Fatih Altaylı

Dostun yanlışına doğru demek dostluk mudur?

31 Ekim 2003
<B>CUMHURBAŞKANI'</B>na yönelik dünkü eleştirim çok tepki aldı. ‘‘Ayıp ettin’’ diyen de var, ‘‘Yuh’’ diyen de, ‘‘Şeriatçı mı oldun’’ diyen de, ‘‘Eline sağlık’’ diyen de, ‘‘Az bile yazmışsın’’ diyen de.

Doğrusunu isterseniz hiçbiri umurumda değil, hepsi umurumda.

Umurumda değil, çünkü tepki ne yönde olursa olsun ben ‘‘direk gibi’’ doğru bildiğimi yazarım; umurumda çünkü okurla böylesine interaktif bir ilişki içinde olmak bir gazeteci için müthiş bir duygu.

Doğru bildiğimi yazarım, çünkü doğru bildiğimi her şart ve halde yazdığım için varım. Başkalarının doğrularını kayıtsız şartsız takip ettiğim için değil..

Ben, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in yaptığı hareketin hem kendisine, hem de savunduğu ‘‘haklı’’ fikirlere bile zarar verdiğini düşünüyorum.

Haklı olduğu yerde bile haksız görünmenin ne demek olduğunu benden daha iyi kimse bilemeyeceği için yazıyorum.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın iftar çadırı kapısında yemek almak için içeri girmeye çalışan çocuğa, ‘‘Oruç tutuyor musun?’’ diye sormasını eleştirebilmek için, Sezer'in yaptığını da eleştirebilmek gerek.

Bu iki tavrın da yanlışlık olarak birbirinden farkı yok.

İftar çadırına beleş yemeğe gelmiş çocuğun oruçlu olup olmadığı nasıl ki kimseyi ilgilendirmiyorsa, ramazan günü herkesin içinde su bardağını nispet yaparcasına kafaya dikmenin de álemi yok.

‘‘Su içemez mi?’’ diye soracaklar olabilir.

Bakın bakalım daha önce böyle bir törende, üç kelime konuşup su içmişliği var mı Sayın Cumhurbaşkanı'nın.

Sezer'in tavrı sonrasında kimin ‘‘prim yaptığına’’ bakın ve eleştirimin haklı olup olmadığına ondan sonra karar verin.

Kendimle ilgili olarak da şunu söyleyeyim: Bu ülkeyi uçlardan çekip germeye kimsenin hakkı yok. Ben Türkiye'de, her sabah yeni bir gerilimle uyanmadan, bir Avrupalı gibi özgürce yaşamak isterdim. Bırakın bari çocuklarımız yaşasın.


Irak, Kürt Cumhuriyeti yolunda

ABD'nin bir grup ‘‘cahil’’ tarafından yönetiliyor olması, bölgemizdeki bütün gelişmeleri, bölgenin aleyhine çeviriyor.

ABD, Irak'ı işgal eder etmez, ilk iş olarak Irak Ordusu'nu lağvetti ve Baas Partisi'ni kapattı.

O gün için çok önemli görünmeyen bu durumun sonuçlarını şimdi alıyoruz.

Irak ordusu lağvedilirken, Irak'ta işgal orduları dışında tek bir düzenli ‘‘ordu’’ kaldı.

ABD tarafından oluşturulup eğitilmiş olan ‘‘Peşmerge Ordusu’’.

Yani 1 yılı aşkın bir süredir hazırlanan ‘‘Kürt Ordusu’’.

Ne Sünni Arapların, ne Şii Arapların elinde böyle bir güç var.

Başkan Bush, şimdi ‘‘Irak'ta kontrolü sağlamak için yerel güçleri kullanalım’’ demeye başlayınca dönüp Irak'a bakıyoruz ve kullanılabilecek, hazır tek yerel güç işte bu ‘‘Kürt Ordusu’’.

Eğer Irak'a yabancı ülkelerden asker sokulmazsa, Türk askeri girmezse Irak'ta düzeni sağlamak bu ordunun görevi olacak ve gelecekte oluşturulacak Irak Ordusu'nun çekirdeğini bu güç meydana getirecek.

Diğer taraftan Irak'ta şimdi bir bürokrasi oluşturulmaya çalışılıyor.

Fakat bu bürokrasi oluşturulurken ABD'nin bir kriteri var. Memurlar BAAS kökenli olmayacak.

Geçmişte BAAS'lı olmayanlar memur olamadığı için tecrübeli, güvenilir, işbilir memur bulmak mümkün değil.

BAAS'lı olmayan kim var?

Saddam'ın dışladığı Kürtler.

Amerika'nın Iraklı bürokrat kriterine uyan sadece ve sadece Kürtler var ve yeni Irak bürokrasisi bunlardan oluşacak.

Hatta oluşmaya başladı bile.

Bana gelen bilgilere göre, Irak Dışişleri Bakanlığı'nda artık ‘‘resmi dil’’ Kürtçe.

Çünkü bütün ekibi, Amerikan kriterlerine uygun bir şekilde Kürt Hoşyar Zebari kuruyor.

Bütün bu gelişmeler, Türkiye'nin ve hatta bölgedeki dengelerin aleyhine oluyor. ABD bütün bunları bilinçli yapıyorsa ‘‘Vay bizim halimize’’, ABD bütün bunları bilinçsizce yapıyorsa ‘‘Yine vay bizim halimize’’.

Beşiktaş kazanır da Zago meselesi ne olacak?

BİRAZ da futbol geyiği yapalım... Bugün bir derbi var, bu geyiğe katılmazsak ayıp.

Ben, kanı sarı kırmızı akan biri olarak, bu akşam oynanacak maçı Beşiktaş'ın kazanacağını düşünüyorum.

Nasıl kazanacağına ise Lucescu karar verecek.

Benim bildiğim tipik Lucescu, Galatasaray'ın adından korkacağı için savunma oynayacak.

Hızlı adamlarıyla kontratak yapacak, ağır Galatasaray savunmasını bir iki kez aşacaklar ve 1 veya 2-0 kazanacaklar.

Bu iyimser tahminim.

Bir de kötümser tahminim var.

Lucescu hayatında ilk veya ikinci kez korkmayacak.

Beşiktaş'ın iplerini salacak, Beşiktaş diğer maçlarda olduğu gibi saldıracak.

Galatasaray'ı allak bullak edecek. Hızla bir iki gol bulacak. Terim yenilmemek için takımı açacak.

Beşiktaş iyice rahatlayacak ve farka gidecek. Geçen sene 6 Kasım'da, 6 yemiştik. Allah'tan Ekim'in 31'i. O kadar yemeyiz.

Dediğim gibi bunlar tahmin.

Tabii maçtaki tek etken Lucescu değil.

Galatasaray da gol arayacak ve mutlaka bazı pozisyonlar bulacak.

Burada önemli olan kişi Beşiktaşlı Zago ve dolayısıyla hakem.

Zago şimdiye dek oynadığı gibi oynar ve ‘‘yüreksiz’’ bir hakem bunları görmezden gelirse Galatasaray'ın hiç şansı yok.

Hakemin Zago'ya karşı olan tavrı MHK'nın bu yılki tavrını da gösterecek.

