Fatih Altaylı

ABD ile Iraklı Kürtler bozuşuyor

20 Kasım 2003
<B>BUSH'</B>un Irak'a savaş açmaya karar verdiği günden bu yana ABD ile <B>‘‘balayı’’ </B>yaşayan Iraklı Kürtler ile ABD arasına kara kedi girmek üzere. Bölgedeki dengelerin farkına varan ve geçmişin ‘‘akil’’ adamlarından gereken dersleri alan ABD, hızlı bir politika değişikliğine doğru ilerliyor ve bu durum Iraklı Kürtleri rahatsız ediyor.

Irak Geçici Yönetim Konseyi geçen hafta Irak'ın geleceğiyle ilgili ‘‘politik süreç’’ üzerinde ABD ile anlaşmaya vardı.

Böylelikle Irak'ı ‘‘normale’’ döndürecek sürecin ana hatları belirlendi.

Bu süreç 5 aşamalı olarak ilerleyecek:

1. Koalisyon güçleriyle güvenlik konusunda işbirliği.

2. Geçici Ulusal Meclis'in seçimi.

3. Yeni Irak anayasasının kabulü.

4. Ana kanunların çıkarılması.

5. Irak'ın bağımsızlığının yeniden sağlanması.

Bu anlaşma Geçici Yönetim Konseyi'nin bir türlü anayasayı hazırlayamamasına sinirlenen ABD'nin Bremer'ı görevden almasının ve Geçici Yönetim Konseyi'ni lağvetmesinin önüne geçecek.

Yeni kurulacak düzende Kuzey Iraklı Kürtlerin 1991 Körfez Savaşı sonrası fiili durumu nedeniyle elde ettiği hak ve ayrıcalıkları kaldırılıyor. Kürtlere özel ‘‘temel ulusal haklar’’ söz konusu olmaktan çıkarılıyor.

‘‘Kürdistan’’ adı altında ayrı bir coğrafi ayırım yapılmıyor. Bizzat Bremer bu ayrıma karşı çıkıyor.

Kürtlerin en fazla karşı çıktığı türde bir ‘‘federal çözüm’’ getiriliyor ve ülke 18 ayrı valiliğe bölünüyor.

Kürt bölgesinde de birkaç valilik olması söz konusu. Yani Kürt bölgesi tek başına bir federasyon olamıyor.

Merkezi hükümet ise ‘‘Arap’’ olarak tanımlanıyor ve Kürt liderlerin Irak'ın başına geçme planı gerçekleşmiyor.

Şimdi Kuzey Iraklı Kürt medyası bu planı şiddetle eleştiriyor, ABD'nin Kürtleri sattığını, bu planın Kürt kimliğinin ‘‘ölümü’’ anlamına geldiğini söylüyorlar.

Kürtlere yönelik yayınlarda Kürtlerin bu plana şiddetle karşı çıkması gerektiği belirtiliyor ve sokak gösterileri yapılarak ABD'nin yanlışının önlenmesi isteniyor.

Fakat işin ‘‘İronik’’ tarafı bu anlaşmanın altında ‘‘Irak Geçici Yönetim Konseyi Dönem Başkanı’’ olarak Kürt lider Talabani'nin imzası var.

Bizde adam yetişmez mi?


BU ülkede insana işte bu kadar değer verilir.

Hikmet Çetin.

Son seçimlerde CHP'den milletvekili aday adayı oldu.

Ancak bence ne yazık ki, CHP yönetimi Hikmet Çetin'i milletvekili aday listelerine koymadı.

Onca yılın birikimi, deneyimi ve hizmeti ile Hikmet Çetin parlamento dışında kaldı. Bizim CHP Hikmet Çetin'in kıymetini bilmedi ama başkaları bildi.

NATO Afganistan'ın başına uluslararası gücün sivil temsilcisi olarak Hikmet Çetin'i getirmeye karar verdi.

Bir anlamda Hikmet Çetin Afganistan'ın ‘‘Bremer’’ı olacak. Üstelik de Bremer sadece Bush'un kararıyla atanırken, Çetin'i, ismi üzerinde bütün NATO ülkeleri uzlaşmaya vararak atıyorlar..

NATO dünyanın en bunalımlı bölgelerinden birini Hikmet Çetin'in yönetebileceğine inanıyor, CHP ise yılların CHP'lisi Hikmet Çetin'in milletvekili olması gerektiğine bile inanmıyor.

Sonra da ‘‘Bizde adam yetişmiyor’’ diyoruz. Yetişenin kıymetini biliyormuşçasına.

Abdi İbrahim: ‘Tebokan hafızayı güçlendirmez, hastaları iyileştirir’


DÜN Abdi İbrahim İlaç Sanayii'nden geldiler. Ellerinde pek çok araştırma sonucu ve detaylı bilgilerle. Geçen hafta sonu Tebokan isimli ilacın etkisiz olduğuna dair bana ulaşan bazı verileri yazmış ve bu ilaca ödenen yaklaşık 40 milyon doların boşa gittiğine değinmiştim.

Abdi İbrahim İlaç Sanayii'nin Genel Müdürü Erman Atasoy başka veriler getirmiş.

‘‘Sizin veriler yanlış değil. Ancak sizin veriler ilacın Alzheimer şikáyeti olan hastalar üzerinde yapılan testlerden elde edilen klinik bulgulara göre değerlendirilmemiş. Bunlar hastalar üzerinde yapılan testlerin sonuçları’’ dedi.

120'yi aşkın kaynak göstererek durumu anlattı. Özetle Tebokan'ın etken maddesi olan Ginkgo'nun normal hafızayı güçlendirmediğini ancak hafıza kayıplarında iyileştirici etkisi olduğunu anlattı.

‘‘Ateş düşürücü ilaçlar da normal ateşi 32'ye düşürmezler ama 39'u 36'ya düşürürler’’ diyerek anlattığı konunun anlamını da özetledi.

