Fatih Altaylı

Önümüzdeki beş yıl yargıyı düzeltme dönemi olsun

10 Kasım 2003
<B>URFİ Çetinkaya </B>adlı uyuşturucu tacirinin yarım ton eroinle birlikte yakalandığını duyunca şaşırdım. Benim bildiğim bu adam çoktan yakalanmış ve demir parmaklıkların arkasına koyulmuştu.

Sonradan öğrendim ki, Çetinkaya bir süre önce ‘‘sağlık nedenleri’’ ile serbest bırakılmış.

O da bıraktığı yerden işlerine devam etmiş.

Serbest bırakılma kararını veren ise bir hákim.

Geçen haftalarda, karşısına çıkarılan bir hırsızı serbest bırakarak 24 saat içinde iki kez yakalanmasına neden olan bir hákimi ve yasaların uygulanış biçimini eleştirmiş ve ‘‘Polis ne yapsın?’’ diye sormuştum.

Şimdi bir kez daha soruyorum, yıllar süren uğraş sonucu yakalanan bir uyuşturucu kaçakçısı polisten kaçarken vurulduğundan belden aşağısı tutmuyor diye hakim tarafından serbest bırakılırsa polis ne yapsın?

Aslında bu sorunun yanıtını bazı polisler vermiş bile.

Son bir yıl içinde 6600 polis çetelerle işbirliği yaptığı için görevden uzaklaştırılmış.

Çetinkaya'nın ekibinde de bir polis yer alıyormuş.

Baştan sona kokuşmuş bir düzen. Polis canı pahasına yakalıyor, hákim serbest bırakıyor.

‘‘Adam gibi’’ polis yakalamaya devam ediyor. Ama ‘‘zayıf’’ polis ‘‘Ben yakalıyorum onlar avanta yapıp serbest bırakıyor. Avantayı da ben yapayım’’ diyor.

Aynı durum sadece polis için değil, herkes için geçerli.

Yolsuzluğun üzerine giden siyasetçi de yargıya güvenemiyor.

Hakkını aramak isteyen işadamı da.

Sonunda işler bu hale geliyor.

Türkiye'de balık baştan, yargıdan kokuyor.

Ne yapıp etmeli, bu yargıya ne lazımsa vermeli, bu işi düzeltmeliyiz.

Yoksa hep birlikte batacağız.

Tekel niye çok para etmedi?


TEKEL ihalesinin sonuçlarının açıklandığı gün, bu işlerden iyi anlayan bir dostumu arayıp ihalenin ‘‘neden’’ bu kadar kötü bir teklifle sonuçlandığını sordum.

Uzun uzun anlattı.

Tekel için Özelleştirme İdaresi'ne verilen en yüksek teklifi JTİ'nin Japonya'daki merkez ofisi hazırlamış.

Türkiye'deki ofisin teklifin içeriğinden haberi olmamış. ‘‘Yetkili’’ kişi Japonya'dan gelmiş teklifi vermiş ve gitmiş.

Teklifin düşük olmasının birkaç nedeni olduğunu söyledi dostum.

Bunlardan en önemlisi, yakın zamanda 4 ülkenin daha Tekel özelleştirmesi yapmış olması.

Kuzey Afrika ve eski Doğu Bloku ülkelerinden bazıları geçtiğimiz bir yıl içinde Tekel'lerini son derece yüksek fiyatlara satmışlar. Ancak bu yüksek fiyatları veren sigara devlerinde hissedarlar ayaklanmış ve şirket yönetimlerini sıkıştırmışlar.

Bu da yöneticilerin teklif verirken ‘‘ellerinin titremesine’’ neden olmaya başlamış.

İkinci önemli unsur Tekel'in kár oranı. Tekel yüksek pazar payına rağmen, kár olarak bu pazar payının gerektirdiği k'arlılığa ulaşamıyor. Bunun temel nedeni Tekel'in pazardaki markalarının ‘‘ucuz’’ markalar olması ve ‘‘pahalı’’ markalar arasında Tekel'in pazar payının düşmesi.

Yabancı sigara şirketleri fiyat avantajı ile elde edilen pazar payını çok önemsememişler. Ucuz ürünlerle piyasaya girip pazar payı arttırmanın Tekel'e 3 milyar dolar vermekten daha akılcı ve düşük maliyetli olacağını hesaplamışlar.

Ve son önemli unsur da devletin vergi politikası olmuş.

Devlet sigaradan alınan verginin en azından orta vadede artırılmayacağı garantisi vermemiş.

Hal böyle olunca özelleştirme sonrası getirilebilecek yüksek oranlı bir vergiden korkan yabancı yatırımcılar Tekel'e düşük fiyat vermeyi tercih etmişler.

Dostuma ‘‘Peki bu fiyata Tekel verilir mi?’’ diye sordum.

‘‘Fiyatı piyasa belirler diyenlerin piyasanın belirlediği fiyatı beğenmemesi komik olur. Üstelik Tekel'in kárlılığına bakarsan fiyat çok da kötü değil. Asıl kötü fiyat içki bölümünde. Tekel'in içki bölümünün özelleştirilmesi vatan ihaneti gibi. Önce piyasayı herkese açtılar sonra satışa çıktılar’’ dedi.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Hakemlikten anlamayan eskilerin yere göğe koyamadığı hakemlerin cilası, kural hatası yapmalarına gerek kalmadan bozulduğu zaman.
Yazının Devamını Oku

Uçtu uçtu Fly uçtu

8 Kasım 2003
<B>TÜRKİYE'</B>de iç hat uçuşlarında <B>‘‘özel şirketler’’ </B>atağa geçti ve buna bağlı olarak bir <B>‘‘indirim’’ </B>furyası başladı. Dünya ölçeğinde komik denebilecek fiyatlara iç hatlarda uçmak mümkün olabilecek.

Ancak ben bu işin ‘‘nihai faturasının’’ Türkiye açısından kötü olacağından ürkmeye başladım. Bu ‘‘indirimli’’ uçuşlar, korkarım ki, sonunda bize ‘‘bindirim’’ olarak geri dönecek.

Çünkü son derece ciddi bir iş olan sivil havacılığın Türkiye'de ‘‘cılkı’’ çıkacak gibi duruyor.

Bu kanıya nereden kapıldığımı gelin size aktarayım. Türkiye'de ‘‘tarifeli iç hat uçuşu’’ yapabilmek için Ulaştırma Bakanlığı'ndan alınması gereken bir ‘‘işletme ruhsatı’’ var.

Bu işletme rahsatının da bir bedeli var. Geçmişte dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in kardeşinin de aralarında bulunduğu bir grup, bu ‘‘işletme ruhsatını’’ indirimli bir şekilde almaya çalışmış, benim bu konuyu köşeme taşımam sonrasında kızsak da, sevsek de ‘‘son derece namuslu’’ olduğu konusunda tek bir kelime edemeyeceğimiz Ulaştırma Bakanı Enis Öksüz bu girişimi durdurmuştu. Ancak şimdi Ulaştırma Bakanlığı'nda bir ‘‘Enis Öksüz’’ olmadığı için bu gibi ‘‘özel’’ işlemler yapılabiliyor..

