Fatih Altaylı

Bakan'dan benzetme var icraat yok

3 Aralık 2003
<B>BENİM </B>yaptığım benzetmeyi İçişleri Bakanı <B>Abdülkadir Aksu </B>da yapmış. El Kaide'yi Uzanlar'a benzeterek, ‘‘Aynı Uzanlar gibi internet üzerinden şifreli olarak haberleşmişler’’ diyor Sayın Bakan.

Benzetmeler yapmak güzel de, bir de iş yapmak var.

Aynı Uzanlar gibi internet üzerinden şifreli haberleşme yapan El Kaide militanları yakalanıyor, ama Uzan Ailesi'nin aranan fertleri bir türlü bulunamıyor.

Apo'yu Kenya'da girdiği delikte bulan Türk istihbaratı Hakan ve Kemal Uzan'ın nerede olduğunu bir türlü bulamıyor.

Diyelim ki, yurtdışına kaçtılar. En azından nerede oldukları bilinir değil mi?

O da yok.

Sanırsın ki, buharlaştılar. Ki o bile zor, en azından Hakan Uzan'ın buharlaşması bile cüssesi itibarıyla hayli vakit alır.

Uzanlar sözde aranıyor. Sözde Uzanlar'ın mallarına tedbir konuluyor.

Uzanlar serbestçe dolaşıyor, eskiden olduğu gibi at oynatmaya devam ediyorlar.

İçişleri Bakanı ise El Kaide ile Uzanlar'ın benzerliklerini vurguluyor.

Şaka gibi değil mi!

Türban sorunu gençleri radikal İslam'a itiyor

TÜRKİYE
10 yılı aşkın bir süredir türbanla eğitimi tartışıyor. 1990'lara kadar yumuşak bir biçimde çözülmüş olan bu ‘‘sorun’’, özellikle Refah Partisi'nin ısrarlı kaşımaları ve meseleyi siyasi bir koz olarak kullanma talebiyle tırmandı ve bugünkü şeklini aldı. Yani içinden çıkılmaz bir hale geldi.

Benzer tartışmalar başta Fransa olmak üzere Avrupa'da da var. Fransa'da eğitim kurumlarında türbanı yasaklamaktan yana olanlar ağır basıyor ve türbanı Fransa'nın laiklik ilkesine karşı bir adım olarak görüyorlar.

Türkiye'de de durum farklı değil. Türkiye türbanı tartışırken, konuya ‘‘rejimin korunması’’ açısından yaklaşanlar da var.

Yani türban bir anlamda laik, demokratik ve Atatürkçü rejime karşı başkaldırının simgesi olarak görülüyor ve bu nedenle ‘‘yasaklanmak’’ isteniyor.

Ben Türkiye'de türban takanların büyük bölümünün rejime, laikliğe ve Atatürk'e karşı bir tavır içinde olduğunu düşünmüyorum.

Aynı şekilde türban takmayan veya ateist olan ama rejime ve Atatürk'e karşı olanlar olduğu gibi..

Bu yazdıklarım asıl tartışmak istediğim konu değil. Bence tartışmamız gereken türban yasağının giderek Türkiye açısından farklı bir tehlikeyi beraberinde getireceğinin giderek ortaya çıkması.

Son olarak Suriye'de yapılan operasyonla ortaya çıkan bazı gerçekler de bunun göstergesi.

Türban yasağı nedeniyle bazı aileler çocuklarını bu tür yasakların bulunmadığı ülkelere yolluyorlar.

Bu ülkelerden birinin Avusturya olduğu, geçtiğimiz günlerde Hürriyet'in ekinde çıkan bir haberle görüldü.

Ama sorunu yaratacak olan Avusturya gibi ülkelere giden gençlerimiz değil.

Varlıklı aileler çocuklarını Batı ülkelerindeki paralı eğitimlere yollayabiliyor ve sorundan böyle kurtulabiliyorlar ama diğer yanda o kadar da paralı olmayan bir kesim var.

Bunların çocukları İran, Suriye, Mısır gibi ülkelere eğitime gidiyorlar..

Çünkü bu ülkeler eğitime gelen çocuklardan para almıyor. Tam aksine bu çocuklara Suudi kaynaklı burslar sağlıyorlar.

Türban sorunu nedeniyle Türkiye'de okuyamayan gençlerin gittikleri bu ülkelerde giderek daha radikal hale gelmeleri kaçınılmaz hale geliyor. Hatta bu ülkelerde İslamcı terör hücreleriyle bağlantıya geçip yoldan çıkanlar veya en azından bu terör gruplarının siyasi kanatlarının Türkiye ayağını oluşturan gençler ortaya çıkıyor.

Kısacası Türkiye'de siyasal İslam'ın simgesi olduğu düşünülerek yasaklanan türbanlı eğitim, Türkiye'deki siyasal İslam'ın ekmeğine yağ sürüyor.

Mütedeyyin olarak tanımlanabilecek ailelerin çocukları radikalleşiyor ve Türkiye'de radikal İslam'ın saflarına katılıyor.

Türkiye açısından türban sorunu giderek daha farklı bir boyut kazanıyor.

AB gücüne ABD onayı

29
Ekim günkü yazımda Avrupa Birliği'nin kendi operasyonel müdahale gücünü oluşturmaya hazırlandığını, bunun merkezinin Belçika'nın Tervuren kentinde olacağını yazmıştım. ABD'nin yabancı topraklarda operasyon yapabilme gücünün, ABD'yi AB karşısında güçlü hale getirdiğini ve AB'nin bu zaafını ortadan kaldırmak istediğine değinmiştim.

Yazımda Türkiye'nin bu gücün dışında bırakıldığını da belirtiyor ve ABD'nin bu gelişmelere sıcak bakmadığını aktarıyordum.

Çünkü bu güç bir anlamda NATO'nun da alternatifi olacak ve NATO'nun Avrupa'daki varlığını iyice zayıflatacaktı.

Geçtiğimiz günlerde ilginç bir gelişme oldu ve bu oluşuma açıkça olmasa da şiddetle karşı çıkan ABD tavır değiştirdi.

Donald Rumsfeld, AB'nin özellikle harekat planlama konusunda bu tip bir merkez oluşturmasının son derece doğal bir hak olduğunu söylemeye başladı bile.