Bunu da bu akşam öğreneceğiz.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Toplumların hafızası, balıkların hafızasından biraz daha iyi olabildiği zaman.
Yazının Devamını Oku

Bu kadarı ayıp

30 Ekim 2003
<B>TÜRKİYE'</B>nin <B>‘‘buhranlı’’ </B>anlarında Çankaya Köşkü'ne kapanan ve sorunların çözümünde en küçük bir işlev dahi üstlenmeyen Cumhurbaşkanı <B>Ahmet Necdet Sezer,</B> tam aksine <B>‘‘sorun yaratan’’ </B>adam olmak için elinden geleni ardına koymuyor. Göreve geldiği günden bu yana ‘‘gerektiğinde’’, Sezer'i eleştiren ender kişilerden biri olduğum için bugün bu yazıyı yazma hakkını kendimde buluyorum.

Bazı ‘‘İslamcı’’ gazeteler ve yazarlar gibi işime geldiğinde alkışlayıp, işime gelmediğinde eleştirenlerden olmadığım için içim rahat.

Dikkat edin ve hafızanızı biraz zorlayın. Türkiye, Ahmet Necdet Sezer'in Cumhurbaşkanlığı döneminde pek çok sıkıntılı dönem yaşadı.

Sezer bunların hiçbirinde ön plana çıkıp inisiyatif kullanmadı, sorun çözücü olmadı, birliktelik sağlayıp sorunların aşılmasında katkı sağlamadı.

Bir süreden beriyse, tam aksi bir biçimde ülkede gerilim yaratacak pek çok tavrın sahibi oldu.

Siyasi geçmişi olmayan bir Cumhurbaşkanı olmasına rağmen, bir siyasetin içinden gelen cumhurbaşkanlarının tümünden daha fazla siyasi taraf rolüne soyundu.

Cumhurbaşkanlığı koltuğunu sürekli olarak ‘‘kafasına göre’’ değerlendirdi.

O makamın ananelerini altüst etti.

Ondan önce 76 yıl boyunca kullanılan tören geleneklerine uymadı.

Canı istemedi frak giymedi.

Canı istemedi törenlere katılmadı.

Canı istedi törenlere her zaman çağrılan kişileri törenlere çağırmadı.

Anayasa Mahkemesi Başkanlığı döneminde kendini ‘‘Anayasa’’ yerine koydu.

Cumhurbaşkanı olunca o görevini bırakmadı. Yasaların Anayasal olup olmadığına kendi karar verdi. Yüce Mahkeme'yi sıklıkla devre dışı bıraktı.

Son davetiye kriziyle şimşekleri üstüne çekti.

O da yetmedi, dünkü 29 Ekim törenlerinde bu ülke topraklarında yaşayan kimsenin kolay kolay yapmayacağı bir şey yaptı.

Üstelik de bunu ‘‘inat’’ olsun diye yaptı.

Oruçlu bir grubun önünde, suyu kaldırıp kafasına dikti.

Bu ülkede kimse kimsenin orucuna karışmaz, karışmamalı.

Ama oruç tutana da kimse saygısızlık yapmaz.

Cumhurbaşkanı Sezer bunu da yaptı.

Benim gibi hayatında bir gün bile oruç tutmamış birine göre bile ayıp etti. Hem de çok...

İmar bilmecesini normal adam çözemez


BDDK Başkanı Akçakoca tavsiyemize kulak verdi ve artık ‘‘vergi verenleri’’ sık sık bilgilendiriyor.

Dün yine konuştu ve önemli açıklamalar yaptı.

Adalet Bakanlığı'nın hazırladığı yeni yasayla ilgili olarak son derece doğru bir laf etmiş: ‘‘Kim daha hızlı tahsil ediyorsa o etsin. Türkiye'nin yararına olur.’’

Aynen ben de bunu söylüyorum.

TMSF'nin tahsilatta sorunu var ise bu işi Maliye yapar.

Burada hiçbir sorun yok.

Bir açıklaması ise korkunç: ‘‘İmarbank'ın tekrarlanmaması için bilgi işlem mühendisleri alacağız.’’

Bu ‘‘itiraftan’’ anlıyoruz ki, BDDK'da bilgi işlem mühendisi yok.

Bankacılar BDDK'ya bankacı arkadaşlarını doldurmuşlar ama bankaların neredeyse bütün işlemleri bilgisayar üzerinden yapıldığı halde, bilgi işlem mühendisi almamışlar.

İlginç...

Ancak bilgi işlem mühendisi almaları İmarbank'ı çözmelerini sağlamaz.

İmarbank'ı çözmek için birkaç mafya üyesini ve Selçuk Parsadan'ı almaları gerekiyor.

Polis ne yapsın


SİZE bir mahkeme salonunda geçen müthiş bir diyaloğu aktaracağım:

Hákim: Oğlum sen daha bu sabah çıkmadın mı mahkemeye? Serbest mi kaldın?

S.K.: Evet efendim. Ama ben uyumak için geldim.

Hákim: Allah Allah, her gün uyumak için mi geliyorsun?

Gelin size olayı anlatayım:

Serkan Kocayemiş, Şişli'de bir büfeyi soyarken suçüstü yakalanır.

Karakola götürülür. Sorgu sonunda bölgede bazı evleri de soyduğu ortaya çıkar. Evi soyulan yurttaşlarla yüzleştirilir. Soyulanlar soyguncuyu tanırlar.

Kocayemiş mahkemeye çıkarılır.

Tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılır.

Aynı gece Serkan Kocayemiş, yine Şişli'de bir evi soyarken suçüstü yakalanır ve mahkemeye sevk edilir.

Kocayemiş 24 saat arayla aynı mahkeme salonundadır.

Şimdi sorarım size, bu nasıl adalettir?..

Yakala, mahkemeye çıkar, serbest kalsın, akşam aynı suçtan bir daha yakala...

Allah aşkına bu uygulama ile polis suçlularla nasıl baş etsin.

Daha da önemlisi, ‘‘niye başetsin?’’

Buluttan nem kapanlar


ALDIĞIM birkaç tepki, hiç ama hiç aklıma gelmeyecek türden. Önceki gün türban ve imam hatip tartışmalarını lüzumsuz bulup Türkiye'nin başka meselerle uğraşması ve geleceğe bakması gerektiğini yazdım.

Tepkiler gele gele bazı öğretim üyelerinden geldi.

Hem de çoğu profesör.

Bu tartışmayı nasıl olur da ‘‘lüzumsuz’’ olarak bulurmuşum. AKP'nin dümen suyundaymışım.

‘‘Pes’’ dedim.

Buluttan nem kapmak buna denir.

TÜBİTAK'taki siyasi girişimi kaleme alan tek yazar ben. İstanbul Üniversitesi'nin Baltalimanı Tesisleri'nin Maliye Bakanlığı tarafından geri istenmesini mesele haline getiren tek televizyon haberinin yayın yönetmeni ben.

Bazı öğretim üyeleri tarafından suçlanan yine ben.

Oysa benim o yazımdan alınması gereken biri var ise geleceği planlamak ve topluma huzur getirmek yerine bu lüzumsuz tartışmanın başlamasına neden olacak girişimleri yapan AKP.

Ama onlar alınmıyor, tam aksine buradaki uyarılarımı dikkate alıp geri adım atıyorlar. Bundan memnunluk duyması gereken bazı öğretim üyeleri ise alınıyor.

