Fatih Altaylı

Hortumlanan küçük yatırımcı ne olacak?

22 Ekim 2003
<B>İMAR </B>Bankası'ndan aldıkları Hazine bonolarının aslında var olmadığını öğrenen ve bu banka tarafından dolandırılan binlerce kişi mağdur. Bu işte BDDK'nın yüzde 100 kusuru var. Bu mağduriyet giderilecek.

Ancak bir o kadar mağdur başka bir kesim daha var. El konulan bankalar arasında halka açık olanlar var ve borsada bunların hisselerini almış olanların durumu, en az bonozedeler kadar vahim.

Bu kişiler SPK'ya, Bankalar Yeminli Murakıpları'na ve Bağımsız Denetim Şirketleri'ne güvenerek borsadan bu bankalara ait hisse senetlerini aldılar.

Bankalar Yeminli Murakıpları ve Bağımsız Denetim Şirketleri, bu bankalar hakkında olumlu raporlar vermiş olmalılar ki, SPK bu bankaların hisselerinin alınıp satılmasına ve halka açılmalarına izin verdi.

Ve sonra birdenbire ‘‘güüüüüm’’.

Hortumcular bankayla birlikte küçük yatırımcıların yatırımlarını da hortumladılar.

Hortumcular hálá zengin ama küçük yatırımcıların yatırımları ‘‘uçtu gitti’’.

Devleti yönetenler ‘‘hortumcularla’’ hesaplaşırken, küçük yatırımcıların durumlarını da gündeme getirmek ve onların da haklarının kaybını engellemek zorunda.

Ben yazınca gazeteciler ortaya çıktı

‘AYDIN Doğan gazeteci arıyor’’
diye yazınca hem beni, hem de Aydın Bey'i arayan çok olmuş. İyi işaret. Bu meslek hálá yaşıyor. Aydın Doğan'ın sekretaryasını arayıp ‘‘röportaj randevusu’’ isteyenlerin ilki Sabah'tan Yavuz Semerci olmuş. Kendisine randevu verilmiş.

Ardından Vatan, Tercüman, Yeniçağ gazetelerinden ve Leman Dergisi'nden aramışlar.

Bir de Flash TV randevu istemiş. Talepler çoğalınca ve her birine en az 1 saatten 7 saat tutacağı ortaya çıkınca Aydın Bey, ‘‘Arkadaşlar hep beraber gelsinler. Akıllarında ne varsa sorsunlar. Hem de daha geniş konuşur, daha fazla soruyu cevaplarız’’ diye düşünmüş. Röportaj talebinde bulunanlara telefon açılmış ve durum bildirilmiş.

Hal böyle olunca, Sabah'tan Yavuz Semerci röportaj talebini geri çekmiş. Tek başlarına olmazlarsa röportajı yapmayacaklarını söylemişler. Aydın Doğan bu duruma üzülmüş.

‘‘Keşke onlar da gelseydi’’ dedi beni aradığında. ‘‘Kim gelirse gelsin, ne sorarlarsa sorsunlar. Bence böyle daha iyi’’ dedi.

Ben gazetecilerin her zaman ‘‘tek başlarına’’ olmayı tercih ettiklerini söyledim.

Aydın Bey de, ‘‘Haklısın ama kimseye hayır demek istemedim. Herkese ayrı ayrı yapınca da o kadar zaman bulamam. Başka başka zamanlarda yapsak, birine öncelik verince diğerlerine ayıp olur. Zorda kaldım. En iyisi herkesle birlikte konuşmak diye düşündüm’’ dedi.

Sonra da sordu:

‘‘Sizden kim geliyor?’’

‘‘Bizden kimse gelmiyor’’
dedim.

‘‘Sence bu haber değil mi? Her şeye cevap vereceğim’’ deyince, ben de ‘‘Hürriyet ve Milliyet'ten kim geliyor?’’ diye sordum.

Onlardan da bir talep gelmemiş. Bu durum Aydın Doğan'ı da şaşırtmış.

Ben Kanal D Haber'den iyi bir ekonomi muhabirini perşembe günü (yarın) saat 11.00'de Doğan Holding'e yollayacağım.

Aklında patronu hakkında ne varsa sorsun diye.

Bu bankacılık sistemi ile AB’ye girilmez

BBDDK meselesi artık Meclis'in işi oldu. BDDK kurulduğu günden bu yana olumlu işler de yaptı ama bu kurumun yıllardır yaptıkları, yapmadıkları, yapamadıkları ve yanlışları Türkiye'ye çok da zarar verdi. Sonunda bu konu Meclis'e taşındı. İyi de oldu. Türkiye'nin en ‘‘yüce’’ kurumu, BDDK'yı ele alacak. BDDK Başkanı, ‘‘Özerkliğimiz’’ diye bağırıyor. Zaten Türkiye'de işini kötü yapan, yapmayan, özerkliği derebeylikle özdeşleştiren herkes kendilerine biraz çekidüzen verilmek istenince ‘‘Siyaset bize karışıyor’’ diye bağırıyor. Bu konuda en sağlıklı yaklaşımı pazar akşamı Adalet Bakanı Cemil Çiçek dile getirdi. ‘‘Bu kurumlar çok yeniler ve henüz oturmadılar. Oturuncaya kadar bazı rötuşlar elbette yapılacak’’ dedi. BDDK ilk kez olarak kendisinden hesap sorulması olasılığından ‘‘rahatsız’’. Çünkü hesap 56 milyar dolar. Gereği yapılmayan murakıp raporlarından göz göre göre rapor edilmeyen banka yolsuzluklarına kadar kabarık bir hesap. Meclis'in BDDK konusunu son derece ‘‘şeffaf’’ bir biçimde ve gelecekte yapılması muhtemel hataları önleyecek bir şekilde ele alması gerek. Kopenhag Kriterleri içinde yer almasa da, böylesi bir bankacılık sistemi ile AB'ye uyum sağlamamız mümkün değil. Siz dünyanın herhangi bir yerinde 6 milyar doları buharlaştırarak batan bir banka ve bundan iş işten geçtikten sonra haberi olan bir yönetim gördünüz mü?

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Elindeki değerleri kullanmayı bilen adama yönetici dendiği zaman.
Yazının Devamını Oku

Vatanseverlik ‘devletseverlik’ midir?

