14 Mayıs 2004
<B>HOŞGÖRÜDEN,</B> farklı inançlara, farklı yaşam biçimlerine saygıdan söz ediyoruz. Başı örtülülerin haklarından, çarşaflıların haklarından söz ediliyor. Dini eğitim alanların haklarından söz ediliyor. Açıkçası iyi niyetle biz de bundan söz ediyoruz zaman zaman. Türkiye’nin yasaklar ülkesi değil, özgürlükler ülkesi olmasını istiyoruz.
Batılı standartlarda özgürlükler arzuluyoruz.
Ama galiba ‘alet’ oluyoruz.
Çünkü ‘bazılarının’ istediği gerçek anlamda özgür bir toplum değil.
Neden mi?
Dün Kanal D Haber’de Gaziantep Öğretmenevi’nden görüntüler yayınladık.
Üzerinde karnının yarım santimlik bölümünü açıkta bırakan bir bluz olduğu için bir öğretmen kızının içeri alınmadığı Gaziantep Öğretmenevi’nin görüntülerini. Dün o öğretmenevinin önünde içeri alınmayan genç kızın açıklama yaptığı dakikalarda son derece ilginç bir görüntü oluştu.
Bluzu göbeğinin 1 santimlik bölümünü gösterdiği için bir genç kızın içeri giremediği öğretmenevinden ‘kara çarşaflara’ bürünmüş bir kadının çıkışı kameralara takıldı.
Son derece sıradan giysili bir genç kız ‘kıyafet yönetmeliği’ gereği içeri giremezken, kara çarşaflı bir kadına aynı yönetmelik işlemiyordu.
Bu muydu özgürlük?
Bu muydu farklı inançlara, farklı yaşam biçimlerine saygı.
Yemezler. Yemeyiz.
Kimsenin özgürlüğü kendi standartlarını dayatmak, kendi yaşam biçimini egemen kılmak için istemeye hakkı yok.
Şimdi çıkıp kimse ‘münferit bir olaydır’ demesin. Eğer samimiyet var ise hemen gereği yapılsın. Zaten bu konularda sabıkalı olan Gaziantep Öğretmenevi’nin sorumluları hakkında soruşturma başlatılsın. Bu rezaletin sorumluları gereken cezalara çarptırılsın.
Aski takdirde ben ‘özgürlük’ falan istemiyorum.
Başkalarının özgürlüğüne inanmayanın özgür olma hakkı yok çünkü.
Genetik özürlü mısırlar geldi
BİR süre önce çeşitli firmaların gemilere mısırları yükleyip Türkiye’ye doğru doğru yola çıkardığını yazmıştım.
Birileri yine ‘haksız kazanç’ peşindeydi.
Gümrüklere inecek mallar anında Türkiye’ye girecekti.
Bu yazılarımdan sonra Maliye Bakanlığı’ndan ses seda çıkmadı. Mısırlar gelinceye kadar Fatih Altaylı meseleyi unutur zannettiler.
Unutmadım.
Ve mısırlar bu hafta geldi. Hem de yaklaşık 400 bin ton olarak.
Mısırların bir bölümü şu anda gümrüklerde ‘fiktif depolara’ indirildi. Merak eden gitsin baksın. Gebze’de, Derince’de, İzmir’de ve Mersin’de fiktif depolarda duruyorlar.
Mısırdaki gümrük vergisinin düşürülmesini bekliyorlar.
Diyecekseniz ki: ‘Bu ülke her yıl iki milyon tona yakın mısır ithal etmeye başladı. Ne var bunda?’
Şu var. Bu mısırlar genetik olarak oynanmış mısırlar. Genleri değişime uğratılmış tohumlarla Paraguay, Arjantin ve ABD’de üretilen bu mısırlar yakında sofralarımıza gelecek, çocuklarımıza mama, bize yağ olacak.
İşin kötüsü, bu mısırların genetik olarak sağlıklı olup olmadığını tespit edecek laboratuvarlar Türkiye’de yok. Greenpeace sayesinde Türkiye’de dikkatler genleriyle oynanmış soya fasulyelerine çevrilmişken, yağ alanında soyanın en büyük rakibi olan genetik defolu mısırlar Türkiye’ye giriyor.
Tarım Bakanlığı’nın ve Sağlık Bakanlığı’nın dikkatlerine.
İyi bürokratlar rahat bırakılmaz
GÜMRÜKLERDEN bahsederken aklıma geldi. Türkiye pırıl pırıl, namuslu bir bürokratını kaybediyor. Gümrük Müsteşarı Nevzat Saygılıoğlu görevden ayrılıyor. Daha önce devletin çeşitli kademelerinde çok önemli görevler yapan bu doğru düzgün bürokrat harcanıyor.
Hem de daha önce benzer bir süreç yaşamış bir bakan tarafından.
Saygılıoğlu o kadar bunaltıldı ki, üniversiteye geçerek öğretim üyesi olma kararı aldı.
Yakında profesörlüğünü de alarak üniversiteye geçecek.
Bence bürokrasi adına büyük kayıp.
Keşke ‘yukarlardan’ birisi rica etse de, bürokraside kalsa.
Beleş propagandadan faydalanacak mıyız?
MISIR, ülkede yaşanan ve 60’a yakın turistin öldürülmesiyle sonuçlanan olaydan sonra oluşan görüntüyü silebilmek için Mısır’la ilgili kitaplar yazdırdı, filmler çektirdi. Ciddi paralar harcayıp imajını toparlamaya çalıştı.
Bunu başardı da.
Türkiye ise hiçbir zaman böyle bir şey yapmadı. Batı’nın hayran olduğu ‘Yunan medeniyeti’nin aslında bir Anadolu medeniyeti olduğunu anlatamadı.
Şimdi Türkiye’nin yapmadığını bir PR çalışması kendi kendine yapıyor.
Homeros’un Truva Efsanesi müthiş bir prodüksiyon olarak sinemalara geliyor.
Çok merak ediyorum, acaba Turizm Bakanlığı bu filmin etkisinden faydalanmak için özel bir kampanya planlıyor mu?
Yoksa bu filmin ekmeğini de Yunanlı komşularımız mı yiyecek?
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Aklı olmayan gücün sadece kırıp dökmeye yaradığını unutmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 13 Mayıs 2004
<B>DÜŞÜNÜYORUM</B>, düşünüyorum bu olanlara bir anlam veremiyorum.<br><br>Ülke kritik bir süreçten geçiyor. Yıl sonunda hükümetin ve toplumun geniş kesimlerinin büyük önem verdiği tarihi AB kararı var.
