruğuna girdiniz mi?

Yabancıların işlemleri hızla yapılırken, Türk vatandaşlarının işlemleri bitmek tükenmek bilmez.

Yazılır, çizilir, sorulur..

Öyle bir hava vardır ki, orada sanki beğenmezlerse kendi ülkenize giremeyecekmiş gibi hissedersiniz kendinizi.

Hatta bazen daha da vahimi olur.

İşgüzar bir yerel yönetici çıkar; Edirne'de olduğu gibi vatandaşın kendi ülkesine yaya girmesini engeller.

Evet, evet Kapıkule'de Edirne valisinin başlattığı uygulama aynen böyle.

Kapıkule'den içeri ‘‘yaya’’ girmek yasak..

Ülkene gelmişsin giremiyorsun.

Böyle ülke mi olur Allah aşkına.

Başbakan Erdoğan diyor ki: ‘‘Türkiyeilik bilinci yaratmalıyız’’.

Güzel söz. Ama nüfus kağıdını taşıdığımız halde kapısından rahatça giremediğimiz ülkenin bilincini nasıl olup da genlerimizde hissedeceğiz?

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Toplumda önder kişiler kimsenin uymadığı kurallara bile uymak zorunda olduklarını unutmadıkları zaman.
Yazının Devamını Oku

Çiş değil de kaka

1 Eylül 2003
<B>CUMARTESİ </B>günü bu köşede <B>Hayrullah Mahmud </B>adlı <B>‘‘sözde gazeteci’’ </B>tarafından <B>Uzanlar'</B>ın İcra Kurulu üyesi <B>Engin Saydam'</B>a gönderilen bir mail'i aktardım. Mail gazetecilik adına bir utanç abidesiydi. Adının başında ‘‘gazeteci’’ sıfatı olan birinin böyle bir mail kaleme almış olması büyük utançtı. Ben yazımda mail'in içeriğini mealen verirken şöyle yazdım:

‘‘BDDK'nın avukatı adamımız. Engin Akçakoca hakkında elimizde bir dosya var. Size karşı bir hareket yapılırsa önceden haberimiz olacak. Merak etmeyin.’’

Ve altına da şöyle eklemişim:

‘‘Vaat edilen tam olarak bu olmayabilir ama kesin olan bölüm yazarın BDDK'nın bir avukatının adamları olduğunu söylediği ve Engin Akçakoca hakkında ellerinde dosya olduğunu iddia ettiğidir.’’

BDDK içinden adam bulan, Engin Akçakoca hakkında elinde dosya olan ve bunları gazeteci olarak ‘‘yazmak’’ için değil, Uzan Ailesi'nin emrine vermek için edinen ‘‘haysiyetli’’ gazeteci Hayrullah Mahmud dün çeşitli internet sitelerine ‘‘Fatih Altaylı yalan yazıyor’’ diyerek işin doğrusunu anlatmış.

Benim yalan yazdığımı iddia eden Hayrullah Mahmud yazdığı mail'i şöyle aktarmış:

‘‘Engin Bey,

BDDK içinden bir avukat bizimle işbirliğine açık. Anlaşma sağlanırsa bilgi ve belge verebilirim diyor. Elinde Eggin Akçakoca ile ilgili de bir dosya var.

Bilgilerinize...

Hayrullah Mahmud’’

Ben yalancıyım, Hayrullah Mahmud ise şerefli, haysiyetli bir gazeteci.

Hayrullah Mahmud diyor ki: ‘‘Altaylı yalancıdır. Ben bu mail'i yazdığım zaman Sabah'tan ayrılmış, Star'a geçmiştim.’’

Aman ne önemli.

Ben ne bileyim Hayrullah Mahmud'un Star'a ne zaman geçtiğini. Doğrusunu söylemek gerekirse ben bu rezalet ortaya çıkıncaya kadar Hayrullah Mahmud adında bir gazeteci olduğunu dahi bilmiyordum.

Bir ara Sabah'ta bu isimle çıkan yazıları da başka bir gazetecinin takma isimle yazdığını sanıyordum.

Duble zede


BDDK bonozedelere yönelik bir açıklama yapmalı diyorum ama BDDK'dan ne yazık ki ses seda çıkmıyor.

Oysa hem BDDK'nın, hem de SPK'nın bu konuda ‘‘öncü’’ olması gerekiyor.

Çünkü vatandaşın mağduriyetinde her ikisinin de ciddi sorumluluğu var. Ve bana öyle geliyor ki, bu kurumların kendilerini korumak için atacağı adımlar Uzanlar'ın işine yararken, vatandaşın mağduriyetine çözüm olmayacak.

Oysa bakın bir vatandaş bana yolladığı bir faksta ne diyor:

‘‘Hürriyet Gazetesi'nde sizin yazılarınızı kesip klasörde saklarım. İmar Bankası ile ilgili olarak 3 Ağustos 2001, 25 Ağustos 2001, 2 Ekim 2001 ve 3 Ekim 2001 tarihlerinde yazdığınız haberleri BDDK, başka bir deyişle Bankaları Dolandıranlara Destek Kurumu'na fakslayarak bu haberlerin doğruluğunun arıştırılmasını istedim. Aynı kuruma arayarak bu yazılanlar doğru mu diye sordum. BDDK görevlisi sizi yalanladı. İmar Bankası'nda yaptıkları denetimlerde herhangi bir usulsüzlükle karşılaşmadıklarını belirttiler.

22 Ocak 2002 tarihinde Bankalar Yeminli Murakıpları'nın hazırladığı bir rapordan alıntılar yapmıştınız.

Bu yazınızı da BDDK'ya faksladım. Telefon da açıp öğrenmek istedim. Sizi yine yalanladılar. Sizin hakkınızda gerekli hukuki işlemleri yapacaklarını belirttiler.

Engin Akçakoca geçen sene ve bu senenin başında sistemde sorunlu banka kalmamıştır, denetimlerimiz AB standartlarındadır. Vatandaşlarımız Hazine bonolarında kesinlikle açığa satış olayı ile karşı karşıya kalmazlar. Bankalar ile ilgili en ufak ihbarı bile dikkate alarak bankaları hem şube, hem de genel müdürlük bazında denetliyoruz diye medyada da açıklamalar yaptı.

Bu esnada Devlet Bakanı Ali Babacan da vatandaşları Hazine Bonosu almaya davet ediyordu.

Ben Uzanlar ile ilgili olarak yazılanları dikkate alıp, paramı Uzanlar'a kullandırmak istemedim. Mevduatımı çekmek istedim. Paramız yok dediler. BDDK'ya telefon açıp İmar Bankası'nın Hazine Bonosu satma yetkisi var mı diye sordum. Var dediler. İmar Bankası açığa satış yapabilir mi diye sordum. Çok iyi denetlendiğini belirttiler. Bunun üzerine tüm mevduatımı Hazine Bonosu'na çevirttim. Şimdi hem Uzanzede, hem BDDK'zedeyim.’’

Bu durumda pek çok kişi var. Bunların bazılarının elinde BDDK'dan aldıkları resmi yazılar da var.

Şimdi bu kişiler soruyor: ‘‘Ne yapalım?’’ diye.

BDDK ses vermiyor. Ben söyleyeyim. Hem BDDK'yı, hem Uzanlar'ı dava edin.

Kısa bir ara


BDDK'nın horcumculardan tahsilat yapmak üzere ciddi bir biçimde harekete geçeceği konusunda bilgi aldım. Ben insanlara güvenmeyi, sık sık aldanmama neden olsa da, severim.

BDDK'ya bir şans veriyorum.

Makul bir süre içinde adım atmalarını bekliyorum. O güne kadar onları rahat bırakacağım.

Ama o makul sürede gerekenler yapılmazsa o zaman benden korksunlar.
Yazının Devamını Oku