Firmanın ortaklarından Dr. Ahmet Kamil Esirgeten de, ‘‘Siz Türkiye'nin soyulmaması için bu yazıyı yazdınız. Eminiz ama biz Türkiye'yi soymuyoruz. Tam aksine bu ilacın benzerleri en az iki misli daha pahalı. Üstelik de daha etkili değiller’’ dedi.

Anlaşılan ilaç sektöründeki rekabet zaman zaman bilimsel verilere dayalı yanıltmaları da beraberinde getirebiliyor.

Benden düzeltmesi.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Bazı gazeteciler okumadan, bilmeden, öğrenmeden ve gezip görmeden ahkám kesilemeyeceğini öğrendiği zaman.
Yazının Devamını Oku

Ne alaka?

18 Kasım 2003
<B>İSTANBUL'</B>da bir sinagoga saldırı düzenleniyor. 24 Türkiye vatandaşı yaşamını yitiriyor. Olay yerine ilk gidenler ABD'nin İstanbul Konsolosluğu görevlileri. Ne alaka?

Saldırıya uğrayan yer Amerika ile ilgili değil. Ölenler arasında Amerikalı yok. Olsa bile o an için belli olan bir şey yok. Acaba fazla bir merak mı?

Hadi onu geçelim.

Ya İsrail'in tavrı.

Ölenlerin 6'sı Yahudi, 18'i Müslüman. Ama tamamı Türk vatandaşı.

İsrail Büyükelçisi olay yerinde.

Yetmiyor, İsrail Dışişleri Bakanı uçağa atlayıp geliyor.

Ne alaka?

Bomba bir kilisenin önünde patlamış olsa tekmil Hıristiyan ülkelerin dışişleri bakanları mı gelecek?

ASAM Başkanı Ümit Özdağ'ın doğru bir tespiti var.

İsrail'in bu tavrı dünyanın her yerindeki Yahudileri hedef haline getiriyor. İsrail politikalarına olan tepkiyi, İsrail'in şiddet politikalarını onaylasın veya onaylamasın dünyadaki bütün Yahudilerin üzerine yöneltiyor.

İsrail, dünyadaki her Yahudiyi kendi korumasında gibi gösterdikçe, Yahudileri tehlikeye atıyor. İsrail yönetimlerinin bunu görmüyor olması mümkün değil.

O zaman İsrail bunu niye yapıyor?

Ne kadar adalet, o kadar köfte


ABDULLAH Gül çok doğru konuşmuş. Türkiye'nin gelişmiş dünya ile entegrasyonunda en büyük engel Türkiye'deki yargı.

İki nedenle engel.

Birincisi evrensel normlarda değil.

İkincisi çok yavaş.

Bunun üzerine bir de ‘‘vicdan-cüzdan’’ ikilemi eklenince durum iyice ürkütücü bir hal alıyor.

Yargının Türkiye'deki özellikle ‘‘ticari davalardaki’’ etkisizliği bu ülkede ‘‘mafyayı’’ yarattı.

Çözülemeyen davalar ve tahsil edilemeyen haklar Türkiye'deki mafyanın bir numaralı ekmek kapısı ve varlık nedeni oldu.

Hukuksuzluk öyle bir boyuta geldi ki, özelleştirme ihalelerinden banka satışlarına kadar pek çok ekonomik meselede ‘‘raconu’’ hukuk değil, mafya babaları keser hale geldi.

Daha da ötesi bugünlerde bir örneğini yaşadığımız ‘‘mafyalaşmış şirketler’’ oluştu.

Bunlar adaletin boş bıraktığı meydanlarda koşturdular.

Yasal sermayenin tek güvecesi olan hukukun yokluğundan faydalanarak, yasal sermayeyi sömürdüler ve yasadışı servetler edindiler.

Gül'ün sözleri çok doğru.

Türkiye'yi AB'ye uyum paketleri sokmayacak, yabancı sermayeyi teşvikler getirmeyecek.

Bu yolu aşmanın tek yolu yargıdan geçiyor.

Başka yolu da yok.

Öyle veya böyle çözüm


BAŞBAKAN Erdoğan'ın Kıbrıs gezisi öncesinde Başbakan'ın güneye geçeceği haberleri geldi. Gazeteler de bu haberi kullandılar. Başbakan ertesi gün bu haberleri şiddetle yalanladı.

Ortada birkaç olasılık var.

Ya Başbakan bu haberlerle ‘‘nabız yokladı’’ ve daha sonra yalanladı. Ya da güvenilir birileri basını yanılttı.

Bence çok da önemli değil.

Ancak benim gördüğüm bir gerçek var ki, hükümette Kıbrıs konusunda iki farklı görüş var.

Bu görüşlerden birini Erdoğan, diğerini Gül temsil ediyor.

Benim izlenimim Gül, Kıbrıs'ta çözümsüzlüğün Türk tarafındaki sorumlusu olarak Denktaş'ı görüyor ve çözüm için Denktaş'ın gitmesi gerektiğini düşünüyor.

Erdoğan ise Kıbrıs'ta çözümün Denktaş tarafından getirilmediği müddetçe olmayacağını düşünüyor ve sorunu Denktaş'a çözdürmek istiyor.

Bu iki farklı yaklaşımın tek ortak noktası ise çözüm.

Hükümet Mayıs 2004'ten önce Kıbrıs'ı çözmek istiyor.

Bu konuda konuştuğumuz Nuri Çolakoğlu ise geç kalındığı düşüncesinde.

‘‘En iyisi bu işi Ecevit-Denktaş ikilisine çözdürmekti’’ diyor.

Ne demek istediğini herhalde anlıyorsunuz.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Saha içindeki ve kenarındaki aptallıkların sorumlusu olarak gayet iyi maç yöneten bir hakemi göstererek aptallığımızı kapatmaya çalışmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Allah belanızı versin

17 Kasım 2003
<B>SEVGİLİ </B>dostum <B>Avi Alkaş</B> her ramazan dostlarına bir iftar yemeği verir.Avi dininin gereklerini yerine getiren bir Yuhadidir.

Ama İslam dininin geleneklerini de en az iyi bir Müslüman kadar bilir.

Geçen hafta arayıp, cumartesi akşamı iftara davet etti.

Cumartesi sabahı kahvaltıda telefon çaldı.

Kanal D Haber Merkezi'nden Bülent Çöltekin ‘‘Abi birkaç dakika önce Neve Şalom Sinagogu'nun ve Şişli'de bir sinagogun önünde bombalar patladı. Çok sayıda ölü olduğu söyleniyor’’ dediğinde saat 10 olmamıştı.

Üzerime bir şeyler geçirip hemen fırladım.

Yoldan Avi'yi aradım. İlkyardım Hastanesi'ndeydi.

Onun ve ailesinin durumunu sordum.

Hepsi iyiydi. Ama bazı arkadaşları yaralıydı. Hahambaşı'nda kesikler vardı, oğlunu ise ameliyata alıyorlardı.

‘‘İftarı iptal edelim Avi’’ dedim.

‘‘Etmeyelim’’ dedi, ‘‘Bu bombaları koyanların amacı bu. Etmeyelim.’’

‘‘Sen bilirsin. Çok çok geçmiş olsun’’ dedim.

Yarım saat sonra aradı.

‘‘Fatih durum korkunç. Haklısın iptal edelim’’ dedi. Diğer arkadaşları da aradık.

Bir Yahudi'nin, her yıl Müslüman dostlarına verdiği iftarı bir grup fanatiğin patlattığı bomba iptal ettiriyordu.

Müslümanla-Yahudiler arasında bu topraklardaki dostluk, kardeşlik, anlayış başka hiçbir İslam ülkesinde yok.

Bu bombalar bu dostluğa duyulan kıskançlığın, nefretin bombaları.

Ve kimin koyduğunun, kimin patlattığının önemi yok.

Ama bilsinler ki, biz o iftarı yapacağız.

Ben Musevi dostlarım için gerektiğinde sinagoga gideceğim, onlar bizim cenazelerimizde cami avlusunda olacaklar.

O bombalara inat.

Terörle mücadele eden tek ülke Türkiye


CUMARTESİ günü haber kanallarındaki yorumcuları izledikçe saçımı başımı yoldum. Birkaçı hariç tamamı ‘‘işkembeden’’ sallıyorlardı.

Bilmeden yorum yapmak bizim bilmişlere mahsus. ‘‘Türkiye'nin El Kaide'nin hedefi olmasını gerektirecek bir durum yok’’ diyordu pek çoğu. Bazıları da başka hedefler gösteriyorlardı. Ortak özellikleri unvanlar vardı fakat bilgileri yoktu.

Türkiye uzun zamandan beri El Kaide'nin hedefi. Çünkü Türkiye 11 Eylül'den bu yana ‘‘İslamcı terör’’ denilen terör gruplarına en fazla darbe vuran ülke.

Gerek MİT, gerekse polis istihbarat birimleri, 11 Eylül'den bu yana El Kaide veya diğer İslamcı terör gruplarıyla bağlantılı çok sayıda teröristi ve terör yatakçısını yakaladılar.

Yurtdışındaki istihbarat kuruluşlarına çok önemli bilgiler aktardılar.

Bunların pek çoğu Türkiye'yi üs olarak kullanıyordu ve Türkiye'de eylem yapmıyordu.

Ancak dünyada teröre karşı gerçek mücadele veren bence tek ülke olan Türkiye, bunların Türkiye'de suç işleyip işlemediğine bakmadı.

Teröre bulaşmış kim varsa temizlemeye çalıştı.

Sınır dışı etti, kendi ülkesine yolladı, arandığı ülkeye teslim etti.

Bütün bunlar ortalık ayağa kaldırılmadan, bu işin propagandası yapılmadan sessiz sedasız yapıldı. Bu dönemde yakalanan, sınır dışı edilen, etkisizleştirilen terörist sayısı binlerle ifade edilecek düzeye ulaştı.

Bunun dışında Türkiye Irak'taki istihbarat bilgilerini de paylaştı.

Türkiye'nin bu terör karşıtı tavrı Türkiye'yi hedef ülke haline getirdi.

Bunun üzerine İsrail ile ilişkiler, ABD yanlısı tavır da koyulunca Türkiye hedef oldu.

Bugün dünyada terörü silah olarak kullanmayan ve terörle topyekün mücadele eden tek ülke Türkiye. Bunun bedeli ise böyle şerefli bir davada 23 can.

Üzücü ama gerçek bu.

Ensar el İslam


ABD'nin ‘‘işbilmez’’ yöneticileri terörle mücadele edeceğiz derken, Ortadoğu'da ikinci bir terör yuvası yarattılar: Irak.

Irak Savaşı sırasındaki yazılarımı hatırlayanlar, bu yazılarda Irak'a müthiş bir İslamcı terörist akını olduğunu yazdığımı da hatırlayacaklardır.

Bosna, Afganistan, Çeçenistan deneyimleriyle donanmış bir grup uzman ve bir grup yeniyetme terörist uzun zamandır Irak'ta.

Irak'taki en önemli terör grubu ise ‘‘Ensar el İslam’’.

İran gizli servisleri destekli olarak kurulan bu grup şimdilerde diğer pek çok İslami terör örgütü gibi El Kaide'nin şemsiyesi altında.

Cumartesi günü yapılan bombalı saldırının arkasında da bu örgütün bulunduğu yolunda çok bulgular var.

Irak bataklığı bakalım daha neler çıkaracak başımıza.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Milli takım teknik direktörleri çekirgelerden ders almayı akıl ettiği zaman.
Yazının Devamını Oku

İlaç olmayan ilaca 39.5 milyon dolar

15 Kasım 2003
<B>TÜRKİYE'</B>nin sorunlarına fazlasıyla duyarlı hekim bir dostum, Türkiye'de sağlık alanında devletin nasıl <B>‘‘ütüldüğünün’’ </B>örneklerinden birini yollamış. Biliyorsunuz, Türkiye'de ilaç harcamalarının neredeyse yüzde 80'i devlet tarafından ödeniyor. SSK'sından Emekli Sandığı'na tüm kuruluşların zararlarındaki en büyük ‘‘kalem’’ sağlık harcamaları. Hekim dostumun gönderdiği belge ve bilgiler, bu düzenin nasıl yürüdüğünü küçük bir örnekle de olsa gösteriyor.

Bu kez söz konusu olan ilaç ‘‘Tebokan’’ adında bir sinir ilacı. İlacın reçete edilme nedeni, hafıza kaybı ve yaşa bağlı hafıza bozuklukları.

Fiyatı ise 35 milyon TL.

Ancak son yıllarda yapılan klinik araştırmalar gösteriyor ki, Tebokan adlı bu ilaç, hastalar üzerinde plasebolardan, yani ilaç görünümünde olan ama ilaç olmayan haplardan daha etkili değil.

Dostum bunu ABD'nin en saygın tıp dergilerinde bu ilaç hakkında çıkan değerlendirmelerle de gösteriyor. JAMA'nın 2002 Ağustos, The Journal of Family Practice'in 2002 Kasım sayılarında bu ilaçla ilgili değerlendirmeler yer alıyor. Ancak bu yayınlar Türkiye'de devletin ilgili birimleri tarafından yeterince takip edilmediğinden bu ilaca Türkiye Cumhuriyeti Devleti geçtiğimiz yıl içinde tam 39.5 milyon Amerikan Doları ödüyor.

İşin ilginci, bu ilacın kullanımı son bir yıl içinde yüzde 80'lik bir artış gösteriyor.

Türkiye bir yandan soygunlarla, hortumlarla mücadele ederek deliklerini tıkamaya çalışıyor, diğer yandan birileri küçük küçük deliklerle yine Türkiye'yi boşaltıyorlar.

Tebokan bir küçük örnek.

Kimbilir daha binlerce küçük delikten kaç yüz milyon dolar gidiyor.

DGM Başkanı'ndan mektup


İSTANBUL Devlet Güvenlik Mahkemesi Başkanı Ahmet Duymaz, Vatan Gazetesi'nin sahibi Zafer Mutlu'ya bir mektup yollamış. Bir kopyasını da bana fakslamış.

Hákim Ahmet Duymaz, Urfi Çetinkaya'nın sağlık nedeniyle salıverilmesine karar veren mahkemenin başkanı.

Olayı ‘‘imalı’’ bir şekilde haber yaptığı için mektup Vatan Gazetesi'ne gidiyor.

Ben de Çetinkaya'nın salıverilmesiyle ilgili yazdığım için bir kopya da bana.

Hákim Duymaz hangi koşullarda görev yaptığını anlatıyor. Doğru söylüyor, biliyorum. İnanılmaz bir yoğunlukla boğuşuyorlar. Gece gündüz demeden dosya okuyorlar.

İstanbul DGM Başkanı diyor ki: ‘‘Kararlarımız oybirliği veya oyçokluğu ile alınır. Tek başına karar veren sıfatım yoktur. Binlerce kararda imzam vardır. İlgili (Urfi Çetinkaya), 22 değil 36 ay ülkemizde, dört yıl da yurtdışında olmak üzere tutuklu kalmıştır. İnfaz sistemimizde bu süre 22 yılın karşılığıdır. Yasalarımız hiçbir halde tek bir suç için 24, birden fazla suç için 36 yıldan fazla hapis öngörmemektedir. 420 yıl hukuka uygun bir yakıştırma değildir. Kaldı ki, raporla belgelenen sağlık nedenleriyle tahliye yapılmıştır ama yargılama devam etmektedir. Manşetiniz ‘Hadi yine bırakın' demiştir. Bu yargıya baskıdır. Şartları varsa davaya bakan mahkeme yine bırakacaktır. Aksi halde yargılamanın ne gereği vardır.’’

Vatan’ın haberinde Hákim Duymaz'ın yurtdışına maç izlemeye gittiği ve bu geziyle ilgili şaibelerin bulunduğu yazılıydı.

Duymaz buna da açıklık getiriyor ve ‘‘Yurtdışı seyahat giderim 249 dolardır. Yargıtay üyeliğine seçilme sıfatı elde etmiş birinci sınıf hákim gelirim karşısında, değil sanığa hiç kimseye minnet etmiş değilimdir’’ diyor. Duymaz'ın mektubu, kendini savunduğu bölümler dışında da güzel hukuki ‘‘dersler’’ içeriyor.

Aslında Türkiye'de ciddi bir sıkıntı haline gelen yargıyı ele alırken, hákimleri değil sistemi ve en başta da infaz yasasındaki hataları ele almak lazım.

Bir ülkede insanlar adaletin devlet tarafından gerçekleştirildiğine inanmamaya başlıyorsa ortada çok ciddi bir sıkıntı var demektir.

Standart bakım ücreti olur mu?


İSKİ, 1 metreküp suya 15 milyon lira fatura gelmesine gösterdiğim tepkiye uzun bir mektupla yanıt vermiş. İSKİ'nin neler yaptığını anlatmışlar uzun uzun ve suyun maliyetinden bahsetmişler. Yahu biz buna bir şey demedik ki. Suyun fiyatı neyse o. Bizi kızdıran, fiyatın iki misli bakım gideri. Onun için de İSKİ şöyle diyor: ‘‘İSKİ kurulduğundan beri bakım ücreti, su tüketsin tüketmesin her aboneden alınır. Ancak 2003 tarihinde alınan bir kararla bakım bedeli sadece su tüketen müşterilerden alınmaktadır.’’ Bence son derece mantıksız bir durum. Düşünün ki bir otomobiliniz var. 1000 kilometre de yol yapsanız, 10 bin kilometre de yol yapsanız, her ay bakıma götürüyorsunuz ve iki otomobil için aynı miktarda bakım ücreti ödüyorsunuz.Mantıksız kere mantıksız... Bu ücret, kullanılan su miktarına paralel olmalı. Hamam işleten ile suyu gıdım gıdım kullanıp tasarruf etmeye çalışana aynı muamele yapılmaz.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Gazeteler şikáyetlerini iletmek isteyen okuyuculara nasıl davranılacağını öğrendikleri zaman.
Yazının Devamını Oku

Sivil Havacılık'tan Fly Air yanıtı

14 Kasım 2003
<B>FLY </B>Air ile ilgili yazılarıma Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü'nden, Genel Müdür <B>Topa Bilgettin Toker </B>imzalı iki ayrı yanıt geldi. Yanıttan önce de Genel Müdür bizzat aradı. Genel Müdür teknik bilgiler verdikten sonra, teminat mektubu yerine senet alınmasıyla ilgili olarak şöyle diyor:

‘‘Uçuşların başlayacağı anons edildiğinden, bu tarih öncesi bir tek mesai günü kaldığından ve bu şartlarda teminat mektubunun temin edilmesinin olanaksız olduğundan hareketle daha sonra (1 ay içinde) yerine bir teminat mektubu vermek üzere senet kabul edilmiştir.’’

Bilgettin Toker,
Fly Air'in bugüne kadar 775 bini aşkın yolcu taşıdığını ve herhangi bir şikáyet olmadığını da belirtiyor ve şirketin 4 adet Airbus uçağının değerinin 12 milyon dolar olduğunu, bunun da yeterli bir güvence olarak görüldüğünü söylüyor.

Bunun üzerine ben de kendisine Air Anatolia'nın pek çok yolcuyu mağdur ettiğini hatırlatıyorum.

Buna karşılık o da işletme izni başvurusu yapıldığı Fly Air ile Air Anatolia arasında herhangi bir bağlantı olmadığını vurguluyor.

Ancak Air Anatolia'ya da haksızlık etmemek gerektiğini, Eurocontrol'e THY'nin ve diğer Avrupalı havayolu şirketlerinin de milyonlarca dolar borcu olduğunu söylüyor ve Air Anatolia'nın bu borcun bir kısmını ödemek istediğini ancak Eurocontrol'ün bunu kabul etmeyip mahkeme yolunu seçtiğini ekliyor.

THY: Hatalıyız özür dileriz

THY'
nın bir yolcusuna yaptığı eziyetle ilgili yazıma THY Halkla İlişkiler Daire Başkanı öğle saatlerinde yanıt verdi.

Geç yanıt için özür diledi ancak olayı araştırdığını ve bunun için geç kaldığını aktardı.

Özetle, ‘‘Yolcumuz size olaydan şikáyet etmekte haklıdır. Bir personelimizin uygulanacak prosedürü bilmemesinden kaynaklanan bir yanlışlık yapılmış ve yolcumuz mağdur edilmiştir. Bu gibi konularla ilgili hizmet içi eğitimi artıracağız. İlgili personel hakkında da soruşturma başlatıldı’’ dedi.

Yazıya konu olan yolcuyu da tespit etmişler. Onu da arayıp özürlerini bildireceklerini söylediler.

Medeni tavra sevindim. Hata insanlara mahsus.

Umarım sık sık tekrarı olmaz.

Ya hakem Mutlu Çelik olsaydı

HAKEM Ali Aydın'
ın yaptığı hatadan dolayı Fenerbahçe-Rizespor maçı tekrarlanacak.

Victoria'ya verilen iki sarı kartın geçerli sayılması dışında karar doğru.

Spor medyası ve bazı ‘‘hakem cellatları’’ ise şimdi Ali Aydın'ı korumaya aldılar.

Olurmuş böyle şeyler, Ali Aydın'a kıymamak lazımmış.

Bu adamları tanımasam ‘‘Ne kadar doğru düzgün davranıyorlar’’ diyeceğim.

Ama adamları tanıyorum.

Ve onlara soruyorum, acaba bu hatayı yapan hakem Ali Aydın değil de, ne bileyim Mutlu Çelik olsaydı ve maç Fenerbahçe'nin sahasında iki puan kaybetmesiyle değil de 4-0 galibiyetiyle sonuçlanmış olsaydı da aynı tavrı gösterebilecek miydiniz?

VIP'ten geçmezseniz boncuklarınız mı dökülür?

HALİS Toprak
uzun bir mektup yazmış. Diyor ki: ‘‘Yazdığınız yazılar ve yaptığınız haberler tamamen hissidir.’’

Çok yanılıyor.

Yazılarım ve haberlerim ‘‘hissi’’ olsaydı Halis Toprak hakkında bu haberleri yapmaz, bu yazıları yazmazdım.

Çünkü, nedendir bilmem, kendisine karşı her zaman bir sempatim vardır.

Halis Toprak'ın haber dediği, önceki gün Kanal D Haber'de yayınlanan bir görüntü.

Adalet Bakanı'nın Toprak'ı VIP salonunda görüp çileden çıkmasından ve bu durumun basında dile getirilmesinden birkaç gün sonra Kanal D Haber kameraları Toprak'ı VIP salonunda yine görüntülediler.

Toprak'ın orada bulunmaya yasal hakkı olduğunu vurgulayarak ve Başbakan'ın da o saatlerde orada olmasının programında bulunduğunu hatırlatarak yorumsuz olarak haberi verdik.

Yazı dediği ise benim burada yer verdiğim bir Toprak Holding çalışanının mektubu.

Halis Toprak haklı olarak diyor ki: ‘‘Madem o mektubu yayınladınız. Benim de mektubumu yayınlayın.’’

Tabii ki yayınlayacağım Halis Bey.

Ama hayli uzun. Okuyayım, özetleyeyim, yayınlayacağım.

Ama ondan önce size bir genç tavsiyesi.

Bu kadar tepki varken VIP salonundan geçmezseniz boyunuz küçülmez, boncuklarınız dökülmez.

Diyorsunuz ki: ‘‘Bankama haksız yere el koyuldu.’’

Bilemem. Buna yargı karar verecek.

Yasal hakkınız bile olsa o güne kadar sıradan vatandaşların kapısını kullanın.

Ben yıllardır o kapıyı kullanıyorum.

Hiçbir zararını görmedim.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Bayram tatillerini değil, verimliliğimizi artırmayı hedeflediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku

Hem rötar yap, hem de eziyet et

13 Kasım 2003
<B>GEÇEN </B>hafta THY'nin 08.30 İstanbul-Londra seferiyle Londra'ya gitmek isteyen bir arkadaşımın başından geçenler tam bir <B>‘‘işletmecilik rezaletini’’ </B>ortaya koyuyor. Uçuş için havaalanına gelen dostum, biniş kartını alır ve bekleme salonuna geçer.

Ancak tam o sırada uçağın 2.5 saat rötar yapacağı duyurulur.

Bu rötarla dostumun Londra'daki toplantısına yetişme ihtimali yoktur.

Bunun üzerine dostum THY'ye başvurur ve British Airways'in 08.50 uçağına transfer olmak istediğini söyler. British Airways'i de arayarak rezervasyonunu yaptırır.

Rezalet bundan sonra başlar.

THY'den kendisine gümrüksüz alandan dışarı çıkması ve bütün işlemleri yeniden yapması gerektiği söylenir.

Dostum durumu kavramaz. ‘‘Prosedür budur herhalde’’ deyip çıkar.

Ancak bavullarını teslim etmiştir ve geri alması lazımdır.

Bavullarını ‘‘Kayıp Eşya Bürosu’’ndan alacağı söylenir. Şaşırır ama başına geleceklerden hálá habersizdir.

Alt kata iner.

Orada yaklaşık 50 dakika bavullarının gelmesini bekler.

Sonunda bavullar gelir.

Yukarı çıkar, British Airways kontuarına gider ancak uçağın kalkış saati gelmiş, kontuar kapanmıştır.

Tekrar THY'ye gider ve sabah yaptığı işlemleri bir kez daha tekrarlayarak 2.5 saat rötarlı uçağı beklemeye başlar.

Oysa THY biraz anlayışlı olsa, THY personeli güçlük çıkarmak değil çözüm üretmek üzere yönlendirilmiş olsalar, bu işlem 10 dakikada çözülür ve dostum da uçmuş olurdu.

Arkadaşım olayı bana aktarırken, ‘‘Bir yönetim değişikliğinin bir şirketi bu kadar kısa sürede etkileyeceğini açıkçası düşünemezdim’’ diyor.

Genel Müdür Abdurrahman Gündoğdu, şirketi beklendiğinden çok daha iyi idare ediyor. Bunu kabul etmek gerek.

Yakında açıklanacak mali tabloların da çok olumlu olacağını duyuyorum.

Ancak personelin motivasyonunda ve hizmet anlayışında ciddi bozulmalar var.

Yeni yönetim anlayışı bu mudur bilmiyorum ama THY, ‘‘kaliteli servis’’ veren havayolu şirketlerinden biri olmaktan giderek uzaklaşıyor. Haberleri olsun.

Su soygunu


GEÇEN hafta sonu aşığı olduğum Kapalıçarşı'da küçük bir esnaf lokantasında yemek yedim. Lokantanın garsonu ve sahibi bir ara tabağımı değiştirmek isteyince ‘‘Kalsın canım. Bulaşık çıkmasın’’ dedim.

‘‘Allah razı olsun abi’’ diyerek İSKİ'den, daha doğrusu İSKİ'nin işyerlerine uyguladığı ‘‘fahiş’’ tarifeden dert yandı.

Dün de masamda bir okurdan gelen ‘‘su faturasını’’ buldum.

Bir esnaf. İşyerinde geçen ay toplam 1 metreküp su kullanmış. Bunun karşılığı olarak da faturasında ‘‘kullanılan su bedeli’’ diye 4 milyon 541 bin 556 lira yazıyor.

Ancak fatura toplamı 15 milyon lira.

Çünkü bu su bedeline 8 milyon 338 bin 297 lira ‘‘bakım bedeli’’ ve 2 milyon 318 bin 374 lira da KDV eklenmiş. Olmuş mu bir metreküp suyun fiyatı 15 milyon lira..

Harcama 1, ödeme 3.

Bunun adı dünyanın her yerinde soygundur..

Burada ne yazık ki vatandaşa hizmet vermesi gereken belediye eliyle yapılıyor.

Onlar ne yaparsa olur mu?


CEM Uzan paçayı kurtarmak için hükümete ‘‘yanaşmaya’’ çalışıyor. ‘‘Allahsız adam’’ ve ‘‘Kalleş’’ diye seslendiği Başbakan'a şimdilerde ‘‘Sayın Başbakan’’ diyen, ‘‘Vatan haini’’ ilan ettiği hükümete ‘‘İkimiz de bu ülkenin iyiliği için çalışıyoruz’’ diyerek güller uzatan Cem Uzan, o bakan senin, bu bakan benim gezerek içine düştükleri durumdan kurtulmaya çalışıyor. Bu ani dönüş bile Cem Uzan'ın kimliği, kişiliği ve siyasette kalması halinde tıynetinin neler yapmaya müsait olduğunu gösteriyor. Ama konumuz bu değil. Cem Uzan, Adalet Bakanı Cemil Çiçek ve ardından da Maliye Bakanı Kemal Unakıtan ile görüşmeye giderken yanında gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Can Ataklı'yı da götürüyor. Can Ataklı, mesleğini soranlara gazeteci olduğunu söylüyor. Ancak her nedense Cem Uzan'la beraber bakanlara yaptığı ziyaretlerde bir gazetecilik olayı yok. Röportaj yapılmıyor, konuşulanlar yazılmıyor. Demek ki, Can Ataklı bu ziyaretlerde gazeteci kimliği ile yer almıyor. Hal böyle olunca Can Ataklı, patronunun yanında gazeteci kimliğini kullanarak ‘‘iş takibi’’ yapan, ‘‘gazetecilik’’ paravanı ardında içinde bulunduğu grubun gazetecilikle ilgili olmayan sorunlarını çözmeye çalışan adam durumuna düşüyor. Bu durum benim için çok da garipsenecek bir durum değil ama yakın dost olduğu Zafer Mutlu ile kavga ettikten sonra ‘‘Medya Ahlakı’’ konusunda ahkám kesen, günahlar çıkartan Can Ataklı'nın bu ‘‘hezeyanlarının’’ sadece işsizlikten kaynaklanan bir durum olduğu, işi olunca her türlü ‘‘iş takibi ve gazetecilik dışı uğraşı’’ seve seve yapmaya amade olduğu da anlaşılıyor. Bu da benim açımdan sürpriz değil. Ama bir şeyi bir türlü anlayamıyorum. Can Ataklı'nın ve Star Gazetesi'nin yaptıklarını bir başka gazete veya gazeteci yapsaydı basının ‘‘sözde’’ ahlak bekçileri hakkında demedik laf bırakmazlardı. Bunlara ise kimse bir eleştiri getirmiyor. Adam yerine koymuyor, ciddiye almıyorlar mı? Yoksa başka bir nedeni mi var?

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Bazıları beğenmedikleri AKP'yi iktidara türban takanların değil, yıllardır bu ülkede soygun yapanların taşıdığını anladığı zaman.
Yazının Devamını Oku

Adalet Bakanlığı'ndan eroin taciri Urfi Çetinkaya'ya transfer

12 Kasım 2003
<B>EROİN </B>taciri <B>Urfi Çetinkaya'</B>nın yıllar süren bir uğraş sonucu tonlarca eroinle yakalanmasının ardından bir <B>‘‘hákim’’ </B>tarafından <B>‘‘sağlık nedenleri’’ </B>ile serbest bırakılması tüm ülkeyi hayretlere düşürdü. Ancak Urfi Çetinkaya'nın hukuku ele alış biçimi sadece bu olayla değil, az sonra anlatacağım ‘‘avukatlık anlaşması’’ ile hepinizi daha da hayrete düşürecek boyutta.

Kendini hapisten çıkarış biçiminden de anlaşılacağı üzere Urfi Çetinkaya'nın arkasında sıkı bir ‘‘hukuki danışmanlık’’ var.

Çetinkaya'ya bu danışmanlığı ‘‘bakanlığın içinden’’ sayılabilecek birileri veriyor.

İlginçtir ama Urfi Çetinkaya'nın avukatı eski Adalet Bakanlığı Uluslararası İlişkiler Genel Müdürü Cenk Alp Durak.

Eski bir hákim olan Cenk Alp Durak, Adalet Bakanlığı Uluslararası İlişkiler Genel Müdürlüğü'nden emekli olduktan hemen sonra eroin kaçakçısı Urfi Çetinkaya'nın avukatlığını üstlendi.

Aslına bakarsanız burada ‘‘yasaya aykırı’’ bir durum yok.

Hákimler emekli olduktan sonra avukatlık yapabiliyorlar.

Bununla ilgili bazı sınırlamalar var ama o da sadece görev bölgesiyle ilgili.

Bunun dışında bir sınır yok.

Böyle bir sınır olmayınca da her şey olabiliyor.

En üst düzeyden emekli olan biri, olmadık birinin avukatlığına soyunabiliyor..

Hal böyle olunca da Adalet Bakanlığı'nda genel müdür seviyesine yükselmiş birisi kalkıp bir eroin tacirinin avukatlığını alabiliyor.

Peki hukuki bir sınırlama olmaması, ahlaki bir sınır olmamasını da sağlıyor mu?

Orasını bilmiyorum.

Bence en iyisi siz karar verin!

Uç uç böceği

GEÇEN gün iç hatlarda ‘‘ucuz’’ sefer yapacak olan Fly Air'e Ulaştırma Bakanlığı tarafından yönetmeliklere aykırı olarak yapılan bir ‘‘kıyağı’’ duyurmuştum.

Ulaştırma Bakanlığı'ndan ve ilgili genel müdürlükten hiç ses çıkmadı.

Açıkçası çıkmasını da beklemiyordum.

Çünkü Ulaştırma Bakanı'nı geçmişteki ‘‘gemi’’ mevzularından tanıyoruz.

Ben Ulaştırma Bakanı'nı Bakanlar Kurulu'ndaki ‘‘çürük elma’’ olarak gördüğümü zaten daha önce de yazmıştım..

Çürük elmaların ortak özelliği çevrelerindeki elmaları da çürütmeleridir.

Umarım bu kez öyle olmaz.

Fly Air ile ilgili yazıma bir kaptan pilottan tepki geldi.

‘‘Teminat mektubu yerine senet alınmasına kızmışsınız. Ama bu zaten çok hatalı bir uygulama. O teminat mektupları bir işe yaramıyor ki’’ diyor.

Haklı olabilir. Böyle bir durumda yapılması gereken yönetmeliği değiştirmek ve uygulamadan vazgeçmektir. Adamına göre muamele yapmak değil.

Fly Air meselesine gelince. Ulaştırma Bakanlığı Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü'ne teminat mektubu yerine senet vermiş olmaları o senedin ‘‘gerektiği zaman’’ ödeneceği anlamına gelmez.

Çünkü Fly Air'in sicilinde ‘‘ödeme yapmamak’’ gibi bir özellik var.

Şimdilerde Fly Air olarak ucuz taşımacılık yapmaya ve millete hizmet etmeye soyunan bu kuruluş daha önceleri yurtdışına charter seferleri yapıyordu.

Ancak o zamanlardaki ticari adı biraz değişikti.

Geçmişte Air Anatolia adıyla yurtdışına uçan bu şirket bir anda ‘‘okus pokus’’ yaparak adını değiştirdi ve Fly Air oldu. Yurtdışında Air Anatolia olarak uçması mümkün değildi çünkü Avrupa hava trafiğini düzenleyen kuruluş olan ‘‘Eurocontrol’’a yaklaşık 16 milyon dolar borcu vardı. Air Anatolia bu borcu ödemektense adını değiştirdi ve birkaç bin dolarlık boyayla 16 milyon dolarlık bu sorunu halletti.

Umarım önümüzdeki dönemde de adını değiştirmek zorunda kalmaz.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Kirlenmeyle mücadele ettiklerine bizi inandıranlar, yanı başlarında başlayan kirlenmeyle de mücadele ettikleri zaman.
Yazının Devamını Oku

VIP'ten geçerler bayrağa sarılıp gömülürler

11 Kasım 2003
<B>ADALET </B>Bakanı <B>Cemil Çiçek,</B> VIP salonunda <B>‘‘batık bankacı’’ Halis Toprak'</B>ı görünce isyan etti. Bakanın haklı isyanı gazetelere de yansıdı.

Ancak bu havaalanlarındaki VIP salonlarından istifade eden sadece Halis Toprak değil ki!

Hortumcu diye bilinen taifenin neredeyse yarısı, hatta yarısından çoğu devletten ve halktan ‘‘hortumladıkları’’ paranın küçük bir bölümüyle birer okul veya benzeri hayır işi yapmışlar ve karşılığında birer ‘‘devlet madalyası’’ almışlar.

Ben bu çarpıklığı daha önce bu sütunda dile getirdim.

Dinç Bilgin'in Sabah Gazetesi bir yerlerde okul yaptıracağını açıklayınca, ‘‘Dinç Bey, devlete Etibank vasıtasıyla ve kamu bankalarından kullandığınız kredilerle taktığınız 1.2 milyar doları bulan parayla kaç okul yapılır’’ diye sordum.

Elbette yanıt alamadım. Zaten amacım Dinç Bilgin'den yanıt almak değil, ‘‘saçmalığı’’ belgelemekti.

Daha önce Uzanlar'la ilgili yazılarıma da yapılan muamele bu yazıya da yapıldı ve konu ‘‘medya kavgası’’ platformuna çekilmeye çalışıldı.

Peki Halis Toprak'ın suçu, bir gazetesi veya televizyonu olmaması mı?

Benim için fark etmiyor, ha Halis, ha Dinç.

Sonuçta bunlar bu ülkenin kaynaklarını kendileri için kullanmışlar ve batırmışlar. Ya da kaçırmışlar.

Ve bunlar şimdi çok önemli insan sınıfına giriyor, ortalıkta rahatça geziyor ve VIP salonlarından faydalanıyorlar.

Haa, bilmiyorsanız bir şeyi daha hatırlatayım.

Bu paraların küçük bir kısmını hayır işlerine ayıran bu vatandaşlarımız devlet madalyası sahibi oldukları için öldükleri zaman da Türk bayrağına sarılıp gömülecekler.

Ama kefenin cebi olmadığı için hiç değilse hortumladıkları paraları bu tarafta bırakacaklar.

Biz yazıyoruz siz de yapın


HALİS Toprak'ın VIP salonundan geçerek Adalet Bakanı'nın tepesini attırmadan bir gün önce bir okurdan, Halis Toprak ile ilgili bir e.posta gelmişti.

Hazır yeri gelmişken, size bu e.postayı aktarayım:

‘‘Fatih Ağabey,

Ben genç bir Türk olarak anlayamıyorum geleceğimin nasıl ve kimler tarafından göz göre göre yendiğini.

Toprak Holding'de çalışıyorum. Bu 600 milyon dolar batırmış ve borcundan dolayı sözde el konmuş holdingin yönetiminde Halis Ağa ve çocukları ağırlıkta. Her çocuğunun altında iki şoför. Yanlış okumadınız, iki şoför, hizmetliler, aşçılar, son model arabalar. Bu ihtişam, BDDK el koyduktan sonra da devam etti. Lüks yaşantılarında bir damla değişiklik olmadı. En son olarak gazetede Halis Ağa'nın
‘Borcumun faizini silmezseniz intihar ederim' diye açıklama yaptığını okudum.

Bu adam şirket arabalarından beşini sevgililerine tahsis etmiş, hálá malikanesinde oturup keyif çatan bir adam.

Fatih Abi, ne olur geleceğimizin daha fazla çalınmasına fırsat vermeyin. Holdingin elindeki fabrikaları incelerseniz içlerinin boş olduğunu göreceksiniz.

Devlet bu lükse nasıl izin veriyor?

Lütfen bunu yazın. Bir genç Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının haykırışı olarak yazın.

Geleceğe duyduğumuz umutsuzluk olarak yazın, ama yazın. Ben 300 milyon maaşla evimi geçindirmeye çalışırken, bizlerden çalınanlarla nasıl keyif çatıldığını yazın.

Sizin de kızınız var. Onun geleceği, benim de oğlumun geleceği için yazın.

Bunların çocuklarının, akrabalarının mal varlıklarına el koymak için devlet daha ne bekliyor? Lütfen yazın.’’

Ben değerli okurumun isteğini yerine getiriyorum. Yıllardır yazdığım gibi yazıyorum.

Yazması gerekenler yazıyor ama bakalım bir şeyler yapması gerekenler ne yapacak?

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Bu ülke vatandaşlarının huzur içinde, dostça, kardeşçe yaşamasına ve lüzumsuz tartışmalardan uzaklaşmasına izin verildiği zaman.
Yazının Devamını Oku