GALATASARAY'ın Bağdat Caddesi'ndeki mağazasına taşlı sopalı bir grubun saldırdığını pek yazan olmadı.
50 metre ilerde bulunan polislerin bu olayı izlemekle yetindiğini de. Ama Fatih Terim'in kendisine iki gün üst üste küfürler savuran bir ‘‘terbiyesize’’ yanıt vermesi birinci sayfalara taşındı. İstanbul Emniyeti de Galatasaray'ın mağazasına yapılan saldırıyla ilgili bir açıklama yapmadı. Acaba Beşiktaşlı Celalettin Cerrah aynı şey bir Beşiktaş mağazasına yapılsa bu kadar tepkisiz kalır mıydı? Fenerbahçeli yönetici H. Bilal Kutlualp spor muhabirlerini dövmekle tehdit etti. Fenerbahçe medyası bunun bile üzerine gidemedi. Bakıyorum hálá Kutlualp'in çevresinde dolanıyorlar. Aynı şeyi bir Galatasaraylı yönetici yapsaydı neler yaparlardı kimbilir. Galatasaray şimdilerde iyiye gidiyor ya, onu bile engellemeye çalışıyorlar.
Özhan Canaydın, Fatih'in yerine Tigana'yı getirecek haberleri tam bugünlerde yayınlanıyor.
Ben bugün Galatasaray yöneticisi olsam, Galatasaray'ın kapılarını Galatasaray düşmanı medyanın suratına kapatırdım. Düşmanımın evimde işi olmaz diye.
Çünkü iş haberciliği aştı. Gerçek bir düşmanlığa dönüştü.
Adalet'teki rezalet Cumhurbaşkanı'na sunulacak
ADALET Bakanı Cemil Çiçek hakkındaki cuma günü yayınlanan yazımda ne kadar haklı olduğum ortaya çıktı.
‘‘Müthiş iddialar’’a sanki yokmuş gibi davranıldı. Herkes serbest.
Oysa iddiaların kaynağı bir savcılıktı.
Ortada iki şık var.
Mesleki dayanışma veya hesabı kapalı kapılar arkasında görme arzusu.
Yani ya hakimler dayanışma içinde bir ‘‘örtbas’’ operasyonu yaptılar ya da adalet sistemi zarar görmesin diye olayın üstü kapatıldı ama adı geçenler zaman içinde sessiz sedasız görevden uzaklaştırılarak cezalandırılacaklar.
Gerçi çevremdeki pek çok kişi Danıştay Başkanı'nın çıkışı ve ardından Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Başkan Yardımcısı'nın savcı Aldan'a yönelik sert uyarısının ardından olaya bir ‘‘örtbas dayanışması’’ gözüyle bakıyor ama ben çok o kanatte değilim.
Adalet Bakanlığı, yargıdaki büyük ‘‘rezalet’’le ilgili olarak bütün bilgileri ve belgeleri bir araya getiriyor.
Geniş bir dosya hazırlanacak ve bu dosya bizzat Bakan tarafından ‘‘Çankaya’’ya çıkarılacak ve Cumhurbaşkanı'na teslim edilecek.
‘‘Durum bu. Ne yapalım’’ denilecek.
Çok da iyi yapılacak.
Çünkü suçluluk psikolojisi içindekiler, emirlerindeki kurumun yıllardır yıpranmasına göz yumup kendi söküğünü dikemeyenler şimdi ‘‘panikte’’.
Yaygaraya başladılar.
Hükümet de rejim meselesi haline getirilip elinde patlatılacak bu bombayı ‘‘devletin ve milletin’’ en üst kurumuna götürüyor.
Bakalım yargıdan gelen Cumhurbaşkanı bu dosyayı alınca ne yapacak?
Sadece medyayı karalamak mı serbest
HAKİM ve savcılar arasında ‘‘çürük elmalar’’ olabileceği tartışması başlayınca adalet mekanizmasının önemli kurumlarının başında bulunanlar hemen kurumlarını korumaya başladılar.
Aklımda kalan en önemli ve en geçerli savunma ‘‘Her kurumda bazı çürükler çıkabilir. Ancak bu çürükler o kurumun toptan karalanmasına gerekçe olamaz’’ şeklindeydi.
Doğru. Her kurumda çürükler var ve bu çürükler o kurumun tamamına mal edilemez.
Bu durumun tek bir istisnası var.
Medya...
Bizim içimizde de çürükler var. Bunların bazılarını biliyor, bazılarını duyuyor, bazılarından ‘‘dedikodu’’ boyutunda haberdar oluyoruz. Ama bizde hiç kimse kişilerden bahsetmiyor ve medya ‘‘toptan’’ bir karalamanın kurbanı oluyor. Ancak medyanın da önemli bir kusuru var. Mesleki kurumların başındakiler diğer kurumların yöneticilerinin aksine medyayı koruyacağına, medyayı herkesten çok onlar karalıyor.
Oysa onların görevi karalamak değil, içindeki çürükleri bulup çıkarmak, hiçbir şey yapamıyorsa teşhir etmek.
Hal böyle olunca bu mesleğin onurlu insanları da karalamaların kurbanı oluyorlar. Kirli ilişkilerden en uzak duranlar, akçeli işlerden kendini en fazla sakınanlar bu pis dezenformasyonun altında eziliyorlar.
Bu mesleğin ‘‘sözde etikçileri’’ de gerçekleri değil, kendi menfaatlerine uygun düşenleri yazıyorlar.
Daha da ötesi pek çok gerçeği yazamıyor, susup oturuyorlar.
Adalet bu ülkeye her şeyden çok lazım, bu yüzden kurum olarak ayakta kalmalı, yıpratılmamalı.
Buna katılmamak mümkün değil.
Peki medya da bu ülkeye lazım değil mi?
Onu niye haksız yere karalıyorsunuz?..
Böyle tasvirler şart mıdır?
UÇAKLAR düşüyor, pilotlarımız şehit oluyor. Dünyanın her yerinde oluyor. O güzel mesleğin kötü tarafı da bu. Kazalara; şehit olan pilotlarımıza üzülüyoruz. Ama beni daha çok üzen ‘‘muhabirlerimizin’’ olayı ‘‘yazma’’ ve gazetelerimizin ve televizyonlarımızın da bunu ‘‘kullanma’’ biçimi. Şöyle diyoruz: ‘‘Uçağın parçaları genişbir alana yayıldı. Bu arada şehit olan pilotomuzun cesedinin parçaları da güçlükle toplanıyor.’’ Allah aşkına, kendinizi o şehit pilotun ailesinin yerine koyun. Sevdiğiniz insanla ilgili olarak duyduğunuz son sözlerin bunlar olmasını ister misiniz? Bu sözlerin kime, ne yararı var. Zaten aileler büyük bir olasılıkla evlatlarının, eşlerinin, babalarının ölümünü bu haberle duyuyorlar. Bu acının üzerine bir de ‘‘gereksiz tasvirler’’. Ne olur biraz dikkat edelim. O pilotlar birer makine değil, birer insan. Onların da arkalarında bıraktıkları sevenleri var.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Hakkını koruyamayana kimsenin hak vermediğini anladığımız zaman.