Nasıl mı? Anlatayım.

İndirimli uçuşlarda öncülük edeceğini söyleyerek ‘‘İç ve Dış Hatlarda Tarifeli Seferlerle Yük ve Yolcu Taşımacılığı’’ yapmak isteyen bir şirket var. Adı Fly Air. Şirket söz konusu ruhsatı almak için Ulaştırma Bakanlığı Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü'ne başvurdu. Bu ruhsatın alınabilmesi için bakanlığın uyguladığı prosedür gereği 1 milyon dolarlık bir teminat mektubunun Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü'ne verilmesi gerekiyor.

Fakat her nedense Fly Air için bu uygulamada bir esnekliğe gidiliyor ve 1 milyon dolarlık teminat mektubunu bulamayan Fly Air'in 800 bin dolarlık teminat mektubu, eksik kalan 200 bin doları ise ‘‘senet’’ olarak vermesine izin çıkıyor. Bir devlet kuruluşu son derece gayri ciddi bir biçimde ‘‘hatır senedini’’ teminat olarak kasaya koyuyor.

Bu kararın altında genel müdürün, müsteşar vekilinin ve yardımcısının son olarak da Bakan ‘‘meşhur’’ Binali Yıldırım'ın imzası var. Siz bu işi yapan bir devlet kuruluşunun ciddiyetine inanır mısınız? Siz 200 bin dolarlık teminat mektubunu bile bulamayan bir şirketin milyonlarca dolarlık uçaklarla sağlıklı bir operasyon yapacağına güvenir misiniz?

Rusya’dan bir siyaset ticaret hikáyesi


DOLARIN geçen hafta ani yükselişinin nedeni olarak gösterilmesi dışında Türkiye'de çok yankı yapmadı ama komşumuz Rusya'daki Yukos Petrol Şirketi skandalı, dünyada epey tartışıldı.

Size bu konuyu biraz anlatayım, Türkiye ile ilgisi var ise siz değerlendirin.

Rusya 1990'lı yıllarda çok hızlı bir özelleştirme dönemi geçirdi. Bu dönemde Rusya'nın dev ama verimsiz şirketleri ‘‘sağlıksız’’ ama ‘‘hızlı’’ bir özelleştirme politikasıyla elden çıkarıldı.

Yukos Petrol Şirketi de bunlardan biriydi.

Yukos'un özelleştirilmesi Mikhail Khodorkovsky adında bir bürokrata verildi.

Khodorkovsky şirketi Batılı devlere satacak ve ülkeye gelir sağlayacaktı.

Ancak Khodorkovsky şirketi yabancılara satmadı. Şirketi teminat göstererek 300 milyon dolar kredi buldu ve Yukos'u kendisi ‘‘kapattı’’.

O dönemde ‘‘devlet mallarının’’ üzerine konmak Rusya'da çok modaydı ve bunlar kısa sürede büyük güç haline gelip Rusya'da ‘‘oligarşi’’ olarak adlandırılan kesimi oluşturdular.

Yukos Petrol kısa sürede bunlar arasından sivrildi ve milyarlarca dolarlık bir dev haline geldi.

Yeltsin döneminde bu şirketler alabildiğine hüküm sürdüler ve büyüdüler.

Bankalar, medya kuruluşları ‘‘oligarşi’’ denilen bu ‘‘yeni zengin’’ grubun elindeydi.

Putin başkanlık koltuğuna oturunca karşısındaki bu güçten rahatsız oldu.

Karanlık servet, ülkenin en büyük gücü haline gelmişti.

Bu güce karşı Putin mafyalaşmaya başlayan eski KGB elemanları topladı. ‘‘Siloviki’’ adı takılan bu grup Putin'in ‘‘Demir Yumruk’’u olacaktı.

‘‘Silovikiler’’ bu şirketlerin hükümranlığına yönelik baskı uygulamaya başladılar ve bu kuruluşların ‘‘ticaret’’ dışındaki alanlara girmemesini sağladılar.

Çoğu bu talebe uydu. Ancak Mikhail Khodorkovsky 8 milyar dolarlık şahsi serveti, ABD'de ve Avrupa'daki çevresine güvenerek Putin'in ‘‘Silovikiler’’ine boyun eğmedi.

Bir yandan Exxon Mobil, Chevron gibi devlerle ortaklık görüşmeleri yapıyor, bir yandan da Rusya siyasetine etki edebilmek için Duma'nın cebine rüşvet pompalıyordu.

Üstelik Putin'in politikalarını da sert biçimde eleştiriyordu. Putin bu tavrın örnek teşkil etmesinden, oligarşinin kendisine karşı ayaklanmasından ve Khodorkovsky'nin siyasete bulaşmasından ürktü.

Ve Putin'in eski KGB'ci Silovikileri 8 milyar dolarlık Khodorkovsky'yi kendi özel jetinin içinde yakalayıp bir hücreye attılar.

Putin böylelikle hem halkının parasını emen ‘‘ahlaksız’’ bir işadamından, hem de kendisine karşı oluşabilecek bir ‘‘paralı muhalefetten’’ aynı anda kurtuldu. Yukos'un yüzde 40 hissesine de devlet adına el koydu. Sonuçta bu işten Putin kárlı çıktı ama ‘‘fakir’’ Rus halkı da bir soyguncudan kurtulmuş oldu.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Iraklı Kürtler komşularının ABD değil, Türkiye olduğunu unutmadığı zaman.
Yazının Devamını Oku

Hıristiyan demokratlardan Müslüman demokratlara kazık

7 Kasım 2003
<B>AVRUPA </B>Birliği Komisyonu'nun raporu, Türkiye'nin en umutlu olduğu dönemde Avrupa Birliği tarafından Türkiye'ye vurulan çok büyük bir darbe oldu. Türkiye'nin Kopenhag Kriterleri'ni yakalamak için büyük uğraşı verdiği ve en ‘‘imkánsız’’ paketleri Meclis'ten geçirdiği bir sürecin ardından hazırlanan rapor tam bir rezalet.

AB'nin kurtları, AKP hükümetiyle net bir biçimde ‘‘oynadılar’’.

Ancak burada hükümetin ‘‘iyi niyetli’’ olmak dışında bir suçu yok.

Konuyu iyi incelediğimiz ve gölgede kalan detaylara baktığımız Avrupa Birliği'nde durumun giderek daha da kötüleşebileceğinin işaretlerini de görmek mümkün.

Avrupalı Hıristiyan demokratların büyük bir kısmı, Türkiye'nin ABD ilişkilerini daha da geriye götürme çabası içindeler ve bugünkü durumu değil, Helsinki Kararı'nı tartışmaya açmak ve Helsinki'de Türkiye'nin yolunu açan kararı iptal etmek istiyorlar. Hıristiyan demokratlar ‘‘Helsinki Kararı'nın hatalı’’ olduğunu savunuyorlar.

Hatırlıyorsunuz, Helsinki'de 1999 yılında alınan kararda ‘‘Türkiye, AB'ye tam üye adayıdır’’ denilmiş ve Türkiye bu kararı ‘‘sevinçle’’ karşılamıştı. Oysa sevinçle karşılanan bu karar Türkiye'nin 12 Eylül 1963 yılında imzaladığı Ankara Anlaşması'nda yazan bir şeydi ve Helsinki'de bunu tekrarlatmak, ileri atılmış bir adım değildi.

Tam aksine Helsinki Kararı, Kıbrıs ve Ege sorunlarında 2004 sonuna kadar bir uzlaşmaya varılmasını öngörüyor ve aksi takdirde Yunanistan'ın Lahey Adalet Divanı'na gitmesine cevaz veriyordu.

Şimdi Avrupalı Hıristiyan demokratlar, buradan da geriye gitmek istiyorlar ve Türkiye'yi savunmak, daha önce Türkiye raportörlüğü döneminde Türkiye'nin çok kızdığı Avusturyalı sosyalist Hannes Swoboda'ya kalıyor.

Swoboda, Türkiye aleyhtarlığının Avrupa Parlamentosu seçimlerine malzeme yapılma olasılığından endişe duyduğunu ve Türkiye'ye haksızlık yapıldığını söylüyor.

Avrupalı Hıristiyan demokratlar, bizim Müslüman demokratlara ‘‘kazık’’ üstüne ‘‘kazık’’ atmaya çalışırken, bizi savunmak sosyalistlere kalıyor.

Galatasaray markası eriyor

BUGÜN Galatasaray'la ilgili fazla bir şey yazmayacağım.

Ne kulübün yönetim anlayışıyla ilgili, ne de dünkü maçta takımın teknik yönetimi ile ilgili eleştiri yapacağım.

Çünkü günlük sonuçlarla bu meseleleri tartışmayı ‘‘kulüp yöneticiliği’’ açısından doğru bulmuyorum.

Bugün başka bir üzüntümü dile getireceğim.

Galatasaray, bu kısır ülkenin tarihinde yarattığı yegáne ‘‘uluslararası marka’’ oldu.

Dünyanın en ücra köşelerine kadar adını duyurdu, ezberletti.

Daha da ötesi, içinden çıktığı koşullarda elde ettiği başarılarla ve tavrıyla ‘‘saygı uyandırdı’’.

Galatasaray'ın belki 60 milyon dolar borcu ve bir o kadar da taahhüdü vardı ama Galatasaray'ın uluslararası marka değeri en büyük sermayesiydi.

Markanın değeri, bizce bu borçlardan çok çok fazlaydı.

Beni en çok üzen, Galatasaray'ın büyük bir hızla ‘‘marka değerini’’ yitirmesi.

Mesele sonuçlar değil.

Mesele ortaya koyulan anlayış.

Yenmek, yenilmek sporda her zaman var.

Ama önemli olan ‘‘yakışık alacak’’ bir şekilde sahada durmak.

Çarşamba akşamı sonuç beni üzdü ama Mondragon'un yaptığı ‘‘alçaklık’’ kahretti.

Galatasaraylı olmaktan utandırdı.

Galatasaray'da 2. Başkan olduğum dönemde benzer bir ‘‘terbiyesizliği’’ yapan Hakan Ünsal'ı önce takım kadrosundan çıkarmış, ardından da satmıştık.

Bakalım ‘‘Fair’’ Özhan Canaydın, Mondragon'un bu rezilliğine nasıl karşılık verecek?

Bence asıl Fair Play, gol atan rakibin başkanının elini sıkmaktan çok, sahada ‘‘adam gibi’’ olmakta.

İyi taksi şoförü haberdir

ERTUĞRUL Özkök sormuş, ‘‘İyi haber, haber değil midir?’’ diye.

İngiliz atasözü, ‘‘No news is good news’’ der. Türkçesi, ‘‘Haber yoksa merak etme iyidir’’ olarak çevrilebilir.

Ama bence iyi haber de haberdir. Hele Türkiye gibi ülkelerde esas ‘‘iyi haber haberdir’’.

Geçenlerde taksi şoförlerini yazıp özellikle İstanbul'da bu işe bir düzen getirilmesinin gerektiğini belirtmiştim. Vatandaşlardan çok destek geldi. İstanbul'u yönetenler de herhalde bir şeyler düşünüyordur. Ama bir okurdan gelen faks, iyi haberin de haber olabileceğini gösterdi.

Okurum bir öğle vakti bindiği takside çantasını düşürmüş.

İçinde epey para ve anahtarlar var. Kimlik falansa yok.

Okurum olayın farkına varınca çok üzülmüş. Gidenin geleceğine dair en ufak bir umudu da yokmuş.

Fakat taksi şoförü, çantayı otomobilde bulunca okurumu indirdiği eve gelmiş ve kapıcıya telefonunu bırakıp çantasının kendisinde olduğunu söylemiş.

Okurum da şoförü arayıp çantasına kavuşmuş.

Taksi şoförüne ödül vermek istemiş ancak şoför bunu da kabul etmemiş ve gitmiş.

Bu şoförün adı Zafer Haykır.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Bu ülkeyi milyarlarca dolar soyanlara sırf muhalefet olsun diye yüz vermediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku

Geç kalmış bir istifa

6 Kasım 2003
<B>BDDK </B>Başkanı <B>Engin Akçakoca </B>istifa etti. Bana sorarsanız geç kalmış bir istifa. Hem de öyle birkaç gün, birkaç ay değil... Birkaç yıl geç kalmış istifa.

Diyeceksiniz ki, ‘‘Yahu adam göreve başlayalı kaç yıl oldu ki!’’

Biliyorum... Ama yine de geç kalmış bir istifa.

Akçakoca'nın istifasından başta Uzanlar olmak üzere herkes kendince bir pay çıkaracak. Uzanlar büyük olasılıkla kendi yayınlarından dolayı istifa ettiğini öne sürecek ve bunun kendi haklılıklarını ortaya koyduğunu iddia edecekler.

Oysa gerçek durum tam tersi.

Akçakoca, Uzanlar ve bankasına yaptıklarından dolayı değil, vaktinde yapmadıklarından dolayı istifa etmek zorunda kaldı.

Akçakoca'nın artık ‘‘dayanamamasının’’ nedeni Uzanlar.

İmar Bankası'nın Bankalar Kanunu'na uymadığı, çifte kayıt tuttuğu bundan yaklaşık 2 yıl önce bu köşede yazıldı.

Bunun karşılığında Akçakoca'nın BDDK'sı bankayı takibe almak yerine, beni dava etti.

Bu banka ile ilgili olarak kamu yararına yaptığım tüm ihbarların karşılığında bankayı incelemek şöyle dursun, banka korundu, Fatih Altaylı'dan şikáyetçi olundu.

Yer yer BDDK ile Uzanlar'ın bana karşı açtığı davalar paralel hale geldi ve ben yine bu köşede, ‘‘BDDK, Kemal Uzan'ın avukatı mı?’’ diye sormak zorunda kaldım.

2001 yılında İmar Bankası'na el koyulmasını gerektirecek kadar ‘‘vahim’’ bulgular içeren rapor BDDK ve başkanı tarafından ‘‘sümen altı’’ edildi. Ben de banka adı vermeden bu raporu yayınlayıp, BDDK'ya ‘‘niçin gereğini yapmadığını’’ sordum.

Bunun karşılığını da hem BDDK, hem de İmar Bankası tarafından dava edilerek gördüm.

Ben her şeyi yazdım, BDDK ise yıllar boyu bu bankayı korudu.

Sonunda iş ‘‘patladı’’ ve ülkenin borçlarına bir ‘‘9 katrilyon’’ daha eklendi.

Benim yazdığım dönemlerde gereği yapılsaydı bu fatura emin olun ki, bunun yarısı olurdu.

Hatırlayacaksınız, bir süre önce BDDK Başkanı'nın bu görevi bıraktıktan sonra yurtdışına gideceğini yazmıştım.

Görün bakın yine haklı çıkacağım.

BDDK Başkanı Engin Akçakoca yıllar süren basiretsiz yönetiminin faturasını istifa ile ödedi. Şimdi topu ‘‘siyasi baskılara’’ atmaya çalışıyor.

Diğer bankalarda günahsız olduğunu kabul etsek bile sadece şu son İmarbank olayında bu ülkenin 9 katrilyonunun yok olmasına neden olan adama hesap sorulmayacaktı da, Bekçi Mehmet Ağa'ya mı sorulacaktı Allah aşkına!

Saran: İcazeti kongre verir


FENERBAHÇE'nin genç ve çağdaş başkan adayı (Ben Sadettin Saran'ı Beşiktaş Başkanı Serdar Bilgili'ye benzetiyorum) dünkü yazıma nazik bir yanıt yollamış.

Kendisini Fenerbahçe Kulübü Başkanlığı'na layık gördüğüm için teşekkür etmiş.

Benim değil, ‘‘Gerçek Fenerbahçe’’ camiasının görmesi daha önemli..

İnşallah onlar da görür.

Neyse, konu o değil.

Sadettin Bey diyor ki: ‘‘Fenerbahçe'ye başkan olmak son derece saygıdeğer ve onurlu bir görev. Ancak şu ana kadar resmi olarak adaylığımı açıklamadım. Takdir edersiniz ki, böylesine önemli bir kararı almak çok kolay değil. Kulübün 85 milyon dolar birikmiş borç yükü, zamansız halka arz edilmek istenmesi gibi karar alma sürecinizi zorlaştıran pek çok parametre var.

Eğer bir gün başkanlık için adaylığımı koyarsam, sizi temin ederim ki, bu karar tüm camiayı kucaklamak ve Fenerbahçe'yi sportif başarılarıyla dünya sıralamasında layık olduğu yere taşımak amacıyla olacaktır.’’

Fenerbahçe'nin galibiyetlerine sevinip sevinmediği yolundaki soruma da yanıt veriyor Sadettin Saran ve şöyle diyor:

‘‘Kişisel menfaati uğruna Fenerbahçe'nin başarılarına sevinmeyecek bir şahsiyetin asla başkanlığa aday olmaması gerekir. Bu zihniyette bir adayın Fenerbahçe camiasına hiçbir faydası olmaz.’’

Ve şöyle noktalıyor:

‘‘Eğer başkanlığa adaylığımı koyarsam Başbakan'ın icazetinden ziyade kongre üyelerinin desteğine ihtiyaç duyarım. Fenerbahçe Kulübü'nün başkanlığı için icazeti verecek olan makam Fenerbahçe Kongresi'dir.’’

Çok zarif bir yanıt.

Anlaşılan Fenerbahçe'nin genç başkan adayının Başbakan'ı ziyareti icazet için değilmiş.

Öyle diyorsa öyledir.

Genç Parti reklamları bedava mı?


TELEVİZYON kuruluşlarının RTÜK'e beyan ettikleri geçtiğimiz eylül ayının reklam gelirlerini aldım.

Ortada her zaman olduğu gibi gerçek bir komedi var.

Star Televizyonu yıllardır yaptığı gibi diğer televizyonların dörtte biri kadar para ödemiş.

RTÜK'e verilen beyannamelere göre eylül ayı içinde Kanal D 13 trilyon 55 milyar, ATV 9 trilyon 538 milyar, Show TV 9 trilyon 58 milyar gelir elde etmişler.

Bu televizyonlarla hemen hemen aynı reklamları yayınlayan Star ise topu topu 3 trilyon 950 milyar gelir beyan etmiş.

Oysa hatırlayacaksınız, eylül ayı içinde Star Televizyonu bütün Şampiyonlar Ligi maçlarının önünde ve devre aralarında Genç Parti reklamlarını yayınlamıştı.

Yayınların toplamı 2 saati aşıyordu. O günlerde bu reklamların ‘‘ederini’’ hesaplayan bağımsız kuruluşlar sadece ilk haftalık yayın için 5 milyon dolarlık bir tutar belirlemişlerdi.

Eylül ayı içinde iki Şampiyonlar Ligi haftası olduğu göz önüne alınırsa tutar 10 milyon doları buluyordu. Ancak Star tüm gelirlerini 2.5 milyon dolar seviyesinde gösteriyor.Yani açıkça RTÜK'e eksik beyanda bulunuyor.

Bu konu sadece RTÜK'ü değil, partilerin harcamalarını denetleyen Anayasa Mahkemesi'ni de ilgilendiriyor.

Çünkü kayıtdışı harcama yapmak, partiler açısından mümkün değil.

Gözümüzün üstünde kaş var


AVRUPA Birliği Komisyonu'nun ‘‘İlerleme Raporu’’nun önemli bölümleri açıklandı. Siyasi eleştirilerin bulunduğu bölüm tam olarak bir rezalet.

Hiçbir hukuki dayanağı olmadığı ve hiçbir ortaklık belgesinde atıfta bulunulmadığı halde, Kıbrıs sorunu Türkiye'nin önündeki ‘‘engel’’ olarak zikrediliyor.

Ancak daha da beteri alfabe konusu. PKK'nın Avrupa'daki unsurlarının girişimiyle Türk Alfabesi'nde Q, X, W gibi harflerin bulunmaması eleştiriliyor ve uygulamadaki ‘‘aksaklık’’ olarak gösteriliyor.

İyi niyetten tamamen yoksun, alçakça bir girişim.

Bu durum karşısında iş Avrupa'daki yurttaşlarımıza düşüyor.