Bu gücün oluşturulmasına şiddetle karşı çıkan Cendoleezza Rice da bu gücün NATO'nun yerini alacak bir oluşum olduğunu ve şimdilik küçük olmasının ilerde büyümeyeceği anlamına gelmediğini söylüyordu.

Rumsfeld'in açıklamaları Rice'ın da ikna edildiği anlamına geliyor.

Bu konuda Başkan Bush'un İngiltere'ye yaptığı gezi sırasında ikna edildiği, ABD'nin müttefiki İngiltere'nin AB'deki elini güçlendirmek için bu oluşuma rıza gösterdiği kesin.

Diğer yandan Fransa da ABD'nin bu konudaki onayına karşılık bir jest yapacak ve Irak'a sembolik de olsa bir Fransız birliği gönderecek..

Türkiye ise hálá bütün bu olan bitenin dışında.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Gazeteler isimlerine yakışır adamlara yazı yazdırdığı zaman.
Yazının Devamını Oku

El Kaide yakalanır El Uzan yakalanmaz

2 Aralık 2003
<B>İSTANBUL </B>Emniyeti, daha doğrusu İçişleri Bakanlığı'nın tüm birimleri son terör olaylarında <B>‘‘rehavetten’’ </B>kaynaklanan bir acz içinde olmalarına rağmen, olaylar sonrasında hızla toparlanıp, failleri çok çabuk tespit ettiler. Ardından da hem ulusal, hem de uluslararası bir organizasyonla faillerin hayatta olanlarından bir bölümü ele geçirildi.

Eleştirdiğimiz ‘‘emniyet güçlerine’’ burada şapka çıkarmak lazım.

Çok daha gelişmiş imkánlara sahip ülkelerin emniyet ve istihbarat güçleri bu başarıyı elde edememişlerdi.

Emniyet, Türkiye'yi vuran El Kaide terörüne karşı küçümsenmeyecek bir başarı kazandı.

Fakat Türkiye'de son günlerde terör nedeniyle değişen gündem, bir başka gruba yaradı.

Uzanlar...

El Kaide uzantılarına karşı hızlı bir başarı elde eden emniyet güçleri, sadece bir bankaları aracılığıyla tespit edilebilen miktarı 6 milyar dolar olan bir darbe vuran Uzanlar'a karşı nedense aynı başarıyı gösteremiyorlar.

El Kaide'ye bağlı militanlar Suriye'de bile olsalar kafalarına vurularak getiriliyor ama Uzan Ailesi'nin aranan fertleri ortalıkta yok.

Nerede olduklarına dair bir ipucu da yok.

Yolda beni gören vatandaş soruyor. ‘‘Fatih Bey, Uzanlar nasıl yakalanamıyor?’’ diye.

Ben de yanıtlıyorum: ‘‘Arayan var mı ki!’’

Ne İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu, ne de bir emniyet müdürü bana Uzan Ailesi'nin aranan fertlerinin bulunamadığını söylemesin.

El Kaide'yi 24 saat içinde bulan polisin, Uzanlar'ı bulamaması diye bir şey söz konusu olamaz.

Eğer Uzanlar yakalanamıyorsa, bunun nedeni iyi saklanmaları değil, aranmıyor olmalarıdır.

Cem Uzan yaptığı röportajlarda kardeşinin yerini bildiğini söylüyordu. Ben şimdiye dek Cem Uzan'ın çağrılıp kardeşinin yeri hakkında bilgisine başvurulduğunu görmedim.

İlk günlerdeki birkaç göstermelik baskın dışında Uzanlar'ı aramaya yönelik bir faaliyet de görmedim.

Savcılık haklarında tutuklama kararı çıkarıyor, Uzanlar Türk adaletiyle alay edercesine aranmaya başladıkları saatten bir saat önce sırra kadem basıyorlar.

Ve ne MİT'i, ne de Emniyet'i Uzanlar'ın nerede olduğunu bulamıyor.

Bu bulunamayışın gerçekliğine beni inandırmanız mümkün değil.

Bu aile Türk halkıyla, Türk adaletiyle ve Türk emniyetiyle dalgasını geçiyor.

Bizler de izliyoruz.

Eminim ki bu iş bir iki ‘‘sütü bozuk’’a verilen üç beş bin dolarla hallediliyordur.

Daha fazlasına değil.

Gürüz'ün tahrip gücü El Kaide'den aşağı değil


YÖK Başkanı Kemal Gürüz, Türkiye'yi dinamitlemeye devam ediyor.

Türkiye'nin dayanışmaya en fazla ihtiyacı olan ve kutupların birbirine en fazla yaklaştığı bir ortamda Türkiye'yi yine uçlara çekmeye çalışıyor.

Başbakan'ın ‘‘pişman’’ olduğunu söylediği sözleri hatırlatıp, bu sözleri söyleyen bir anlayışla terörle mücadele edilmeyeceğini söylüyor.

Türkiye gibi İslamı örnek bir şekilde yaşayan bir ülke vatandaşlarına dönüyor ve ‘‘Radikal İslam, İslam'ın ta kendisidir’’ diye yükleniyor.

Aynı toplantıda konuşan Süleyman Demirel ise ‘‘Kimse bu ülkenin huzurunu bozmaya çalışmasın’’ diye sesleniyor.

Demirel, Gürüz'e mesaj mı veriyor bilmiyorum ama ben son dönemde ülkenin huzurunu bozmak için Kemal Gürüz'den daha fazla uğraşan birini görmedim.

Şu son sözleri bile Türkiye'nin huzuruna konulmuş birer bomba.

Üstelik ben Kemal Gürüz'ün Atatürkçülüğünden de, laiklik yanlısı tavrından da açıkçası şüphe duyuyorum.

Çünkü Gürüz'ün geçmişi bu konuda böyle bir bayraktarlık yapmaya elverişli değil.

O aslında sadece güne göre konuşuyor, güne göre tavır alıyor.

Bu tavrını kendine dayanak yaparak belirli bir taban edinmeye çalışıyor.

Ama bunu yaparken çizmeyi aşıyor.

Gürüz'ün YÖK Başkanlığı'nı bıraktığı gün, Türkiye'nin normalleşme sürecinde önemli bir gün olacak.