Bu alınganlığın altında acaba kendi kafalarında cevaplayamadıkları bazı sorular mı yatıyor anlamadım.

Dilerim öyle değildir.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Güce yakın olanların güç simsarlığı yapması engellendiği zaman.
Yazının Devamını Oku

Doktor ayağımıza geliyor

29 Ekim 2003
<B>HEPİMİZİN </B>bilgisayarlarının üzerinde yer alan birisi bugün Türkiye'de. Intel'in Başkanı Craig Barrett, dün İstanbul'da, Boğaziçi Üniversitesi'nde bir konuşma yaptı.

Intel bir dev.

Tam da Türkiye'nin ihtiyaç duyduğu bir dev.

Türkiye gibi katma değeri az mallar üreterek bundan para kazanmaya çalışan bir ülkenin talihini değiştirebilecek bir dev.

Bu dev şirketin, kendi ülkesi dışında benim bildiğim yegáne yatırımı Malezya'da.

Kumu ve plastiği dünyanın en gelişmiş teknolojisine dönüştürüp para kazanıyorlar ve bulundukları ülkeyi de ihya ediyorlar.

Ben Türkiye'nin başbakanı olsam, ATA uçağını İstanbul'a yollar, Craig Barrett'le görüşür, Türkiye'de ona her türlü kolaylığı sağlar ve buraya yatırım yapmaya ikna ederdim.

Bir bataklığı bedavaya verdiğimiz Ford, bugün Türkiye'ye yılda 1 milyar dolar döviz getiriyor.

Intel'in neler yapabileceğini gelin siz tahmin edin.


NATO bölünürken Türkiye açıkta mı kalacak?

DÜN,
Friedman'ın NATO'ya yeni açılımlar öneren yazısından yola çıkarak size bazı bilgiler verdim.

Friedman'ın bu önerisinin arkasında yatanları da biraz aktardım.

Bazıları yine kızacak ama Türkiye abuk sabuk tartışmalarla oyalanırken, çevresinde aleyhine gelişen olayları kaçırıyor.

Bazıları Türkiye'yi yine ‘‘dışlamak’’ için yeni yeni planlar yapıyorlar.

Mısır, İsrail ve Irak'ın NATO üyeliği bunun bir adımı.

Bir başka büyük adım ise Avrupalı ‘‘dostlarımız’’ tarafından planlanıyor.

Hatırlayacaksınız, AGSK ve Avrupa Ordusu oluşumu sırasında Türkiye çok ciddi sıkıntılar yaşamıştı.

Türkiye bu oluşumun dışında bırakılmak istenmiş, Türk ordusu buna büyük tepki göstermişti. Ben de o dönem burada ‘‘Türkiye'de ordu dışında hiç kimse geleceğe ilişkin konseptler oluşturmuyor. Türkiye'nin gelecekteki rolünü düşünmüyor’’ demiştim.

Geçen yıl bu konu bir ‘‘orta yol’’ bulunarak tatlıya bağlanmıştı.

Ancak şimdi yine Türkiye'yi Avrupa savunmasının dışında bırakma girişimleri var.

Fransa, Almanya, Belçika ve Lüksemburg, Avrupa Birliği'nin kendi ‘‘operasyonel gücünü’’ oluşturması için bir araya geliyorlar.

Bu gücün merkezinin Brüksel yakınlarındaki Tervuren'de olması kararlaştırıldı bile.

Bu güç şimdi Makedonya'da olduğu gibi NATO'nun mevcut imkánlarını kullanacak ama komuta ve planlama AB'de olacak.

Bu fikrin oluşmasında ABD Başkanı Bush'un, AB karşıtı tavrının büyük etkisi var.

AB dünya jandarmalığını tek başına ABD'ye bırakmak istemiyor.

Bush'un son Irak harekátında NATO'yu ABD'den yana olanlar ve olmayanlar diye iki sınıfa ayırması, bu girişimin startını verdi.

Görünen o ki, NATO yavaş yavaş ortadan kalkıyor.

Avrupa kendi ‘‘gücünü’’ oluşturuyor, ABD ise NATO'nun yerine, ihtiyaç duyduğu bölgelerde yeni bir ‘‘müttefik’’ güç oluşturuyor.

İşin kötüsü, Türkiye şimdilik her ikisinde de yok.

Yeni bir dünya kuruluyor ama biz bu dünyada yerimizi ne alabiliyoruz, ne de bulabiliyoruz.

Bazı bankacılar rahatsız

HÜRRİYET'
te Erdal Sağlam, Adalet Bakanlığı'nın hazırladığı yasadan bankacıların duyduğu rahatsızlıkları dün yine dile getirmiş.

Bunlardan biri, özellikle dikkatimi çekti.

Bankacılar böylelikle Maliye Bakanlığı'nın BDDK'ya müdahale edebileceğini ve BDDK'nın bağımsızlığının elden gideceğini söylemişler.

Başbakan, BDDK'ya kendine göre bir başkan atayıp, onun eliyle bankalara el koydurur, sonra da Maliye Bakanlığı vasıtasıyla istediğini yaptırırmış.

Fikir değil, facia...

Başbakan eğer dedikleri gibi bir BDDK Başkanı atarsa, zaten Maliye Bakanlığı'na ihtiyaç yok, istediğini BDDK'ya da yaptırır.

Ama Sağlam'a iletilen fikirler doğruyu bulmak için değil, çarpık düzeni korumak için üretilen fikirler.

Ben bankacıların aksine, yapılan işin bugün için son derece doğru olduğunu düşünüyorum.

Yasa, batık bankalardan tahsilat yapma konusunda Maliye Bakanlığı'nı ve Hazine'yi de yetkili kılıyor.

İyi de yapıyor. Bu noktada BDDK'nın en küçük bir savunma yapması mümkün değil.

BDDK'nın ve bankacıların haksız olduğunu onların verileriyle açıklayalım.

BDDK Başkanı'nın geçen hafta verdiği rakamlara göre, İmar Bankası hariç batan veya el koyulan bankaların maliyeti 47.2 milyar dolar.

Buna karşın TMSF'nin toplam tahsilatı 1.8 milyar dolar.

Bunun 1.3 milyar doları kredi tahsilatı, 229 milyon doları iştirak satışı, 141 milyon doları da banka satışı.

Yine BDDK'nın verilerine göre, hákim ortakların bankalardan ‘‘hortumladığı’’ 11 milyar dolardan tahsil edilebilen ise sadece ve sadece ‘‘10 milyon dolar’’.

Veriler gösteriyor ki, TMSF hiçbir tahsilat yapmamış.

Gelen para, bu bankalardan kredi kullanan ‘‘gerçek’’ müşterilerin yaptığı ödeme.

Gerisi palavra.

Bu durum üzerine Adalet Bakanlığı bir yasa hazırlıyor ve bu tahsilatı BDDK'nın ve onun kontrolündeki TMSF'nin elinden alıyor.

Bunu yapmakta çok haklı ve bence geç bile kalınmış.

Bundan rahatsızlık duyanlar ise ‘‘bazı’’ bankacılar.

Bana sorarsanız, ‘‘o’’ bankacılar, zaten ‘‘bu’’ rezaletten de sorumlu olan bankacılar.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

İster seçilmiş olsun ister atanmış, bir ülkeyi yönetenler o ülkenin sahibi olan bir işadamı gibi davrandığı zaman.


BUGÜN cumhuriyetimizin 80. yılı.

Hepimize kutlu olsun.

Atatürk'ün ilkeleri ışığında, çağdaş medeniyetle iç içe nice 80 yıllara...
Yazının Devamını Oku

NATO'ya Ortadoğulu üye önerisi

28 Ekim 2003
<B>THOMAS Friedman,</B> NATO'nun genişlemesine yepyeni bir boyut kazandıracak önerisiyle beni çok şaşırttı. <B>Friedman,</B> NATO'nun bu kez Ortadoğu'ya doğru genişlemesini öneriyor ve üç yeni üyeyle bu genişlemenin tarifini yapıyor. Bu üç yeni NATO adayı İsrail, Mısır ve Irak. Friedman'a göre Irak'ta Amerika ciddi bir açmazda. Irak'ta normalleşme başlarsa Irak'ın bir orduya ihtiyacı var. Bu ordu İran'a karşı durabilecek fakat komşuları için tehdit oluşturmayacak boyutta olmalı. Aynı Irak ordusu, uzun yıllar ‘‘zayıf’’ bir demokrasi ile yönetilecek Irak'ta rejim karşıtlarını da bastıracak gücü elinde tutmalı.

Friedman burada Türkiye'yi örnek gösteriyor ve Türk ordusunun ‘‘modern’’ Türkiye'nin demokratik kurallar içinde yönetilmesinin garantisi olduğunu vurguluyor.

Friedman aynı ‘‘tip’’ bir orduyu Irak için öneriyor.

Bu ordunun komşular ve modern dünya için tehdit oluşturmamasının yolunu ise Irak'ı NATO'ya dahil etmekte buluyor.

Friedman'a göre Mısır'ın da NATO'ya girmesi gerek. Bunun nedeni ise Mısır ordusundaki insan gücü. Friedman, Avrupalı NATO üyelerinin ve Kanada'nın toplam 1 milyon 400 bin kişilik bir askeri güce sahip olduğunu ancak bunun sadece 50 bininin ‘‘dış görevlere’’ gönderilebilir pozisyonda bulunduğunu belirtiyor. Mısır'ın NATO'ya dahil olmasıyla hem gücün artacağını, hem de Mısır'ın Arap-Müslüman karakteriyle Irak ve Afganistan gibi ülkelerde ‘‘barışı koruma’’ görevi yapmasının çok daha kolay olacağını belirtiyor.

Friedman'ın bu görüşleri ilginç.

Çünkü bu cümleler gösteriyor ki, Amerika'nın ‘‘demokrat entelektüelleri’’ Türkiye'yi pek de ‘‘NATO gücü’’ gibi görmüyor, üstüne üstlük bölgedeki görevlerde Türkiye'ye rol biçmiyorlar.

Friedman'ın ‘‘teorisi’’ İsrail'e gelince biraz çöküyor.

Yazarın İsrail'i NATO'ya önerme gerekçesi sadece ve sadece ‘‘denge’’. Bunun dışında NATO üyesi bir İsrail'e somut bir görev biçilmiyor.

Friedman'ın söylediklerini, geçtiğimiz haftalarda benim yazdığım bir yazının çerçevesinden değerlendirmek konuya ayrı bir anlam katıyor.

ABD'nin Ankara Büyükelçesi Edelman'ın Türkiye'deki Amerikan firmalarının üst düzey yöneticileriyle yediği bir yemekte Türkiye'ye, iki bloklu dünyada Doğu Bloku ile Batı dünyası arasında ‘‘tampon’’ görevi yapan Almanya'nın rolünü uygun gördüğünü ve bunun Türkiye için bir şans olduğunu söylediğini aktarmıştım.

Görülüyor ki, ABD'de Türkiye'ye bu rolü vermekle vermemek arasında fikir ayrılıkları var.

Öyle görünüyor ki, Türkiye bölgede Batı dünyasının güvenilir ‘‘adamı’’ olmak için biraz fazla büyük, biraz fazla güçlü ve biraz az güvenilir bulunuyor.

İstanbul’un taksileri İstanbul’a yakışmalı


İSTANBUL'da giderek büyüyen ve kimsenin dile getirmediği bir sorun var: Taksiler. Daha doğrusu ‘‘taksi şoförleri’’. Önceki akşam İstanbul'a gelen bir turist ailesi, bindikleri taksinin şoförü tarafından hem soyuldu, hem de dövüldü.

Turizmde büyümek isteyen bir ülke için bundan daha ‘‘beter’’ bir durum zor olur.

Ancak ne yazık ki, İstanbul'da durum bu.

İstanbul'un taksilerinin ve taksicilerinin büyük bir bölümü dünyanın medeni hiçbir ülkesinde olmayacak bir durum içindeler.

Taksilerin fiziki durumu rezalet.

Pek çoğu eski püskü, dökülüyor.

Ama bundan beter olanı ‘‘sürücülerin’’ durumu.

Bazıları gerçekten ‘‘beyefendi’’ ama bunlar azınlıkta.

Büyük bölümü ise ‘‘hırpani’’ durumda.

Saç baş, kılık kıyafet rezalet.

Pek çoğuna, erkek halim ve 190'a 90 kiloluk cüssemle ben bile binmeye korkuyorum.

Bir de siz düşünün gece vakti bu taksilere binmek zorunda kalacak kadınların halini.

Kimin, neyin otomobiline bindiğimizi dahi bilmiyoruz.

Oysa bu işin bir standardı olmalı.

Bir kurs, kısa dönemli bir okul.

Ardından alınacak bir sertifika. Ve bu sertifikanın, şoförün kimliğini belirtecek bir bilginin takside bulunması gibi zorunluluklar olmalı.

Bindiğiniz taksinin şoförü mü kullanıyor yoksa bir gaspçının elindeki taksiye mi biniyoruz bilemiyoruz.

Yol iz bilmeyen, konuşamayan ve belki de ‘‘tehlikeli’’ kişilerin kullandığı araçlar, İstanbul'da halka hizmet ediyor.

Her gün binlerce insanın kullandığı bu ‘‘vasıtayı’’ İstanbul'a yakışır bir hale getirmemiz şart.

Lady Di fahişe mi?


LADY Diana hakkında her gün yeni yeni tevatürler gazetelerde yayımlanıyor. Yayımlananlar eğer doğru ise Lady Di oldukça becerikli bir hanımmış.

Onca yakın takibe, korumalara ve medyaya rağmen bunca işi kotarabilmiş.

Bunun yanı sıra ‘‘kötü kadın’’ sıfatını hak edecek kadar da hareketli bir ‘‘aşk’’ yaşamı varmış.

Hiç üstüme vazife değil, biliyorum ama doğrusu ben bu yazılanların onda birine bile inanmıyorum.

Ve ben bu haberlerin tamamını İngiliz Kraliyet Sarayı'nın ‘‘dezenformasyon kampanyası’’ olarak algılıyorum.

Çünkü Lady Di'nin yaşamı ve ölümü, İngiliz halkında saraya karşı çok ciddi bir nefret uyandırdı.

Halkın gözünde Lady Di yükseldi, saray ise yerle bir oldu.

Di efsanesi her geçen gün büyüdü.

Charles ve ailesi ise giderek küçüldü.

Ve şimdi saray ciddi bir kampanya ile Lady Di'yi halkın gözünden düşürerek, bir efsaneyi yıkmak ve saray karşıtlığını ortadan kaldırmak istiyor.

Lady Di karşıtı bu kampanya, gazetecilik okullarında ders olarak okutulacak kadar ustaca götürülüyor.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Ortaçağ'da bile insanların yaşadıkları kenti güzelleştirmeye çalıştıklarını unutmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Biz otu motu tartışmaya devam edelim

27 Ekim 2003
<B>DÜNYA </B>ticaretinde ilginç gelişmeler oluyor.Amerika'nın baskısı, Avrupa Birliği'nin oluşturduğu güç, gelişmekte olan ekonomileri yeni arayışlara itiyor. G 20 üyesi ülkelerden dördü şimdi yeni bir birliğin temellerini atmaya hazırlanıyorlar.

Gelişmekte olan 20 ülkenin başını çeken bu grupta Brezilya, Çin, Hindistan ve Güney Afrika var.

Bu ülkelerden Çin zaten bildik bir ülke.

Ancak Brezilya ve Hindistan, ABD'nin 21. yüzyıl için dünyada kendine ‘‘rakip’’ gördüğü iki ülke.

Bu iki ülkenin yanlarına Çin ve Güney Afrika'yı da alarak bir birlik oluşturması dünya ticaret dengeleri açısından çok önemli.

Bu ülkeler Dünya Ticaret Örgütü toplantılarında tek vücut halinde hareket etme kararlılığı içindeler.

Özellikle de tarımsal üretim konularında AB ve ABD karşısında ortak tavır alacaklar.

Bu ülkelerin ortak özelliği son 10 yıl içinde en hızlı büyüyen ve en fazla yabancı yatırım çeken ülkeler olmaları.

Endonezya, Filipinler, Mısır ve Nijerya'nın da çok yakında bu dörtlü gruba katılmaları bekleniyor.

Bu ülkeler aralarındaki gümrük duvarlarını kaldırmak, daha sonra da daha küçük ülkeleri bu birliğin içine dahil etmek istiyorlar.

Dünyada önemli gelişmeler, değişmeler oluyor..

Biz ise YÖK ve imam hatip tartışmaları içinde yuvarlanıyoruz.

Bu ülkenin en aydın ve en ilerici olması beklenen kesimleri ise yaptıkları yürüyüşlerde ‘‘darbe çığırtkanlığı’’ yapıyorlar.

Ne dersiniz, şu alttaki küçük kutucuğu artık kaldırsak mı?

Yoksa hálá umut var mı?

Fikir birliği gerçekten var mı?


CUMARTESİ günü Kemal Gürüz'ün tavrıyla ilgili olarak kaleme aldığım yazı ‘‘galiba’’ bazı yanlış anlaşmalara neden olmuş.

Bazı kesimler yazıdan YÖK Yasa Tasarısı konusunda Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik ile TÜSİAD'ın aynı noktada buluştuğu yönünde bir duygu edinmişler.

Gerçi bunun sorumlusu benden çok, TÜSİAD'la yaptığı toplantı sonrası‘‘fikir birliği içinde olduklarını’’ ifade eden Milli Eğitim Bakanı ama benim yazı da bu ifadeye destek sağlamış gibi görünüyor.

Oyma durum tam olarak bu değil.

TÜSİAD'ın çok değerli bilim adamlarına hazırlattığı ‘‘yasa taslağımsı rapor’’ ile Milli Eğitim Bakanlığı tarafından hazırlanan tasarı arasında çok önemli temel farklılıklar var.

Milli Eğitim Bakanı Çelik, bu farklılıkları görüp, öyle konuştuysa sorun yok.

Yok eğer sadece bir iyi niyet temennisi olarak ‘‘görüş birliğinden’’ söz ettiyse ortada ciddi bir ‘‘ciddiyetsizlik’’ var demektir.

Ancak cumartesi günü yapılan yürüyüşteki bazı tavırlar da net olarak ortaya koyuyor ki, bu sorunu Gürüz'le çözmek imkansız.

Çünkü YÖK Başkanı sorunun tarafı değil, bizzat ta kendisi.

Alpay ve Cimbom


BİZİM camiadan kimi görsem soruyor: ‘‘Alpay'ı alıyor muyuz?’’Spor basınının yarattığı hava ile dolanlar Alpay'ın yılbaşından itibaren Galatasaray forması giyeceğini düşünüyorlar.

Oysa işin aslı hiç de öyle değil.

Bunu iyi biliyorum çünkü işin aslının öyle olmadığını en net ortaya koyan olay yanımda gerçekleşti.

Geçen hafta ortasında Özer Saraçoğlu, Ali Dürüst, Fatih Terim'le birlikte yemekteyiz.

Özer Saraçoğlu'nun telefona çaldı.

Arayan Alpay'ın menajeri.

Özer konuştu.

‘‘Ne kolaylığından söz ediyorsunuz, adamı takımdan kovuyorlar bir de kolaylık mı yapacaklarmış’’ dedi.

Sonra Terim'e döndü:

‘‘Hocam Alpay'ın menajeri arıyor. Aston Villa kolaylık yapacakmış. İstiyor muyuz?’’ Terim, telefonda bekleyenin duyacağı şekilde seslendi:

‘‘Türkiye'de Fenerbahçe'den başka yerde oynamazmış. Demek ki, alsak bile bizde oynamayacak. Allah yolunu açık etsin. Fener'le anlaşsın. Orada oynasın’’ dedi.

Özer de güldü ve menajere ‘‘İlgilenmiyoruz’’ dedi.

Yemekten çıkıp Kanal D'ye gittim. Tam o sırada Alpay'ın Aston Villa'dan kovulduğu haberi geldi.

Galatasaray'ın Alpay'a olan ilgisi işte tam bu derecede.

Bilmem anlatabildim mi!

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Sevdiklerimizin geleceği için sevdiklerimizin bugününden çalmak zorunda bırakılmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Enerji Bakanı: Buzdağının ucunu gördünüz

25 Ekim 2003
<B>ENERJİ </B>ve Tabii Kaynaklar Bakanı <B>Hilmi Güler </B>aradı. <B>‘‘Aynen yazdığınız gibi olacak. Bizim de başından beri izlediğimiz yöntem bu’’ </B>dedi. Hatırlayacaksınız, ben yazılarımda ‘‘yap-işlet-devret yöntemiyle enerji üretimi yapan ve bunları siyasi bağlantılarla devlete pahalıya satan yatırımcılarla pazarlık edilmeden ve bu pazarlıklardan sonuç alınmaması halinde tahkime gidilmeden, bunların enerji üretim tesislerine el koyulmasının yanlış olacağını’’ yazmıştım.

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Güler, kendilerinin de izlediği yöntemin ‘‘birebir’’ bu olduğunu söyledi.

Bakan Güler'le epey sohbet ettik.

Anlattıkça içim karardı ve Türkiye'nin yıllardan beri bu bakanlık vasıtasıyla nasıl soyulduğunu dinledim.

Bakan Güler sadece yap-işlet-devret konularında değil, imtiyaz devri sözleşmelerinde de büyük ‘‘sorunlar’’ olduğunu, ÇEAŞ ve Kepez'in de bunlardan ikisi olduğunu aktardı.

Bakan'ın en vurucu lafı, ‘‘Nereye el atsanız karışık işlerle karşılaşıyorsunuz’’ oldu..

Güler, bakanlığındaki ‘‘yolsuzluk ve usulsüzlükleri’’ bir buzdağına benzetti.

‘‘Görünen, gördüğünüz, açıklanan bölümleri buzdağının görünen tarafı. Altı misli misli büyük çıkacak’’ dedi ve şu anda ‘‘buzkıran’’ vazifesi gördüklerini aktardı:

‘‘Buzkıranız ama öyle ince bir buz tabakasını kırmıyoruz. Buzdağlarını kırarak ilerlemeye çalışıyoruz’’ diye anlattı durumu.

Bakanlığında yıllardan beri bir soygun düzeni kurulduğunu, soygunun sistematik hale getirildiği söyleyen Bakan, ‘‘Önce soygun için bulunan yöntemi çözüyoruz, sonra soygunu ortaya çıkarabiliyoruz’’ dedi.

Yolsuzluğun sadece enerji üretim sözleşmeleri ile sınırlı olmadığını madencilik, petrol alımı, doğalgaz nakli gibi bakanlığın uhdesindeki bütün konularda ‘‘garipliklerle’’ karşılaştıklarını aktardı.

Bakan garip bir yapı kurulduğunu ve bu garip yapının sanki olması gereken yapıymış gibi sunulduğunu söylerken, ‘‘Biz bu meselelerin üzerine gidiyoruz. Kararlıyız, gideceğiz de ama destek lazım’’ dedi.

‘‘Siyasi destekten mi söz ediyorsunuz?’’ diye sordum.

‘‘Hayır’’ dedi. Siyasi destekten yana sorun yoktu. Ama toplumsal destek konusunda sitemkárdı.

‘‘Siz bu konuları yazıyorsunuz. Yıllardır yazıyorsunuz. Biz şimdi görüyoruz ki, sizin yazdıklarınızın eksiği var fazlası yok. Ama bunun toplumsal bir mücadeleye dönmesi lazım. Medyaya çok iş düşüyor’’ dedi.

Vallahi ben kendi adıma buradayım. Bu ülkeyi soyanlarla kim mücadele ederse, ben onun yanında, önünde, neresinde olmak gerekirse orasındayım.

Yumoş'la mı yıkandın Cem?


GEÇEN gün Cem Uzan'ı markette gördüm. Yumuşatıcı alıyordu..

Şaka, şaka, görmedim.

Zaten o markete falan gitmez ki!

Helikopterle gezen adam markete mi gidecek.

Ama aniden ‘‘yumuşayınca’’ ‘‘Acaba?’’ dedim!

Şaka bir yana bir ‘‘Uzanolog’’ olarak birkaç hafta önce Uzan'a ‘‘Kavga etme, iktidara yanaş’’ tavsiyesi yapıldığını yazmıştım.

Tavsiyeyi yapan Uzanlar'ın yükselişinde büyük payı olan ve Türkiye'de uzun yıllar yönetimde bulunmuş bir siyasetçiydi.

Yanlış hatırlamıyorsam bunu da yazmıştım.

Bu eski siyasetçi Uzanlar'a, ‘‘Kavgayı bırakın ben Tayyip Erdoğan'la aranızı yaparım’’ demişti.

Cem Uzan önce bunu dinlemedi. Her zaman yaptığı gibi kendi dikine gitmeye çalıştı ama deniz bitti.

Şimdi tornistan yapmaya çalışıyor.

Demediğini bırakmadığı, vatan haini, rejim düşmanı ilan ettiği Tayyip Erdoğan'a ‘‘İkimiz de bu ülkenin iyiliğini istiyoruz. Gel işbirliği yapalım’’ diyor.

Kimse de sormuyor: ‘‘Cem hani bu adam rejim düşmanıydı. IMF'ciydi. Sen kendi paçanı kurtarmak için rejim düşmanı dediğin adamla işbirliği yapıyorsan sana kim inanır.’’

Sormuyorlar çünkü Cem Uzan'a zaten inanan yok.

O da bunu bildiği için Tayyip Erdoğan'a yamanmaya çalışıyor.

Adamlarını bakanlara yolluyor, Başbakan'dan randevu koparmaya çalışıyor.

Yani benim haftalar önce işaret ettiğim noktaya geliyor.

Peki Erdoğan yer mi?

Uzan'a yapılan tavsiyeyi ilk duyduğum zaman Başbakan Erdoğan'a bu konuyu sormuştum. Yanıtı özdü.

‘‘Benim bu kişilerle şahsi meselem yok. Bu yüzden de araya kimsenin girmesine gerek yok. Yargı önünde aklanabiliyorlarsa aklansınlar. Ülkeye verdikleri zararı ödesinler. Sonra herkes gibi iş yapmaya devam edebiliyorlarsa etsinler.’’

Tayyip Erdoğan'
ın bu duruşu çok doğru bir duruş.

Uzanlar'la aynı kareye girdiği anda bütün güvenilirliğini yitireceğini biliyor.

Gürüz varken bu iş çözülmez


KEMAL Gürüz, Türkiye'nin en önemli sorunu olma yolunda hızla ilerliyor. Türkiye'yi düşünenler gereksiz YÖK ve imam hatip gerginliğini ortadan kaldırmak için uğraşırken, Kemal Gürüz tam tersini yapıyor. TÜSİAD ‘‘değerli’’ bilim adamlarıyla bir çalışma yapıyor ve Milli Eğitim Bakanı'na sunuyor. Üniversitelerarası Kurul çalışıyor. Başbakan gerilimi azaltmak için geri adım atıyor. Tam işler ‘‘hallolabilir’’ noktaya geliyor, Kemal Gürüz ortaya fırlıyor ve yeniden ortamı ‘‘geriyor’’.Allah aşkına siz Kemal Gürüz'ün meselesinin Türkiye'de rejimi korumak olduğuna inanıyor musunuz?

Şahsen ben inanmıyorum.

O kendi, bence çarpık düzenini korumak istiyor.

Bugüne kadar hiçbir önemli sorununu çözemediği üniversiter sistemini tartışmak ve düzeltmek şimdi aklına geliyor. Kemal Gürüz'ün niyeti üzüm yemek falan değil.

Bağcıyla kavga edip, yıllardır bağa verdiği tahribatı kaynatmak. Bu yüzden çözüm yoluna mayın döşeyip duruyor.

Gürüz'ün başkanı olduğu bir YÖK'le hükümet arasında gerçek bir uzlaşma ne olursa olsun mümkün değil. Ben Futbol Federasyonu Başkanı olsaydım Fenerbahçe ile federasyon arasındaki sorunları çözme ihtimalim, YÖK Başkanı olarak Gürüz'ün hükümetle arasında olan sorunları çözme ihtimalinden daha fazla.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


İnsanlara yarattıkları sorunun büyüklüğü oranında değer vermediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku

Bir Uzanbank varmış İmarbank’tan içeru

24 Ekim 2003
<B>BDDK </B>dün bir ilki gerçekleştirdi ve <B>‘‘sorumlu’’ </B>olduğu yurttaşlara karşı bir bilgilendirme yaptı. İmar Bankası rezaletinin boyutu bu bilgilendirme toplantısında iyiden iyiye de ortaya çıktı. İmar Bankası'ndan uçurulan miktarı 5 milyar dolara yaklaşan para, dünyadaki en büyük soygun. BDDK'nın verdiği bilgilere göre de ortada bir bankacılık suçu yok, gerçek bir organize suç örgütünün yaptığı soygun var. Yapılan iş ‘‘yasal’’ bir paravan bankanın arkasına ‘‘sahte’’ bir banka kurarak halkı dolandırmak ve soymak. Yani ortada aslında bir değil, 2 banka var. Bunlardan ‘‘görünen ve bilineni’’ İmar Bankası, arkada ise ‘‘Uzanbank’’ var. Burası tam bir dolandırıcılık merkezi. BDDK'nın anlattıklarının yarısı kanıtlanabilirse, Uzan Ailesi bir daha gökyüzünü göremez. Tabii yakalanabilirlerse.

Bu arada BDDK'da ilginç değişiklikler var. Sadece basın toplantısı yapmakla kalmadılar, benim bir süre önce sorduğum bir soruya da yanıt verdiler. Ben EGS Mavişehir'den hareketle vakti zamanında EGS Holding tarafından yapılmış alışveriş merkezlerindeki kiracıların bugün içinde bulunduğu mağduriyetten söz etmiştim. BDDK, özetle diyor ki: ‘‘Mavişehir Alışveriş Merkezi'nde İş Bankası'nın haciz ve ipotekleri var. Bu nedenle de kira gelirlerine İş Bankası haciz uygulamaktadır. İş Bankası bu ipoteğin paraya çevrilmesi konusunda herhangi bir merciden izin almak zorunda değildir.’’

Yani anlayacağınız mal EGS'den BDDK'ya geçmiş ama ipotek nedeniyle Mavişehir Alışveriş Merkezi'nin kontrolü İş Bankası'nda. BDDK istese de bir şey yapamaz. Sonuç olarak BDDK'nın dünkü basın toplantısı olumlu bir adım. Umarım bu bilgilendirmeler bir rutin haline gelir.

Müthiş bir Galatasaraylı spor yazarı

GALATASARAY Lisesi'nden sevgili arkadaşım Özcan Yetiş, benim okuduğum en iyi Galatasaraylı spor yazarı.

Ama ne yazık ki, bir spor sayfasında değil, Galatasaraylıların kendi aralarındaki yazışmalarda yazıyor.

Ben de bundan böyle Özcan'ın bu müthiş futbol yorumlarını buraya taşıyacağım.

‘‘Galatasaray yine bir ilki başardı.

Urs Meier ile maç kazanan ilk Türk takımı oldu.

Bu takımla Türk takımları düne kadar 14 maç oynamış. 10'unda yenilmiş. 4'ünde berabere kalmış.

Dün akşam Mondragon ve Bülent'in yanı sıra futbol ilahları da Urs Meier'e karşı mücadele verince kazandık.

İlk devre topla daha fazla oynayan takım olduğumuz halde çalınan faul düdükleri neredeyse yarı yarıya aleyhimize idi.

İkinci devrede o kadar kötü oynuyor görünmemizin sebebi de yine hakemin aleyhimize çaldığı olur olmaz fauller oldu. Olympiakos'un iki forvet oyuncusu ile kel kafalı Djordjeviç bizim takımda olsalar bu sezon her şey çok farklı olabilirdi.

Biz kötü oynadık diye üzülüyoruz ve önümüzdeki maçlar için çok fazla umutlu olamadığımız için galibiyete bile fazla sevinemiyoruz. Ama Türkiye'deki ‘Güzide' rakiplerimiz biz galip gelince hasetlerinden kuduruyorlar.

Ercan Saatçi Beşiktaş-Chelsea maçından sonra Hürriyet'te ‘Beşiktaş'ın Avrupa başarılarını görünce gıpta ediyoruz’ diye yazmıştı.

Biz başarılı olunca ‘gıpta etme’ durumu, ‘haset ve kıskançlığa’ dönüşüyor.

Gıpta edilen Beşiktaş Avrupa Kupaları'nda son oynadığı 4 maçın üçünde yenilmiş. Sadece birini kazanmış.

Bizim kendimizin bile beğenmediği Galatasaray ise son 5 maçın 3'ünü kazanmış, ikisinde yenilmiş.

Fenerbahçe'nin son 5 maçını merak ediyorsanız bunu Ergun Hiçyılmaz'a sormakta yarar var.

Çünkü üzerinden yıllar geçmiş sportif olayları en iyi o hatırlıyor.’’


Aklın yolu birleşti

BOT yöntemiyle yaptırılan enerji santrallerına ‘‘küt’’ diye el koymanın yaratacağı sakıncaları ele alan yazıma, dün Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Hilmi Güler bir toplantı ile yanıt verdi.

Yanıt verdi dediğim, Bakan Güler de, aynen benim yazdığım gibi düşündüğünü açıkladı.

Yani bu santrallara el koymak son seçenek.

Önce oturulacak ve bir uzlaşma zemini aranacak.

Ben bunun çözüm için önemli bir süreci başlatacağını düşünüyorum.

Olmadı mı?

O zaman tahkime gidilecek.

Ben tahkimin ortadaki büyük haksızlığı ortadan kaldıracağına inanıyorum.

Yine mi olmadı!

O zaman ‘‘cebren’’ el koymak her zaman mümkün.

Ama son yapılacak işi ilk yapıp haksız duruma düşmektense akıl yolunu izlemek gerekli.

Bakan'ın açıklaması benim önerdiğim akıl yolunun, hükümetin de kafasındaki yol olduğunu gösterdi.

NOT: Bazı okurlar Uluslararası Tahkim'in Türkiye'nin aleyhine karar vereceğinden emin olduklarını belirten açıklamalar göndermişler. Doğrusunu isterseniz ben bu gibi davalarda Uluslararası Tahkim'e daha fazla güveniyorum. Özellikle de geçmişte Uzanlar'ın bu ülkede ne kararlar aldırdıklarına bakınca.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Babana bile güvenme sözü Yargı’yı kapsamadığı zaman.
Yazının Devamını Oku

Enerjide uluslararası tahkimden korkmayalım

23 Ekim 2003
<B>HÜRRİYET'</B>te birkaç gündür bazı enerji santrallarına el koyulacağı haberleri yer alıyor. Gerekçe son derece haklı: Fahiş fiyat.

Belli ki, geçmişte iktidardaki siyasetçi-yatırımcı işbirliği ile Türkiye kazıklanmış.

Bildik, alıştık bir durum. Son 50 yıldır Türkiye'nin kaderi bu zaten.

Bu gerekçeden yola çıkarak hükümetin haksız olduğunu söylemek mümkün değil.

Ne var ki, gerekçe haklı bile olsa maksat bağcıyı ‘‘marizlemek’’ değil de üzüm yemekse yöntem bu olmamalı.

Bu santralları BOT (yap-işlet-devret) modeliyle yapan kuruluşlar Enerji Bakanlığı'na çağrılmalı.

Bunlarla her şey sil baştan edilerek ‘‘namuslu’’ bir pazarlık yapılmalı.

Gerçek yatırım miktarı ve üretim maliyeti bulunarak ‘‘enerji satış fiyatı’’ yeniden tespit edilmeli.

Ve bu işletmeler yoluna devam etmeli.

Bunu kabul etmeyen işletmecilerle de uluslararası tahkime gitmekten çekinilmemeli.

Çünkü gelişmiş ülkeler artık üçüncü dünya ülkelerini ‘‘yolunacak kaz, sağılacak inek’’ gibi görme politikalarını bir yana bıraktılar.

Bunun kendilerine dönen maliyetinin çok daha yüksek olduğunun farkındalar.

Bu yüzden tahkim, bu kuruluşların Türkiye'de ‘‘ahlaksız politikacılarla’’ işbirliği içinde ülkeyi ‘‘dolandırdıklarına’’ kanaat getirirse Türkiye lehine karar vermekten çekinmeyecektir.

Bunu yapmak ve uluslararası kabul görecek yasal bir yolu takip etmektense bu işletmelere el koymak, yabancı yatırım peşindeki Türkiye'nin önünü açmaz.

Çünkü kimse bu firmaların ne yaptığını incelemeyecek, Türkiye'de iktidar değişiklikleri sonrasında yapılan sözleşmelerin geçerliliğinin de kalmadığı yolunda yanlış bir yargı yerleşecektir.

Bu ‘‘inancın maliyeti’’, Türkiye için bu işletmelerin yaratacağı zarardan çok daha fazla olabilir.

Oysa tahkim yoluyla bu sözleşmelerin birer ‘‘üçkáğıt’’ olduğu ortaya çıktığı anda sadece uluslararası ticari saygınlık açısından değil, siyaset açısından da çok büyük kazanç elde edeceğiz.

Bu sözleşmelerin altında imzası olan siyasetçi ve bürokratların da ‘‘ne mal’’ olduğu anlaşılacak.

Popstar


POPSTAR Yarışması, Türk televizyon seyircisinin yeni gündem maddesi.

Benim de televizyonda düzenli olarak seyrettiğim ender programlardan biri.

Bazen gülerek, bazen gözlerim dolarak izlediğim müthiş bir drama.

‘‘Albüm kapağında benim özürlü olduğum görünmeyecek ki’’ diyen gençle gözlerim dolarken, beline taktığı cep telefonu, kumaş pantolonun altındaki terlikleri ve BMC tamponu gibi bıyıklarıyla hangi dilde olduğu belli olmayan bir yabancı şarkıyı seslendiren 50 yaşlarındaki ‘‘Popstar adayı’’ ile kahkahayı patlatıyorum.

İzleyicilerden ise her gün yüzlerce şikáyet geliyor. Jürinin tavrına kızıyor, eleştiriyor, hatta lanetliyorlar.

Oysa bu bir televizyon formatı.

Bu yarışma dünyanın her yerinde böyle.

Sesini veya görüntüsünü yarışmanın adıyla bir araya getirip bir kez daha düşünmeden ‘‘yarışmacı’’ olanlara her yerde jüri böyle davranıyor.

Hatta daha da kötü davranıyor.

Ayrıca da bırakın formatı bir tarafa, Anadolu'nun bir köşesinde birkaç bin aday dinliyorsunuz ve sizin de ekranda gördüğünüz ‘‘tiplerle’’ karşılaşıyorsunuz.

Allah aşkına söyleyin, siz de sinirlenmez misiniz? Üstelik de kimse kimseyi bu yarışmaya zorla sokmuyor. Popstar olmak isteyenler kendileri geliyor, kendi risklerini alıyorlar.

Üstelik de sadece jüri aşağılamıyor, yarışmacılar da yeri geldiğinde jüriyi aşağılıyorlar. Hatta jüri, kendi içinde kavga ediyor.

Sonuçta bu bir televizyon şovu. Kızıyorsanız seyretmezsiniz. Bu kadar basit...

Sadık İlhan maşa mı?


STAR'daki Telegol programındaki ‘‘düzeysizlik’’ çok konuşuldu ama bu düzeysizliğe rağmen programdan fışkıran ‘‘iddia’’ güme götürülmeye çalışılıyor.

Sadık İlhan isimli bir hakem, MHK Başkanı'nın kendisine talimat vererek bir takımı kayırmasını istediğini açıkladı.

Üzerinden yıllar geçtikten sonra yapılan açıklamaların fazla kıymeti olmaz ama burada durum bir miktar farklı.

Çünkü iddialarda adı geçen MHK Başkanı Bülent Yavuz, halen MHK Başkanı.

Bu olay hukukun üstün olduğu ‘‘medeni’’ bir ülkede olsa, o gün MHK Başkanı görevden ayrılır, Futbol Federasyonu bir soruşturma başlatır ve Bülent Yavuz aklanıncaya kadar değil MHK Başkanlığı'nı sürdürmek, futbol sahalarının yakınından bile geçirilmez.

Ama burası ‘‘medeni’’ bir ülke değil, hukukun üstünlüğü ise bahse konu dahi edilmiyor.

Ancak şurası bir gerçek ki, Türk futbolunda at izi ile it izi artık birbirine girmiş durumda.

Böyle müthiş bir iddia ortada dolaşırken, sözüne güvenilir bazı kişiler de Sadık İlhan'ın yıllardır Merkez Hakem Komitesi'nden şikáyet eden bir kulüp başkanı tarafından yönlendirildiğini söylüyor ve bu işin MHK'yı yok etmek için kurulmuş bir tezgáh olduğunu anlatıyorlar.

Böyle bir ortamda ‘‘Fair Play’’den söz edip şampiyon olmaya çalışanlara ise kendi taraftarları bile gülüyor.

Fıkra mı acaba?


BAZI olaylar ve görüntüler bana çok beğendiğim bir fıkrayı hatırlattı. Aktarayım, siz de ne demek istediğimi anlayın:

Genç kız eve gelir ve annesine acı haberi verir: ‘‘Hamileyim.’’

Anne köpürür. Bağırır çağırır ve kızının başına bu işi açan şerefsizin hemen gelip yaptığı rezaleti temizlemesini ister.

Kız karnındaki bebeğin babasını arar.

Yarım saat sonra evin kapısında bir Ferrari durur. İçinden kırk yaşlarında, yakışıklı, kır saçlı biri iner.

Adam içeri girer ve teklifini yapar:

‘‘Haklısınız. Kızınıza haksızlık ettim ancak evliyim ve kızınızla evlenemem. Fakat şunu yapabilirim: Eğer kızınız bir kız çocuğu doğurursa kızınıza bir milyon dolar veririm, bebeğe 2 milyon dolar veririm. Ve kızınıza yaşam boyu ayda 50 bin dolar maaş bağlarım.

Çocuk erkek olursa kızınıza 2 milyon dolar veririm. Çocuğa da üç fabrika veririm. Kızınıza da yaşam boyu ayda 100 bin dolar veririm.

Çocuklar ikiz olursa aynı şeyi her bir çocuk için veririm.

Fakat eğer kızınız bebeği düşürürse...’’

Anne hemen atılır:

‘‘Hiç üzülmeyin, bir daha yaparsınız.’’

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Yargı mensupları, yakınlarını nerede çalıştırdıklarına dikkat ettiği zaman.
Yazının Devamını Oku