Onların da bulundukları ülkelerde mahkemelere başvurup ‘‘İ, Ğ, Ö, Ü’’ gibi Avrupalı ülkelerin alfabelerinde bulunmayan harflerden dolayı dava açmaları ve hatta konuyu AİHM'ye götürmeleri gerekiyor.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Başarısız bürokratlar faturayı siyasetçilere keserek kurtulacaklarını zannetmedikleri zaman.
Yazının Devamını Oku

Saran icazet peşinde

5 Kasım 2003
<B>FENERBAHÇE </B>Spor Kulübü'nün eski Futbol Şube Sorumlusu <B>Sadettin Saran,</B> şimdilerde Fenerbahçe başkan adayı. Yönetimden ‘‘yakışıksız’’ bir şekilde dışlanmasını içine sindiremeyen genç işadamı, şimdi Başkan Aziz Yıldırım'dan intikam almak istiyor.

Bunun yolunun da başkanlıktan geçtiğini düşünüyor olmalı.

Bir taraftarın, gönül verdiği renklerin en yüksek makamı olan başkanlığına soyunması son derece saygıdeğer bir durum. Saran da Türkiye'yi pek tanımamak ve biraz Amerikalı gibi olmak dışında bu göreve fazlasıyla layık bir adam.

Tabii bu durum beni ilgilendirmez. Hatta Saran'a ‘‘İyi olur’’ diyerek kötülük etmek istemem.

Benim yazacağım mesele başka.

Sadettin Saran, Fenerbahçe Başkanlığı'nı kafaya koyunca ilk iş olarak Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ı arayıp bir randevu istiyor.

Kalkıp Başbakanlığa gidiyor ve Başbakan'la görüşüyor.

Saran, Başbakan'a ‘‘Fenerbahçe'ye başkan olmak istiyorum’’ diyor ve projelerini anlatıyor. Ardından da Erdoğan'a, ‘‘Büyük Fenerbahçe için bana destek verin’’ diyor.

Erdoğan hiç beklemeği bu ‘‘destek talebi’’ karşısında şaşırıyor.

Saran'a ‘‘Dostça ve Abice’’ bir tavsiyede bulunuyor.

‘‘Bakın Sadettin Bey’’ diyor, ‘‘Ben bu spor kulübü işlerine girmeyi hiç düşünmüyorum. Türk sporuna kim destek veriyorsa bizim de ona desteğimiz olacaktır. Ama ben özel olarak kulüp işlerine girmem. Fakat sana seçim işlerini bilen bir siyasetçi olarak bir tavsiyede bulunayım. Seçim dönemine kadar bekle.

Eğer takım lider durumda ise ve işler iyi gidiyorsa sakın aday bile olma. Çünkü kazanamazsın.

Yıpranırsın. Olumsuz bir gelişmenin faturası sana çıkar. Yok eğer takım kötü gidiyorsa, hedeften uzaklaşmışsa o zaman aday ol. O zaman seni zaten herkes destekler.’’

Saran,
Başbakan'a teşekkür edip çıkıyor. Şimdi ben Saran'ın, Fenerbahçe'nin galibiyetlerine sevinip sevinmediğini merak ediyorum.

Şiddet meselesine uyandılar

HANGİ spor yazarını görsem, ‘‘Spor medyası için yazdıkların sonuna kadar doğru’’ diyor.

En karşı çıkanı, ‘‘Üslup sertti ama haklısın’’ noktasında.

Hatta bu konu TSYD içinde bile konuşuluyor ve orada da ‘‘özünde’’ haklı olduğum teslim ediliyor.

Bu büyük aşama.

Onlar bu noktadaysa, ben de üslupta geri adım atmaya hazırım.

Bir süredir sporda şiddet meselesi gündemde.

Doğrular ‘‘yeni yeni’’ tartışılmaya ve kulüp yönetimlerinin bu şiddet içindeki yeri masaya yatırılmaya başlandı.

Umarım bazı yöneticilere göbekten ve gırtlaktan bağlı olanlar bu konuyu ele alırken samimi davranırlar.

Ancak emin olun ki, yönetimlerin primi olmasa sporda şiddet falan olmaz.

Geçen sene Galatasaray-Fenerbahçe maçı sonrası Şeref Tribünü'nde saldırıya uğruyorum.

Bana saldıranların tamamı ‘‘mafya üyesi’’. Mahkemeye gelen ‘‘sabıka kayıtları’’ Meydan Larousse fasikülünden kalın. O zaman ‘‘Yahu bu adamları Şeref Tribünü'ne kim aldı’’ diye sormayanlar, şimdi yavaş yavaş ayılmaya başladılar.

Star Televizyonu yıllardır benim Galatasaray taraftarlarının saldırısına uğradığım zamanki görüntüleri yayınladı ve ‘‘Kendi taraftarının bile istemediği adam’’ dedi.

Ama benim saldırıya uğrama nedenimin, Galatasaray 2. Başkanı olarak tribün mafyasına bilet vermeyi reddetmem olduğunu kimse söylemedi.

Tribün liderliğinin birkaç iyi niyetli taraftar dışında mafyalaştığını ve bunun yönetimler sayesinde bir rant kapısı haline geldiğini kimse yazmadı.

Anlı şanlı kulüp başkanlarının ve yönetimlerinin, ‘‘esrarkeş’’ amigoların düğünlerine tam kadro katıldığından kimse söz etmedi. Şimdi yavaş yavaş herkes hizaya geliyor.

Umarım geri dönmezler.

Kayıtdışının tedbiri mi olur?

UZANLAR'a ait mallara ve şirketlere tedbirler koyuluyor, sonra bu tedbirler yumuşatılıyor, bazen kaldırılıyor, sonra yeniden koyuluyor.

Aslına bakarsanız bu tedbirler tam bir tuluat. Çünkü bir işe yaramıyor. Çünkü ‘‘tedbir’’ dediğin ‘‘yasal’’ bir önlem.

Bir şirketin kayıtlı, yasal işlemlerinde kazandığı paralara tedbir koyulur.Yasal olmayan, açıktan yapılan, elden halledilen alışverişlerde tedbir sadece ‘‘komedi’’ unsuru olarak kalır. Şimdi Uzanlar'ın işlerinde tedbir var. Olsa ne olur, olmasa ne olur? Ne bileyim, Telsim'in faturaları eğer başka şirketler üzerinden kesiliyor ise, çimento yüklü kamyonların yükü eksik beyan ediliyor, hatta hiç edilmiyor ise, faturasız satılan malların parası elden ve iskontolu olarak tahsil ediliyor ise, bu paralar şirketlerin defterlerine hiçbir zaman yazılmıyor, gelirler bilançolarda hiçbir zaman gösterilmiyor ise tedbir neye yarar ki! Eğer bu tedbirler ‘‘göstermelik’’ değil de gerçekten bir işe yarasın diye koyuluyorsa boşuna koyulmuş. Burada yapılması gereken, tedbir koymak değil, bu grubun şirketlerinin yönetimlerine ‘‘kayyum’’ atamak, hatta yönetimleri tam olarak görevden alıp yerine devletin adamlarını oturtmaktır. Yoksa Uzanlar'ın kayıtdışı düzeninde tedbir bir işe yaramaz.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Atatürk'ün ilkelerine lafla değil işle sahip çıktığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Mafya mı, banka mı?

4 Kasım 2003
<B>BDDK,</B> İmar Bankası olayını <B>‘‘kitaplaştırmış’’</B>. Benimle kan davalı oldukları için sağ olsunlar bu konuyu yıllardır yazan bana bir tane yollamamışlar. Herhalde konuya onlardan daha hákim olduğumu düşünmüşlerdir diye iyi niyetle yaklaşmaya çalışıyorum.. Neyse, BDDK'yı kendi ‘‘kompleksli’’ yapısı ile baş başa bırakıp kitaba döneyim.

Kitap fena değil. Emniyet birimlerinin de desteğiyle İmar Bankası konusu çözümlenmeye çalışılmış.

Bir miktar da çözümlenmiş.

Ancak sistem tam olarak ‘‘organize suç’’ şeklinde çalıştığı için, şu andaki bulgular bir miktar yüzeysel.

Yine de rezaletin büyüklüğünü gösteriyor.

Bu arada İmar Bankası'nda çalışanların da bir profili çıkarılmış.

Okuyunca gerçekten bir mafya örgütlenmesinin izlerini buluyorsunuz.

Bakın BDDK'ya göre İmar Bankası'ndaki bir şube müdürünün özellikleri neler:

Çoğunlukla lise eğitimli. Düşük gelir düzeyinde (sektör ortalamasının onda biri).

Düşük teknik ve profesyonel yeterlilik düzeyinde. Sorgulamayan, soruşturmayan.

Düşük düzeyde bağımsız düşünebilme kapasitesi. İş güvencesine öncelik veren.

Olumlu veya ‘‘olumsuz’’ teşvikle denetlenen. Grup dışında iş bulabilme kapasitesi düşük.

Diğer grup şirketlerinde sistematik olarak aile fertlerine iş yaratma imkanı.

Kuruma bağlılıkla doğru orantılı sağlık yardımı gibi yan faydalar.

Kurumla ters düşülmesi halinde kişisel zarar görüleceği yönünde ‘‘tehdit’’ algılaması.

Kişisel ve profesyonel iletişimin yakından izlenmesi.

Kuruma gerçek bir aidiyet hissi.

Bazıları her şirkette olan ama birkaçı eklenince bir ‘‘mafya’’, bir ‘‘cosa nostra’’ yapısına dönüşen ‘‘bankacılık’’ ya da ‘‘şirket’’ anlayışı.

Önceki akşam konuştuğum Devlet Bakanı Ali Babacan'a 6 milyar dolara yakın paranın nasıl olup da ‘‘görülmeden’’ sistem dışına çıkarıldığını sordum.

‘‘Hiçbir kayıt yok. Hiçbir işlem yok. Büyük ihtimalle paraları toplayıp bavullarla taşımışlar’’ dedi.

Anlaşın Uzanlar çok sayıdaki uçak ve helikopterleriyle bankaya ciddi bir kargo hizmeti vermişler.

Paraların izi ise herhalde uçakların ‘‘uçuş planları’’ ile bulunacak.

Kennedy'yi de ben vurdurdum


GEÇEN hafta Beşiktaş-Galatasaray maçında Beşiktaş'ı favori olarak gördüğümü ancak hakemin de Zago'ya dikkat etmesi gerektiğini yazdım. Zago ile ilgili durumu ilk dile getiren ben değildim. Daha önce de bu konu çeşitli kişiler tarafından dile getirildi.

Türkiye'de hakemler nedense Zago'ya şefkat gösteriyordu. Oysa aynı Zago Avrupa maçlarında anında sarı veya kırmızı kart görüyordu.

Benim bu yazı maçtan sonra olay haline getirildi. Tarafsız spor yazarlığı adı altında, abuk sabuk yazılarla Beşiktaş amigoluğuna soyunan Kazım Kanat, eski Galatasaray 2. Başkanı olan benim tarafsız olmadığımı ‘‘keşfettiğini’’ ifade eden bir yazı yazdı. Bu keşfinden dolayı kendisini kutluyorum.. Ve bu zekásıyla Lucescu'nun Zago'yu benim yazım yüzünden oynatmadığını yazdı.

Bravo bana. Rakip takımı da ben kuruyorum. Kazım Kanat'ın yazısı aslında Kanat'ın ‘‘zavallılığının’’ da belgesi oldu. Ama Kanat benden hazzetmiyor. Çünkü geçen yıl Lucescu ve Serdar Bilgili'ye sezon başında düzdüğü ‘‘sövgüleri’’ sezon sonunda hatırlatmamı affedemiyor.

Hadi o Kazım Kanat. Çok ciddiye almayalım. Ya Deniz Arman'a ne demeli.

O hem Zago'nun oynatılmamasından, hem de hakemin yönetim tarzından beni sorumlu tutmuş.

Ben yazınca böyle olmuş.

Acaba Sevgili Deniz kendi yazdığına kendi inandı mı? Benim böyle bir gücüm var mı?

Varsa niye Galatasaray'ı her sene şampiyon yapamıyorum. Komik olmayın Allah aşkına.

Aslında okudukça hoşuma gidiyor. ‘‘Ben neymişim be’’ deyip kasılıyorum.

NOT: ‘‘Kanatlı’’ Kazım bilmez ama benim Beşiktaş'la ilgili hislerimi Sevgili Başkan Serdar Bilgili iyi bilir. Bazı abuk sabuk adamlara rağmen, Beşiktaş benim Galatasaray'dan sonra en sevdiğim iki takımdan biridir. Başkanı ‘‘Ortamı daha da germenin anlamı yok. Ev sahibi olarak yaptığımız hatalardan dolayı özür diliyoruz’’ cümlesinden dolayı kutluyorum. Benim Bilgili'nin şahsında gördüğüm modern Beşiktaş'a yakışan budur.

Vakit oluverir nakit


TÜRK ordusunun generalleri, Türkiye'nin saygın kurumlarına hakareti bir gelenek ve üslup haline getiren Vakit Gazetesi'ne hep birlikte dava açıyorlar.

Toplamı trilyonları bulan bireysel davalar.

Bu gazeteye karşı yapılabilecek en doğru hareket.

Vakit'le hukuki mücadeleye girişen bu yazarlara ben de tecrübelerimden yola çıkarak bazı tavsiyelerde bulunacağım. Dava sürecinde genelalleri bekleyen zorluklar şunlar.

Öncelikle dava tebligatı yapılırken, gazete dava edilen kişilerin Vakit'te çalışmadığını söyleyecek. Tebligat yapılamayacak. Dava bitecek. Tazminatı tahsile gideceksiniz. Söz konusu kişilerin Vakit'te çalışmadığı söylenecek. Yazıyı göstereceksiniz. ‘‘Faksla geçer. Buraya gelmez’’ denilecek. Maaşını haczetmek isteyeceksiniz. ‘‘Biz ona ödeme yapmayız. Sevabına yazar’’ palavrası sıkılacak. Ev adresini isteyeceksiniz, ‘‘Bilmiyoruz’’ diyecekler. Gazete binasındaki hiçbir malın sahibi gazetenin sahibi olan şirket olmayacak. Telefonundan bilgisayarına kadar her şey başkasının üzerinde çıkacak.