YÖK başta olmak üzere Türkiye'nin sorunlarını akılcı bir yönde çözme yolunda Gürüz'ün gidişi ciddi bir milat olacaktır.

Uzanlar'ın yargı ilişkisi


KANAL D Haber Genel Yayın Yönetmenliği'ne başladığım günlerde genç bir kız iş başvurusu için randevu istedi.

Her genç gazeteciye olduğu gibi ona da randevu verdim.

Geldi.

Konuştuk.

Birkaç yıllık televizyon tecrübesi vardı.

Son olarak nerede çalıştığını sordum.

‘‘Star Televizyonu'nda çalışıyordum’’ dedi.

‘‘Niye ayrıldın?’’ diye sordum.

‘‘Babam emekli oldu’’ dedi.

Anlamadım.

‘‘Babanın emekli olmasıyla senin ayrılmanın ne alakası var?’’ diye sordum.

Anlattı.

Babası hákimmiş. (Herhalde Uzanlar'ın işlerinin olduğu bir mahkemede olsa gerek.) Babası emekli olduktan kısa bir süre sonra kızın da işine son vermişler.

Şaşırdım.

Hayatımda ilk kez böyle bir şey duyuyordum.

Doğrusu şimdi merak ediyorum; Uzanlar'a ait şirketlerde kaç hákim veya savcı çocuğu çalışıyor.

Ve bu hákimler hangi mahkemelerde görev yapıyor?

Bu sorunun yanıtını verebilecek olan var mı?

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


En önemli görevin çocuklarımızı huzurlu bir ülkede büyütmeye çalışmak olduğunu anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Galiba küçük şeylere sevinmemek lazım

1 Aralık 2003
<B>BAYRAM </B>tatilini Maldivler'de geçirdim. Kızımla birlikte vakit geçirdik, denize girdik. Stresten uzak keyif yaptık. O, evdeki kurallarından uzak, geç yatmanın, canının çektiği kadar makarna, patates tava ve köfte yemenin tadını çıkardı.

Ben de onunla beraber olmanın.

Kalabalık olmayan bir arkadaş grubuyduk.

Türkiye'den 7 bin kilometre uzakta. Kaldığımız otel-adada gece müzik yapan orkestranın Batı müziğinin hit şarkıları arasında Tarkan'ın şarkılarına hem de telaffuz etmekte zorlandıkları Türkçe sözlerle yer vermesi çok hoşumuza gitti.

Bunun ertesi günü plajda bir yabancının üzerinde ‘‘Mavi Jeans’’ tişört gördüğünde bir arkadaşımız heyecanla, ‘‘Bakın bakın Mavi Jeans’’ diye haykırdı.

Güldüm.

Arkadaşıma ‘‘İyi ki İtalyan değilsin’’ dedim.

‘‘Niye?’’ diye sordu.

‘‘O zaman her 30 saniyede bir a bak Armani, a bak Diesel, a bak bilmem ne diye bağıracak, bizim tatili zehir edecektin’’ dedim.

Gerçekten de, yıllardır kendini bir tekstil ülkesi olarak ilan eden Türkiye'nin bir yabancının üzerinde gördüğü bir Türk markalı tişörte sevinmektense, geri kalan binlerce kişi üzerinde neden tek bir Türk markalı giysi olmadığına üzülmesi gerekiyor.

Ama biz nedense küçük şeylere seviniyoruz. Ama o küçük şeyler 70 milyon insanın hak ettiği mutluluğu yakalamasına yetmiyor.

Tanesinden 5 sent kár edilen fasonculuk, Türkiye'den marka çıkarmıyor.

Tam aksine, çok emekle az kazanılan bir ülkenin insanlarını kamyonetlerde ölüme gönderecek terör odaklarının kucağına itiyor.

Juventus taraftarlarının Türkiye'yi hazır maça gelmişken alışveriş yapılacak bir ülke değil, terörden dolayı gidilmeyecek bir ülke olarak görmesine neden oluyor.

Arkadaşımın ‘‘Mavi Jeans tişört görme sevinci’’, bende bu karamsar düşüncelere neden oldu.

Mavi Jeans iyiydi ama ya gerisi.

Dönüşte uçakta Cemalettin Sarar'a rastlamak keyfimi biraz olsun düzeltti.

Amerika'da 15 mağaza açmışlardı. Özellikle Las Vegas'taki mağaza müthiş iyi iş yapıyordu ve Sarar 16. mağaza için New York'un ünlü 5. Caddesi'nde yer arıyordu.

Sevindim.

Bize daha 10 Mavi Jeans, 5 Sarar, en az da 2 Gilan lazım.

Bunlar yoksa terör var. İster İslami deyin, ister ateist. Farketmez...


Ne Domuz’muş be

REFİK Erduran'ın ‘‘Domuz’’ adlı kitabı ile ilgili birkaç hafta önce yazdım. Yer darlığına kurban gitti.

Ama hem Hıncal Uluç, hem de Tufan Türenç yazınca bu yazıyı hatırladım.

Uluç, ‘‘Bizim basında Domuz'lar yok’’ demişti, Türenç ise ‘‘Var’’ diyor.

Ona geçmeden önce kitaptan söz edeyim.

Yıllardır Türk yazarları pek okumadığım için Refik Erduran yollamasa kitabı alıp okuyacağım yoktu.

Erduran ‘‘Genç ve dinç meslektaşım Altaylı, Domuz'lara dikkat et arkadan saldırırlar’’ diye yazıp yollayınca okudum.

Kitap son derece keyifli. Birkaç saat içinde elimde eriyip gitti.

Yani şayanı tavsiye.

Domuz'a gelince.. Domuz Türk basın dünyasındaki kimi gerçeklerle, kimi gazeteciler hakkındaki bazı efsaneleri birleştirmiş ve ‘‘kolaj’’ bir gazeteci tipi yaratmış.

Emin olun Türk basınında bu tipte biri yok. Ama bu özelliklerin her birine ayrı ayrı sahip pek çok gazeteci var.

Bir araya gelince ortaya iğrenç bir tip çıkmış.

Domuz'u okursanız, bir kişiyi aramayın sakın.