Yalnız hayalle yaşanır

30 Ağustos 2003
HAYAL projeleri ile ilgili yazıma pek çok yerden destek geldi. Birçok okurum da, Türkiye'deki bürokrasiye ya da ‘‘küçük kafalara’’ takılmış projelerini anlatan bilgiler yolladılar.. Bunları okurken, Hürriyet'in gündeminden bir satır gözüme ilişti. ‘‘Almanya'daki ilk Vakko butiği bugün açılıyor.’’Şöyle biraz geri gittim. Çocukluğumda annemin, babamın elinden tutup gittiğim Beyoğlu Vakko'yu hatırladım. Türkiye'de marka diye bir şey bilinmezken Vakko markaydı. Onların deyişiyle Moda Vakko'ydu. Sonra Beymen açılmıştı. O da müthiş kaliteli, müthiş ‘‘a la mode’’ giysiler yapar, bu giysilerinde dünyanın o zaman da en iyilerinden olan Altınyıldız kumaşını kullanırdı.Türkiye'de Vakko ve Beymen ‘‘marka’’ ve ‘‘kalite’’ olarak parlamaya başladığında, bugün dünyada ‘‘marka’’ olarak bildiğimiz tekstil devlerinin büyük bölümü yoktu. Parisli birkaç modacı o zaman da çok ünlüydü ama bugün dünyanın her yerinde altın fiyatına kılık kıyafet satan Armani'ler, Dolce&Gabbana'lar, Versace'ler, Prada'lar, Etro'lar yoktu. Gucci yanlış hatırlamıyorsam sadece bir ayakkabıcıydı. Bugünün moda devleri o günlerde daha yeni yeni oluşmaya çalışıyorlardı. Amerika'nın tekstil markaları ise daha suya ‘‘bu’’ diyorlardı. Vakko ve Beymen ise o günün şartlarında gerçek birer devdi. Ancak hayallerini sınırladıkları, dünyayı evleri olarak görmedikleri için, bugün her ikisi de kendilerinden çok sonra kurulmuş markaların satıldığı birer ‘‘mağaza’’ oldular. Bugün artık herkes biliyor ki, önemli olan üretmek değil. Marka olabilmek ve pazarlamak. Ama ondan da önemlisi ‘‘hayal edebilmek’’. Galatasaray'a karşı tezgáhta Emniyet Müdürü kullanılıyorVATAN Gazetesi'nin spor sayfasında bomba patladı. İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah, 20 Eylül'de oynanacak Galatasaray-Fenerbahçe derbisinin Atatürk Olimpiyat Stadı'nda oynanmasına ‘‘güvenlik gerekçesi’’ ile izin vermeyecekmiş. Haber benim için sürpriz değil. Bu konunun bir süredir ‘‘gündemde’’ olduğunu kaynaklarım bana iletiyorlardı. Bu oyunun başoyuncusu Celalettin Cerrah gibi görünse de, oyunun senaryosu Futbol Federasyonu'nda yazıldı. Adı bende saklı bir federasyon yöneticisi Fenerbahçe'nin sahasının kapatılmasının diyeti olarak bu çözümü önerdi. Ancak federasyon Galatasaray'ın bu sezon resmi stadı olarak kabul edilen, UEFA'nın da gezip görüp beğendiği ve sezon başından beri tel örgüsüz oynanan maçlarda tek bir olayın çıkmadığı stadı değiştirmenin ‘‘zor’’ olacağını biliyordu. Bunun üzerine adı bende saklı olan federasyon yöneticisi ‘‘Ben bu işi Emniyet üzerinden çözerim. Celalettin Cerrah'la konuşurum. O maçta güvenliği sağlayamayacağını söyler ve biz de maçı oradan alırız’’ dedi. ‘‘Cerrah böyle bir şeye niye alet olsun?’’ diyenlere de ‘‘O da Beşiktaşlı. Ona da uyar’’ yanıtını verdi. Bu plan hafta başında iyice netleşti. Ve sonunda Vatan Gazetesi'nin manşetinden patladı. İstanbul Emniyet Müdürü net bir şey söylemiyor ama Vatan'ın manşeti, büyük bir oyunun ortaya çıkmasını sağladı. Celalettin Cerrah, bilerek ama bence büyük olasılıkla bilmeyerek bu oyuna alet edilmek isteniyor. Amaç sezon başında Galatasaray'ı Fenerbahçe'nin sahasına yollamak. Olimpiyat Stadı'nda oynanacak maçı ise şubat ayının soğuk günlerine bırakarak, Olimpiyat Stadı'nın Galatasaray'a avantaj sağlamasını engellemek. Galatasaray yönetimi bu büyük oyuna boyun eğmemek zorunda. Ve eğer gerçekten Cerrah'ın dediği gibi bir güvenlik sorunu var ise, o maça Fenerbahçe taraftarı almazsınız olur biter. Varsın Galatasaraylılar da Saracoğlu'na gitmesin. NOT: Bu konuda yetkili ve söz sahibi olan İstanbul Valisi Sayın Muammer Güler'in bu oyunlara alet olmayacağından eminim.BDDK'da adamı olan temsilciKANAL D Haber perşembe akşamı dehşet bir haber yayınladı. Star Gazetesi ve Uzan Grubu İcra Kurulu üyesi Engin Saydam'ın evine yapılan operasyonda ele geçirilen laptop bilgisayarda bir mail bulunur. Bu mail, hisseleri BDDK'nın elinde olan bir gazetede çalışan bir köşe yazarı tarafından yazılıp, Saydam'a yollanmıştır. Mail'de ‘‘BDDK'nın avukatı adamımız. Engin Akçakoca hakkında da elimizde dosya var. Size karşı bir hareket yapılırsa önceden haberimiz olacak. Merak etmeyin’’ gibisinden bir şeyler yazmaktadır. Vaat edilen destek tam bu olmayabilir ama kesin olan bölüm bu yazarın BDDK'nın bir avukatının adamları olduğunu söylediği ve Engin Akçakoca hakkında ellerinde dosya olduğunu iddia ettiğidir. O sırada tam doğrulatamadığımız için, bu mail'in kim tarafından yazıldığını haberde söyleyemedik. Fakat mail'i yazıp Uzanlar'ın sırdaşı Engin Saydam'a yollayanın kimliğini dün öğrendik. Hayrullah Mahmud. İddialara göre bu mail'i yazdığı sırada Sabah Gazetesi'nde çalışıyormuş.Uzanlar'ın ‘‘Bana inanmayan istifa etsin’’ demesinden sonra Star Gazetesi boşalınca Hayrullah Mahmud efendi de Star'ın Ankara temsilcisi yapılmış. Hayırlı uğurlu olsun. Her şey şeffaf olacakCINE 5'in sahibi Erol Aksoy aradı ve ‘‘Yazınıza kesinlikle katılıyorum. Bu anlaşma şeffaf olmalı. Cine 5'in kaça alınıp kaça satıldığı, anlaşmanın şartları kamuoyuna mutlaka açıklanmalı. Ben ön anlaşmanın bile deklare edilmesini büyük memnuniyetle karşıladım. Nihai anlaşma da BDDK onayından sonra kamuoyuyla paylaşılmalı. Yayıncılık sorumluluğu ve ahlakı bunu gerektirir’’ dedi. Doğan Yayın Holding'in Başkanı Mehmet Ali Yalçındağ da arayarak şunları söyledi: ‘‘Bizim şeffaf olmayan bir işlem yapmamız düşünülemez. Bu nedenle Cine 5 için yaptığımız ön protokolü kamuoyuna açıkladık ve BDDK iznini anlaşma için şart olarak koyduk. TMSF bu ortaklığı onayladığı anda yapılacak olan anlaşmanın ve bunun kamuya sağlayacağı gelirin açıklanacağından emin olabilirsin. Pek çok şirketi halka açık olan Doğan Yayın Holding'in en önemli ilkesi şeffaflıktır.’’NE ZAMAN ADAM OLURUZ?Ahlak konusunda ahkám kesenlerin eli ve vicdanı temiz olduğu zaman.
Yazının Devamını Oku

BDDK Uzanzedeye yol göstersin

29 Ağustos 2003
<B>HER</B> gün yüzlerce faks, mail ve mektup geliyor. Büyük bölümü Uzanzedelerden. Kemal Uzan'ın emriyle satılan ‘‘olmayan bonoları’’ alan bonozedelerden, İmar Bankası mudilerinden.

Hepsi şaşkın. Özellikle de, Uzanlar'a değil, devlete güvenip bono ve devlet tahvili alanlar...

Ne yapacaklarını bilmiyorlar.

Gazetelerde çıkan çeşitli haberler kafalarını karıştırıyor. Ne zamana kadar, nereye ve nasıl başvuracaklarını bilmiyorlar.

Bilmedikleri ve bu yüzden yapmadıkları bazı işlemlerden veya başvurulardan dolayı haklarının zayi olmasından korkuyorlar.

İşlerin bu hale gelmesinin Uzanlar'dan sonra 2 numaralı müsebbibi BDDK ise çıkıp iki satır açıklama yapmıyor. Hadi Engin Akçakoca mühim adam. Öyle ottan işlerle uğraşmaz. Ama bir BDDK yetkilisi çıkıp, İmarzedelerin ne yapmaları gerektiği konusunda yol gösterse çok mu zahmete girmiş olur!

Ya bu karar olmasaydı?

DANIŞTAY'dan ‘‘müthiş’’ bir karar geldi. ‘‘Batık bankaların faturalarını sahipleri ödeyecekmiş.’’

Güldüm.

Bu kararı dünyanın medeni bir ülkesinde ‘‘karar’’ diye açıklarsanız kamuoyu da güler. Ama burası Türkiye... Böyle bir kararı bile alkışlamak gerekiyor. Çok merak ediyorum, Danıştay böyle bir karar vermeseydi, bu fatura kimden tahsil edilecekti ya da tahsil edilmeyecek miydi? Adamlar bankayı batıracaklar, paraları ya çalacaklar, ya da beceriksizlik sonucu kaybedecekler, sonra da bunun faturasının bunlara ödettirilmesi için Danıştay'dan karar gerekecek.

Bu nasıl bir adalettir... Daha doğrusu bu kadar basit bir ‘‘adalet’’ için bile Danıştay kararı gerektiren bir başka ülke var mıdır bilmiyorum. Ama saygıyla karşıladığım bu karara gülüyorum.

Hayal bile edemiyoruz

ERTUĞRUL Özkök dün ‘‘hayal projelerini’’ yazdı ve Türkiye'nin bir hayal projesi olmamasından yakındı.

Benzer bir yakınmayı ben de daha önce birkaç kez yazdım.

Malezya'yı, Dubai'yi örnek verdim o yazılarımda.

Bu projelerin ülkelerin imajlarına katkıda bulunduğunu, ülkelere sınıf atlattığını belirttim.

Dünyanın en yüksek iki binası olan Patronas Kuleleri'nin Kuala Lumpur'da inşa edilmesinin, Malezya'daki yer darlığı ile ilgisi olmadığını ama Malezya'ya uluslararası bir şöhret sağladığını, Formula 1'in pistinin ve Malezya petrol şirketi Patronas'ın Formula 1'e sponsor olmasının bu ülkeye ciddi bir imaj etkisi olduğunu söyledim.

Bunların sonucu mudur bilinmez ama, dünyanın en büyük mikroişlemci üreticisi İntel'in en büyük üretim tesisi Malezya'da. Bilgi teknolojilerinde Malezya büyük adımlar atıyor.

Keza Dubai... Yelken şeklinde dev bir otel yapıp buna yarım milyar dolara yakın para harcanmasa da olur elbet ama siz böyle bir projeyi yaparsanız, bütün dünya bunu hayranlıkla izler, konuşur. Daha o bitmeden denizi palmiye şeklinde doldurmak ve bunun üzerine villalar inşa etmek için 2.5 milyar dolar harcamak çok da ‘‘şart’’ bir iş değildir ama, bunu yaparsanız buradan dünyanın bütün şöhretlerine ev satar, herkesi bundan konuşturur, bir de üstüne 5 milyar dolar para kazanırsınız. Bunların yanında yatırımcılar için Internet City, Medai City gibi yatırım imkánları sağlarsanız, dünya devlerinin Arap çölüne bile akın etmesini sağlayabilirsiniz.

Türkiye'de ise böyle ‘‘rüya projeler’’ üretilmiyor. Böylesi ‘‘akıllı’’ çılgınlıklara kalkışan son Türk yöneticisi Bedrettin Dalan'dı galiba... Onun İstanbul'u nasıl çılgınca bir cesaretle değiştirmeye kalkıştığını hatırlıyorum her gün. Ama sonrasında böyle biri gelmedi.

Tam aksine Bülent Ecevit gibileri geldi. Ankara'da gece yanan üç tane tek göz lambayı çok görüp ‘‘Las Vegas gibi olduk’’ diyen... Keşke Las Vegas gibi olsaydık. Onlar çölde ‘‘yoktan var ettiler’’, biz var olanı çöle çevirdik.

Hayallerimizi bile sınırladık.

Bir tek kendi ülkemizi soymak konusunda hayallerimize gem vurmadık.

Bu anlaşma kamuoyuna açık olmalı

DOĞAN Medya Grubu, Cine 5'in bazı hisselerini almak için BDDK'ya başvurmuş.

Yöntem doğru.

Cine 5 zor günler geçiriyor. Yaşaması için bir ortak bulması gerek. Bunu atv'de Dinç Bilgin'in yaptığı gibi bir mal kaçırma operasyonu ile değil, BDDK ile anlaşarak yapmak işin doğrusu.

Böylelikle, BDDK ve TMSF de İktisat Bankası'ndan olan alacaklarının bir bölümünü tahsil etme olanağına kavuşacak. Ancak bu grupta çalışan ve batık bankaların kamuya borçlarının ödenmesi konusunda çok hassas olan benim gibilerin Doğan Medya Grubu'ndan ve BDDK'dan çok önemli bir talebimiz olmalı.

Doğan Medya Grubu ve BDDK bu anlaşmanın şartlarını kamuoyuna açıklamalı. Bu anlaşma ile kamu alacaklarından ne kadarının hangi yöntemle tahsil edileceği konusunda kamuoyu aydınlatılmalı.

Bu anlaşmanın devlete ne kazandıracağı kamuoyu tarafından bilinmeli. Aksi takdirde bizim yazdıklarımızın hiçbir inandırıcılığı kalmaz.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Türkiye de İngiltere gibi gerektiği zaman başbakanlarını soruşturma komisyonlarının karşısına oturtabildiği zaman.
Yazının Devamını Oku

İktidar istedi diye adam atmadınız mı?

28 Ağustos 2003
<B>SABAH</B> Gazetesi'nin tepesindeki dostumuz 28 Şubat süreciyle ilgili olarak ilginç yazılar yazıyor. Ancak Sabah grubunun borçları için nasıl bir ‘‘milat’’ koyduysa, o konuda da kendisine bir ‘‘milat’’ bulmuş.

Nasıl ki, yıllardır üst düzeyinde çalıştığı Sabah Gazetesi'nin devlete olan 1.2 milyar dolarlık borcunu ‘‘O eskidendi’’ deyip tanımıyorlarsa, Sabah Gazetesi'nin 28 Şubat sürecindeki tavrını da aynı mantıkla hiç üzerine almıyorlar.

Oysa 28 Şubat döneminde Sabah'ın aldığı ‘‘ahlaksız’’ tavır hálá hatıralarda.

O dönemde bazı ‘‘güçlerin’’, gazete patronlarına baskı yaparak kimi yazarların işine son vermesi istediği dedikodusu dolaşıyordu.

Dedikodu diyorum, çünkü duymadım.

Bunların arasında bizim gazetede çalışanlar da vardı, Sabah'ta çalışanlar da.

O süreçte Hürriyet Gazetesi'nde hiçbir yazarın görevine son verilmedi.

Ancak Sabah Gazetesi, o gün o gazete için önemli isimler olan yazarlarını kovdu.

Bunlardan biri Mehmet Ali Birand, diğeri ise Cengiz Çandar'dı.

Ben de o gün bu iki meslektaşımı arayarak, ‘‘Sabah'ta yazdırılmayan yazılarını benim köşemde imzaları ile yayınlayabileceklerini’’ söyledim.

Çandar teşekkür etti, Birand ise yazılarını yolladı.

Ben bu işi gazeteme olan güvenle kimseye sormadan yaptım.

Ertesi gün koridorda karşılaştığım Ertuğrul Özkök, ‘‘Çok iyi yapmışsın’’ dedi.

Yanlış hatırlamıyorsam, birkaç gün süreyle Birand'ın yazıları benim köşemde yayınlandı.

Demokrasiyi savunmak, doğru pozisyon almayı gerektirir. Ama düşünce özgürlüğünü savunmak ‘‘ahlak’’ gerektirir.

İktidar partisi istedi diye Mehmet Barlas'ı kapının önüne koyan da sizdiniz, 28 Şubat'ta emredileni şak diye yapan da.

Benim gazetemde ise iktidar istedi diye kapı önüne konulan hiç kimse olmadı.

Kiralık otomobili yıkar mısınız?


ÖNCEKİ gün ziyaretime gelen ABD'li yetkiliye, ‘‘Irak ordusunu lağvedip Irak bürokrasisini yok ettiğiniz gün Irak'ı kaybettiniz. Bundan böyle Irak'ta düzen tutturmanız çok zor’’ dedim.

Irak'ta Batı tipi bir demokrasinin olmasının mümkün olmadığını, Irak'ın hem ‘‘gerçek’’ bir demokrasi ile yönetilip, hem de bir bütün olarak kalmasının ‘‘akıl dışı’’ olduğunu anlattım.

Savaş öncesi yazdığım yazılarda da Irak'taki çok dinli, çok etnisiteli yapıya dikkat çekip, Irak'ın Osmanlı'nın bile başına dert olduğunu, bambaşka bir kültürden gelen Amerika'nın bu ülkeyi ‘‘bir bütün’’ olarak yönetmesinin mümkün olmadığını defalarca tekrarlamıştım.

Ancak ABD yönetimi bizi değil, ‘‘Neo Con’’ zirzoplarını okuduğu için batağa saplandı. Batağın boyutunu dün Thomas Friedman da yazmış.

Friedman, NYT'deki yazısında, ‘‘Bırakın Irak'ta düzen kurmayı, Bağdat'ta trafik düzenini kuracak kadar askeri gücümüz bile yok’’ diyor. Ve Irak'ı, taşırken kırdıkları bir vazoya benzetiyor. Yani hem vazoyu yapıştıracaklar, hem de yere dökülen suyu tekrar içine koyacaklar.

Bu sadece askeri değil, aynı zamanda sosyal bir mesele.

Yine daha önce defalarca yazdığımız gibi, Türkiye bölgede sadece ‘‘askeri’’ değil, ‘‘sosyal’’ bir rol de üstlenmek zorunda.

Aynen Bosna'da, Kosova'da, Afganistan'da ve hatta o kadar uzağa gitmeye gerek yok ‘‘Güneydoğu Anadolu'da’’ yaptığı gibi.

Ankara'dan bunun işaretleri geliyor. Aşiretlerle yapılan görüşmeler son derece akıllı adımlar. Türk askeri Irak'a giderse orada alacağı tavır da aynı derecede önemli ama bizim asker bu konuda son derece tecrübeli.

Friedman, Irak konusunu Harvard Üniversitesi'nin Başkanı (Rektör) Laryy Summers'dan aldığı bir cümleyle özetliyor:

‘‘Dünya tarihinde kiralık otomobili yıkayan kimse görülmemiştir.’’

Friedman,
Irak'ta Irak halkının kendi ülkesine yabancılaştığını söylüyor ve bu yüzden de Iraklının Irak'ın düzene girmesi için çaba göstermediğine işaret ediyor.

Bu durum vahim. Ancak daha vahim olan, Irak, Amerikan askeri için de ‘‘kiralık otomobil’’.

Fakat Türkiye için durum farklı. Eğer kiralık otomobil benim otomobilimin yanında park ettiyse ve yanıyorsa ben onu söndürmek için elimden geleni yaparım. Yoksa oradan sıçrayan ateş, mahalledeki bütün otomobilleri yakar.

‘‘Yangın hele bir benim otomobile de sıçrasın, o zaman söndürürüm’’ diye beklemek de mümkün tabii.

Bilmem siz bekler misiniz?

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Yalakalık değil, zeká prim yaptığı zaman.
Yazının Devamını Oku

ABD tezkere konusuna Fransız

27 Ağustos 2003
<B>IRAK'</B>ta gerilim tırmandıkça Türkiye huzursuz oluyor. Eylül gündeminde yer alan, ancak her an ileri bir tarihe ertelenebilecek Irak'a asker gönderme tezkeresi de daha çok tartışılır hale geliyor. Herkes gelişmeleri kendi meşrebince yorumluyor. Benim gibi Irak'a asker göndermenin Türkiye'nin çıkarına olacağını savunanlar veya başka nedenlerle göndermekten yana olanlar, ‘‘Bakın orada yokuz ve aleyhimize gelişmeler oluyor’’ derken, tezkereye karşı olanlar ‘‘Orası tam bir bataklık. Bizim ne işimiz var orada’’ noktasına geliyorlar.

Büyük devlet olmanın, bölgesel ve global güç olmayı gerektirdiğini, kurutmak üzere bataklığa girmeyi gerektirdiğini hesaba katmıyorlar ve ‘‘tavşan pisliği’’ siyasetini sürdürmek istiyorlar.

Bu arada dün ziyaretime gelen bir Amerikalı yetkiliyle konuyu tartıştık. ‘‘Savaş öncesinde ilk tezkere için ABD'nin sıkı bir markajı vardı. Bu kez ise böyle bir tavır yok’’ diyerek, bunun nedenini sordum.

‘‘Bu bizim konumuz değil. Bu Türkiye'nin kendi kararı. Türkiye kendi çıkarlarını düşünecek, hesaplayacak, bir karar verecek. Ortada bizim müdahil olmamızı gerektirecek bir durum yok. Mesele bizim meselemiz değil, sizin meseleniz. Biz zaten Irak'tayız’’ dedi.

Amerikan yönetiminin bu konuda Türkiye'ye yaklaşımının hem Türkiye'de, hem de ABD'de yanlış değerlendirildiğini söyledi. ‘‘Bir pazarlık görüntüsü Türkiye'yi yıpratıyor. Burada karar verecek olanları da sıkıntıya sokuyor. Amerika'da da negatif bir görüntü ortaya çıkarıyor’’ dedi.

Bu nedenle ABD yönetimi bu kez Türkiye'ye baskı kurmuyor.

Bu izlenimden öylesine kaçınıyorlar ki, tezkerenin akıbeti tam olarak ortaya çıkıncaya kadar Türkiye'yi üst düzey bir Amerikalı yetkili ziyaret etmeyecek. Kapalı kapılar ardında baskı yapılıyormuş görüntüsünden kesinlikle kaçınılacak.

Amerikalı yetkiliyle paylaştığımız fikir ise Türkiye ve Amerika'nın ilk kez bir işbirliğine bu kadar ihtiyaç duyduğuydu.

Son yüzyıl içinde, iki ülkenin bölgede birbirine bu kadar muhtaç olduğu başka bir dönem olmamıştı.

Özürlülerden para alınmayacak

ADALET Bakanlığı'nın özürlü personel alımı için açtığı sınava katılacak olanlardan 35'er milyon lira sınav ücreti alınmasını eleştirmiş ve bu konuda Adalet Bakanı'ndan ricacı olmuştum. Bakan Çiçek de ‘‘Haklısınız ama sınavı Milli Eğitim Bakanlığı yapıyor, parayı da onlar alıyor. Sayın Çelik'le konuştum. Bir formül arıyoruz’’ demişti.

Önceki gün tam yazılarımı bitirdim, Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik aradı.

‘‘Sayın Altaylı, yazılarınızı dikkatle takip ettim. Merak etmeyin bu para alınmayacak’’ dedi.

Milli Eğitim Bakanlığı sınav için alınacak ücreti 35 milyon liradan 25 milyon liraya düşürmüş. Bu paranın da Fak Fuk Fon olarak bilinen Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Fonu'ndan ödenmesi için Fon'un bağlı olduğu Beşir Atalay ile mutabakat sağlanmış.

Bir köşe yazısıyla gündeme gelen konuyu, üç bakan güzel bir koordinasyonla çözdüler.

Üçüne de teşekkür ediyorum.

Uzanlar unutulmaya çalışıyorlar

UZAN
Ailesi kadar Türkiye'yi iyi tanıyan aile yok herhalde. Günlerdir aranıyor ama bir türlü teslim olmuyorlar.

Çünkü biliyorlar ki, Türkiye'de kamuoyunun ilgisi ve tepkisi birkaç günlüktür.

İşi soğutup tavsatıp, ilginin azalmasını bekleyip öyle ortaya çıkacaklar..

Bu arada bazı eski siyasetçilerin de Uzanlar için devreye girdiği ve pazarlık yapmaya çalıştığı iddiaları dolaşıyor.

Türkiye burası her şey olur.

Ancak ben yine de Türkiye'de bazı şeylerin artık değişeceğine inanmak istiyorum.

Ama değişsin değişmesin benim bu konuya ilgim kaybolmayacak.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Uzanlar gibilerinin Türkiye'deki rejimin dibine dinamit koyduğunu, Uzanlar'dan medet uman bazı dangalaklar da anladığı zaman.
Yazının Devamını Oku