Bütün bu zorlukları aştığınız zaman da gazetede bir gecede isim değiştirecek.

Nereden mi biliyorum. Hepsini yaşadım.

‘‘Akit’’ Gazetesi, bir gecede boşuna mı ‘‘Vakit’’ gazetesi oldu zannediyorsunuz.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


İdeolojik gözlükler ülkedeki iyiye gidişi görmemizi engellemediği zaman.
Yazının Devamını Oku

Siz kim, Mektebi Sultani kim?

3 Kasım 2003
<B>BEŞİKTAŞ</B> ile Galatasaray arasında oynanan maçta bir sürü çirkinlik oldu ama bir tanesi fazlasıyla yakışıksızdı. Beşiktaş tribünlerindeki bir grup ‘‘Vatan haini Mektebi Sultani’’ yazılı bir pankart açtılar..

Mektebi Sultani dedikleri Galatasaray Lisesi.

Yani 500 yılı aşkın bir süredir bu ülkeye devlet adamı yetiştiren, bu ülkenin entelektüel kalkınmasına katkı sağlayan, Batı'ya açılan pencere diye anılan okul.

O pankartı açan cühelanın haberi var mı bilmem ama tuttukları kulübün kimi başkanları da o ‘‘hain’’ dedikleri Mektebi Sultani'den mezun ya da okumuş.

Yakın örneklerden biri Mehmet Üstünkaya o okulun mezunu. Bir diğeri ise Süleyman Abi (Seba) o okulda okumuş.

Hadi geçiniz bunları bir tarafa, Mektebi Sultani ‘‘hain’’ değil, ‘‘şehit’’ yetiştirmiş.

O pankartı açanlar eğer okuma yazma biliyorlarsa bir gün Mektebi Sultani'ye buyursunlar ve giriş kapısının iki yanında Galatasaray Lisesi'nin verdiği şehitlerin isimlerini görsünler...

Gelsinler onlara Asala terörünün kurşunlarıyla şehit olan Galatasaraylı diplomatların isimlerini vereyim.

Bu şehitler ocağı Galatasaray'a hain diyenlere aslında kızmamak lazım.

Onlar kim, şehitliği anlamak kim.

Onlar tribün kavgasında şişlenerek can vereni şehit zannederler, bilet karaborsası yaparken kafayı kıranı da gazi.

Zapsu atılan çamuru affetmedi


TAYYİP Erdoğan'ın yakın dostu, AKP kurucusu Cüneyd Zapsu'nun adı bugünlerde İstanbul Belediye Başkan adaylığı için geçiyor.

Tayyip Erdoğan'ın Ali Müfit Gürtuna'yı aday göstermeyi düşünmediği artık netleşirken, parti içinden iki isim ön planda.

Bunlardan biri Devlet Bakanı Mehmet Ali Şahin, diğeri ise Cüneyd Zapsu.

Mehmet Ali Şahin son derece güvenilir, lekesiz, namuslu bir adam.

Bu yüzden Genel Başkan Erdoğan'ın aklı onda. Ancak yapılan ‘‘nabız yoklamalarında’’ Şahin İstanbul Belediye Başkanlığı'na çok sıcak bakmadığını söyleyince ibre Zapsu'dan yana döndü.

İddialara göre Tayyip Erdoğan, Zapsu'ya öneriyi götürdü ve karar vermesi için bu haftayı son tarih olarak belirledi.

Zapsu'yu tanıyanlar, Cüneyd Bey'in bu işe çok da gönüllü olmadığını söylüyorlar. Ancak İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı'nın gücü de az buz değil.

Neredeyse yarı başbakanlık gibi.

Ancak Zapsu'nun güç için belediye başkanlığına ihtiyaç duymadığı son AKP kongresinde belgelendi.

AKP Milletvekili ve Sosyal İşlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Nurettin Canikli ile Cüneyd Zapsu geçtiğimiz aylarda sıkı bir gerilim yaşamışlardı.

Giresunlu olan Canikli, Cüneyd Zapsu'yu ‘‘fındık spekülatörlüğü yapmak ve üreticiyi zarara uğratmakla’’ suçlamıştı.

Canikli'ye göre yurtdışıyla düşük fiyattan fındık bağlantısı yapan Zapsu bu nedenle fındık fiyatlarını düşük tutmaya çalışıyordu.

Zapsu, Genel Başkan Yardımcısı Canikli'nin kendisine yönelik iddialarının intikamını kongrede aldı.

Canikli Genel Başkan Yardımcılığı'ndan oldu.

Bu arada aylar önce yazdığımız bir konu giderek gerçek oluyor.

AKP, kazanmasının zor olduğu yerlerde kadın adaylar gösterecek demiştik.

Ortalıkta dolaşan isimlere bakılırsa, dediğimiz gibi olacak.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Polemikle var olan gazeteciler, başka gazetecilerin polemiklerini lüzumsuz bulmadığı zaman.
Yazının Devamını Oku

Irak'ı üçe bölmeyi önerenler var

1 Kasım 2003
<B>YANIBAŞIMIZDA,</B> Irak'ta Amerikan müdahalesiyle bölge dinamikleri yeniden şekillenirken, Türkiye kendisi açısından hayati önem taşıyan bu konuya son derece <B>‘‘uzak’’ </B>kalıyor. Türkiye'nin iç siyaset malzemesi haline getirilen Irak konusunda takındığı tavır ve yürüttüğü tartışmalar son derece yüzeysel. Geçmişten bihaber, geleceği yorumlamaktan aciz bazı ‘‘kafalar’’ Irak meselesini ‘‘komşu ülke’’, ‘‘Müslüman ve dost ülke’’ çerçevesinde ele alıp, bunun üzerine biraz da ‘‘Amerika istedi diye bu da yapılır mı?’’ popülizmi ekleyerek değerlendirme yapıyor, karar alıyorlar. Oysa yanıbaşımızda Türkiye'yi orta ve uzun vadede derinden etkileyecek gelişmeler oluyor.

Irak'ta ABD'nin giderek batağa saplandığını hep birlikte izliyoruz.

Bu batakla birlikte farklı teoriler ve çözümler de gündeme geliyor.

Kudüs İbrani Üniversitesi'nin ‘‘Siyaset Bilimi’’ öğeretim üyelerinden Profesör Shlomo Avineri'nin geçen hafta yayımlanan bir makalesi, ‘‘nelerin olabileceği’’ konusunda önemli ipuçları içeriyor.

Prof. Avineri, makalesinde diyor ki, ‘‘Osmanlı bugün Irak diye bildiğimiz bölgeyi üçe bölerek demir bir yumruk altında yönetmişti. Bugün bunu bu şekilde yapmak mümkün değil. Ancak bu kadar etnik ve dini bölünmüşlüğün olduğu bir yeri ancak üç ayrı devlete bölerek düzene sokmak mümkün’’.

Kudüslü profesörün önerisi, Irak'ı Kuzey'de Kürt, Bağdat'ta Sünni, Güney'de ise Şii ağırlıklı üç devlete ayırmak. Bu öneri savaş öncesinde de korkulan bir durumun, saygın bir profesör tarafından dile getirilmesinden başka bir şey değil.

Ancak profesör Yahudi ve bugünkü ABD yönetimi üzerindeki Yahudi etkisi göz önüne alınırsa, boş geçilecek bir durum değil. Gerçi bölünmüş Irak, ABD açısından da akılcı değil ama bugünkü ABD yönetiminde akılcılık aramak beyhude bir uğraş. Prof. Avineri önerisini yaparken Osmanlı'yı örnek gösteriyor ama Osmanlı örneği bugünle pek bağdaşmıyor.

L. Carl Brown'un ‘‘Imperial Legacy’’ adını taşıyan derlemesinde Ortadoğu ve Arap uzmanı Fransız bilim adamı Andre Raymond, Osmanlı'nın Irak'taki eyaletleri öncelikle fetih tarihlerinin farklı olmasına göre ayırdığını söylüyor. (Musul 1515, Bağdat 1534, Basra 1546).

Osmanlı bunlardan Bağdat'ı 1535'te, Basra'yı 1552'de eyalet yaparken Musul'u 1546'da sancak ilan ediyor.

Raymond'a göre bu parçalı yapıyı bugünkü federal sistemle veya eyalet sistemi ile karşılaştırmak mümkün değil. Bu durum daha çok Osmanlı'nın geleneksel idari yapısıyla ilgili bir durum.

Musul ise aynen Suriye'deki Halep gibi Osmanlı açısından ticari değeri nedeniyle ‘‘sancak’’ konumunda. Ve her şeyden daha önemlisi, o dönemde Irak'ta petrol çıkarılmıyor ve petrolün ticari ve siyasi bir değeri yok. Bugün Irak'ı üçe bölmenin, petrolün paylaşımı açısından çok ciddi sorunlar çıkaracağı ortada. Bütün bunlar konuşuluyor, biz ise seyrediyoruz.

Fatih Altaylı'nın futbol ‘‘geyiği’’ ve Zago ile ilgili yazdıkları bile bizim için daha önemli.

Erdoğan beğenmedi, Gül beğendi, biz şaşırdık


AVRUPA Birliği'nin Türkiye ile ilgili tavrı aralık ayı yaklaştıkça netleşiyor.

AB Komisyonu'nun yazdığı rapor parça parça da olsa gün ışığına çıkmaya başladı.

110 sayfalık raporun ilk 30 küsur sayfasını içeren bölümü netleşti. Şimdiye dek alıştığımız raporlardan farklı değil.

Türkiye yaptığı reformlar nedeniyle bir miktar ‘‘okşandıktan’’ sonra beklediğimiz üzere ‘‘uygulama’’ nedeniyle eleştiriler başlıyor. Öncelikle ‘‘Kürtçe eğitim ve yayın’’ konusundaki sıkıntılar ele alınıyor. Ardından yine bildik bir konu olan ‘‘işkence’’nin azalmakla beraber mantalitenin değişmediği vurgulanıyor. Kıbrıs'ta Annan Planı çerçevesinde çözüm aranmaması eleştiriliyor.

Açıklanan bu ilk bölüm genelde siyasi kriterleri ele alıyor.

Henüz netleşmeyen bölümde ise ‘‘Türkiye'nin Gümrük Birliği'nden doğan yükümlülüklerini yerine getirmediği’’ yönünde bazı eleştiriler olduğu söyleniyor.

Bunlar AB Komisyonu'nun görüşleri ve beni şaşırtmıyor.

Ancak bu rapora yönelik olarak Türkiye'nin en yetkili ağızlarından verilen tepkiler şaşırtıcı.

Başbakan Erdoğan, yabancı büyükelçileri ‘‘haşlıyor’’, AB'yi ‘‘ipe un sermekle’’ suçluyor...

Ama diğer yandan Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, komsiyonun raporunu ‘‘objektif’’ bulduğunu söylüyor.

Bunun adına da ‘‘Türk dış politikası’’ deniyor.

Ciddi gazeteciler iki tiptir


GAZETECİLİKTE nasıl ‘‘ünlü’’ olunacağını dün bir meslektaşım yazdı. Eksikleri olmakla beraber doğruları da çok bir yazı. Ben de gazetecilerin nasıl ‘‘varolabildiğini’’ yazayım bugün. Gazeteciler cins cinstir... Bazı gazeteciler kendilerini bir yere dayarlar. Kimi ‘‘derin devlete’’, kimi ‘‘orduya’’, kimi ‘‘bir siyasi partiye’’, kimi ‘‘bir siyasetçiye’’, kimi ‘‘bir ideolojiye’’ kimi bir ‘‘spor kulübüne’’, kimi bir ‘‘ülkeye’’. Bu, gazeteci açısından müthiş bir kolaylıktır. Kimin seni sevdiğini, kimin senden nefret ettiğini bilirsin. Okurun da bellidir. Okurlardan kimin sövüp kimin öveceği de... Bazı gazeteciler ise kendilerini ‘‘doğrularına’’ dayarlar. Onlar için doğruluk önemlidir. Ne partileri vardır, ne ideolojileri, ne de çıkar çevreleriyle derinleşmiş ilişkileri. Doğru bildiklerini yazarlar. Bir ‘‘camianın adamı’’ olmazlar. Yazdıklarını bazen bir grup beğenir, bazen başka bir grup. Onların ne öveni bellidir, ne söveni. Kimsenin peşinden gitmezler. Kimseyi de peşlerine takmak gibi niyetleri yoktur. Kimsenin adamı değildirler, kimse adamları değildir. Bu tip gazetecilik zordur. Ama zevklidir. Herkese tavsiye edilir.

Bayramları unutma Zaman'ı


29 Ekim günü Zaman Gazetesi'ni elime aldım ve bıraktım.

Sekreterime seslendim: ‘‘Gülay, bu Zaman bugünkü değil.’’

Hayretle geldi.

‘‘Hayır bugünkü.’’

Kavuniçi zemine gömülmüş tarihi güçlükle bulduk. Gülay haklıydı. ‘‘29 Ekim 2003 Çarşamba’’ yazıyordu.

Ama o gün kutladığımız Cumhuriyet Bayramı ile ilgili birinci sayfada tek bir satır yoktu. İçeri bakmaya başladık. İçerde de o günün Cumhuriyet Bayramı olduğuna dair tek iz, bir ilandı. Bir internet sitesi, Zaman okurlarının Cumhuriyet Bayramı'nı kutluyordu ama Zaman yazı işleri bayramı unutmuştu.

Zaman Gazetesi adına üzüldüm. Bu milletin en coşkulu günlerinden birini unutan gazete, gazete olamazdı.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Ülke meseleleri takım meselelerinden daha fazla kafamızı meşgul ettiği zaman.
Yazının Devamını Oku