Herkes buna kilitlenmiş.
Hükümet ulusal bir uzlaşma sağlamaya çalıştığını söylüyor.
AB’ye uyum için son derece kritik bir Anayasa paketi daha Meclis’ten geçiyor.
Askerler, askeri harcamaların Sayıştay denetimine alınmasına ses çıkarmıyorlar.
Ekonomide durum iyiye gitme işaretleri veriyor.
Ekonomik stabilite biraz daha korunsa, uzun süredir duran yatırımlar canlanacak, istihdamı artıracak bir hareketlenme olacak. 1,5 yıllık bir karşılıklı özverinin meyvelerinin toplanma zamanı yaklaşıyor.
AKP’ye kuşkuyla bakan çevreler bile hükümetin hakkını teslim etmeye başlamışlar.
Kıbrıs’ta riskli ama net bir politika son derece başarıyla tamamlanmış.
Başbakan başarılı bir Yunanistan gezisi yapıyor.
Ve bir anda her şey allak bullak oluyor.
Çünkü ‘zamansız’ bir girişimle YÖK Yasası Meclis’e sevk edilmek isteniyor.
Genelkurmay bir açıklama yapıyor, onu başka komutanlar izliyor.
Sadece onlar mı?
Bir de kötü niyetliler var. Tam siper araziye uymuş olan AB karşıtları, puslu hava tacirleri, rantçılar, spekülatörler ve tüm bu saydıklarımın tetikçileri devreye giriyorlar. Koro bağırmaya başlıyor.
Kopan gürültüye bakınca acaba Başbakan ne düşünüyor?
‘İyi yaptık’ diyebiliyor mu?
‘Tam zamanıydı’ diyebiliyor mu?
‘Bu iş Türkiye’nin en önemli önceliğiydi’ diyebiliyor mu?
Diyebiliyorsa bizim diyeceğimiz bir şey olamaz.
Ama diyemiyorsa şöyle bir çevresine bakmalı.
Bu gereksiz ve zamansız belayı başına kimin niçin açtığını görmeli.
Çünkü bu bela sadece AKP’nin başına değil, Türkiye’nin istikrarının başına geldi.
Hepimizin korunması uğruna uzun süredir uğraştığımız, türlü güçlüklere göğüs gerdiğimiz istikrarının.
Ekonomiyi sallayan FED değil
BAŞBAKAN’a ekonomi konusunda akıl verenlerin bazıları Başbakan’ın yanında farklı, uzağında farklı konuşuyorlar.
Son bir haftadır bozulan ekonomik göstergelerle ilgili olarak da durum böyle.
Başbakan’a verdikleri brifinglerde olsun, kamuoyu önünde yaptıkları açıklamalarda olsun, ekonomide aniden bozulan dengeleri ABD Merkez Bankası’na bağlıyorlar.
Doğrudur ama bunun etkisi bu kadar büyük olamaz. Dün öğle yemeğinde Türkiye’nin önemli bir sivil toplum örgütünün saygıdeğer başkanıyla beraberdik.
Üstelik sözünü ettiğim bu kişiyle ilgili kanaatimi Başbakan’ın da paylaştığını biliyorum.
Bir ara masamıza uğrayan Taha Akyol, ‘Bu olanlarda dış etkenlerin payı ne kadar, içerdeki gelişmelerin payı ne kadar?’ diye sordu.
Ben ‘Yüzde 50’si dış etkendir, yüzde 50’si iç’ dedim. Misafirim, ‘Fatih iyimser. Ben yüzde 70 iç, yüzde 30 dış etken görüyorum’ dedi.
Dün de yazdım. Kimse kendini kandırmasın, başkalarını da kandırmaya kalkmasın.
Ekonomik göstergeleri Amerikan Merkez Bankası Başkanı değil, kendimiz salladık.
Askerliği sahte dememiş miydik?
HÜRRİYET ’in sürmanşeti beni güldürdü dün. Cem Uzan’ın ‘Bedelli askerlik’ oyunu yalan çıkmış.
1983 ile 1986 yılları arasında Suudi Arabistan’da çalıştığını söyleyen Cem Uzan Bedelli Askerlik Yasası’ndan faydalanmıştı.
Ben de bundan yaklaşık 3 yıl önce Cem Uzan ve kardeşi Hakan Uzan’ın bedelli askerlik yaptıklarını ancak bunun mümkün olmadığını yazmış ve bunun incelenmesini istemiştim.
Bu yazımdan dolayı da Uzan biraderler beni mahkemeye vermişlerdi.
Benim 3 yıl önce yazdığım bir olay bugün gündeme geliyor.
ASAL, Cem Uzan’dan savunma istiyor.
Bütün bunlar da beni üzüyor.
Neden mi?
Çünkü Türkiye’de basın görevini yapıyor.
Uyarıyor, gösteriyor.
Ama sonuç yıllar sonra geliyor.
Çünkü bizim uyarılarımız dikkate alınmıyor, alınamıyor.
Bizim yazdığımız gerçeklerin ortaya çıkması için ya ‘satılmış’ siyasi kadroların değişmesi, ‘satılmış’ bürokratların görevden ayrılması veya emekli olması gerekiyor.
Tezgáhları kuran suç ortakları yerli yerinde olduğu müddetçe biz ne yazsak boş.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Öfkeyle kalkmanın zararla oturmakla sonuçlandığını unutmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 12 Mayıs 2004
<B>YENİ </B>YÖK Yasa Tasarısı gereğinden fazla <B>‘büyüdü’</B>. Geçen hafta sonunda bu yasa tasarısının <B>‘izleyeceği yolu’</B> anlatmıştım. Bir kez daha özetleyeyim. Genel Başkan Tayyip Erdoğan, tabanın ve partinin ‘çekirdeğinden’ gelen baskılar sonucu bu yasayı gündeme getirmek zorundaydı.
Çünkü parti içindeki ‘bazı’ güçler AKP’nin Erdoğan’sız marjinal bir parti olacağını hálá fark etmemiş olacaklar ki, Erdoğan’ı sıkıştırıyorlardı.
Üstelik YÖK’le ilgili düzenleme partinin seçim vaatleri arasında da yer alıyordu.
YÖK Yasası Meclis’ten geçirilecek ancak Çankaya engeline takılacaktı.
Parti vazifesini yapmış, Cumhurbaşkanı da toplumsal uzlaşma olmadan çıkan bir yasayı veto ederek durdurmuş olacaktı.
Konu da orada ‘şimdilik’ kaydıyla da olsa uzun bir süre için kapanacaktı.
Türkiye’de sistemin işleyişine uygun bir prosedür sonucunda şiş de, kebap da yanmayacaktı.
Gerilime, gerginliğe, strese gerek yoktu.
Bunu açık açık yazdım.
Ancak Türkiye’de ne yazık ki, gerilim politikasından medet umanlar, Türkiye’de ‘uzlaşma’ kültürünü istemeyenler var.
Bunlar AKP’de var, AKP karşıtlarında da...
Bu tasarı birderbire bir Türk tipi siyasi inatlaşma havasına sokuldu.
Kılıçlar çekildi, saflar belirlendi.
Bir taraf AKP’yi köşeye sıkıştırıp tırnaklarını dışarı çıkarmak zorunda bıraktı, diğer taraf da rektörleri aynı konuma getirdi.
Genelkurmay’ın açıklamasından sonra AKP’nin yasayı çekmesi mümkün müydü sizce?
Bence değildi. Zaten Genelkurmay’ı bu açıklamayı yapmak zorunda bırakanların amacı da buydu. AKP’nin geri adım yolunu tıkamak. Türkiye’de demokrasinin nasıl işlemediğini göstermek. Ne yazık ki, başarılı da oldular. Bu konu Türkiye’ye daha fazla zarar vermeden hallolmalı.
Tasarı Meclis’e inmeli.
Meclis’in vereceği karara göre de macera Köşk’te sonuçlanmalı.
Kuyuya atılan taş aklımızı daha fazla karıştırmadan.
Siyasi krizden ekonomik ders
BAZEN meselelere pozitif taraftan bakmak lazım. Bir süredir ülkede ciddi bir gerilime neden olan YÖK Yasa Tasarısı’na da ben böyle bir bakış açısı geliştirdim.
Bu yasa tasarısı ortaya atıldığından ve özellikle de Genelkurmay Başkanlığı’nın tepkisinden sonra Türkiye’de ekonomik dengelerde bir sarsıntı yaşandı.
Faizler 10 puandan fazla arttı, dolar yaklaşık 150 bin liralık bir yükseliş gösterdi.
Üstelik bunlar ilk işaretler.
Her şey daha da kötüye gidebilir. Bu durum ekonomi yönetimindeki ‘olası’ şımarıklığa iyi bir ilaç oldu.
Bir anlamda koruyucu hekimlik vazifesi yaptı.
Bir süreden beri ‘fazla’ iyi giden göstergelere kanarak Türkiye’nin artık ekonomik stabilite kazandığını ve siyasi krizlerden etkilenmeyeceğini düşünmeye başlayanlar bu gelişmelerle birlikte iyi bir ‘ders’ aldılar. O ders neymiş?
Ekonomimiz hálá çok kırılganmış. Neymiş?
Siyasi krizden medet umanlar, ekonominin bunu kaldırmayacağını bilmelilermiş.
Bunu şimdilik ucuza öğrendik.
10 puanlık faiz, 150 bin liralık kur artışı önemli değil.
Ama bilinmeli ki, bunlar kat kat fazla da olabilir.
Havuz değil paylaşım yanlış
BU kadar fazla kötü niyetli insanın bir araya geldiği bir yerde hayırlı işler olmaz.
Dün bir yazı yazdım ve havuz sisteminin paylaşımında Galatasaray ile Fenerbahçe’nin haksızlığa uğradığını belirttim.
Bazı münafıklar bunun Doğan Grubu’nun naklen yayın ihalesine girmesiyle bağdaştırdılar.
Bunlara ‘zekasız’ demek mümkün değil. Bunlar ‘beyinsiz’.
Ben ihale olmasın ya da şu kadara olsun demiyorum ki.
Ben paylaşımla ilgili bir şey söylüyorum.
Bunu da yeni değil yıllardır söylüyorum.
Galatasaray’da yönetici olduğum günün ertesi Digitürk Genel Müdürü’yle buluşup bu durumdan duyduğum rahatsızlığı ilettim. Yönetimde, hep bundan yakındım.
Bunu Fenerbahçeli dostlarımızla da paylaştık.
Bu iki takım Türk futbolunun yüzde 80’i ise gelirdeki payları da buna orantılı olmalı.
Üstelik bu iki takım gelirlerinin büyük bölümünü Anadolu takımlarına ‘bonservis bedeli’ olarak zaten aktarırken, bir de baştan ‘haksızlığa’ uğramalarının mantığı yok.
Bu iki takım bu değerde değil diyenler varsa denemesi bedava.
Galatasaray ve Fenerbahçe’siz bir havuzu ihaleye çıkarsınlar.
Bakalım kim kaç para verecek!
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Herkes kendini çoğunluk zannetmediği zaman.
Yazının Devamını Oku 11 Mayıs 2004
<B>PERŞEMBE </B>günü yurtdışına gitmek için Atatürk Havalimanı dış hatlar terminalindeyim. <br><br>THY bankosu önünde yüzlerce metrelik bir kuyruk. Koskoca havalimanında yüzlerce banko var. Ama THY’nin açık olan banko sayısı 6. Kuyruk müthiş.
Kuyruğa girdik bekliyoruz.
O sırada kalabalığın arasında bırakılmış bir valiz dikkatimi çekiyor.
Kuyruk ilerliyor, valiz duruyor.
Merak ya, gidip bakıyorum.
Valizin üzarinde İran’da bir adres var. Ortalıkta da sahibi yok.
Oradaki bir görevliye haber veriyorum. Görevli kız telsizle anons yapıyor ve polis çağırıyor.
20 dakika geçiyor, ne gelen var ne giden. Valiz terminalin en kalabalık noktasında öylece duruyor.
Otoriter bir tavırla ortalığa çekidüzen veren bir başkasını görüyorum. Ona gidip durumu anlatıyorum.
‘Biliyorum. Polise haber verildi gelecekler’ diyor.
Bir 20 dakika daha geçiyor. Yine gelen yok. O arada ben biniş kartımı alıp bavul civarından uzaklaşıyorum.
Bilmiyorum benden sonra polis geldi mi, bavula bakıldı mı?
Bildiğim bir şey var şansa yaşıyoruz. Havalimanının kapısında göstermelik bir güvenlik var.
Ama içerde kim kime dum duma.
İstanbul’da büyük bir terör eylemi olmuyorsa tek nedeni teröristlerin ‘isteksizliği’, yoksa bu kafayla İstanbul’u korumak imkansız.
Bunu doğrulayan örneklerden bu yıl 4 tane yaşamadık mı zaten.
GS ve FB’nin hakkı yeniyor
FENERBAHÇE Başkanı Aziz Yıldırım’ın bir demecini okudum.
Havuz sisteminden şikayet ediyordu. Bu sistemde Fenerbahçe’nin hakkının yendiğini, buna razı gelemeyeceklerini söylüyordu.
Aziz Yıldırım haklı.
Federasyon tarafından uygulanan havuz sistemi, iki kulübün haklarını ‘gasp’ ediyor.
Bu iki kulüp Galatasaray ve Fenerbahçe.
Bugün Digitürk’ün elindeki veriler de, diğer araştırmalar da gösteriyor ki, Türk futbolunun yüzde 80’i Galatasaray ve Fenerbahçe. Bu toplamın parçalarını konuşarak asıl konudan sapmak istemiyorum. Ancak iki kulübün birbirlerine çok yakın bir değer sağladıklarını söylemek yanlış olmaz.
Bu iki kulübün her biri Türk futbolunun yüzde 40’ı, toplamları yüzde 80 demek en iyisi.
Bu iki kulübü yüzde 12’lik bir değerle Beşiktaş takip ediyor.
Gerisi ise yüzde 8. Ancak ne yazık ki, havuzdaki paylaşım bu değil. Bu iki büyük kulübün getirisi federasyon tarafından diğer kulüplere de pay ediliyor.
Hal böyle olunca Galatasaray ve Fenerbahçe televizyon gelirlerinden yeterli payı alamadıkları için, kaynak sıkıntısı çekiyorlar.
Bugün Galatasaray’ın 70 milyon dolara yaklaşan banka borcu var.
Fenerbahçe’nin de hemen hemen yakın miktarda borcu olduğunu Saadettin Saran’dan öğrenmiştim.
Açıkçası Fenerbahçe Başkanı haklı. Havuz gelirinin en az yarısı bu iki kulübün hakkı.
Kimse unutmasın ki, Galatasaray ve Fenerbahçe nerede oynuyorsa Türkiye’nin 1. ligi orasıdır.
Ezeli rakibe ders
GALATASARAY ezeli rakibini şampiyon yaptı. Bütün dedikodulara rağmen gitti, Trabzon’da sezonun en iyi futbolunu oynadı ve kazandı.
‘Ateşli’ Trabzon seyircisi ise hiçbir negatif katkıda bulunmadı.
Ne olay çıktı, ne bir gerilim yaşandı.
Demek ki, sahada adam gibi futbol oynandığı zaman Trabzonlular konuklara pek de kötü davranmıyorlar.
Şimdi Galatasaray’ın Trabzon’a yatacağı dedikodusu yayan Fenerbahçeli dostlarımız herhalde utanç içindedirler.
Çünkü onlar şampiyonluktan uzak oldukları dönemlerde Galatasaray’ın rakiplerine hep ikramda bulundular.
Galatasaray ile Beşiktaş’ın şampiyonluk için çekiştiği yılların Fenerbahçe-Beşiktaş maç sonuçlarına şöyle bir bakarsanız ne demek istediğimi anlarsınız.
Ama Galatasaray böyle yapmadı.
Pek çok Galatasaraylı, Trabzonspor’u şampiyon olarak görmek istediği halde yapmadı.
Umarım bu ‘ezeli dost ve rakibimize’ ders olur.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Babalar Günü de,
Anneler Günü kadar coşkulu olduğu zaman.
Yazının Devamını Oku 7 Mayıs 2004
MESLEK liseleri konusu eğitimin temel taşlarından biri. Sadece eğitim değil, istihdam politikasının da bir uzantısı. Ama ne yazık ki, bu konuyu biz imam hatiplerin gölgesinde tartışıyoruz. Denizlili bir sanayiciden gelen mektup çok çarpıcı: ‘Efendim, ben yaklaşık 3000 kişiye doğrudan iş imkanı sağlayan bir grubun sahiplerindenim. Hiçbir partinin mensubu değilim. Biz bu memleketin çocuğuyuz. Sorumluluğumuzu biliyoruz. Çok çalışıyoruz. Ne yapacağız, araba, tank, grayder, makine üreteceği. Bunları da iyi eğitim görmüş ara kadro dediğimiz meslek liselerinden çıkmış tornacı, kaynakçı, elektrikçi arkadaşlarla yapacağız. Bugün üzülerek görüyoruz ki, meslek liseleri rezil haldedir. Çünkü kapasitesi olan çocuklar buralara gitmemektedir. Bizlere mühendislik kapasitesinde olan meslek lisesi mezunu arkadaşlar lazımdır. Fakat bu kapasitedeki arkadaşlar üniversite sınavındaki handikap nedeniyle düz liseye gitmekte, malum üniversite kapasitesi de ortada. Sonuç işsizler ordusu. Bu çocuklar meslek liselerinden kaçacağına özendirilselerdi ve mezun olunca dakikasında iş bulacak olsalardı hepimiz için daha iyi olmaz mıydı?Mevcut meslek liselerinin kapasitesi ve kalitesi tez zamanda arttırılmalıdır. Bu okullar yeniden cazip hale getirilmelidir.’Bu da bir başka bakış açısı. İmam hatip korkusuyla sistemi mahvediyoruz. En çok da geçen gün yapılan bir açıklamaya güldüm. Birisi diyor ki: ‘Bu yasayla imam valiler, emniyet müdürleri, büyükelçiler gelecek.’Bilmiyorlar ki, onlar zaten var. Bırakın onları imam hatip mezunu başbakan var. Ötesini konuşmaya ne hacet.AKP seçim vaadini yerine getiriyorAKP’nin YÖK ve imam hatip liseleri meselesine girmesi kimseyi şaşırtmasın. Er veya geç bu konuya el atacaklardı. Çünkü partinin seçim vaatleri arasında bu konu önemli bir yer tutuyordu. AKP’ye oy veren geniş kitlenin tamamında imam hatipler konusunda bir hassasiyet yoktu belki ama partinin ‘merkezinde’ bu önemseniyordu. Milletvekilleri arasında ‘muhafazakár’ olarak tanımlanan ve Irak’a asker tezkeresinden bu yana Genel Başkan ve Başbakan Erdoğan’a bir anlamda ‘diş gösteren’ bir grup için bu mesele çok önemliydi.Hem parti içinde, hem de tabanın çekirdeğinde Genel Merkez yönetimine karşı bir tepki oluşuyordu. Parti yönetimine ‘düzene boyun eğme’ suçlamaları yöneltiliyor, Erdoğan ve yakın çalışma arkadaşlarının geri adım attığı, partinin program ve söylemlerini ‘uyum’ uğruna unuttuğu ileri sürülüyordu. Merkezden Erdoğan’a yaklaşanlar kadar Erdoğan da merkezdekilere yaklaştığı için suçlanıyordu. Bunu yapanlar veya bunu yapanlara kapalı kapılar ardında destek verenler arasında hükümet üyeleri de vardı. Diğer meslek liseleriyle birlikte imam hatiplerin önünün açılmasıyla ilgili düzenleme ve YÖK’e yeni bir şekil verme yasası bu nedenle ‘şimdi’ gündeme getirildi. Bugüne kadar merkeze yaklaşan ve merkeze sıcak mesajlar veren Erdoğan, biraz da ‘içinden çıktığı’ gruba da göz kırpmak zorundaydı. Partinin geniş yelpazesi korunmalıydı. AKP şimdi toplumun geniş bir kesimini yakından ilgilendirmeyen ve birincil sorunu olmayan, başka bir kesiminin ise tepkisini çekecek bu değişiklikleri yapmak zorunda. Lamı cimi yok, bunu Meclis’ten geçirecekler..Böylelikle hem bir seçim sözü yerine getirilmiş olacak, hem de Erdoğan parti içinde kendisini eleştiren kesime sus payı verecek. Peki sonra ne olacak?Çok basit. Bu yasa Meclis’ten kavga gürültü geçecek. Sonra Çankaya’ya gidecek. Cumhurbaşkanı da haliyle bu yasayı veto edip geri gönderecek.Böylelikle AKP seçim vaadini yerine getirmek için elinden geleni yapmış olacak. Ancak AKP’nin girişimi Cumhurbaşkanı tarafından engellendiği için AKP bu konuda adım atmamakla suçlanamayacak.Sonra mı?Sonrası Allah kerim. Bu ülkede bir ay sonra gündemin ne olacağını bilen var mı? İmam hatipler kapatılmalıTÜRKİYE bu konuyu daha yüz yıl konuşur içinden çıkamaz. Çünkü güvensizlikle konuşuyoruz. Çünkü bir grup imam hatipten çıkan herkesin rejim düşmanı olduğunu düşünüyor, bir başka grupsa imam hatibe gitmeyenin imansız olduğunu. İki taraf da karşı tarafı anlamaya çalışmıyor. Yıllar önce genç bir delikanlı bana iş başvurusu yapmıştı. Pırıl pırıl bir genç. Her şey yerli yerinde. Ama imam hatip mezunu. Önyargı içimizde yer etmiş ya, karar veremedik. Sonunda ‘Alalım’ dedim. Başladı. Galiba 5 yıldır birlikte çalışıyoruz. Ne imamlığını gördük, ne hatipliğini. Atatürkçü, Cumhuriyet değerlerine sahip bir delikanlı. Dört dörtlük bir genç. Oysa o imam hatip mezunu cümlesine bakıp almayabilirdik ve büyük kayıp olurdu. Bu önyargı ne yazık ki çok egemen.İmam hatiplerden zannettiğimiz gibi bir monotip çıkmıyor. Ama oradan çıkana şüpheyle yaklaşılıyor. Biz böyle bakarken, kimileri de oradan çıkmayana farklı bir önyargıyla yaklaşıyor. Bunun çözümü imam hatipleri kaldırmak. Birkaç tanesini koruyup, İlahiyat Fakülteleri’ne sadece bu okulların mezunlarının girmesini sağlamak. Ve evladına din eğitimi vermek isteyenler için seçmeli din dersleri koymak. Emin olunuz ki, başka çözüm yok. NE ZAMAN ADAM OLURUZ?Birkaç gün yazmadığım için arkamdan türlü spekülasyonlar yapılmadığı zaman.
button
Yazının Devamını Oku 6 Mayıs 2004
<B>‘UTANA sıkıla yazdığım bir yazı oldu bu. Ama yazmak şart olmuştu. Okurlarım kusura bakmasınlar.’ İnsan zavallı olunca, her şeyi yapar. Şantajcı patronun emriyle yazı da yazar, iftira da atar.
Sabah’ta bir zavallı haftalardır çırpınıp duruyor.
Yalanın bini bir para. Sabah’tan bir muhabir beni arıyor ve iftiralarıyla ilgili sorular soruyor. Verdiğim yanıtlardan bir tanesi bile kullanılmıyor şantaj gazetesinde. Ama iftiralar sürüyor.
Bu aşağılık iftiralara yanıt vermeyi bile utanç verici buluyorum, ama vereceğim.
1997 yılında Kanal D’de otururken odama iki genç kız girdi. Yeni yapılacak bir siteden ev pazarlıyorlardı. Kanal D yöneticilerinden randevu almışlar. Bana da geldiler.
Daha ortada temel bile yok. Bir proje var. Anlattılar. Ben, Kanal D Program Müdürü Oğuz Koloğlu ve MED Yapım’ın patronu Fatih Aksoy birer tane almaya karar verdik.
Oğuz Koloğlu peşinatı yatırdı, ama sonra vazgeçti. Aksoy ve ben birer tane aldık. Üç taksitte parayı ödedik. Bu arada bacanağım da bir ev aldı. Bir süre sonra inşaatlar yükselmeye başlayınca ben bir tane daha aldım. Bunların ödemeleriyle ilgili dekontlar elimde. O günkü rayiç fiyat neyse ondan almışım. Bunu da belgeliyoruz.
Bu arada Zeytinoğlu Grubu’nun patronu Yavuz Zeytinoğlu ile tek tanışıklığımız, onun da Galatasaray kongre üyesi ve Galatasaray Lisesi mezunu olması.
Aradan iki yıl geçmiş ve devlet Esbank’a el koymuş. Esbank’a el koyulma nedeni hortumculuk değil zaten. Kötü yönetimden batmış. Dinç Bilgin gibi batık banka patronları bankalarından mal kaçırırken, Zeytinoğlu Grubu tam aksine ailenin elinde ne varsa bankaya koymuş ve onlar da banka ile birlikte gitmiş.
Zaten devlet de bu kanaatte olduğu için Yavuz Zeytinoğlu, Dinç Bilgin ve diğerleri gibi Kartal Cezaevi’ne konmamış.
Ben bu durumu nereden biliyorum?
O günlerde Yavuz Zeytinoğlu bu konularla ilgili yazı yazan birkaç gazeteciyi davet ettti.
Ben de Hürriyet Ekonomi Müdürü Vahap Munyar ve Hürriyet yazarı Enis Berberoğlu ile birlikte Yavuz Zeytinoğlu’yla yemek yedim, o zaman bunları bize belgeleriyle aktardı.
Sabah’taki zavallının iddiasına göre, ben iki yıl sonra devletin el koyacağı banka için iki yıl önceden avanta ev almışım.
Avans rüşvet...
Biz o zaman banka olaylarını yazarken Sabah’ta bu haberler çıkamıyordu. Çünkü patronları ve arkadaşları içerdeydi ve bize adam üzerine adam yollayıp yazmamamız için ricacı oluyorlardı.
Bilgin’le aynı koğuşu paylaşan Nail Keçili’nin ailesi, avukatları geliyordu; Çağlar’ın yakınları, avukatları geliyordu.
Biz de dinliyorduk. Ne yapacaktım yani, şans eseri Eston’dan ev aldım diye adamın haklı olduğunu görmezden mi gelecektim?..
Ben bir üçkáğıtçı olsaydım, acaba o evi kendi üzerime mi alırdım!
Alnım açık, yüzüm pak. Gece gündüz çalışıyor, kazanıyorum. Şerefimle yaşıyorum.
Bu dünyada da, ötekinde de kimseye veremeyecek hesabım yok.
Türkiye Cumhuriyeti’nde bir kişi bile çıkıp ‘Fatih Altaylı bizden şunu istedi’ diyemez.
Bunun için de her istediğimi yazıyor, yedi düvelle kavga edebiliyorum.
Türkiye’nin kár eden tek gazetesinin en önemli yazarlarındanım, Türkiye’nin kár eden tek televizyonunun en tepedeki iki yöneticisinden biriyim. Türkiye’nin en çok dinlenen ve para kazanan radyolarını yönetiyorum.
Eşek gibi çalışıp insan gibi yaşıyorum.
İşimi seviyorum. Tek sıkıntım, hayatları ona buna yaltaklanmakla geçmiş, üç otuzluk avanta için kırk takla attığı suratından belli olan haysiyetsizlerle zaman zaman muhatap olmak zorunda kalmam.
Bu da bu meslekte namuslu olmanın zorluğu.
NOT: Hakkımda iftiralar yazan zavallı, kendisini mahkemeye veremediğimi de yazmış. Ne yazık ki, Türkiye’de mekanizma yavaş işliyor. Tebligat kendisine ulaşmamış olmalı.
Bravo Mumcu’ya
TURİZM Bakanı Erkan Mumcu’nun AKP Grubu’nda yaptığı konuşmayı okuyunca müthiş mutlu oldum.
Çünkü uzunca bir süreden beri turizm sektöründe dillerden düşmeyen dedikodulara ciddi bir yanıt oldu.
Önümüzdeki günlerde pek çok turizm alanı için tahsis yapılacak. Tahsis için başvuran çok sayıda firma var.
Dedikodulara göre, bakanlıkta bir havuz oluşturulmuştu ve bu havuza para yağıyordu.
Kimsede bilgi veya belge yoktu, ama dedikodu çoktu.
Bakan Mumcu, önceki gün AKP Grubu’nda bir konuşma yaptı ve tahsislerle ilgili olarak açık bir pazarlık yapılacağını söyledi. Ve bunu ‘Hasan almaz basan alır’ diye özetledi.
Bu olanağı sağlayan Başbakan’a da teşekkür etti.
Bu yerinde bir kriter, ama turizm açısından yeterli değil. Buna bir de ‘bilgi birikimi ve yeterlilik’ eklenmeli. Yani turizmin T’sinden anlamayan müteahhitlere sadece ‘bastığı’ için turizm yatırımı amacıyla arazi tahsis etmek büyük hata olacak.
Bakan Mumcu’nun da dediği gibi geçmişte bunlar yapıldı. O dönemde de Mumcu’nun bu işlere direndiği dedikoduları vardı. Hatta sadece bu nedenle bakanın değiştirildiği bile söylendi.
Bilmiyoruz. Dedikodu.
Ama ANAP’a yakın isimlere büyük araziler verildi. Bunların turizmi öğrenmesi zaman aldı. Ama pahalıya patladı.
Şimdi ‘Hasan’lar değil, ‘basanlar’ alacakmış. Çok doğru hareket. Ama ‘basanlar’ aynı zamanda ‘bilenler’ de olursa...
Bush: Bir daha yapmam
BİR okur faks yollamış. ‘Sizi kınıyorum. Herkesin kınadığı ABD ve İngiliz ordusunun işkence fotoğraflarına hiç değinmediniz. ABD uşağı mısınız?’
Yuh!..
Allah aşkına göz görmüş, ben nesine değineyim?
‘Bu rezaleti gerçekleştiren ABD ve İngiliz askerlerini kınıyorum’ desem ne olacak?
Bush telefona sarılıp, ‘Fatih kusura bakma. Bir daha yapmam’ mı diyecek?
Bu köşeyi neden böyle boş bir iş için harcayayım?
Ey Allahım! Nelerle uğraşıyoruz...
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Bizim gibi düşünmeyen herkesin şerefsiz veya satılmış olduğunu zannetmediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku 5 Mayıs 2004
<B>GAZETECİLİKTE </B>şantajın mesleğe büyük ihanet olduğunu yazdım dün. Örnekler de verdim. TBMM Yolsuzlukları Araştırma Komisyonu Başkanı <B>Azmi Ateş’</B>le Sabah Gazetesi’nin bazı yöneticilerinin görüştüğünü, komisyonda çalışan uzmanların tehdit ve küfüre maruz kaldığını aktardı. Şeref ve haysiyetinden kimsenin zerre şüphe etmediği, tavrına muhalefetin bile şapka çıkardığı milletvekili Azmi Ateş, dün telefonla aradı.
‘Yazdıklarınız doğru ama benden kimse Turgay Ciner’in adını rapordan çıkarmamı istemedi’ dedi ve detaylı bilgi verdi.
Komisyon raporu hazırlanırken, Sabah Gazetesi Ankara temsilcisi Azmi Ateş’i bir, iki kez aramış. Turgay Ciner’in ortağı Erhan Akgün’le ilgili yazılmakta olanların gerçeği yansıtmadığını, Turgay Bey’in ortağının böyle bir kişi olmadığını söylemiş.
Azmi Ateş de, raporda bir yanlışlık yapılıyor olması halinde bunu düzeltmekten kaçınmayacaklarını, eğer söylediklerini kanıtlayacak bilgi ve belgeleri varsa kendisine ulaştırmalarını istemiş. Bu konuşmanın ardından kamisyondaki uzmanlara yönelik tehdit, küfür salvosu başlamış. Azmi Ateş, ‘Benim tavrım, kişiliğim bilindiği için bana isim çıkarın falan diyemezler. Demediler de. Ama bir sonraki cümlenizde uzmanlara tehdit ve küfür edildiğini söylüyorsunuz ya, orası yüzde yüz doğru. Raporun hazırlandığı sırada bu konuyla ilgili uzmanlarımıza çok derin boyutlarda baskı oldu. Arayanlar oldu. Dediğiniz gibi tehditler, küfürler oldu. Hatta biz komisyon üyeleri bile çok etkilendik bunlardan’ dedi. Azmi Bey bana bunları anlatırken yanında bağımsız milletvekili Emin Şirin de vardı. Azmi Ateş akşam tekrar aradı ve uzmanlara edilen telefonların Ciner ile doğrudan bağlantılı olduğunu söyleyemeyeceğini genel olarak çok tehdit ve küfür geldiğini söyledi.
Ben de bunları aynen okurlara aktaracağımı söyledim..
Bu paket inektir öküz değil
BU hükümetin bence en olumlu tarafı toplumsal uzlaşmaya varılamayan konuları gündemden uzak tutarak ülkede istikrar sağlamasıydı. Pek çok mesele gündeme geliyor, toplumun yaklaşımına göre soruna çözüm aranıyordu.
Hatta iddialara göre Başbakan Erdoğan, pek çok konuda kamuoyu yoklamaları yaptırıyor ve bunların sonuçlarına göre konuları geriye atabiliyordu. Ben de bu durumu son derece ‘demokratik’ buluyordum. Toplumu germenin alemi yoktu. Ancak her nedense YÖK konusu sürekli tırmandırılmak isteniyor. İmam hatip meselesi ile gerilim yaratılmak arzulanıyor. Meslek lisesi mezunlarına üniversite giriş sınavlarında yıllardır ciddi haksızlık yapıldığını biliyorum.
Geçmiş iktidarlar döneminde bu saçma uygulamaya karşı çok mücadele ettim. Bir zamanlar ‘dost’ olduğumuz Kemal Gürüz ile aramın açılmasında en önemli neden bu düzenlemeye karşı benim aldığım tavır, onun da vurdumduymazlığıdır.
O dönemde herkes bu düzenlemenin ‘İmam hatiplerin önünü kesmek’ için yapıldığını, diğer meslek liselerinin de arada kaynadığını söylüyordu. Hatta bir gün bunu söyleyen bir öğretim görevlisine ‘O zaman imam hatipliler İlahiyat’tan başka bir üniversitiye gidemez. Gitmek isterse bu katsayılar uygulanır dersiniz. Herkesi yakmaya ne hakkınız var’ demiştim. Çünkü öyle düşünüyordum. Ama bu sorun zaman içinde aşılmış bir sorundur. Bugün meslek liselerini tercih edenler üniversite kapısında neyle karşılaşacaklarını bilerek bu okullara gidiyorlar. Üniversite sınavında zorlanmak istemeyen meslek lisesini tercih etmiyor. İş bu kadar ortadayken, sadece ve sadece imam hatip liseleri adına bir rövanşı kazanmak uğruna, bu anlamsız girişime gerek var mı?
Başbakan, ‘Kimse bu paketin içinde bir şey aramaya kalkmasın’ diyor. Yani ‘Öküzün altında buzağı aramayın’ diyor. Başbakan haklıdır. Öküzün altında buzağı aranmaz. Ama bu paket öküz değil inektir. Altında buzağı da aranır, dana da.
‘Bu sınavda kazandınız sözü yok’
1999 yılında yapılan sınavı ‘kazananların’ 300 bini hálá bir işe başlatılmamışken, yeni bir memur sınavının anlamsız ve ayıp olduğunu yazdım. Konuyla ilgili Başbakan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin arayıp bilgi verdi. Bu konuda benimle hemen hemen aynı fikirde. ‘İlk sınavda 390 bin kişiye ‘Kazandınız’ belgesi gönderilmiş. Oysa bunlardan sadece 90 bini bir işe yerleştirilmiş. 300 bini açıkta. Bu konuda yazdıklarınız ve verdiğiniz rakamlar doğru’ dedi, Bakan Şahin. 1999 yılında yapılan sınavın sonuçlarının 2 yıl için geçerli olduğunu ancak daha sonra bu sürenin uzatıldığını ve 3 Mayıs’ta sonra erdiğini belirtti. Şahin’e göre, 1999 yılında yapılan sınavın sonuçları katılımcılara bildirilirken bir hata yapılmış: ‘70 puanı geçen adaylara ‘Kazandınız’ diye birer belge yollanmış. Kazanmışlar da, neyi kazanmışlar. Böyle saçma bir ibare olur mu? Kolej sınavı mı, üniversite sınavı mı? Biz şimdi bu hatayı yapmayacağız. Sadece alınan puanı bildireceğiz ve yüksek puandan düşük puana ve tabii ihtiyaç duyulan diğer unsurlar da göz önüne alınarak işlem yapılacak.’
Bakan Şahin’e göre bu sistem doğru: ‘Sayın Ecevit’in döneminde partizanlığı, adam kayırmayı önlemek için bu sistem düşünülmüş. İşe de yaramış ve biz de aynı sistemi devam ettirelim dedik. İşe almayı siyasi etkiden arındıran bir sistem.’
Bakan’a ‘İlk sınavda kazananlar açıktayken yenisi mantıklı mı?’ diye soruyorum. ‘5 yıl geçti üzerinden’ diyor ve ekliyor: ‘Bu arada 5 dönem üniversitelerden mezun verildi. Binlerce yeni genç eğitimli olarak aramıza katıldı. Bunların da hakları doğdu. 5 yıl boş yere umutlanıp bekleyenlerin umutlarını fazla sömürmemek lazım.’
Bakan Şahin’in sözlerinden anlıyorum ki, ilk sınavda ‘Kazandınız’ denilenler sadece umut kazanmışlar.
Şimdi onlar da zayi.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Evdeki kurtlanmış bulguru koruyacağız diye Dimyat’tan gelecek pirinci kaybetmediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku 4 Mayıs 2004
<B>BU </B>ülkede en tehlikeli şey malumu ilamdır. Doğruları söylememek gerekir. Hatta o doğruların herkes farkındaysa bile. Anayasa Profesörü, AKP Milletvekili Burhan Kuzu, bu tehlikeli işi yapanlardan biri oldu ve ağzının payını aldı. Kuzu, ‘Sabahın ikisinde, üçünde evine giden kadına her yerde aynı bakılmıyor. Nereden geliyor bu hanım denir. Bu şahsi fikrim değil, realite. Bu konuları konuşurken belli bölgeleri, İstanbul’un Ulus’unu, Etiler’ini örnek almayın’ diyor.
Vay sen misin söyleyen.
Evet söyleyen o. Ben de katılıyorum.
Türkiye’nin gerçeği beğenseniz de bu, beğenmeseniz de.
Üstelik de, bu düşüncenin ne eğitimle alakası var, ne görgüyle.
Benim tanıdığım, üniversiteyi yurtdışında okumuş, akıllı bilgili bir adam var. Karısının çalışmasına izin vermiyor. ‘Abi kadın bütün gün dışarda. Ne işi var. Ertafında bir sürü adam. Otursun evinde’ diyor. Bu okumuşu, kültürlüsü, İstanbul’da, üstelik de Etiler’de yaşayanı. Varın gerisini siz düşünün. Bunlardan sizin çevrenizde yok mu? Yalan mı söylüyor Burhan Kuzu. Herkes biliyor ki, Kuzu haklı. Ama onun haklı olması toplumsal başarısızlığın itirafı. Gerçeği görüp üzülmektense, gerçeği gösterene sövmek daha kolay.
Başbakan Erdoğan demiş ki, ‘Kıbrıs Rum Kesimi’ni dünya tanımış, biz tanımasak ne olur?’
Başbakan Yardımcısı Gül, Erdoğan’ı uyarıyor.
Peki bu sözler yalan mı?
Kafayı kuma gömmek mi doğru olan? Yapılması gereken, Kıbrıs Rum Kesimi’ni tanımayıp görmezden gelmek mi, yoksa bu gerçeği kabullendikten sonra ona göre yeni politikalar üretmek mi?
Politika üretmek zor iş. Kafayı toprağa gömmekse kolay.
Kolayı seçelim mutlu oluruz.
Ama devekuşu çiftliklerinde kesime giden devekuşlarının kafasını topraktan çıkarıyorlar.
Sonunda gördüğü, boğazına dayanmış bir bıçak oluyor.
Zorla güzellik
AVRUPA Birliği’ne uyum için paket üzerine paket, değişiklik üzerine değişiklik... Sonuç?
Değişen pek bir şey yok. Bizim AB’ye uyum sürecimiz galiba bir nesil gerektirecek. Çünkü alışkanlıklardan vazgeçilmiyor.
İstanbul’da kutlamaların yapılacağı yer için ciddi kıyamet kopuyor. Valilik orayı, burayı, şurayı vermiyor. Sendikalar orayı, burayı, şurayı istiyor. Hani AB’ye uyum sürecinde toplantı ve gösteri yürüyüşleri hakkındaki kanun değişmişti. Hani izne gerek yoktu. Var mı fiiliyatta değişen bir şey.
1 Mayıs günü 10 kişilik bir öğrenci grubu Taksim’de ‘Korsan gösteri’ yapıyorlar.
Hepsine bir dayak, yallah içeri. Sanırsın ki, 10 çocuk rejime karşı kalkışma düzenlemiş.
Yine müthiş bir hoşgörüsüzlük, yine hakları kabullenememe.
Meclis istediği kadar yasa çıkarsın, olmayacak. Çünkü Meclis’tekiler de bu yasaları inandıkları, öyle düşündükleri için çıkarmıyorlar.
Çıkarmaları gerektiği söylendiği için, baskı altında çıkarıyorlar.
Zorla güzellik de bu kadar oluyor.
Bu meslekte şantajcılar kalamaz
SABAH Gazetesi, kiracısıyla birlikte farklı bir üslüp tutturdu. Şantaj gazeteciliği. Bir süredir, tekerlerine çomak soktuğumdan beri benimle uğraşıyorlardı. Orta üst gelire mensup ailelerin ev sahibi olduğu bir sitede, herkesle aynı fiyata ve peşin para ödeyerek aldığım 150’şer metrekarelik iki ev için bana haber yolladılar.
‘Yazarız ha!’ diye.
‘Yazmazsanız şerefsizsiniz’ diye haber yolladım. Yazdılar. Sanki 15 yıldır basında yöneticilik yapan, televizyon yöneticiliği yapan, köşe yazarlığı yapan, günde 15 saat çalışan bir adamın para kazanıp ev alması anormal bir işmiş gibi.
Bu meslekte 5 yıl kalıp yalı alan, televizyon kanalı alanlar yokmuş gibi. Duyuyorum ki, Sabah Gazetesi’nin yöneticileri aynı üslubu pek çok kişiye uygular olmuşlar.
Bu gazetenin önemli isimleri, Meclis Yolsuzlukları Araştırma Komisyonu Başkanı Azmi Ateş’e gidip Ciner’in adının bu araştırmadan çıkarılmasını istemişler.
Komisyon için çalışan uzmanlara isimsiz telefonlardan küfür ve tehdit yağmış. Türkiye’nin önemli bir bankasının üst düzey bir yöneticisine, bana yapılan şantajın bir benzeri yapılmış. Ama onun da yanıtı benimki gibi olmuş.
Şimdilerde de, Halit Cıngıllıoğlu’na kafayı takmış vaziyetteler.
Bu haberlerin gündemle bir alakası olmadığı düşünülürse, kimbilir altından hangi olay çıkacak.
Cıngıllıoğlu’nun Turgay Ciner’in ayağına hangi işte bastığını birlikte göreceğiz.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Gazetelerin patronların değil, halkın silahı olduğunu unutmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku