3 Mayıs 2004
<B>GEÇEN </B>hafta Türkiye’nin önde gelen bankacılarından biriyle yemekteydik. Ekonomiden, gelişmelerden bahsettik. Türkiye’nin ciddi bir istikrar dönemine girdiğini, negatif yaklaşımlarla bu durumu bozmaya çalışmanın Türkiye’de yaşayan herkese zarar vereceği konusunda aynı görüşleri paylaşıyorduk.
Laf döndü dolaştı, batık bankalarda buharlaşan paraya ve Uzanlar’a geldi.
Bu önemli bankacı, ‘Battı’ denilen paraların önemli bir bölümünün yurtdışında çeşitli hesaplara ‘park edilmiş’ olduğuna inanıyordu.
‘Peki bu kadar büyük paralar oralara nasıl gider’ diye sordum.
‘Siz bunları yazdınız zaten’ dedi.
Güldüm. Doğru, yazmıştım.
Uzanlar’la ilgili yazılarımdan biriydi.
Uzanlar, Antonio Luna Betancourt adlı bir kişi üzerinden yurtdışına milyonlarca dolarlık havaleler yapmaya çalışırken, bir bankanın şube müdürü bu kadar büyük miktarda para hareketinden şüphelenerek ‘Mali Suçlar Araştırma Komitesi’ MASAK’a suç duyurusunda bulunmuştu.
Telsim, kim olduğu belirsiz bu parayı neden aldığı belirsiz bir Meksikalıya sıfır bakiyeli bir hesapla, New York’taki ‘karanlık’ bir bankaya milyonlarca dolar gönderiyordu.
Çok açık bir ‘para kaçırma’ operasyonuydu ve MASAK’a bildirilmişti.
Ben yıllar önce bunu yazdım.
Sonuç benim ve MASAK’a suç duyurusunda bulunan bankanın o günkü yöneticilerinin Star TV ve gazete üzerinden saldırıya uğramamız oldu.
MASAK ise işi savsakladı.
Bankacı dostum bana o yazıyı hatırlatıyordu.
‘Ne oldu o soruşturma, biliyor musunuz?’ diye sordu.
Biliyordum.
Soruşturma MHP tandanslı genç bir müfettişe verilmişti.
O da yapılan işlemi son derece normal bulmuş ve dosyayı kapatmıştı.
Paranın kaynağı belliydi, gittiği yer hakkında ise ABD’den bilgi alınamıyordu.
Soruşturmaya gerek bile yoktu.
Birileri yurtdışına para kaçırıyordu ama soruşturma kapatılıyordu.
Dosya böylece kapandı gitti.
Ve şimdi Türkiye yeri kazarak Uzanlar’ın servetini arıyor.
Arayın arayın, bulursunuz...
NOT: Uzan rezaletinde MHP bağlantısı ilginç. BDDK’nın MHP’den milletvekili adayı olmuş üyesi hakkında türlü iddialar ortaya atılıyor. Uzanlar’ın Berke Barajı açılışına katılan tek parti genel başkanı Devlet Bahçeli ve kara para soruşturmasını kapatan genç uzman da bir MHP’li. Ne rastlantılar ama.
Devletin insan kaynağı yönetimi son derece gayri ciddi
DEVLET memur almak için yine sınav yapıyor. ‘Fakirlik sınırı’ altındaki maaşı alabilmek umuduyla sınav başvuru formu almaya çalışanlar, geçen haftayı kuyruklarda tükettiler.
Allah’tan işleri güçleri yoktu.
Benim anlamadığım, bunca adam devlete nasıl olup da inanıyor ve hálá onun açtığı sınava giriyor.
Kimse sormuyor mu, ‘Yahu bu sınavdan 5 yıl önce de yapıldı. O zaman bu sınavı kazananların hepsi işe yerleştirildi mi?’ diye.
Sorun soruyor da, cevap alabilen yok.
Onlar adına bana iletilen soruları ben sormak istiyorum:
1. Devlet Personel Başkanlığı tarafından 1999 yılında açılan sınavda taban puan olarak verilen 70 puan ve üzerini alan ve ‘Kazandınız’ belgesi gönderilen adayların öncelikli olarak kamu kuruluşlarına yerleştirilmiş olması gerekmez mi?
2. Aradan 5 yıl geçmiş olmasına rağmen, o sınavda kazandığı açıklanan adaylardan 300 bininin hálá bir işe yerleştirilmemiş olması normal midir?
3. Sınavı kazandığı halde geçen 5 yıl içinde 30 yaşını dolduran ve bundan sonraki sınavlara başvurması dahi mümkün olmayanlara büyük bir haksızlık yapıldığını kimse fark etmemekte midir?
4. Devletin memura ihtiyacı var ise daha önce kazanan adayların tamamı bir kuruma yerleştirilmeden yeniden sınav açması, ilk sınavı kazanmış olanların haklarının gaspı değil midir?
5. DMS’yi kazananların kamu kuruluşlarının memur sınavlarına tekrar tekrar girmek zorunda kalması ve her biri için ayrı ayrı defalarca harç ödemesi soygun değil midir?
Daha çok soru sormak lazım belki ama, bu sorulara bile yanıt alınabileceği şüpheli.
Devlet Memurluğu Sınavı tam bir ‘kandırmaca’.
Yüz binlerce gencin hayalleri ile oynamaktan, para karşılığı umut satmaktan öte bir anlam taşımıyor.
Türkiye’de devlet dışında hiçbir kurum personel alımında bu denli gayri ciddi yöntemler uygulamıyor.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Uygulamalar yasalardan önce çağdaşlaştığı zaman.
Yazının Devamını Oku 1 Mayıs 2004
<B>AKP </B>hükümeti, Anayasa değişikliğine büyük önem veriyor. Haklılar da... Değişiklikler çok önemli. AB yolunda, kalan üç beş eksiğimizi bu yasayla ortadan kaldıracağız.
Uygulama ise müzakere sürecinde zaten kendiliğinden hallolacak.
Üstelik de, yapılacak değişiklikler Türkiye’nin çağdaşlaşmasında önemli adımlar.
Bu nedenle ne zaman hükümetten önemli bir isimle bir araya gelsek, Anayasa değişikliği konusunda basının destek olması gerektiğini söylüyorlar.
Bunda da haklılar. Çağdaşlaşma yolunda destek olmamız gerek.
Fakat ne yazık ki, AKP’nin üst düzey isimleri bu değişikliklerin önemi konusunda kendi partililerini ikna edebilmiş değilller. Anayasa Komisyonu gibi önemli bir komisyonda görev alan AKP’lilerin bir bölümü, bu değişikliklerin son derece insani olanlarını dahi içlerine sindirememişler.
Anayasa Komisyonu’ndaki AKP’li bazı milletvekilleri ‘kadın-erkek eşitliği’ ile ilgili düzenlemeye ‘hayır’ oyu kullanıyorlar.
Bu nasıl bir kafadır?
Bunun parti ile alakası olmadığına eminim.
Çünkü partinin genel başkanının bu konudaki tavrını biliyorum.
Başbakan Erdoğan, her fırsatta siyasette kadınların önünü açmaya çalışan bir lider. Üstelik bunu şov olsun diye değil, inandığı için yapıyor.
Kadın-erkek eşitliğini ‘sindirmiş’ ve bu dışardan da görülüyor.
Bırakın siyaseti, özel hayatında bile Emine Erdoğan’ın büyük ağırlığı var.
Erdoğan Ailesi içinde bir eşitlik, hatta yer yer Emine Hanım’ın ‘görünmeyen’ üstünlüğü var.
Hal böyleyken çok önemli bir komisyonun çok önemli koltuklarını işgal eden bazı AKP’li milletvekilleri, partilerinin çok önem verdiği bir yasaya taş koymaya kalkışabiliyorlar.
Sadece ve sadece kendi kafalarındaki ‘feodalite’ yüzünden.
Yazık!..
Bu değişikliklere CHP öncülük eder
HÜKÜMETİN önemli bakanlarından biriyle konuşuyoruz:
‘Anayasa değişiklikleri çok önemli. AB’ye verdiğimiz ulusal programda kalan eksikler bunlar. Eğer yaparsak müzakere tarihi vermemeleri mümkün değil. Hiçbir bahaneleri kalmayacak. Bunları yapmamız şart.’
Hatta daha da ileri gidiyor. ‘Bunları yapalım. Martta müzakerelere başlarız’ diye ekliyor.
Tek kaygısı ise CHP.
‘CHP’nin bu değişikliklere destek vermesi lazım. CHP’nin desteği için biz kendi önceliklerimizi bu değişikliklerin içine sokmuyoruz. Onlardan da anlayış ve işbirliği bekliyoruz’ diyor.
Bu konuda bakana söylediklerimi sizinle paylaşmakta bir beis görmüyorum.
Bence CHP’nin bu değişikliklere karşı çıkması mümkün değil.
Çünkü bunların pek çoğu daha Avrupa Birliği’nin adı yokken CHP tarafından dile getirilen kaygılardı.
Kadın-erkek eşitliğinde CHP nasıl ‘hayır’ diyebilir.
DGM’lerin kaldırılmasına CHP niye ‘hayır’ desin.
Zaten fiili olarak kaldırılmış olan idamla ilgili Anayasa’da kalan kırıntıları CHP ne gerekçeyle savunsun?
Bunlar CHP’nin ve solun evrensel ilkelerine aykırı zaten.
Açıkçası ben bu konuda hükümetin, CHP’den çok kendi partisine dikkat etmesi gerektiğini düşünüyorum.
CHP’den de mutlaka ‘aykırı’ sesler çıkacaktır.
Ama AKP’den çıktığı kadar olmaz.
Hayvanların töresi olmaz
HAYATIMIN en kötü günlerinden biriydi geçtiğimiz perşembe.
Hürriyet’i zaten bildiğim için sabah ilk olarak Vatan Gazetesi’ne bakarım.
Hay bakmaz olaydım.
Sürmanşette bir cümle:
‘Babacığım ne olur beni öldürme.’
Bir hayvanın tecavüzüne uğradığı ortaya çıkınca töre gereği babası tarafından boğularak öldürülen 14 yaşındaki kızın son sözleri.
Katil baba o anları anlatıyor:
‘Teli boğazına geçirdiğimde kızım, ‘Baba beni öldürme’ diye yalvarmaya başladı. Yardım için getirdiğim oğlum da beni engellemek istedi. Yalvarmalarına aldırmadım. Teli sonuna kadar sıktım. Ölünceye kadar öyle tuttum.’
Okudum ve gözlerimden yaşlar boşaldı. Aynen şimdi yazarken olduğu gibi.
Gün benim için orada bitti. Öğle yemeğinde, çok yakın dostlarımla buluşacaktım. Gitmek içimden gelmedi.
Akşama kadar berbat bir haldeydim. Eve gittim. Kızıma sarıldım.
Gece yattım, uyuyamadım.
O son sözler aklımdan çıkamadı bir türlü. Sanki gözümle görmüş, kulağımla duymuş gibiydim.
Buna töre denemezdi. Töre insanlara mahsustu. Bu ise açıkça hayvanlıktı.
O canavar, kızını değil de kızına tecavüz eden hayvanı öldürseydi, belki mantık kabul ederdi, ama tecavüze uğrayan kızını öldürmek, ne aklın, ne mantığın, ne de ahlakın kabul edebileceği bir şey.
Töre cinayetleri konusunda çok yazdım, ama bu kadar zorlandığım hiç olmadı.
Adaletin bu konuda kendi kendine son zamanlarda geliştirdiği içtihadı hep beğenerek izledim.
Umarım bu kez de böyle olur.
Umarım...
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Köşe yazarlarının kendilerine iletilen her konuyu ele almasının mümkün olmadığını anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 30 Nisan 2004
<B>TÜRK </B>Tabipleri Birliği Başkanı <B>Füsun Sayek,</B> konuşmamızın ardından bir de faks gönderdi. Konuşmanın üslubu ile faksın üslubu oldukça farklı. Benim doktorlarla bir derdim yok. Görevine gitmeyen doktorlarla bir derdim var, ama bazıları bunu anlamamakta ısrar ediyorlar. Demek ki, eğitimin cehaleti aldığı doğru.
Neyse... Gelelim Sevgili Sayek’in yanıtına:
‘... Evet kafalarda Türkiye bölünmüş ama hekimlerin kafasında değil, istatistiklerin içinde. Türkiye’nin her yerinde günde milyonlarca hasta ile karşılaşan hekimler, bu istatistiklerin insani yüzünü de görüyorlar. Biz yoksullaşan halkın nasıl sağlıksızlaştığını da görüyoruz.
Sağlık Bakanlığı’nın son istatistik yıllığı, Hakkári’de toplam 60 hekim, 3 diş hekimi, 15 eczacı, 86 sağlık memuru, 130 hemşire ve 56 ebe olduğunu gösteriyor. Buradaki hekimden çok sağlık çalışanı eksiği olduğunu bir kenara bırakırsak, hekim başına 4 bin nüfus düştüğünü görürüz. Bu hekim arkadaşlarımız 10 bin nüfusa 7 adet düşen hastane yatağında (Türkiye ortalaması 22), sadece hastanelerde yılda 100 bin hasta görmekte, türlü olanaksızlıklar içinde 8 bin civarında hastayı hastanede tedavi etmektedirler.
... Hakkári’de sağlık alanındaki sıkıntıyı yalnızca hekim azlığı ile açıklamak hiçbir mantığa sığmaz. Devlet önce Hakkári’nin hasta olmayacağı altyapıyı, (temiz su, konut gibi) sağlamalıdır. Ebelerin hizmet verdiği sağlık evlerinin acaba ne kadarı açıktır? Bağışıklama oranlarındaki düşüklüğün nedeni hekim azlığı mıdır?
Sizi Ata uçağına değil, tarifeli uçakla Diyarbakır, ardından 8 saat arabayla Hakkári’ye yolculuk yapmaya çağırıyorum. Özveriyle ve altyapı olmadan çalışan meslektaşlarımızı tanımanız, çözüme doğru katkıda bulunmanız için.’
Bu yanıtın sonu bile benim yazımı anlamadıklarını ortaya koyuyor. Ben oradaki personelin elini değil, ayağını öperim. Benim kızdıklarım, atandıkları göreve gitmeyenler. Bu bir. İki... Ben Hakkári’ye kırk kere gittim. Hem de terörün en azgın dönemlerinde. Kapalı yollarda, BTR’lerle... Mezralarda, boşaltılmış köylerde gezdim. Çünkü gazetem gitmemi istemişti. Yine giderim, hem de bayıla bayıla. Ama bütün bu anlatılanlar görevden kaçan, Doğu’yu Türkiye gibi görmeyen bazı doktorlar olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Ben bu anlatılanlarda onlarla hemfikirim. Onlardan da az biraz ‘delikanlılık’ bekliyorum.
SPK’dan terbiye özürlü yanıt
SPK, Turgay Ciner’in Sabah’ın küçük ortaklarına karşı yükümlülüklerini yerine getirmediğini konu alan yazıma bir yanıt yollamış. Yanıtın üslubu, bir devlet kurumunun üslubu değil. Terbiye sınırlarını aşan bir yanıt.
‘Terbiyesizliği’ onlara bırakıp ben yanıt sayılabilecek kısmını sizlere aktarayım.
‘1. Çağrı mükellefiyeti hem Park Grubu’na, hem de MTM şirketine mevcut mevzuat çerçevesinde zamanında yerine getirilmiştir.
2. Bu husus kamuoyuna duyurulmuştur.
3. Ancak yukarda sözü edilen grup ve şirket, SPK’ca getirilen çağrı yükümlülüğüne uymamış ve SPK’nın bu kararına karşı dava açmışlardır.
4. Bunun üzerine:
a. SPK, grup ve şirketin sorumlularına mevcut kanunda belirtilen para cezasının üst limitinden kişi başına 38 milyar TL olmak üzere toplam 228 milyar lira para cezası vermiştir.
b. Ayrıca konunun tarafı tüm yatırımcılara duyuru yapılarak, bu grup ve şirkete karşı Borçlar Kanunu hükümleri uyarınca Aynen İfa Davası açabilecekleri bildirilmiştir.
c. SPK’nın mevcut mevzuat çerçevesinde bu yapılanlar dışında yapabileceği herhangi bir şey yoktur. Ancak devam etmekte olan SPK mevzuatında değişiklik yapılması çalışmalarında konu ile ilgili önemli müeyyideler getirilmesi düşünülmektedir.’
Yani SPK, bana ‘hakaret’ içerikli bir mektup gönderiyor ama benim yazdıklarımı da teyit ediyor.
İlgili mevzuat yetersiz ve küçük yatırımcı korunmuyor.
Sabah Grubu’nun mağdur durumdaki küçük ortakları bu yazıyı okurlarsa, kendilerine bir yön çizebilirler.
Sabah’ın veya aynı durumdaki şirketlerin mağdurlarının her türlü şikáyetine de bu sütun açık.
El kesesinden cömertliğe TMSF seyirci
DÜN Sabah Grubu’nun devlete yaklaşık 900 milyon dolar borcu olduğu kesinlik kazandı.
Bunu önceki gün kendileri beyan ettiler. Bu borcu devlete binde yarım faizle ‘inşallah’ 15 yılda ödeyecekler. Bankanın battığı günden bu yana ödedikleri 40 milyon dolar. Yani aslında bir halt ödeyecekleri yok. İşi zamana yayıp unutturmak istiyorlar. Bu işin bir yönü. Ama dün bu borç rakamını gazetelerde okuyunca, 1 hafta önce Sabah Gazetesi’nin sürmanşetinde yer alan bir haberi hatırladım.
Aynen şöyle yazıyordu: ‘Bir eser daha.’
‘Merkez ATV Grubu’nun yaptırdığı Kocaeli Üniversitesi Turgay Ciner İletişim Fakültesi bu yaz bitiyor.’
Ve inşaatın yanında bir tabela:
‘Bağış yapan firma: ATV-Sabah.’
Ayranı yok içmeye mi desek, yoksa el kesesinden cömertlik mi?
Yoksa ‘arsızlık abidesi’ daha mı uygun düşer? Devlete 900 milyon dolar borçlu bir kuruluş. Devlete olan borçlarını ödemiyor.
Ödemediği gibi, bir de devlet kesesinden bağış yapıyor.
Devlete 900 milyon dolar borçlu Sabah ve ATV, fakülte inşaatı yapıp bağışlıyor. Buraya harcanan parayı da aslında devletin cebinden ödüyor.
Devletin cebinden yapılan binaya da, devlete 900 milyon dolar borçlu şirketlerin patronunun adı veriliyor. Ne güzel iş değil mi?
Peki TMSF bu işe ne diyor? Alacağını Sabah ve ATV’nin kárlarından tahsil edecek olan TMSF uyuyor mu?
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Halka karşı sorumlu kamu kuruluşlarının başında bulunanlar, o kuruluşları kendi oyuncakları zannetmedikleri zaman.
Yazının Devamını Oku 29 Nisan 2004
<B>DIŞİŞLERİ </B>Bakanlığı’nın üst düzey bürokratlarından biriyle Kıbrıs’taki gelişmeler üzerine konuşuyoruz. Rum kesimine yönelik tepkiler ve KKTC’den evet çıkmasının yarattığı atmosferin neler getireceğini tartışıyoruz.
‘Tanınma konusunda bir atak başlatmayı düşünüyor musunuz?’ diye soruyorum.
Elini ağzına götürüyor ve sanki yerin kulağı varmış gibi fısıldıyor.
‘Bugün için bu konuyu ağzımıza bile almamak lazım.’
‘Neden?’ diye soruyorum..
‘Bir çuval inciri berbat ederiz de ondan’ diyor.
Ve yapılması gerekenleri sıralıyor:
‘Tanınma en son nokta. Ve bugün bunu hiç konuşmamak lazım. Öncelikle uçuş yasağı üzerine gidilmeli. Sonra ticari ambargonun kalkması için çalışacağız. Seyahat belgelerinin kabulü bir sonraki adım.’
‘Bunlar ne anlam taşıyacak?’ diye soruyorum.
‘Bunlar gayri resmi tanınma anlamını taşıyacak. KKTC’nin verdiği seyahat belgeleri pasaport yerine geçecek. Kıbrıs’a turist gelebilecek. Uluslararası şirketler Kıbrıs’a mal satabilecek, Kıbrıs’tan mal alabilecek. Kıbrıs’a yatırım yapılabilecek.’
‘Bunlar olduktan sonra tanınma niye olmasın?’ diyorum.
‘Bunlar zaten tanınmadan farklı değil ki. Tanınmak siyasi bir mesele. Ona daha çok var. Ama bunlar acil’ diyor.
‘İyi de tanınma kelimesinden niye bu kadar çekiniyoruz?’ diye tekrarlıyorum.
‘Çok basit. Tanınma teker teker olacak. Şimdi bazı temaslara başlarsak kokusu çıkar ve KKTC’yi tanımak isteyen, tanıması muhtemel ülkelere baskı başlar. Kimbilir belki ABD, belki Rusya, belki AB ülkeleri baskı yaparlar ve tanınmayı engellerler. İş o noktaya gelmemeli’ diye diplomatik bir tarzda anlatıyor.
Öyle görünüyor ki, ‘siyasi’ tanınma peşine düşülmeyecek. Şu an için asıl önemli olan, hayat damarlarını açacak olan ‘ekonomik’ tanınma.
Sonrası zaten kolay.
Ciner, Beşiktaş’a başkan olmaz
SABAH Gazetesi’nin kiracısı Beşiktaşlı Turgay Ciner, Sabah’ın spor sayfalarında Beşiktaş’la ilgili fikirlerini anlatınca, Ciner’in Beşiktaş Başkanlığı’na soyunacağına dair dedikodular dolaşmaya başladı.
Bu konuyu bir yıl kadar önce Turgay Ciner’le konuşmuştum.
Turgay Ciner’in evinde yemekteydik.
Ben koyu Galatasaraylı, o bir o kadar Beşiktaşlı olunca konumuz futboldu.
‘Neden Beşiktaş’a başkan olmayı düşünmüyorsun?’ diye sordum.
‘Olmamam lazım da ondan düşünmüyorum’ dedi.
Oysa Beşiktaş’a çok yardım ettiğini, sorunlarında hep yardımcı olduğunu biliyordum.
‘Zaten içindesin. Ne fark eder?’ dedim.
‘Olmaz. Bu dönemde devletle çok işim var. Özelleştirme ihalelerine giriyorum, gazete var. Ankara ile çok işim var. Şimdi Beşiktaş Başkanlığı’na soyunsam, herkes ‘Devlette iş takibi için başkan oldu’ diyecek. Boşu boşuna ben de, Beşiktaş da yıpranacağız. Ben zaten Beşiktaş’ın emrindeyim. Başkan olmama gerek yok’ dedi.
Bugün de bu durum değişmiş değil.
Turgay Ciner’in hálá Ankara ile çok işi var.
Eğer bana söylediği ilkeli tavrını değiştirmediyse Ciner’in Beşiktaş’a başkan olma ihtimali sıfır.
Diğer adayların haberi olsun.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Soruyu anlamadan verdiğimiz yanıtın doğru olma ihtimalinin çok düşük olduğunu, üniversite sınavına hazırlanan öğrenciler değil, herkes idrak ettiği zaman.
Yazının Devamını Oku 28 Nisan 2004
<B>ALLAH’tan </B>Kıbrıs Türk halkı <B>Rauf Denktaş </B>ve başdanışmanı <B>Mümtaz Soysal’</B>ı dinlemedi de, referandumda Türk tarafından <B>‘Evet’ </B>çıktı. Bakın 30 yıllık bir durum nasıl hızla değişti ve değişiyor.
Uzlaşmaz Türkler bir anda birleşme yanlısı, yıllardır Türkiye’yi Kıbrıs’ı bölmekle suçlayan Rumlar ‘bölücü’ oldular.
Türkiye’ye karşı sert ve kırıcı tavrıyla bilinen Verheugen bile birdenbire Türk dostu oldu.
Rumlara karşı çok sert tepkiler veriyor.
Öyle ki, AB’nin KKTC’de temsilcilik açacağı açıklandı.
Uçuş yasağının kalkması an meselesi.
Ekonomik ambargo beklenenden daha kısa süre içinde kalkabilir.
Bu şu demek; KKTC artık ayakları üzerinde durabilecek.
Kıbrıs’a Antalya’ya gelenin dörtte biri kadar turist gelse, 180 binlik KKTC bir anda ekonomik olarak uçar.
KKTC’nin makus talihindeki böylesine bir U dönüşünün tek nedeni ise hükümetin ocak ayından beri başlattığı atak ve bu atağın referandumda Türk tarafından çıkan evetle noktalanması.
Bunu aptallar bile görüp anlayabiliyor.
Ama Rauf Denktaş ve Mümtaz Soysal pişkinlik rekoru kırarcasına hálá ‘kendi zaferlerinden’ söz ediyor ve ‘Biz haklı çıktık. Biz kazandık’ diyorlar.
Oysa eğer Kıbrıs Türk halkı Denktaş ve Soysal’ın sözlerine kanıp ‘Hayır’ deseydi bugün bu gelişmelerin hiçbiri olmayacaktı.
Çözüme karşı olan taraf olarak kalacaktık. Güney Kıbrıs tek başına Avrupa’ya girerken, Kuzey Kıbrıs da yalnızlığını sürdürecek ve daha kötüye gidecekti.
Sonunda da Rum tarafının ekonomik üstünlüğüne boyun eğerek tarih sahnesinden kendiliğinden silinecekti.
Oysa şimdi bir taşla birkaç kuş vuruldu.
Rumlar AB’ye kolu kanadı kırık bir biçimde girdiler. Dışişleri’ne göre bundan böyle Rumların Türkiye’nin üyeliğine yönelik karşı tavır almalarının bile bir önemi kalmayacak.
Yunanistan, Kıbrıslı Rumların arkasında eskiden durduğu gibi duramayacak ve KKTC giderek gerçek bir devlet haline gelecek.
Kıbrıs Türklerine hep birlikte müteşekkir olmalıyız.
Köhnemişliği değil, aklı üstün kıldıkları için.
Marmara’ya sintine basmak serbest
HAFTA sonunda küçük bir pırpır uçakla Marmara Denizi üzerinde uçuyoruz. Pırıl pırıl denizin üzerinde millerce uzunluğunda çizgiler var. Kimi kapkara yağ renginde, kimi kıpkırmızı kan renginde.
‘Bu izler ne böyle’ diyorum.
Yanımdaki Yusuf Hoca ilerdeki bir gemiyi işaret ediyor. Kıpkırmızı iz uzaktaki bir gemiye kadar ulaşıyor gerçekten.
Bir tanker. Sintine suyunu boşalta boşalta gidiyor. Paslı, yağlı su denizin üzerinde kıpkırmızı bir iz bırakarak ilerliyor.
Yusuf Hoca ‘İçimiz kan ağlıyor. Her gün böyle’ diyor.
Bu yapılan aslında büyük suç. Çok da büyük cezası var.
Ama cezayı kesebilmek için denetlemek lazım. Ne yazık ki, sağlıklı bir denetim yok. Şansa, denk gelirse yakalanıyorlar. Aksi takdirde Marmara’yı katledip geçip gidiyorlar. Peki bunu denetlemek çok mu zor? Katiyen değil. Her gün iki küçük uçak Marmara üzerinde gezip tespit yapacak ve aşağıya haber verecek. Sahil güvenlik veya kıyı emniyeti de bunları yakalayacak.
Zaten böyle bir önlem alındığını bilse, hiçbir gemi böyle bir şey yapmaya cesaret edemeyecek.
Fakat böyle bir denetim olmadığı, bunların yakalanması bir sahil güvenlik teknesiyle burun buruna gelmesine bağlı olduğu için Marmara leş.
Bölünmenin çaresi hizmet götürmek
HAKKARİ’de 6 hasta dializ makinesini kullanacak doktor bulunmadığı için ölünce bir yazı yazdım.
Güneydoğu ve Doğu’daki görev yerlerine gitmeyi reddeden doktorları ‘bölücülükle’ suçladım. Çünkü bana göre kafalarında ülkeyi bölmüş ve bu bölgeleri ülkenin parçası olarak görmez olmuşlardı. Doktorlardan müthiş bir tepki geldi. Sanırsınız ki, ben bütün doktorlara ‘bölücü’ demişim. Oysa ben Doğu ve Güneydoğu’ya atandığı halde görev yerine gitmeyenlere çatıyor, bir soruna dikkat çekmeye çalışıyordum. Bana gelen tepkilerin bir bölümü Türk Tabipler Birliği Başkanı Sevgili Füsun Sayek’e de gitmiş.
Elinden TTB’nin bana verdiği ödülü aldığım Sayek’e. Aradı. Konuştuk.
‘Biraz ağır olmuş’ dedi.
‘Evet. Ağır oldu’ dedim.
‘Sorun doktorların göreve gitmemesi değil. Çok daha komplike bir durum var’ dedi ve bilgi verdi.
Ben de bu bilgileri derli toplu bir öneri olarak bana aktarmasını ve bu sorunun çözümü için birlikte ‘savaşmayı’ önerdim.
Aktaracak ve meselenin üzerine birlikte gideceğiz...
Çünkü Sayek de, ben de biliyoruz ki, bir ülkenin bir bölümüne hizmet götürmezseniz, ülkeyi ister istemez bölersiniz.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Dedikodudan en büyük zararı dedikoduyu yapanın gördüğünü anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 27 Nisan 2004
<B>KIBRIS’</B>ta ortaya çıkan sonuç, Kıbrıs Türkleri açısından <B>‘ideal sonuç’</B> değil. Ancak gelecekleri açısından daha umut verici bir tabloyu ortaya çıkardığı da bir gerçek. Statüko bozuldu. Dinamik bir süreç başladı. KKTC’nin buradan zararlı çıkması mümkün değil. Bu oyunun asıl galibi ise ‘Anavatan’ oldu. İşgalci imajından kurtuldu, çözümsüzlüğün nedeni olarak gösterilmekten uzaklaştı ve bütün bunlar olurken Kıbrıs’taki fiili durumu değişmedi.
KKTC’ye yönelik ambargonun hızla kalkması, peş peşe tanınmaların başlayacağı bir süreci kimse hayal etmesin.
Ama işler KKTC’nin lehine gelişecek. O kesin. Rum tarafı ise AB üyeliğiyle birlikte Kuzey’de bir çözülme beklentisine girecek ama artık zor. Çünkü Rumların, Türklere bakış açısı artık ortaya çıktı.
Başbakan Erdoğan’ın dediği gibi, ‘win-win’ yani ‘kazan-kazan’ oldu ama kazanan iki taraf KKTC ve TC oldular.
Şimdi bu iyimser tabloyu pekiştirmek gerekiyor.
Bunu yapmanın en kestirme yolu ise Kıbrıs’ta asker sayısında indirime gitmek. Rum yaklaşımının ortaya çıktığı bugünlerde Türkiye’nin adadaki Türk halkını Avrupa Birliği’nin ‘namusuna ve hukukuna’ emanet edecek bir adım atması ve adadaki Türk askeri sayısını azaltacak girişimde bulunması müthiş bir diplomatik hamle olacaktır. Bu fikrimi önceki akşam Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’e söyledim.
‘Dikkatle düşünülmesi gereken bir konu’ yorumunu yaptı. Ancak ‘İhtimal dışıdır’ demedi.
Hükümet bu konuyu Genelkurmay’la birlikte ele almalı ve Kıbrıs’ta bulundurulan askeri birliklerin bir bölümünü geri çekmeli. Bunun yaratacağı olumlu hava, Annan Planı ile ortaya çıkan havayı öylesine destekler ki, biz bile şaşırabiliriz.
Genelkurmay Başkanı eşbaşbakan değil bunu hazmedin artık
GENELKURMAY Başkanı Hilmi Özkök’ün basın açıklamasından sonra bir yazı yazarak konuşmayı övmüş, Orgeneral Özkök’ün konuşmasının demokrasi dersi niteliğinde olduğunu söylemiştim.
Bu yazıdan sonra karşılaştığım bir dostum, ‘Fatih saçmalamışsın. Genelkurmay Başkanı hiçbir şey söylemedi. Hiçbir şey söylenmeyen bir konuşmayı nasıl demokratik bulduğunu doğrusu çok merak ettim’ dedi. Benim demokratik bulduğum da tam buydu işte. Genelkurmay Başkanı’nın kendi konusu dışında hiçbir şey söylememesi. Dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde genelkurmay başkanları, basını toplayıp ülkenin sorunları, uluslararası ilişkileri, hükümetin aldığı veya alacağı kararlar hakkında ahkám kesmezler.
Bunlarla ilgili eleştiri veya övgüde bulunmazlar.
Onlar kendi işlerini yapar, söyleyeceklerini devletin ilgili yerlerinde söylerler.
Genelkurmay başkanları, ülkenin ‘eşbaşbakanları’ değildir.
Türkiye’nin yakın dönemde gördüğü en muhteşem genelkurmay başkanlarından biri olarak tarihe geçecek Hilmi Özkök de aynen böyle yaptığı için ben onu alkışladım.
Bazılarının ‘karanlık beklentilerini’ karşılamadığı için beğendim.
Bazıları da, sırf bu nedenle beğenmediler.
Biliyorum...
Beşiktaş Bilgili’yi çok arar
BJK Başkanı Serdar Bilgili’yi pek çok kez övdüm bu sütunda. Yine öveceğim.
Bazı ‘serseriler’ farkında değil ama Beşiktaş’ı müthiş bir organizasyon haline getiren kişi Serdar Bilgili’dir.
Kavruk bir kulübü alıp marka yapma konusunda önemli adımlar atmış, Beşiktaş’ı Batılı bir kulüp organizasyonuna kavuşturmuş bir başkandır. Çağdaş futbol kulübü yöneticiliğinden bihaber bazı ‘zavalllılar’, Bilgili’yi anlayamadıkları için üç beş kötü sonuçla üstüne saldırdılar.
Biraz da basının gazına geldiler belki.
Oysa bu spor basınının daha birkaç ay önce Beşiktaş’ı yeni Avrupa kralı, yeni efsane olarak gösterdiklerini unuttular.
Lucescu’yu kral ilan ettiklerini hatırlamadılar. Ve zor günde takıma ve yönetime saldırdılar. Galatasaray ve Fenerbahçe’nin borç batağında olduğu bir dönemde borçsuz bir kulüp yaratan yönetime...
Bilgili de her onurlu insan gibi istifasını verdi. Yönetirken de örnekti, giderken de. Beşiktaş, Serdar ve ekibini çok arayacak.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Kara, akı karalamadığı zaman.
Yazının Devamını Oku 26 Nisan 2004
<B>BUGÜN </B>yazacağım konular arasında yoktu ama Akçaabat Sebatspor ile Rizespor arasında oynanan maçta meydana gelen olaylar Hürriyet’in spor sayfalarında yeterince <B>‘net’</B> bir biçimde verilmeyince, Hürriyet okuyanlar <B>‘olanlardan’</B> bihaber kalsınlar istemedim. Galatasaray’ı, Fenerbahçe’yi defalarca dize getirmiş Rizespor, kendi sahasında Sebatspor’a yenildi.
Maçın başında atılan bir golden sonra iki takım ‘Al gülüm ver gülüm’ futbolu oynamışlar.
İlk yarının sonunda çileden çıkan Rizespor Teknik Direktörü Yılmaz Vural kendi oyuncularına şike yaptıkları için küfür etmeye başlamış.
Vural soyunma odasında da oyuncularına tepki gösterince iki futbolcusu hocalarının üzerine yürümüş.
İkinci yarı güçlükle sahaya çıkarılan Vural, maç sonunda şike imalarında bulunarak istifa etmiş.
Bence de bu maçta şike var. Ama para pul şikesi değil, hatır şikesi. Futbol sahalarında çokça olan bir ‘şike’ türü.
Sadece Türkiye’de değil, her yerde olanlardan.
Rizespor’un Akçaabat’ın ligde kalmasını istemek için pek çok nedeni var. Yarı hemşeri sayılırlar. Akçaabat, Rize için deplasman değil. Hemen dibi. Yanımdaki düşeceğine, uzağımdaki düşsün diye düşünebilirler.
Geçmişte, üç büyükler bile iddiasız oldukları zamanlarda Sarıyer’e, Bakırköy’e, Zeytinburnu’na böyle ‘yumuşak’ davranmadılar mı?
Birkaç yıl öncesine dönün. Galatasaray, Şampiyonlar Ligi’nde bir üst tura çıkma mücadelesinde bir Avusturya takımı ile oynuyor.
Durum berabere. Ve bu sonuçla her iki takım bir üst tura çıkıyor. Son on dakika oynanan futbolu hatırlıyor musunuz? Sahada ayağında top sektiren futbolcular, top çevirirken hiç baskıya maruz kalmayan ama rakip yarı sahaya geçmeyen oyuncular.
Endüstriyel futbol böyle. Sadece çıkıp kazanmak, sadece sportmenlik değil.
Galatasaray’ın Trabzon’un şampiyonluğunu istemesi de aynen böyle endüstriyel futbolun bir sonucu. Altyapısını gayet iyi oturtmuş, tek eksiği şampiyonluk olan en büyük rakibin şampiyon olacağına, rakibin olmayan birisi şampiyon olsun.Bunu istemek şike mi? Bence hayır.
Bu strateji.
Çünkü futbolda dönen para yüz milyonlarca dolar.
Her biri birer dev şirket.
Şirketleri ileri götüren ise stratejik kararlar.
Peki bu spor mu?
Hayır değil. Peki futbol spor mu?
Ne yazık ki, artık değil.
Türkiye’deki bitikler Denktaş’ı da bitirdiler
KIBRIS’ta Türk tarafı ‘evet’ dedi. Denktaş, onun Türkiye’deki destekçileri, AB karşıtları hep birlikte kaybettiler.
Yalanları bile onları kurtarmadı.
Denktaş önce Rumların plana evet diyeceğini, Türkleri kandırmak için hayır diyecekmiş gibi yaptıklarını iddia etti.
Kimse yemedi.
Annan Planı’nın kapağını görmeyenler 250 sayfalık plana 9000 sayfa dediler.
‘Evet’ demek isteyenleri vatan hainliğiyle suçladılar.
Korku romanları yazdılar ama olmadı.
Kıbrıslı Türk ‘Evet’ dedi. Rum ise ‘Hayır’.
Denktaş’ın Türkiye’deki destekçilerinin işi çoktan bitik.
Denktaş’a sarılarak son bir çıkış yapmak, ondan güç alıp dikilmek istediler.
Tam aksine Denktaş’ı da batırdılar..
Şimdi Denktaş’ın yapması gereken tek şey istifa etmek.
Çünkü onun kampanyasına rağmen halkının yüzde 65’i ‘Evet’ dedi.
Bu Kıbrıs Türkü’nün Denktaş’a inanmadığının, güvenmediğinin göstergesi.
Denktaş ‘tarafsız’ kalsa, sussa, bugün koltuğunda oturmaya devam edebilirdi.
Ama o konuştu. Hem de çok sert konuştu.
Çünkü Türkiye’deki ‘azgın bir azınlık’ Denktaş’a gaz verdi.
Denktaş’ı kullanarak Türkiye’deki dengeleri değiştirmek, Kıbrıs üzerinden anavatanı sallamak istediler.
Denktaş da bu gaza geldi, bu dolmuşa bindi. Plana evet diyenleri hainlikle, aptallıkla, aymazlıkla suçladı.
Bütün bunlardan sonra orada oturup hiçbir şey olmamış gibi davranamaz..
Çünkü haysiyetli insanlar, kendilerine güvenmeyen insanlara önderlik etmeye kalkışmazlar.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Aşırı sevginin karşılığı saygısızlık olmadığı zaman.
Yazının Devamını Oku 24 Nisan 2004
<B>BEN </B>Sabah Gazetesi’nin devlete olan borçlarını yazdığım zaman Sabah’ta çalışan meslektaşlarım, bu grupta çalışanların durumundan dem vuruyorlar. Haklılar... Sabah’ta çalışan meslektaşlarımızın durumu hepimizi ilgilendiriyor ama Etibank’ı batırarak, Sabah’ın da batmasına neden olan Dinç Bilgin’in mağdur ettiği yaklaşık 38 bin kişi ne olacak?
Öyle ya, Dinç Bilgin’in şahsi borçları için Sabah ve gruptaki diğer şirketleri ‘kefil’ göstermesi nedeniyle Sabah’ın hisselerine el konunca, halka açık Medya Holding, Sabah Pazarlama ve Sabah Yayıncılık’ın küçük ortakları durumundaki 38 bin 189 hissedarın bütün hakları da gasp edilmiş oldu.
Bu 38 bin kişi, bu şirketleri ‘sözde’ denetleyen SPK’ya güvendiler, bu üç şirketin hisselerini aldılar ve mağdur edildiler.
Bu 38 bin kişinin haklarını ne düşünen var, ne arayan.
Bu durum sadece Sabah Grubu’nun küçük ortaklarına has değil.
El koyulan bankalar nedeniyle, pek çok küçük yatırımcı mağdur edildi, ancak Sabah’ın özel bir durumu var.
Akıllı yatırımcı Turgay Ciner, Sabah Gazetesi’ni ve ATV’yi ‘ölü eşek’ fiyatına kiralarken bu grubun bazı yükümlülüklerini de üstlenmişti.
Ciner, bu şirketlerin küçük ortaklarına ‘çağrı’ yapmak zorundaydı.
Ciner bu çağrı yapma yükümlülüğünü yerine getirmedi.
SPK da şikáyet üzerine bu durumu değerlendirdi ve Turgay Ciner ile ortaklarına 38 milyar liralık komik bir para cezası uyguladı.
Ceza komikti, ama hiç değilse çağrı yapma yükümlülüğünü ortadan kaldırmıyordu.
Aralık ayının son haftalarında meydana gelen bu olaydan sonra herkes, Turgay Ciner’in Sabah’ın küçük ortaklarına çağrı yapmasını bekledi.
Fakat bu gerçekleşmedi.
Duruma el koyması gereken SPK ise olayı görmezden gelmeye devam etti.
Aynen İmar Bankası’nın yetkisiz Hazine Bonosu satmasını seyrettiği gibi bunu da seyretmekle yetindi.
Aradan geçen 4 ay boyunca ne Ciner yükümlülüklerini yerine getirdi, ne SPK görevini yaptı.
Bu yazıyı okuyunca SPK Başkanı Doğan Cansızlar yine yerinden zıplayacak ve yine bir cevap yollayacak.
Fakat emin olun ki, değişen hiçbir şey olmayacak.
Küçük yatırımcının canı yanmaya devam edecek.
Moskova hayır derse AKEL evet demez
KIBRIS Rum Kesimi, bugün kuvvetle muhtemel ‘Hayır’ diyecek.
Annan Planı’nı istemiyorlar.
Çünkü bu plan, şimdiye dek Türk tarafına bu kadar geniş haklar veren tek plan ve geçmişte Rauf Denktaş’ın masaya koyduğu şartları neredeyse yüzde 90 oranında karşılayan ilk plan.
Rum tarafı, Türklerle ‘bu kadar eşit’ olmak istemiyor.
AKEL’in durumu ise ilginç. Başta büyük bir coşkuyla destekledikleri plana, şimdi ‘Hayır’ diyeceklerini açıkladılar.
Herkes şaşırdı. ‘Yahu bunlar deli mi, düne kadar evet diyorlardı’ diye.
Oysa ortada şaşıracak hiçbir şey yok.
AKEL’in tavrının anahtarı Moskova’da.
AKEL yıllardır Moskova ile yakın bir bağlantı içinde. Komünist rejimin yıkılmış olması, AKEL’in Moskova ile bağlarını koparmaya yetmemiş.
Daha ötesi, Rusya’da bol miktar bulunan ‘kara’ veya ‘gri’ paranın en az 40 milyarlık bölümünün Rum Kesimi’nde yıkandığı biliniyor.
Bunun yanı sıra Rum Kesimi’nin, terörün desteklenmesiyle de ciddi bağları var.
Bütün bunlar üst üste koyulunca Rum Kesimi’nin ‘Hayır’ için ne kadar haklı olduğu ortaya çıkıyor. Bu durum Kıbrıs’ta 30 yıldır ilk kez Türkleri ve Türkiye’yi haklı duruma getiriyor.
Rumların ‘Hayır’ı, Türkiye için hayırlı olacak.
Millet parasıyla tazminat olmaz
GEÇEN gün avukatım aradı:
‘Fatih Bey, Turgay Şeren hakkında size hakaret ettiği için açtığımız davalardan biri daha sonuçlandı. Aldığımız 8.5 milyar lirayı hesabınıza yatırdık.’
Aslında vakayı adiye. Star yazarları, Cem Uzan’ın emriyle bana yıllardır hakaret ediyorlar, ben de yıllardır onların parasını alıyorum.
Sayelerinde epey hayır duası alıyorum.
Vakayı adiye ama bu kez üzüldüm.
Çünkü, Cem Uzan’ın emriyle bana edilen hakaretlerin cezasını şimdi millet ödüyor.
Çünkü artık Star Gazetesi, TMSF’nin.
Bu para, bizim ödediğimiz vergilerden çıkıyor. Bir anlamda bana sövüp, cezasını sizin benim paramla ödüyorlar.
Bu kabul edilemez bir durum.
TMSF Başkanı Sevgili Ahmet Ertürk. Lütfen bu duruma el koyun.
Cem Uzan’ın emriyle edilen küfürlerin parasını lütfen siz ödemeyin. Hakareti kim ettiyse, parasını da o ödesin.
Olmazsa gidip Cem Abisi’nden alsın.
Tabii alabilirse...
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Bizim çocuklarımızdan beklediklerimizi, ana babalarımızın da bizden beklediğini unutmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku