<B>GEÇEN </B>hafta THY'nin 08.30 İstanbul-Londra seferiyle Londra'ya gitmek isteyen bir arkadaşımın başından geçenler tam bir <B>‘‘işletmecilik rezaletini’’ </B>ortaya koyuyor. Uçuş için havaalanına gelen dostum, biniş kartını alır ve bekleme salonuna geçer.
Ancak tam o sırada uçağın 2.5 saat rötar yapacağı duyurulur.
Bu rötarla dostumun Londra'daki toplantısına yetişme ihtimali yoktur.
Bunun üzerine dostum THY'ye başvurur ve British Airways'in 08.50 uçağına transfer olmak istediğini söyler. British Airways'i de arayarak rezervasyonunu yaptırır.
Rezalet bundan sonra başlar.
THY'den kendisine gümrüksüz alandan dışarı çıkması ve bütün işlemleri yeniden yapması gerektiği söylenir.
Dostum durumu kavramaz.
‘‘Prosedür budur herhalde’’ deyip çıkar.
Ancak bavullarını teslim etmiştir ve geri alması lazımdır.
Bavullarını
‘‘Kayıp Eşya Bürosu’’ndan alacağı söylenir. Şaşırır ama başına geleceklerden hálá habersizdir.
Alt kata iner.
Orada yaklaşık 50 dakika bavullarının gelmesini bekler.
Sonunda bavullar gelir.
Yukarı çıkar, British Airways kontuarına gider ancak uçağın kalkış saati gelmiş, kontuar kapanmıştır.
Tekrar THY'ye gider ve sabah yaptığı işlemleri bir kez daha tekrarlayarak 2.5 saat rötarlı uçağı beklemeye başlar.
Oysa THY biraz anlayışlı olsa, THY personeli güçlük çıkarmak değil çözüm üretmek üzere yönlendirilmiş olsalar, bu işlem 10 dakikada çözülür ve dostum da uçmuş olurdu.
Arkadaşım olayı bana aktarırken,
‘‘Bir yönetim değişikliğinin bir şirketi bu kadar kısa sürede etkileyeceğini açıkçası düşünemezdim’’ diyor.
Genel Müdür
Abdurrahman Gündoğdu, şirketi beklendiğinden çok daha iyi idare ediyor. Bunu kabul etmek gerek.
Yakında açıklanacak mali tabloların da çok olumlu olacağını duyuyorum.
Ancak personelin motivasyonunda ve hizmet anlayışında ciddi bozulmalar var.
Yeni yönetim anlayışı bu mudur bilmiyorum ama THY,
‘‘kaliteli servis’’ veren havayolu şirketlerinden biri olmaktan giderek uzaklaşıyor. Haberleri olsun.
Su soygunu
GEÇEN hafta sonu aşığı olduğum Kapalıçarşı'da küçük bir esnaf lokantasında yemek yedim. Lokantanın garsonu ve sahibi bir ara tabağımı değiştirmek isteyince
‘‘Kalsın canım. Bulaşık çıkmasın’’ dedim.
‘‘Allah razı olsun abi’’ diyerek İSKİ'den, daha doğrusu İSKİ'nin işyerlerine uyguladığı
‘‘fahiş’’ tarifeden dert yandı.
Dün de masamda bir okurdan gelen
‘‘su faturasını’’ buldum.
Bir esnaf. İşyerinde geçen ay toplam 1 metreküp su kullanmış. Bunun karşılığı olarak da faturasında
‘‘kullanılan su bedeli’’ diye 4 milyon 541 bin 556 lira yazıyor.
Ancak fatura toplamı 15 milyon lira.
Çünkü bu su bedeline 8 milyon 338 bin 297 lira
‘‘bakım bedeli’’ ve 2 milyon 318 bin 374 lira da KDV eklenmiş. Olmuş mu bir metreküp suyun fiyatı 15 milyon lira..
Harcama 1, ödeme 3.
Bunun adı dünyanın her yerinde soygundur..
Burada ne yazık ki vatandaşa hizmet vermesi gereken belediye eliyle yapılıyor.
Onlar ne yaparsa olur mu?
CEM Uzan paçayı kurtarmak için hükümete
‘‘yanaşmaya’’ çalışıyor.
‘‘Allahsız adam’’ ve
‘‘Kalleş’’ diye seslendiği Başbakan'a şimdilerde
‘‘Sayın Başbakan’’ diyen,
‘‘Vatan haini’’ ilan ettiği hükümete
‘‘İkimiz de bu ülkenin iyiliği için çalışıyoruz’’ diyerek güller uzatan
Cem Uzan, o bakan senin, bu bakan benim gezerek içine düştükleri durumdan kurtulmaya çalışıyor. Bu ani dönüş bile
Cem Uzan'ın kimliği, kişiliği ve siyasette kalması halinde tıynetinin neler yapmaya müsait olduğunu gösteriyor. Ama konumuz bu değil.
Cem Uzan, Adalet Bakanı
Cemil Çiçek ve ardından da Maliye Bakanı
Kemal Unakıtan ile görüşmeye giderken yanında gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni
Can Ataklı'yı da götürüyor.
Can Ataklı, mesleğini soranlara gazeteci olduğunu söylüyor. Ancak her nedense
Cem Uzan'la beraber bakanlara yaptığı ziyaretlerde bir gazetecilik olayı yok. Röportaj yapılmıyor, konuşulanlar yazılmıyor. Demek ki,
Can Ataklı bu ziyaretlerde gazeteci kimliği ile yer almıyor. Hal böyle olunca
Can Ataklı, patronunun yanında gazeteci kimliğini kullanarak
‘‘iş takibi’’ yapan,
‘‘gazetecilik’’ paravanı ardında içinde bulunduğu grubun gazetecilikle ilgili olmayan sorunlarını çözmeye çalışan adam durumuna düşüyor. Bu durum benim için çok da garipsenecek bir durum değil ama yakın dost olduğu
Zafer Mutlu ile kavga ettikten sonra
‘‘Medya Ahlakı’’ konusunda ahkám kesen, günahlar çıkartan
Can Ataklı'nın bu
‘‘hezeyanlarının’’ sadece işsizlikten kaynaklanan bir durum olduğu, işi olunca her türlü
‘‘iş takibi ve gazetecilik dışı uğraşı’’ seve seve yapmaya amade olduğu da anlaşılıyor. Bu da benim açımdan sürpriz değil. Ama bir şeyi bir türlü anlayamıyorum.
Can Ataklı'nın ve Star Gazetesi'nin yaptıklarını bir başka gazete veya gazeteci yapsaydı basının
‘‘sözde’’ ahlak bekçileri hakkında demedik laf bırakmazlardı. Bunlara ise kimse bir eleştiri getirmiyor. Adam yerine koymuyor, ciddiye almıyorlar mı? Yoksa başka bir nedeni mi var?
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Bazıları beğenmedikleri AKP'yi iktidara türban takanların değil, yıllardır bu ülkede soygun yapanların taşıdığını anladığı zaman.