21 Ekim 2003
<B>İBRAHİM Tatlıses ‘‘değişik’’ </B>biri. Ben burada Başbakanlık'ta 80. Yıl Kutlama Komitesi'nden gelen bir bilgiyi yazıyorum, <B>Tatlıses </B>çıkıp bana hakaretler yağdırıyor. Bana <B>‘‘yalancı’’ </B>diyor. Oysa bizde ‘‘yalan’’ yok. Tatlıses aynı şeyi daha önce de yaptı.

Biz Kanal D Haber'de Tatlıses'in Almanya'da bir kadına tacevüz ettiği iddiasıyla tutuklama kararıyla arandığını duyurduk, Tatlıses çıktı, ‘‘Yalancılar’’ dedi. Ardından da bizi mahkemeye verdi.

Mahkemeye Almanya'daki mahkeme kararlarını sunduk.

Mahkeme haberin doğru olduğunu gördü ve hakkımızda ‘‘takipsizlik’’ kararı verdi. Böylece kimin ‘‘yalancı’’ olduğu da mahkeme kararıyla kanıtlandı.

80. yıl törenlerine katılmak veya katkı sağlamak için para isteyenleri yazınca sevgili dostum, yapımcı Fatih Aksoy aradı.

Aksoy, hem Sinan Çetin'in programı ‘‘Film Gibi’’nin, hem de Tatlıses'in ‘‘Tek Tek’’ adlı programının yapımcısıdır.

‘‘Sana katılmıyorum Fatih’’ dedi.

‘‘İbrahim Tatlıses her yıl vergi rekortmeni olan, bu ülkeye her yıl trilyonlarca lira vergi ödeyen biri. Sesiyle para kazanıyor. Kendisinden bir hizmet istenince bunun bedelini istemesinden daha normal ne olabilir?’’ diye fikrini aktardı.

‘‘Benden 80. yıl kitapçığı için bir yazı isteseler gurur duyar ve yazardım. Ben de kazancımın vergisini veriyorum ve ben de yazımla para kazanıyorum’’ dedim.

‘‘Sen yapabilirsin ama herkes yapmak zorunda değil’’ dedi.

‘‘Peki ben seni arasam ve ‘Fatih 80. yıl için küçük bir film yapar mısın?' desem benden para mı isteyeceksin?’’ diye sordum.

‘‘Senden istemem. Bu kutlamalar sivil bir girişim olsa onlardan da istemem. Ama orada bir devlet memuru bunu istedi diye bedava yapmam. O devlet memurunun benden daha vatansever olduğunu kim söyleyebilir.’’ Ardından da devletin kaynaklarını ona buna peşkeş çeken memurlardan, bürokratlardan söz etti.

Anladığım kadarıyla Fatih Aksoy vatanseverliğe ‘‘Evet’’ diyordu ama ‘‘devletseverliğe’’ kayıtsız şartsız ‘‘Evet’’ demek istemiyordu.

‘‘Ben yine de bunun bir onur olduğunu düşünüyorum. Ama senin fikrine de saygım var. Bunu da yazarım’’ dedim.

Aksoy bir açıdan haklıydı. Vatanseverlikle devletseverlik aynı şey değildi.

Ama bence bazen üst üste gelebiliyorlardı.

Gazeteci soyguncuyu niye korur?


ADALET Bakanı Cemil Çiçek, banka hortumcuları tarafından zedelenen ‘‘kamuoyu vicdanını’’ rahatlatacak çok ciddi bir yasa tasarısını Meclis'e gönderdi.

Türkiye'de ben kendimi bildim bileli var olan ‘‘Şirket batar ama patronu asla batmaz’’ inanışını kökünden yıkacak bir tasarı.

Bankalar vasıtasıyla halka ait 56 milyar doları cebe indiren veya heba eden ‘‘Takım elbiseli, uçaklı, yatlı, yalılı’’ soyguncuların, uçurdukları paraları eş, dostun üzerine geçirip lüks içinde yaşam sürdürmelerini engelleyecek ve bu soyguncuları amiyane tabiriyle ‘‘çıktıkları yere kadar’’ kovalayacak bir düzenleme. Adalet Bakanı Çiçek'in bu girişimi ‘‘kravatlı, yatlı, uçaklı ve yalılı’’ soyguncuları paniğe sevk etti. Dün Hürriyet'in ekonomi sayfasındaki bir haberde bu yasanın sakıncalarından söz ediliyor. Söz edenler ise belli: ‘‘bankacılar’’.

Ve bir de gazeteci aynı şekilde bu yasaya karşı.

Kim dersiniz?

Sabah Gazetesi'nin Genel Yayın Yönetmeni Ergun Babahan. Bir gazeteci soygunculardan soygunun hesabının sorulmasından niye rahatsız olur?

Bu kişilerin yaptıkları soygunun hesabını vermelerini neden istemez doğrusu çok merak ettim.

Değerli gazeteci Ergun Babahan'ın mutlaka bir bildiği vardır.

Dinç Bilgin’den kamuoyuna açıklama


GAZETENİZİN 18 Ağustos 2003 tarihli nüshasının yirmi birinci sayfasında yayınlanan ‘‘Hangi Sabah zararda,hangi Sabah kárda’’ başlıklı yazıda, müvekkilimiz Dinç Bilgin hakkında, onu halkın hakaret ve husumetine maruz bırakacak, gerçek dışı ve hakaret içerikli isnatlarda bulunulmuştur.

18 Ağustos 2003 tarihli yazıda müvekkilimiz Dinç Bilgin hakkında, Etibank'la ilgili olarak asılsız ve hukukun genel ilkelerini hiçe sayan ifadelere yer verilmiştir.

Oysa ki, müvekkilimiz Dinç Bilgin hakkında Etibank ile ilgili iddiaların gerçek olup olmadığı, bağımsız Türk mahkemeleri huzurunda araştırılmakta olup, yargılama devam etmektedir. Görülmekte olan söz konusu dava sonuçlanmadığı halde gazetenizde yayınlanan hukuka aykırı yazı ile savcı ve yargıç rolüne soyunulmuş ve de kamuoyuna müvekkilimiz peşinen suçlu olarak ilan edilmiştir.

Hukuka aykırı yazınızdaki iddiaların aksine Sabah Gazetesi'nin Etibank'tan dolayı herhangi bir borcu bulunmamasına rağmen BDDK'nın talebi üzerine Etibank'ın borçlarına kefil olmuştur. Söz konusu yazıda müvekkilimiz Dinç Bilgin'in yeni şirketler kurup borçlarını eski şirketlerin üzerinde bırakarak devletten mal kaçırdığı yönündeki iddialar gazetenizin de bünyesinde yer aldığı Doğan Yayın Holding'in kamuoyunu yanıltmaya dönük çabalarını ve amacını ortaya koymaktadır.

Saygı ile kamuoyuna duyurulur.

Talepçi; Dinç Bilgin vekili M. Müjdat Gültekin Avukat
Yazının Devamını Oku

Aydın Doğan gazeteci arıyor

20 Ekim 2003
<B>CUMARTESİ </B>günü <B>Aydın </B>Bey'le karşılaştık. <B>Aydın Doğan'</B>la. Beni görünce ‘‘Ne biçim gazetecisiniz siz?’’ dedi.

Şaşırdım.

‘‘Bas bas bağırıyorum, isteyen gazeteci gelsin, canı ne istiyorsa, kafasında ne varsa, hakkımda ne iddia varsa hepsini sorsun yazsın diyorum. Biriniz bile ortaya çıkmıyorsunuz. Böyle gazetecilik mi olur. Nerede bu gazeteciler. Madem bu kadar iddia var, gelin sorun diyorum, gelen yok’’ dedi.

Aydın Bey'in çağrısını o zaman hatırladım.

Meydan okumuştu. ‘‘Gelin her şeyi sorun’’ demişti.

‘‘Aydın Bey, ben yaparsam inandırıcı olmaz. Diğer medya gruplarından birinin yapması gerekir’’ dedim.

Haklı olduğumu söyledi.

Ama hiç kimse gelip de kendisine bir şey sormuyordu.

Akşam, Sabah gibi gazeteler yalan yanlış demeden yazıyor, yazıyor ama kendisine bu iddialar sorulmuyordu.

Aydın Doğan çok kızmıştı.

‘‘Bütün gazete sahiplerine açık çağrı yapıyorum. Hadi gelsinler. İstedikleri yerde karşıma çıksınlar. Konuşalım. Vatandaş da kim kimmiş görsün. Madem tek başıma benimle konuşmuyorlar. Hadi gelsinler. Hepimizi bir araya getirsinler’’ diye isyanını dile getirdi.

Ona ait bir gazetede çalışmasaydım, Aydın Doğan'ın bu çağrısını kaçırmazdım doğrusu..

Bana sorarsanız Aydın Doğan'la konuşacak gazeteci bulunur da, Aydın Doğan'ın söylediklerini gazetesinde yayımlatacak gazete patronu bulunmaz.

Çağan da monte etsin


ASMALI Konak filmi daha çoook tartışılacağa benziyor.

Bence tartışılması da, galası da, getirdiği tanıtım ve halkla ilişkiler tekniği de Türk sineması açısından faydalı.

Finalini beğenin veya beğenmeyin.

Kurgusunu eleştirin veya kusursuz bulun.

Ne derseniz deyin, Asmalı Konak'ın çekimleri müthiş.

Müthiş bir kameraman kullanmışlar.

Belli ki işinin ustası, büyük ihtimalle bir Hollywood'lu..

Olmaz ama olsa.

O çekimlerden bir montaj da Çağan Irmak yapsa.

Acaba ortaya nasıl bir film ve nasıl bir final çıkar?

Bence Asmalı Konak'ın televizyon izleyicilerini daha fazla tatmin edecek olan, Çağan Irmak'ın montajı olur.

Vatanseverlik kaç dolar eder?


CUMHURİYET'in 80. yıl şenlikleri için konser vermesi istenen İbrahim Tatlıses'in 40 bin dolar istediğini, Tarkan'ın ise ‘‘İşim var, veremem’’ dediğini yazmıştım..

İlginç değil mi?

Mafya düğününde hatır için şarkı söylerler de, Cumhuriyet'in 80. yılı için söylemezler.

Ben yazıp, Kanal D Haber de yayınlayınca bomba patladı.

Başbakanlık'taki Cumhuriyet'in 80. yılını kutlama komitesinden gelen bilgilere göre sadece Tarkan ve İbrahim Tatlıses değil, ünlü yönetmen ve televizyon programı sunucusu Sinan Çetin de, 80. yılı gelir kapısı yapmak isteyenlerden.

Sinan Çetin'e de 80. yıl için bir tanıtım filmi yapması teklif edilmiş.

Film dediğin kısa bir şey. Hemen hemen bir reklam filmi kadar.

Benim sevgili arkadaşım Sinan Çetin de bu iş için 150 milyar lira istemiş.

Ayıptır yahu.

Ne Tatlıses'in, ne de Sinan Çetin'in buradan gelecek paraya ihtiyacı var.

Biri özel uçakları olan, Karun kadar zengin bir türkücü.

Diğeri ise ‘‘Cihangir'in adını Sinangir yaptım’’ diyen ‘‘cukka sağlam’’ bir yönetmen.

Ayrıca de ki çok da zengin değiller, ne fark eder?

Ülken için bir konser vermek, bir film yapmak bu kadar mı zor.

Ya da vatanseverlik birkaç dolarla ölçülecek kadar mı ucuz!

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Merkez Bankası Başkanı bile bu ülkedeki en büyük sorunun adalet sisteminden kaynaklandığını söylemek zorunda kalmadığı zaman.
Yazının Devamını Oku

Leyla Zana eve dönerse ne olur?

18 Ekim 2003
<B>TÜRKİYE'</B>nin Avrupa Birliği üyeliğinin önünde iki engel var. Bunlardan biri Kıbrıs, diğeri ise hapisteki DEP'liler. Türkiye her şeyi başardı, bu iki engeli aşamadı.

Kıbrıs'ta Cumhurbaşkanı Denktaş'ın, Türkiye'nin önündeki bu engeli aşmasını sağlayacak yeni açılımlar planladığı fısıldanıyor. Umarım doğrudur. O ‘‘bağımsız bir cumhuriyet’’ olan Kıbrıs'ın bileceği iş.

Ama DEP davasından hálá içerde yatanlarla ilgili mesele bizim meselemiz. Ve bu meselenin bir an önce Türkiye'ye zarar verir olmaktan çıkarılması gerekiyor.

DEP davasının görüldüğü tarihlerde Türkiye ciddi bir bölünme tehdidi altındaydı.

Devlet kendi savunma mekanizması dahilinde, terör örgütü ile siyasi bağlantısı olduğu tespit edilen ve ülkede gereksiz tahriklerle gerilim yaratan bazı milletvekilleri hakkında bence ‘‘haklı’’ bir takibat başlattı.

Yargı da yine bence ‘‘haklı’’ bir ceza verdi.

Ancak o günden bugüne köprülerin altından çok sular aktı. Terör örgütünün başı yakalandı, hapse atıldı.

Örgüt büyük ölçüde çökertildi. Ve en sonunda örgütün tam olarak pasifize edilmesi için bir ‘‘Eve Dönüş Yasası’’ çıkarıldı. Yani adam öldürmemiş, Türkiye'ye yönelik saldırılarda fiilen yer almamış militanlara ‘‘af’’ getirildi. Ama nedense tüm bunlara, AB'ye uyum için yasalarda yapılan düzenlemelere rağmen hapisteki DEP'lilerin durumlarında bir değişiklik olmadı.

10 yıla yakın bir süredir içerdeler. En geç de üç yıl sonra zaten cezalarını çekmiş olacak ve serbest kalacaklar. Türkiye bir süre sonra zaten serbest kalacak olan DEP davası mahkûmlarını ‘‘yasaları uygulayarak’’ serbest bıraksa, AB yolunda dev bir adım daha atmış olacak.

Ama nedense bunu yapmamakta direniyoruz.

Bu da insanın aklına bazı kuşkular getiriyor.

Acaba AB karşıtları, ellerindeki son kozlardan birini kaybetmek istemiyorlar mı?

Özkök, Asmalı'nın keyfini kaçırdı mı?


PERŞEMBE günü Ertuğrul Özkök'ün yazısını okuyunca keyfim kaçtı. Televizyonda sadece son bölümünü seyrettiğim ama sonunu merakla beklediğim Asmalı Konak'ın galasına gidecektim.

Ancak Özkök işin tılsımını bozdu.

Gençken sinemadan çıkarken bilet sırasında bekleyen arkadaşlarımıza ‘‘pislik olsun’’ diye filmin sonunu söylerdik.

Özkök de aynen bunu yaptı.

Ama Özkök, benim gördüğüm en müthiş gazeteci.

Haber özelliği taşıyan her şey onun için ‘‘yazılacak’’ bir şey. Yazı işleri toplantısında arkadaşlarıma eşimin bebek beklediğini söylüyorum, yarım saat sonra sayfada görünce yazmasınlar diye Özkök'e yarım saat dil dökmek zorunda kalıyorum. ‘‘Ne var yahu. Haber bu’’ diyor.

Özkök'ün yazısına rağmen perşembe akşamı, Engin Ardıç'ın keyifle okuduğum ve yer yer haklı yazısına inat, Asmalı Konak'ın galasındaydım.

Filmi izleyince Özkök'e boşuna kızdığımı anladım.

Özkök'ün tüyosu işin tılsımını bozmamış.

Film keyifle izleniyor.

Sonu çok da önemli değil. Öyle de bitse olur, böyle de... Eleştiriler Abdullah Oğuz'u yıldırmış olmalı ki, eyyamcı bir son var. Ama filmde diğer sonları da görüyorsunuz.

Filmden sonra aklımda kalan bir mesele de şu oldu:

‘‘Acaba filmi, diziyi yöneten Çağan Irmak yönetseydi nasıl olurdu?’’

Çünkü filmin diliyle dizinin dili çok farklı.

Bunlar mı cumhuriyetin sanatçıları?


BİLİYORSUNUZ bu yıl cumhuriyetin 80. yılı. Bu nedenle de ‘‘sıkı’’ bir kutlama programı hazırlanıyor.

Kutlamaların organizasyonu için Başbakanlık'ta bir komite kuruldu ve komite çeşitli etkinlikler planlıyor.

Bu etkinlikler arasında halkın sevdiği sanatçıların konserleri de var.

Kutlama komitesi bu konserler için 20 kadar sanatçıya teklif götürdü.

Ve bazı ‘‘sanatçıların’’ verdiği yanıt komiteyi ‘‘şoke’’ etti.

80. Yıl Kutlama Şölenleri'nde konser vermesi için teklif götürülen sanatçılardan İbrahim Tatlıses, konser için 40 bin dolar talep etti.

Ancak komitenin elinde böyle bir para yoktu.

Tatlıses'e, ‘‘Biraz indirim yapın. Biz de konseri para almadan verdiğinizi söyleyelim’’ dedi.

Fakat Tatlıses kabul etmedi.

Daha büyük bir şoku ise ‘‘popstar’’ Tarkan yarattı.

Kendisine götürülen teklifi reddeden Tarkan'ın gerekçesi, ‘‘O tarihlerde işim var’’ şeklindeydi.

Böylesine ‘‘şerefli’’ bir teklfi Tatlıses para, Tarkan ‘‘işi olduğu’’ gerekçesiyle reddetti ama ‘‘cumhuriyete’’ gönülden bağlı sanatçılar da vardı Allah'tan.

Türkücü Alişan teklif yapılınca, hiçbir soru sormadan ‘‘Seve seve’’ dedi.

Bir diğer ‘‘cumhuriyetperver’’ sanatçı da Sertab Erener'di.

Erener yurtdışındaki yoğun konser programına rağmen kendisine iletilen teklifi geri çevirmedi ve gerekirse yurtdışı konserlerinden bazılarını erteleyebileceğini bildirdi.

Eee, vatanseverlik böyle bir şey.

Kimimiz öldük bu vatan için, kimimiz şarkı bile söylemedik.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Vatandaşın işini yapmakla görevli devlet memurları, yapmakla görevli oldukları işin kurallarını ve yönetmeliklerini iyice bildikleri zaman.
Yazının Devamını Oku

TÜBİTAK'ta da mı operasyon?

17 Ekim 2003
<B>TÜRKİYE, </B>YÖK ve imam hatip meselesini tartışırken, Türkiye'nin en önemli bilim kuruluşlarından biri TÜBİTAK'ta da bir <B>‘‘AKP operasyonu’’ </B>yürütülüyor. Ya da en azından izlenim bu.

Bildiğiniz gibi TÜBİTAK yıllardır işini başarıyla yapan, siyasetten uzak bir bilim kurumu.

Son derece özerk ve bilimsel amaçlı bir kuruluş.

Ancak hükümet her nedense bu kurumda da karışıklık yaratacak adımlar atıyor.

TÜBİTAK yaklaşık 5 ay kadar önce her zaman olduğu gibi kendi içinde bir seçim yaparak başkanını belirledi. Ve yine her zaman olduğu gibi bunu bir yazıyla Başbakan'a bildirdi.

Şimdiye dek Başbakan bu ismi onaylar ve atanmak üzere Cumhurbaşkanı'na gönderirdi.

Fakat bu kez öyle olmadı. Başbakan Erdoğan gelen yazıyı Cumhurbaşkanı'na göndereceğine sumen altı etti. 4.5 aydır bu atama yapılmadı.

Bu arada TÜBİTAK'ın görev süresi dolan Bilim Kurulu da yeniden şekillendirildi ve bu da Başbakan'a ‘‘onaylanmak’’ üzere gönderildi.

Başbakan bu kurulu da onaylamadı ve sumen altına attı.

Başkan ve bilim kurulu üyeleri sumen altında beklerken kurum başkansız ve bilim kurulsuz kaldı.

Ve tam bu sırada hükümet, Meclis'e bir kanun tasarısı gönderdi.

Tasarıda bir de geçici madde vardı ve son derece komikti. Madde, ‘‘Kanunun yürürlüğe girdiği tarihte boş bulunan bilim kurulu üyeliklerine 4. maddede belirtilen niteliklere uygun kişiler arasından 4. maddenin ikinci fıkrasında belirtilen oranlar çerçevesinde, bir defaya mahsus olarak Başbakan tarafından atama yapılır. Başkan bir defaya mahsus olarak Başbakan'ın teklifi üzerine Cumhurbaşkanı tarafından atanır’’ şeklinde.

Yani Başbakan tarafından atanmak üzere koltuklar boş tutulmuş oluyor.

Ben bu yaklaşımı, Başbakan'ın çizmeye çalıştığı imaja son derece ters buluyorum.

Bu mu bilime saygı?

Irak’taki Amerikan askerleri mutsuz

ABD yönetimi, Irak'ta işleri yoluna koyduklarını ve askerlerinin çok iyi durumda olduklarını iddia ededursun, Amerikan medyası Irak harekátını yerden yere vurmaya başladı bile. Dünkü Washington Post'ta, Irak'taki Amerikan birlikleri arasında yapılan bir anketin sonuçları yer alıyordu.

Irak'ta çeşitli bölgelerde görev yapan 1935 asker ve subay arasında yapılan anketin sonuçları PENTAGON açısından korkunç.

Daha da korkunç olan ise anketi yapanın PENTAGON tarafından finanse edilen, ‘‘Stars and Stripes’’ adlı bir gazete olması. Ankete katılan Amerikan askerlerinin üçte birinden fazlası Irak'ta yaptıkları işin net bir tanımı olmamasından ve bir değer taşımamasından yakınıyor.

Bush yönetiminin iddiasının aksine, Irak'taki askerler yaptıkları işe inanmıyor ve durumlarından hoşnut değiller.

Ankete katılan askerlerin yüzde 40'ı, yaptıkları işin aldıkları eğitimle bir ilgisi olmadığını söylerken, daha yüksek oranda asker, Amerikan halkının Irak'taki askerlerin önemli bir iş yaptığını düşünmediğinden yakınıyor.

Gazetenin editörü David Mazarella, ‘‘Askerler, yetkililerin söylemleri ile kendi yaptıkları işin örtüşmediğini açıkça ortaya koydular’’ diye yazıyor.

Askerlerin yüzde 49'u morallerinin düşük olduğunu söylerken, moralinin iyi olduğunu söyleyen askerlerin oranı yüzde 16.

Irak'taki Amerikan askerleri, PENTAGON açıklamalarının gerçeği yansıtmadığını belirtiyorlar.

PENTAGON'un izniyle bölgeye gelen yetkililerle muhatap olanların gerçeği söylemediğini belirten askerler, bu gezilerde VIP'lerle karşılaştırılan askerler için ‘‘Dog Show’’ benzetmesi yapıyor ve bu kişilere ‘‘Olumsuz bir tablo çizmeyin’’ emri verildiğini iddia ediyorlar.

Ankete katılan askerlerin yaklaşık yarısı, Irak'ta yaşadıkları deneyimin kendilerini askerlikten soğuttuğunu ve ordudan ayrılmayı düşündüklerini de ekliyorlar.

ABD, Irak'ta giderek daha büyük bir batağa saplanıyor.

Ve ‘‘medya çağı’’nda işin kokusu Vietnam'dakinin aksine daha hızlı çıkıyor.

Milli maçta tribün rezaleti

MİLLİ
maç bitti, tartışması sürüyor. Alpay'la ilgili düşüncelerimi dün yazdım. Bugün de biraz tribün yazayım. Ne de olsa bu yazacaklarımı ‘‘şerefli’’ Türk spor basınından kimse yazmaz. Milli maçtan önce sarı lacivert davulların çalındığı tribün, ısınmakta olan futbolculardan bazıları lehine tezahürat yaptı ve onları tribüne çağırdı. Çağrılan futbolcular üç kişiydi: Rüştü, Fatih Akyel ve Tuncay. Ardından büyük bir sessizlik oldu. Yapanlar da yaptıkları ayıbın farkına varmışlardı. Sonra zoraki bir şekilde Hakan Şükür, Alpay ve bir iki oyuncu daha çağrıldı tribüne. Ama Kaptan Bülent, Okan ve Emre hiç ama hiç çağrılmadılar. Ve bu büyük ayıbı yapanlar da hiç ama hiç utanmadılar. Bir takımın taraftarı kendini ‘‘Cumhuriyet’’ ilan edebilir elbet... Ama Türkiye Cumhuriyeti'nin milli takımına da terbiyesizlik yapamaz.
Yazının Devamını Oku

AKP’ye, ABD’den kaymaklı ekmek kadayıfı

16 Ekim 2003
<B>BAZI </B>liderler şanslı olurlar. Bazıları şanssız. Şanslı liderler, bu şansları ülkelerine de yansıtır.

Mesela Demirel ‘‘şanssız’’ bir liderdi.

Ne zaman başa geçse ‘‘kötü bir şeyler’’ olurdu.

Son olarak başbakanlık koltuğuna oturduğunda önce Zonguldak'ta müthiş bir grizu patlaması olmuş, 60'ı aşkın madenci hayatını kaybetmiş, hemen ardından da Hakkari'de insanlar çığ altında kalmıştı. Şans perisi Demirel'i sevmezdi ve son başbakanlığında ‘‘kader tarafından’’ böyle karşılanmıştı.

Ecevit de pek şanslı sayılmazdı. İlginçtir, Ecevit ne zaman başbakan olsa, dünyada petrol fiyatları artardı.

Tayyip Erdoğan ise şanslı bir başbakan.

Onun şansı Türkiye'nin şansı olunca, bence hiçbir mahzuru yok.

Şimdi de şansı Tayyip Erdoğan'a gülmek üzere.

Erdoğan, ABD'nin talebi üzerine, hiç de canı istemediği halde Irak'a Türk askerinin yollanmasına yeşil ışık yakan kararı Meclis'ten çıkardı.

Ancak sorumluluk hükümetindi ve Allah korusun Irak'tan gelecek her şehit cenazesi Erdoğan ve partisi için eksi hanesine yazılacaktı.

Fakat son günlerde ABD'de ilginç gelişmeler oldu.

Türkiye'ye yönelik olarak Irak'ta oluşan tepkiler ABD'nin ve Pentagon'un gözünü korkuttu.

Türk askerinin gelişiyle Irak'ta istikrarın değil istikrarsızlığın artmasından endişe eden ve şimdiye kadar işbirliği içinde olduğu gruplarla dahi diyaloğunu bozabileceğini gören ABD yönetimi, Türkiye'den asker isteme kararını gözden geçirmeye başladı.

Birkaç günden beri ABD'den bana gelen sinyaller bu yönde.

Dün de Kanal D Haber Ankara temsilcisi Mehmet Akarca, AKP'nin önde gelen isimlerinden biriyle konuşarak bu ‘‘sinyalleri’’ teyit etti.

Bu olasılığın AKP'yi ve liderini keyiflendirdiğini ise söylemeye gerek yok.

‘‘Tezkereyi geçirerek’’, ABD'yi ‘‘mutlu’’ eden Erdoğan'ın, ABD'nin talep etmemesi nedeniyle asker yollamayarak iç kamuoyunu da ‘‘mutlu’’ etmesi AKP içinde ‘‘kaymaklı ekmek kadayıfı’’ olarak görülüyor.

Alpay bilhassa yaptı


İNGİLİZLERİN futbolcu Alpay'a yaptıklarına kızıyoruz. Hiç hakkımız yok. İyi yapıyorlar. Aynı şey bize yapılsaydı, biz nasıl davranırdık acaba? Yani Türkiye'de oynayan bir yabancı futbolcu, milli takımımızın o ülke ile yaptığı maçta bizim futbolculara saldırsa, türlü terbiyesizlik yapsa, biz millet olarak maçtan sonra ne yapardık? En az İngilizlerin yaptığını.Alpay'a gelince. Tüarkiye'de top oynarken sorunlu bir çocuktu. Anlaşılan hálá öyle. Milli maçta Beckham'a saldırması ve ardından yaptıkları ise bence ‘‘planlı’’ bir haraket. Yaptıklarının İngiltere'de bu sonucu vereceğini ve takımından kovulacağını biliyordu. Bence Alpay milli maçı, kendisini sevmediği ve sevilmediği takımından kovdurmak için kullandı. Şimdi de mağduru oynuyor. Oysa Rüştü'nün de dediği gibi onun yüzünden Türkiye mağdur oldu.

Sizi seviyoruz Sayın Bakan


ADALET Bakanı Cemil Çiçek enfes bir yasa tasarısı hazırlıyor. Bazı kanunlarda değişiklik yapacak tasarıyla hortumcunun üzerine gidilmesinin önü daha da açılacak. Yaptığı konuşmanın metnini bana ileten Çiçek, 12 kanun ve kanun hükmünde kararnameyi diğiştiriyor. Bu sayede ‘‘hortumcu davaları’’ hem daha hızlı görülecek, hem de mal kaçırmanın önüne büyük ölçüde geçilecek. Değişiklikler önemli.

Ancak değişiklikten daha önemli olan uygulama. Bugüne kadar uygulama BDDK'nın kontrolündeydi. BDDK ise tam bir ‘‘vurdumduymazlık’’ içinde davranıyordu. Canının istediği hortumcu ile canının istediği gibi anlaşıyor, hatta bazıları ile anlaşmıyor ama üzerine de gitmeyerek iyice büyük bir avantaj sağlıyordu. Dinç Bilgin'le anlaşmadığı gibi, hiçbir işlem yapmayarak mal kaçırmanın önünü açıyor, Bilgin ve ortaklarının kaçırılan mallarla büyük kárlar elde etmesine göz yumuyordu. Böylesi bir vurguna göz yummak için BDDK'nın nasıl bir anlayış içinde olduğunu düşünmek dahi istemiyorum. Neyse ki, Cemil Çiçek'in yeni yasa tasarısı, hortumcuları koruma ve kollama kurumu haline gelen BDDK'nın bu rezaletine de bir son verecek gibi.

Tasarıyla hortumcuların davaları BDDK'nın hiçbir iş yapmayan hukukçuları tarafından değil, Hazine avukatları tarafından takip edilecek.

Bu davalara adli tatillerde de bakılacak ve celse araları 30 günü aşamayacak. Maliye Bakanlığı içinde de özel ‘‘dava takip ve tahsil çalışma grupları’’ kurulacak.

Bu tasarı hortumcuları koruyarak hiçbir tahsilat yapmayan, devletin alacaklarını heba eden BDDK'yı en azından dava takip konusunda devre dışı bırakıyor. Bu da hortumcuların artık ellerini kollarını sallayarak gezemeyecekleri anlamına geliyor. Cemil Çiçek'e bu ülkenin uçurulan milyar dolarlarına sahip çıktığı için teşekkür ediyorum.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Büyük büyük şirketler, küçük küçük yatırımcıları mağdur etmediği zaman.
Yazının Devamını Oku

Arınç: Sezer uzlaştırsın

15 Ekim 2003
<B>AKP </B>büyük bir hata yapıyor. İmam hatip liselerine sahip çıkmaya çalışırken, bilerek veya bilmeyerek bölücü bir tavır takınıyor. İmam hatipleri koruyacağım derken, diğer liselere karşı bir ayrımcılık başlatıyor. Bunun sonu iyiye varmaz. Ancak önceki gün iki ayrı kanattan iki ‘‘sağduyulu’’ ses yükseldi. Askerler tonu son derece iyi ayarlanmış yumuşak bir açıklamayla meseleye bakış açılarını aktardılar. Gece geç saatlerde Teke Tek programına konuk olan TBMM Başkanı Bülent Arınç da konunun Cumhurbaşkanı Sezer'in hakemliğinde çözülmesini istedi. Arınç, ‘‘Yumruk gibi sıkılmış ellerle el sıkışılmaz. Herkes yumruklarını açsın. Oturup uzlaşsınlar’’ diyerek Cumhurbaşkanı'nı bu konuya müdahil olmaya çağırdı. Gerçekten de Sezer'in Cumhurbaşkanı olduğunu göstermesi için güzel bir fırsat. Gerek imam hatip liseleriyle ilgili tartışmada, gerekse YÖK yasa tasarısında devreye girmek zorunda. Cumhurbaşkanlığı makamı sadece veto ve entelektüel tavır yeri değil. Ülkenin sorunlarına en üst düzeyde müdahil olma noktası.

Bu haber Hürriyet'te yayınlanmalıydı

SABAH
ve Star gazetelerinin maksatlı yayınlarına yol açtığı için Petrol Ofisi'ne çok kızgınım aslında. Son derece yasal bir iş yapılmış. Bu işin duyurulması lazımdı. Borç ertelemesini herkesten önce Hürriyet ve Milliyet yazmalıydı. Petrol Ofisi'nin Özelleştirme İdaresi ile yaptığı anlaşma ne kabahattir, ne de ibadettir. Bu nedenle gizli değil, açık olması gerekir. Hele hele bizim gibi bir medya grubu ile bağlantısı olan bir şirketin herkesten daha açık olması gerekir. Sabah Gazetesi'nin yayınında bu işte Doğan Grubu'nun yarı yarıya ortağı olan İş Bankası'nın adının geçmemesi ilginçtir. Bu bile Sabah'ın haberinin maksadını gösterir. Ancak maksatlı yayınlara çanak tutmamak bu grubun en önemli görevidir.

Hırsız ile borçlu aynı kefeye konur mu?

SABAH
ve Star gazeteleri önceki gün, İş-Doğan Petrol Yatırımları A.Ş.'nin Petrol Ofisi'ni satın alması ile ilgili yükümlülüklerinin bir bölümünü faiziyle ertelemesini, büyük bir yolsuzlukmuş gibi haber yaptılar. İş-Doğan ortaklığı Petrol Ofisi'ni iki ayrı parçada satın aldı. İlk bölüm alımda yaklaşık 1.2 milyar dolar, Özelleştirme İdaresi'nin taksit imkánına rağmen peşin olarak ödendi. Çok çok daha küçük olan kalan bölümün alımında ise ödeme taksitlendirildi.

İş Bankası ile Doğan Grubu ortaklığı bu ikinci parti alımdaki yükümlülüklerinden birinde ‘‘faizli erteleme’’ talebinde bulunmuş.

Özelleştirme İdaresi de bunu kabul etmiş.

Olayı ilk gün büyük bir rezaletmiş gibi duyuran Sabah Gazetesi, dünkü 1. sayfasında bunun ‘‘normal olduğunu, pek çok kuruluşa yapıldığını, yapılması gerektiğini ama Doğan Grubu gazetelerinin de kendilerine karşı acımasız davrandığını’’ yazıyor.

Yani diyor ki: ‘‘Bu yapılanda bir anormallik yoktur ama siz de bizim hortumculuğumuzu yazdığınız için biz de bunu bu şekilde yazdık.’’

Allahları var, namuslu davranmışlar.

Fakat Sabah'ın durumu ile İş Bankası-Doğan Holding ortaklığının durumu aynı değil.

İş-Doğan yasal bir şekilde satın aldığı maldan dolayı oluşan borcunu ödüyor. Bir bölümü için de enflasyon artı 5 puan faizle vade uzatıyor.

Diğer tarafta Sabah Gazetesi'nin patronu Dinç Bilgin ise yasalara aykırı bir şekilde içini boşalttığı bankasının devlete olan 1.2 milyar dolarlık borcunu bırakın faiziyle ödemek üzere süre istemeyi, bu borcu kabul bile etmiyor.

Daha anlaşılır bir şekilde anlatmak gerekirse, birisi sizden bir borç alıyor. Borcunu ödüyor ama bir bölümü için ‘‘Birkaç gün sonra veririm. Fazini de eklerim’’ diyor.

Diğeri ise sizin cebinizden paranızı çalıyor. Yakalanıyor ama bu parayı size ödemeye yanaşmıyor.

Aradaki fark bu kadar net.

Bu da yetmezmiş gibi, bir yandan Dinç Bilgin mal kaçırma operasyonlarıyla devlete alacak bir şey bırakmazken, Petrol Ofisi daha da değer kazanmış haliyle yerinde duruyor.

Bu ikisi aynı şey mi?

Bu yayınlarla bizim doğruları yazmamızı engellemek, çalanın çaldığını yanına kár bırakmamızı beklemek mümkün mü?

BU YAZIYI NİYE YAZDIM:

Ne İş Doğan'ın, ne de Doğan Grubu'nun avukatıyım. Ancak bu tartışmalar okurların kafasını karıştırıyor. Bizim de hortumcu, üçkáğıtçı bir ortamda çalıştığımız intibaını uyandırıyor. Atılan çamuru temizlemezsek, bizim gibi onuruyla yazı yazan kişileri de töhmet altında bırakıyor. Bu nedenle kendimi bu yazıyı yazmak zorunda hissettim.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Yolun sonuna geldiğini hisseden zavallılar, oturdukları inden dedikodu üreterek huzur kaçırmadıkları zaman.
Yazının Devamını Oku

İmam hatipler yokken Türkiye dinsiz miydi?

14 Ekim 2003
<B>YİNE </B>anlamsız bir gerilime doğru sürükleniyoruz. Sorun olmayan sorunlar yaratmak üzerine kurulu sistem çalışıyor. AKP iktidarı, imam hatip liselilerin önünü açmak üzere yeni bir düzenleme yapmaya çalışıyor. Bu ‘‘çalışma’’ toplumu geriyor. Oysa bu sorun çoktan çözülmüştü ve ortada önemli bir hoşnutsuzluk da yoktu. İmam hatip liselerinin, kuruluş gerekçelerine aykırı birer cazibe merkezi olmaktan çıkarılmasıyla bu okullara talep azalmıştı.

1998-99 öğretim yılında 900 binler mertebesinde olan imam hatip liseli öğrenci sayısı geçen yıl 71 bine kadar düşmüştü. Bu düşüşten Türkiye'nin bir zarar görmesi de mümkün değildi. İmam hatip liselerinde çok sayıda öğrenci yok diye Türkiye'de din elden gitmezdi. Ayrıca da imam hatip liseleri yokken Türkiye dinsiz bir ülke de değildi.

İmam hatipler, Türkiye'de nitelikli din personeli yetiştirmek maksadıyla kurulmuş ancak daha sonra Süleyman Demirel'in, kendisinin de itiraf ettiği gibi, başbakanlıkları döneminde pıtrak gibi çoğalmış ve sonunda eğitimde ayrıcalıklı bir hale getirilmiş okullar.

AKP'liler, imam hatipleri savunurken ‘‘İsteyen ailelerin çocuklarının biraz daha iyi bir din eğitimi almalarında ne beis var’’ diyorlar.

Bence hiçbir beis yok.

Ancak bunun için özel olarak ‘‘imam hatip lisesi’’ diye bir kavram geliştirmeye de gerek yok.

Okullarda ‘‘seçmeli’’ bir din dersi koyar, bunun müfredatını ‘‘adam gibi’’ yaparsınız, isteyen bu dersi de seçer. Olur biter. Bu işi gerginlik yaratmadan halletmenin yolu budur.

Ancak ‘‘dar tabana’’ mesaj vermek istiyorsan ve ‘‘Irak'a asker yollama’’ nedeniyle küstürülen kitleyle barışmaya çalışıyorsan bu işi böyle yaparsın.

Tabii bunu yaparken de, ‘‘uydurma’’ bahaneler üretirsin.

AKP diyor ki, ‘‘Bu uygulama ile meslek liselerine olan talep azaldı’’.

Oysa bu durum böyle değil.

Meslek liselerine yönelik talebin, imam hatip liseleri dışında artış gösterdiğini Milli Eğitim Bakanlığı'nın verileri ortaya koyuyor.

Geçiş döneminde üniversite sınavında haksızlığa uğrayan geniş bir kitle hariç, bugün bu uygulama oturmuş durumda.

Kabul edilmiş ve düzene girmiş bu uygulamayı bozarak, toplumsal uzlaşmayı dinamitlemek son derece anlamsız bir girişim.

Üstelik AKP'nin ‘‘baş koymuş’’ gibi göründüğü AB yolunda Türkiye'ye katkı sağlamayacak bir durum. AB ülkelerinin zorunlu eğitim süresini uzatmaya çalıştığı bir yerde, Türkiye'nin bu eğitimi parçalamaya çalışması yazık.

Maç bitince taktik kolay


SPOR basını İngiltere beraberliği sonrası faturayı Şenol Güneş'e kesti. İyi olursa Allah'tan, kötü olursa Güneş'ten...

Allah var, Şenol Güneş de onları haklı çıkarmak için elinden geleni yapıyor ya neyse.

Maç sonrası bakıyorum en ‘‘zavallı’’ yorumcular bile ‘‘biz biliyorduk’’ havasında.

Herkes kadro ve oyun planı yanlışlarına değiniyor.

İyi de, içlerinden bir tanesinin bile ‘‘Kadro şu, oyun planı bu olursa İngiltere'yi yeneriz’’ demişliği yok. Havadan sudan hamaset yazıyor, maçtan sonra taktik eleştiriyorlar. Sergen'le başlamak hataymış. Sergen'le başlamayıp aynı sonucu alsa, ‘‘Sergen'in Chelsea performansı ortadayken nasıl onsuz başlarsın’’ diyecekler.

Spor basınında laf biter mi?

Nasıl olsa olasılıklar binlerce...

Teknik direktörün yaptığı olmadı mı, 16 futbolcuyu 10 ayrı yere, sayısız ayrı dizilişle yerleştir. Nasıl olsa filmi geri sarıp, oyunu yeniden başlatmak mümkün değil.

Salla sallayabildiğin kadar...

Sabotaj basını


BİR ülkenin medyası kendi takımının bineceği dalı bu kadar keser. Maç öncesi hakem değişip Collina bu maça verilince öyle bir ‘‘sevinç gösterisi’’ yaptılar ki, sanırsın maça hakem olarak Haluk Ulusoy atandı.

De ki, Collina bizi acayip tutuyor ve kayırıyor...

Peki bunu bu kadar gürültüyle duyurmak bizim lehimize mi aleyhimize mi?

Bunu düşünen yok.

Collina atandı, biz yırttık.

Collina'nın üzerindeki baskıyı düşünsenize.

Türk spor basını, Collina avantajını, tabii eğer avantaj ise, üç günlük manşetlerle hızla dezavantaja çevirdi.

İngiliz basınının yapması gerekeni, bizim spor basını yaptı.

İngilizler, ‘‘Collina ile Türkiye kaybetmiyor’’ diye yazacağına, bizimkiler, ‘‘Collina ile Türkiye kaybetmiyor’’ diye yaygara yaptılar.

Türk Milli Takımı'nın hakem şansı ancak bu kadar sabote edilebilirdi.

Bunu başardılar.

Aferin Türk spor basınına...

Umarım Letonya maçı öncesi de, böyle bir güzellik yaparlar.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


İdarecilik değil, yöneticilik değerli olduğu zaman...
Yazının Devamını Oku