Ve sakın aklınıza bildik tipleri getirmeyin. Bu meslekteki ‘‘asıl domuzlar’’ hiç ummadık kişiler.

Biz aşağıda imzası olanlar

İSTANBUL'
daki bombalama olayları sonrasında Basın Konseyi öncülüğünde gazete ve televizyon yöneticileri bir araya geldiler. Bu toplantıda oluşturulan bir çalışma grubu, bu gibi olaylar karşısında basının nasıl davranması gerektiği konusunda bir ‘‘davranış modeli’’ taslağı hazırladı. İkinci bir toplantıda bu taslak ele alındı ve kabul edildi. Konsey Başkanı Oktay Ekşi'ye ikinci toplantıya katılamayacağımı baştan bildirmiştim. Alınan kararları sonradan okudum.

Kanal D Haber olarak zaten başından beri uyduğumuz ve uymaya çalıştığımız ilkelerin yazılı hali gibiydi.

Toplantıda olmadığım için ‘‘İmzalayanlar’’ arasında Kanal D yok gibi görünmüş.

Hayır, tam aksine.

Burada ilan ediyorum ki, biz de buna imzamızı atıyoruz.

Hem de ‘‘sabit kalemle’’.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Terörün önündeki sıfatın önemli olmadığını herkes anladığı zaman.
Yazının Devamını Oku

İstanbul'a New York benzeri bir kampanya

25 Kasım 2003
<B>İSTANBUL</B>'da patlayan bombalardan sonra ABD, İngiltere, Fransa gibi ülkeler vatandaşlarına <B>‘‘Türkiye'ye gitmeyin’’ </B>uyarılarına başladılar. Beklenen bir tepki.

Görünen o ki turizmi zor günler bekliyor.

Dün sabah önce Turizm Bakanlığı, Tanıtma Genel Müdürü Selami Karaibrahimgil'e bombalara karşı nasıl bir kampanya düşündüklerini soruyorum.

Karaibrahimgil'in verdiği bilgiye göre, yurt dışında Türkiye ile bağlantılı olan bazı halkla ilişkiler firmaları bombalama eylemlerinden hemen sonra medyaya yönelik çalışmalara başlamışlar.

‘‘Bu bir reklam değil halkla ilişkiler çalışmasını gerektirir’’ diyor.

Almanya'dan yeni dönmüş olan Tanıtma Genel Müdürü, tur operatörlerinin umutlu olduklarını, önümüzdeki yıl yüzde 10 oranında bir artış beklediklerini söylüyor.

Doğrusu Selami Karaibrahimgil kadar umutlu değilim. Haftasonu Büyükada'daydım.

Lokantacılar kan ağlıyor.

Anlattıklarına göre, gemi turları büyük oranda iptal ediliyormuş.

Turizmci dostlarım aynı şeyi söylüyorlar.

Retur'un sahibi İskender Çayla, İstanbul'daki otellere yılbaşı iptallerinin yağdığını anlatıyor çaresizlikle.

TÜRSAB Başkanı Başaran Ulusoy'a ulaşmayı denemiş birkaç günden beri ama başaramamış.

Şimdi tek başına çareler üretme peşinde.

Bayram filan demeden İspanya'da çalıştığı tüm acentalara Türkiye'deki son gelişmeleri aktarma işini üstlenmiş... İnternette www.turquia.com adresine en taze haberleri koyuyor.

Çayla, sivil bir inisyatifin harekete geçmesi gerektiğini söylüyor.

‘‘Türkiye'den yurt dışına buradaki hayatla ilgili sürekli pozitif mesajlar göndermeliyiz. İnsanlar burada hayatın normal devam ettiğini bilmeliler’’ diye anlatıyor.

İstanbul'daki iki korkunç patlamadan sonra burada 11 Eylül'ü yaşadığımızı söyleyenler çoğunluktaydı.

İki olay arasında, iki şehrin yaşadıkları arasında parallellik kurmak ne derece doğru bilemem. Bazı yönlerden ne yazık ki New York çok daha şanslı...

Hatırladığım kadarıyla dış basında, New York'u destekleme yazıları İstanbul'la dayanışma yazılarından çok daha fazlaydı.

Tüm dünya yüzünü New York'a dönmüş, Dünya Ekonomik Forumu bile tarihinde ilk kez Davos'tan ABD'ye taşınmıştı.

Yıllar yılı Davos'un yolunu tutanlar bu kez New York'ta buluşmuştu.

Katılımcılara ayrıca New York'un ekonomisini canlı tutmaları, alışveriş yapmaları için brifingler verilmişti.

New York için başta belediyesi tüm sivil toplum kuruluşları, esnaf, sanatçı herkes biraraya gelmiş, seslerini duyurmayı başarmıştı. Sanıyorum İstanbul için böyle bir kampanyanın tam vakti.

Geçenlerde Erkut Yücaoğlu'nun başkanlığında kurulan Türkiye Tanıtma Konseyi'nin bir koordinasyon görevini üstlenmesi mümkün.

Dört, beş günlük tatilde hepimizin İstanbul’umuz için çözümler üretmesi dileğiyle mutlu bayramlar....

İsveç'te 2303 dolar bizde 69 dolar

DÜN Öğretmenler Günü'nü Arı Hareketi hatırlattı.

Eğitim sisteminde reformun gerekliliğinden söz eden bülteninde bazı rakamları tekrar gözümüze soktu desem yeridir.

Türkiye'de öğrenci sayısı 15 milyon, toplam öğretmen sayısı ise 540 bin.

İsveç'in kişi başına eğitim harcaması 2 bin 303 dolar.

Fransa 1246 dolar, Almanya 1125, Portekiz 446, Macaristan 258 dolar harcıyor.

Türkiye'nin ise harcadığı sadece 69 dolar.

Nüfusun yüzde 60'ının 30 yaşın altında olduğu, 17 milyonluk bir bölümünün 15-25 yaş arası gençlerin oluşturduğu bir ülkeden söz ediyoruz.

Chirac başka, İçişleri Bakanı başka konuşuyor

İNGİLTERE Dışişleri Bakanı Straw'un, patlamalardan hemen sonra yaptığı ‘‘Türkiye AB üyesi olmalıdır’’ sözleri iyi güzeldi de acaba arkası gelecek mi?

Hafta sonu Fransız TV 5 Kanalı'nda, İçişleri Bakanı Nicolas Sarkozy'nin katıldığı bir programı izliyorum.

Program ilginç zira Sarkozy, iki önemli simayla söz düellosunda.

Bunlardan biri, Cenevre'de yaşayan İslam uzmanı ve felsefeci Tarık Ramadan, diğeri aşırı sağcı lider Jean Marie Le Pen.

Esasında Mısırlı olan Tarık Ramadan'ın dedesi Müslüman Kardeşlerin kurucularından. Kendisi Fransa'da banliyölerde yaşayan genç müslümanların gözünde kahraman.

Sarkozy, kadınların taşlanarak öldürülmesini açıkca kınamadığı için ona yükleniyor.

Her neyse programın bizi ilgilendiren tarafına gelirsek, Ramadan ve Le Pen'den sonra Sarkozy'nin karşısına çıkan gazeteci Alain Duhamel'in ilk sorusu şöyle: ‘‘Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üyeliğini destekliyor musunuz?’’

Her fırsatta Türkiye'nin üyeliğini savunan Chirac'ın İçişler Bakanı son derece net: ‘‘Çekincelerim var.’’

Bu arada küçük bir not: Sarkozy'nin adı Chirac'tan sonra cumhurbaşkanı adayları arasında sıkça geçiyor.
Yazının Devamını Oku

Hizbullah'ı görmezden gelmemek lazım

25 Kasım 2003
<B>TÜRKİYE </B>bir dönem Hizbullah terörünü yaşadı. İşkence evleri, domuz bağları... Kasede alınmış işkence görüntüleri. O kayıtlar o kadar görülmeyecek türdendi ki, en ilkesiz televizyon kanalı yöneticileri bile bu görüntülerin ekrana gelmesine karşı çıktılar.

Ama her şey gibi bunu da çabuk unuttuk.

Basılan üç beş ev, ele geçen birkaç militanla mesele halledildi zannedildi.

Aslanlar gibi bir polis müdürünün katli bile unutuldu gitti.

Ancak şimdilerde Doğu ve Güneydoğu'dan gelen haberler hiç iç açıcı değil.

Hizbullah'ın korkunç bir yapılanma içinde olduğu söyleniyor.

Örgütün, siyasi bir güç haline gelmeye çalıştığı, tabana indiği belirtiliyor.

Öyle ki, bazı okullarda çocukların bile iki gruba ayrıldığı ve Hizbullahçı çocukların diğerlerinden ayrı oturtulduğu iddiaları ortalıkta dolaşıyor.

Bunların tamamı doğru olmasa bile, ateş olmayan yerden bu kadar duman çıkmaz.

Gelir dağılımının düzelmediği, Doğu ve Güneydoğu Anadolu'nun ekonomik koşullarında bir gelişme, bir değişme olmadığı göz önüne alınırsa, Hizbullah'ın veya başka terör gruplarının ‘‘hortlamasından, büyümesinden, güç kazanmasından’’ daha normal bir şey olamaz.

Bunlara karşı ‘‘görme, duyma, inanma’’ politikası gütmenin sonuçları ise çok acı olur.

Türkiye'ye 20 yıla yakın bir süre kan kusturan, 16 yıl boyunca kanlı eylemler yapan terör örgütü PKK da aynı bu şekildeki bir politikanın sonucuydu.

PKK'nın ilk filizlenmeye başladığı dönemlerde örgüt görmezden gelindi.

İleri görüşüyle ünlü Turgut Özal bile PKK'yı ‘‘Apocular’’ olarak küçümseyen, dağlarda Mekap ayakkabı giyerek dolaşan bir grup gibi görenlerin etkisinde kaldı.

Bu küçümseme Türkiye'ye 30 bini aşkın cana, milyarlarca dolara, parayla ölçülmeyecek acılara ve zaman kaybına yol açtı.

Aynı hatayı bir kez daha yapmaya bu ülkenin hakkı olduğunu zannetmiyorum.

İyi bayramlar

DEĞERLİ okurlar. Bugün bayram... Hepinizin bayramını kutluyorum.

Biliyorsunuz, mesleğe başladığım günlerde bayramlarda gazete olmazdı ve bu bir gelenekti.

Bu geleneğe saygımdan, bayramlarda yazmıyorum.

Bu bayramda da sizlerle beraber olmayacağım.

İşin doğrusu, bu fırsatı değerlendirip, eşim ve kızımla 5 günlük bir tatil yapacağım.

Bayram, Türkiye'ye barış, terörden uzak, güzel günler getirsin.

Hepinize iyi bayramlar...

Zorunlu bir uyarı

MİMAR arkadaşım Eren Talu aradı. ‘‘Hande Bodrum'da mı?’’ ‘‘Yooo’’ dedim.

‘‘Tahmin etmiştim’’ dedi ve anlattı. Bodrum'da bir belediye başkanına giden bir kadın, ‘‘Ben Fatih Altaylı'nın eşiyim’’ demiş ve abuk sabuk taleplerde bulunmuş.

Sevgili okurlar...

Benim ailemden kimsenin, hiç kimseden bir talebi olmaz.

Ailemden hiç kimse, herhangi bir yerde benim yakınım olduğunu söylemez.

Benim ailemin fertleri, bu yakınlığı kullanarak yasal veya yasal olmayan taleplerde bulunmaz, ayrıcalık istemezler.

Tam aksine benimle yakınlıklarını gizlemeyi tercih ederler.

Ancak ne yazık ki, hiç tanımadığım, bilmediğim insanlar zaman zaman benim adımı kullanıyorlar.

Geçen yıl birileri benim adımı kullanarak mal pazarlamışlar. Hemen yasal takibat yaptırttık ve ilgilileri yakalattık.

Lütfen benim adımı kullanan kişilere itibar etmeyin.

Herhangi bir taleplerini yerine getirmeyin.

Hatta böyle bir durumla karşılaşırsanız bana haber verin.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Bayram tatillerinin uzatılmasına kızanlar, tatile herkesten önce koşmadığı zaman.
Yazının Devamını Oku

Basın çalışıyor ya siz!

24 Kasım 2003
<B>BAŞBAKAN Erdoğan </B>da çevrenin dolduruşuyla olsa gerek basına yükleniyor. Oysa ilk andaki haber telaşı kaynaklı bazı sorumsuzluklar dışında özellikle perşembe günü yapılan bombalı saldırılarda basın müthiş bir iş yaptı.

İstanbul'u yönetenlerin İstanbul'da bomba patladığından haberi yokken, patlamadan birkaç dakika sonra Kanal D patlamanın yerini duyurdu.

Ondan birkaç dakika sonra Show TV, olayın vahametini İstanbul'u ve Türkiye'yi yönetenlere gösterdi.

Suçlanan basın olmasaydı, Başbakan Erdoğan o saatte bulunduğu evinden o kadar çabuk çıkıp, kriz toplantısını o denli erken başlatamazdı.

Suçlanan basın, devletin algılama hızını büyük ölçüde erkene çekti.

Cumartesi günü de Basın Konseyi'nin öncülüğünde medyanın önde gelen kuruluşlarının üst düzey yöneticileri bir araya gelerek teröre karşı mesleki olarak nasıl tavır alınacağını tartıştılar.

Orada kurulan komisyon, devleti yönetenlerin tatil yaptığı bayram günlerinde bile toplanarak bir mesleki yaklaşım kodu belirleyecek.

İddia ediyorum ki, terörle mücadele konusunda dünyanın hiçbir yerinde Türk basını kadar duyarlı bir grup göremezsiniz.

Basını suçlayanların önce kendi takkelerini önlerine koymaları gerekir.

Bilgiyi polis sızdırdı basın değil

İSTANBUL'
un ‘‘başarısız’’ Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah, Türkiye'deki genel geçer kurala uydu ve kendi başarısızlığı ile ilgili olarak ‘‘basını’’ suçladı.

Basın yazdığı için Cerrah ve arkadaşları suçluları ellerinden kaçırmışlar. Ben olayın pek öyle olduğunu düşünmüyorum ama diyelim ki Cerrah haklı.

Yani bir grup terörist ‘‘basın yazdığı için’’ kaçtı ve ele geçirilemedi. İyi de basına bu bilgileri kim verdi?

Muhabir arkadaşlarımız, teröristlerin izini sürüp mü bu isimlere ulaştılar?

Elbette hayır.

Bu isimleri basına veren bizzat emniyet mensupları. Bu isimlerin basına sızdırılış nedeni ise son derece basit ve insani. Sinagog baskınının ardından ne kadar hızlı ve iyi olduğunu kanıtlamak isteyen emniyet teşkilatı, failleri büyük bir süratle tespit ettiğini kanıtlamak için isimleri basına sızdırdı.

Bu sızdırma kurumsal olarak da yapılmış olabilir, kişisel de.

Ama sonuç olarak basın bu isimleri emniyetten aldı.

Emniyetten aldığı için de yayınladı. Çünkü basın bilgiyi elde ettiği anda halka ulaştırmakla görevlidir. Eğer bu bilginin gizliliği varsa, bu bilgiyi korumak ve saklamak bilginin sahiplerinin görevidir. Emniyet içinde bazı kişiler veya emniyetin bizatihi kendisi, sızdırdıkları bilgilerin yayınlanmasının suçla mücadelede zafiyet yarattığını düşünüyorsa bu bilgileri sızdırmazlar.

İstanbul'un hálá nasıl görevde olduğunu anlayamadığım ‘‘başarısız’’ Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah, basını suçlayacağına dönüp kendi teşkilatına baksın.

Ve suçu kendi teşkilatında arasın. Bu kadar ‘‘hayati’’ bir bilgiyi hangi sorumsuz sızdırdı diye...

İslami terör nasıl yapılanır

SAĞDA
solda yine ‘‘uzman enflasyonu’’ yaşanıyor. Bilir bilmez herkes atıp tutuyor. Kendini uzman ilan edenler ortalıkta.

Gazete, dergi, televizyon kültürüyle ahkám kesenler kafa karıştırmaktan başka bir iş yapmıyorlar.

Daha önce sizlere İslami terörün insan kaynağı ve bu kaynağın takibi ile ilgili bilgiler verdim.

Bugün de biraz İslami terör örgütlerinin yapısını anlatayım.

Türkiye'deki sol örgütler ve bölücüler, çok sivri bir hiyerarşik yapı içindedir. Bunlar eski model bir şirket veya devlet yönetimi gibi giderek dikleşen piramit yapılarına sahiptir.

O yüzden de bu örgütlere sızmak ve istihbarat toplamak kolaydır. İslami terör örgütleri ise sadece Türkiye'de değil, dünyanın her yerinde son derece yatay bir hiyerarşiye sahiptir.

Hücreler birbirinden bağımsızdır ve her hücre en kısa yoldan, en tepeye bağlanır.

Hücrelerin birbirleriyle yardımlaşmasını gerektiren durumlarda koordinasyon doğrudan tepeden yapılır ve hücreler bu durumlarda bile birbirleriyle yakın ilişiki içinde olmazlar.

Türkiye'deki örnekte ayrıca bir başka güçlük vardır. Türkiye'deki İslami terör örgütleri, sol örgütlerin ve bölücü örgütlerin aksine ‘‘sıradan’’ suça daha az bulaşmışlardır.

Yani bunlar hiyerarşik bir yapı içinde bütçelendirilmedikleri için, yüksek giderlere sahip değildirler. Örgütler yaşamak için uyuşturucu taşıyıcılığı veya satıcılığı, banka soygunculuğu, mafya gibi işlere girmezler.

Operasyon hallerinde gereksinim duydukları parayı doğrudan tepeden, dünyaya yayılmış bir ağdan temin ederler.

Bu yüzden de bunların ‘‘örgütsel’’ olarak ele geçmeleri zordur.

Ancak teker teker takip edilmeleri, eylemleri ile inançları paralellik gösterdiği için nispeten kolaydır.

Tek engel ise, ‘‘bir müminin terörist olamayacağı’’ yolunda toplumda yer etmiş kanaattir.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Batılı müttefiklerimizin iyi niyet mesajlarının resmi hale getirilmiş yalanlar olduğunu anlayıp ona göre politika ürettiğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku

Terör ve medyada terör

22 Kasım 2003
<B>İSTANBUL'</B>u vuran terör, gazete ve televizyonlar için de bir anlamda <B>‘‘turnusol káğıdı’’ </B>vazifesi gördü. Kimin ne yaptığı, daha da ötesi kimin ne söyleyip ne yaptığı net bir biçimde ortaya çıktı. Kanal D Haber, patlamayı ve patlamanın olduğu yeri ilk duyuran haber merkezi oldu. AGB raporlarına göre Kanal D Haber, 11.05'te haberi verdi.

Kanal D Haber'i birkaç dakika arayla ATV Haber izledi.

Ancak olay yerine 100 metre mesafede olduğu için, yayına geç girmesine rağmen ilk görüntüler Show Haber'den geldi.

Geldi ama gelmez olaydı.

Kopuk kafalar, ikiye bölünmüş bedenler, çıkmış bağırsaklar, kolsuz, bacaksız insanlar, insansız bacaklar, kollar birdenbire ekrana taşındı. Show Haber'in ‘‘acelecilikten’’ dolayı yaptığı bu hata affedilir gibi değildi.

Kanal D Haber öğle saatlerinde gelişmeleri duyurdu ve saat 13.45'te vatandaşları daha fazla tedirgin etmemek için konuyla ilgili yayınını kesti.

Diğer haberler de her zaman olduğu gibi Kanal D Haberi takip ettiler ve bizi takip eden dakikalarda yayından çıktılar.

Bence iyi de yaptılar.

Ancak akşam ana haber saatlerinde rezalet tekrar başladı.

DGM'nin yayın yasağına ve yabancı ülke televizyonların benzer durumlarda benimsediği yaklaşıma rağmen, bizim televizyonlar işin ‘‘rezaletini’’ çıkardılar.

Kanal D Haber olarak, DGM Savcısı Aykut Cengiz Engin'in ‘‘Bizi zor durumda bırakır ve teröristlerin ekmeğine yağ sürersiniz’’ uyarısını dikkate alarak bina içlerinden yakın plan çekimler vermedik. Bir tek kare bile ceset ve kan görüntüsü yayınlamadık.

Bize en yakın hareket eden ATV oldu. Onlar da nispeten dikkatli davrandılar.

Show Haber yönetimi ise bir yandan, ‘‘Bu görüntüleri yayınlamamak gerek’’ diye yaygara yaptı, diğer yandan da en berbat görüntüleri ekrana taşıyarak ‘‘samimiyetsizlik’’ örneği sergiledi.

En kötüsü ise hiç kuşkusuz Flash TV'ydi. Flash TV'nin haberleri korku filmi kıvamındaydı.

Gazetelerde ise Star tam olarak sınıfta kalırken, Vatan da zayıf not aldı. Star'ın her tarafı bölünmüş insan fotoğrafları ile doluydu. Cem Uzan'a veya Can Ataklı'ya sormak isterim; acaba o fotoğraflarda yarım bedenle görünen insanlar kendi ailelerinden olsaydı o fotoğrafları kullanabilirler miydi?

Emniyetin aczi Cerrah'ın eseri değil mi?


İSTANBUL Emniyet Müdürü, bir hafta içindeki iki patlamada da geri planda kaldı.

Kapkaç çetesi yakalanınca ortalarda gezinenler, şimdi tam siper.

Ben normal bir ülkede böyle bir durumda Emniyet Müdürü'nün hemen istifa edeceğini söylüyorum ama bizimkinin umurunda değil.

Oysa ben bunu söylerken bazı başka gazeteciler gibi emniyet teşkilatı ile olan ‘‘girift’’ ilişkilerimden dolayı değil, samimiyetle söylüyorum.

Çünkü ben, Celalettin Cerrah'ın İstanbul'un güvenlik sorununun bu hale gelmesinde büyük payı olduğunu düşünüyorum.

Cerrah'ı, yalnızca failleri önceden bulamadığı için değil, İstanbul Emniyet teşkilatını iş yapamaz hale getirdiği için suçluyorum.

Celalettin Bey söylesin, göreve geldiği yaklaşık bir yıllık süreçte İstanbul'un geçmişte büyük başarılara imza atmış ‘‘Terörle Mücadele Şubesi’’nden kaç kişiyi yolladı.

Bu şubenin İstanbul'u, örgütlerini, örgütlerin yattıkları yeri santim santim ezberlemiş tecrübeli elemanlarını bir yıl içinde kılıçtan ve kıyımdan geçirmenin sonucu değil midir bugünkü zafiyet.

Celalettin Cerrah, İstanbul'da bir hafta içinde yitirilen 50'yi aşkın canın hesabını veremez elbet.

Ama ‘‘beceremedim’’ diyerek sunulacak bir istifa en azından vicdanları rahatlatmak için ‘‘şerefli’’ bir yol olabilir.

Kriz varsa Sezer yok


İSTANBUL'un ikinci dalga terör eylemleriyle sarsıldığı perşembe günü akşam saatlerine kadar ‘‘devlet’’ adına konuşan bir tek Adalet Bakanı Cemil Çiçek oldu.

Çiçek, gerçekten de sağduyulu açıklamalarla ortamı yumuşattı. Sinirleri yatıştırdı.

Çok sevdiğim İstanbul Valisi Muammer Güler belki gerginlikten, belki başka nedenle terör gününün en ‘‘garip’’ adamıydı. Basına ‘‘saçma sapan’’ diyebileceğimiz sözler söyledi. Yaşına ve makamına yakışmayan hareketler yaptı.

Bu arada gazete ve televizyonların haber merkezlerini arayan çok sayıda vatandaş, Başbakan'ı eleştiriyordu:

‘‘Başbakan nerede? Neden bir açıklama yapılmıyor’’ diyenler çoktu.

Ben şahsen o saatlerde Başbakan'ın ilgili birimlerle toplantıda olduğunu biliyordum.

Benim merak ettiğim bir başka kişi vardı.

Sayın Cumhurbaşkanı neredeydi?

Her kriz anında ortalıktan kaybolmayı ve Köşk'ün kalın kapıları arkasına saklanmayı seven Cumhurbaşkanı Sezer yine ortalıkta yoktu.

Ne bir demeç verdi, ne bir açıklama yaptı, ne de ortalıkta göründü.

Tam anlamıyla sırra kadem bastı.

Sahi, Türkiye'nin kriz zamanlarında Sayın Sezer'in çok önemli ne işi oluyor da, hiç ortalığa çıkmıyor?

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Kişilerin sözleri ile yaptıkları arasında 180 derecelik bir fark olmadığı zaman.
Yazının Devamını Oku

Ortadoğu ülkesi olmayacağız

21 Kasım 2003
<B>LEVENT'</B>teki patlamayı sabah haber toplantısı sırasında arayan eşim haber verdi. ‘‘Bizim buralarda bir yerde müthiş bir patlama oldu. Haberiniz var mı?’’

Bir dakika sonra patlamanın HSBC binasında olduğunu öğrendik.

Toplantıyı bırakıp olay yerine hareket ettim.

Yolda İngiltere Konsolosluğu'ndaki patlamayı haber verdiler.

Patlamadan yaklaşık 45 dakika sonra Levent'te HSBC binası önündeydim.

Oradaki izlenimlerimi bir başka sayfada okuyacaksınız.

Savaşın göbeğinde Çeçenistan'daydım, iki kez Lübnan'da oldum, Bosna'ya gittim. Böyle bir şey görmedim.

İstanbul'un göbeğinde, Türkiye'nin en şık semtinde...

Görüntüler korkunçtu.

Yazarken gözlerim doluyor, ellerim titriyor.

Türkiye benim çocukluğumdan beri huzur dolu iki yılı üst üste geçirmedi.

Geçirtmediler...

Batılı olmaya çalışan Türkiye'yi karanlık, pis, ilkel bir Ortadoğu ülkesi haline getirmek isteyenler buna izin vermediler.

Türkiye'nin ‘‘güneşin güldüğü bir İslam ülkesi’’ olmasına katlanamadılar.

İslam ile demokrasinin bağdaşmasını kabul edemediler.

12 Eylül 2001 günü bu köşede, ‘‘3. Dünya Savaşı başladı’’ demiştim.

Türkiye ne yazık ki bu savaşın dışında kalamadı. Cephelerin ve tarafların birbirine girdiği bir savaş bu. Artık cephedeyiz... Sonuna kadar...

Başbakan Erdoğan, birilerinin Türkiye'ye mesaj vermeye çalıştığını ama bizim bu mesajı almayacağımızı söylemişti.

Bu sözün sonuna kadar arkasında durmalıyız.

Belki çok canımız yanacak ama dönmek yok.

Gazamız mübarek olsun...

İstifa etmeyi bilmiyorlar

SORUMLULARIN
hesap vermediği bir ülkede her şey tekrar edebilir.

Türkiye ne yazık ki böyle bir ülke.

İstanbul'da 6 gün önce müthiş terör eylemleri oldu.

Emniyet Müdürü, Türkiye'de bile değildi.

5 gün sonra daha şiddetli iki eylem.

İlki beklenmiyordu.

Ya ikincisi?..

Batılı bir ülkede böyle iki olayın ardından o kentin emniyet müdürü hemen istifa eder.

Ben İstanbul Emniyet Müdürü'nün bu kente yetmediğini daha önce de yazdım, söyledim.

Bunun doğruluğu ne yazık ki, çok acı bir biçimde kanıtlandı.

Tek o mu?

Şenol Güneş farklı mı?

O da hálá gelecek hesapları yapıyor.

İstifa kelimesini ağzına bile almadan.

Biz bu kafalarla daha çok şey kaybederiz.

Afganistan, Çeçenistan ve Bosna’da savaşanlara dikkat

TÜRKİYE'
de bu boyuttaki İslami terörün tohumları yıllar önce atıldı.

Önce Afganistan, sonra Bosna ve ardından Çeçenistan...

Pek çok Türk genci, belki de başlangıçta iyi niyetlerle, buralardaki savaşlarda ‘‘din kardeşlerine’’ yardım için savaş bölgelerine gittiler.

Bosna'da bunlarla tanıştım.

Çeçenistan'da bunlarla birlikte günler geçirdim.

Hepsi Türkiye'deki küçük İslami veya milliyetçi örgütlerin yandaşlarıydılar.

Gittikleri yerlerde, bugün dünyayı sarsan terör örgütlerinin önde gelenleriyle beraber oldular.

Afganistan'dan dönenler Bosna'da, Bosna'dan gelenler Çeçenistan'da bu beraberlikleri pekiştirdiler.

Bunların hepsi Afganistan'daki, İran'daki kamplarda ortak eğitimler aldılar.

Cephelerde ‘‘kardeş’’ oldular.

Ve ‘‘Vehhabi Arapların’’ paralarıyla tanıştılar, bu paralara ulaşma, bu paraları amaçlarına uygun kullanma, bu paralarla silah, bomba alma yöntemlerini öğrendiler.

Savaşlar bitince bu kişiler ülkelerine döndüler.

Ama birbirleriyle temaslarını, ilgilerini kaybetmediler.

El Kaide şemsiyesi altında birleşen ve kimin tarafından tetiklendiği bilinmeyen terörün kaynağı işte bu insanlar.

Bunların kimi Arap, kimi Türk, kimi Afgan, kimi İranlı, kimi Pakistanlı...

Bu kişilerin hepsi bulundukları ülkede ‘‘potansiyel tehlike’’.

Terör, geçmişten gelen tanışıklığa dayanarak işte bunları kullanıyor.

Türkiye bir dönem bu insanlara ‘‘saygıyla’’ yaklaştı.

Ancak gelişmeler gösteriyor ki, saygıyla değil, dikkatle yaklaşmak gerekiyormuş.

Türkiye'deki istihbarat örgütleri, dikkatlerini Afganistan, Bosna ve Çeçenistan'da savaşmış Türklere yöneltmek zorunda.

Bunların hepsini yakın takibe almak ve şimdiki ilişkilerini büyüteçle izlemek zorunda.

Çünkü bu tip terörü ancak böyle önleyebiliriz.

Bomba yüklü bir aracı trafikte durdurarak değil.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Hak etmediğimiz koltukta oturmaya devam etmediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku