22 Mayıs 2004
<B>19</B> Mayıs günü Ankara’daydım. <br><br>YÖK Yasası Çankaya’da beklerken, bundan sonra neler olabilir diye bir miktar nabız tutmaya çalıştım. AKP’liler, Çankaya’nın yasayı veto etmesine kesin gözüyle bakıyorlar. Ve sonrası için fikir üretiyorlar.
Parti içinde birkaç görüş var.
Bir kısım AKP’li ‘Bir yola çıktık dönemeyiz’ diyorlar ve yasanın aynen geçirilip Çankaya’ya bir daha gönderilmesini istiyorlar.
Ancak birkaç gün içinde Cumhurbaşkanı Anayasa değişikliklerini onaylayacağı için YÖK Yasası Anayasa’ya aykırı olacak ve aynen geçmesi mümkün hale gelmeyecek.
Bu grup gerekirse üçüncü kez Çankaya’yı zorlamak niyetinde.
Allah tarafından böyle düşünenler parti içinde azınlık.
Geniş bir çoğunluk ise yeniden gerilim yaratmanın gereksiz olduğunu düşünüyor.
Bunların bir ara formülü var.
YÖK Yasası’ndan imam hatiplerin önünü açan katsayı maddesini çıkarıp Meclis’ten geçirecekler.
Böylelikle YÖK’te istenen değişiklik yapılmış ve yasa imam hatip tartışmalarına kurban edilmemiş olacak.
NOT: Bu yazı önceki gün yazılmıştı ve o sırada Cumhurbaşkanı henüz Anayasa değişikliklerini onaylamamıştı.
Adalet Bakanı: İmam hatiplerin sayısı düşürülmeli
ANKARA’da Adalet Bakanı Cemil Çiçek’le de öğle yemeğinde bir araya geldik. Bakan Çiçek’le pek çok konuda konuştuk. Ancak ana eksenimiz YÖK Yasası ve imam hatiplerle ilgili düzenlemeydi.
Bakan Çiçek, bu konunun Meclis’e getiriliş biçimini ve zamanını son derece ‘yanlış’ buluyor.
‘Her şeyimizle Avrupa Birliği’ne konsantre olmamız gerekirken böyle bir tartışma gereksizdi’ diyor. Bakan’a göre bu ülkede bugüne kadar zıtlaşmalardan kimse fayda sağlamamış.
‘Peki niye karşı çıkmadınız’ diye soruyorum.
‘Çıkmaz olur muyum’ diyor ve anlatıyor: ‘Bu konu ilk olarak Meclis’e getirilmek istendiğinde bütün sakıncalarını anlattım. Özal döneminde böyle yersiz bir başörtüsü meselesi gündeme gelmiş ve bunun Meclis’e taşınması sonucunda sorun kördüğüm olmuştu. Onu aktardım. Ancak ikinci kez getirilince artık karışmadım. Büyük hata oldu.’
Cemil Çiçek, YÖK Yasası’nın imam hatiplerin önünü açan katsayı maddesi olmadan bir kez daha Meclis’e getirilmesine olumlu bakıyor. İmam hatiplerle ilgili düzenlemeyi ise yersiz ve yararsız buluyor.
‘Hiç gerek yok. En doğrusu bu okulları kuruluş amacına uygun hale getirmek. Bugün imam hatip liselerine çocuklarını yollayan velilerin büyük bölümü çocukları dinini de öğrensin diyor. Kimsenin imam olmak, hatip olmak gibi derdi yok. Ama bu okullar 51 yıl önce din görevlisi yetiştirmek için kurulmuş. Bugün bu amaca hizmet etmiyor’ diyen Çiçek’e göre bu okullar artık gereksiz.
‘Yeni bir düzen yapmak lazım. Bu okullara girenlerin sadece imam veya hatip olabileceğini ya da İlahiyat Fakülteleri’ne devam edebileceklerini açıkça söylemek gerek’ diyen Bakan’a ‘Tartışma da buradan çıkıyor. Bu okulların bu amaçla değil, çocuklarına dinini öğretmek isteyenlere hizmet vermek amacıyla kurulduğu söylenmeye başladı’ diye yanıt veriyorum.
‘Doğru’ diyor. ‘Artık buna hizmet veriyor. Çocuğu din öğrensin isteyen. Kendi dinini bilmediği için çocuğuna öğretemeyen bu okulları tercih eder oldu. Yanlış.’
‘Peki ne yapılacak. Ben de bu okullar kapatılsın, seçmeli din dersi koyulsun diyorum. Partinize yakın basın organları kıyameti koparıyorlar’ diye fikrimi aktarıyorum.
‘Sizin fikrinizi biliyorum. Kısmen katılıyorum. Ama seçmeli din dersi sizin dediğiniz gibi olmaz. Normal günde seçmeli din dersi yanlış olur. Girmeyen öğrenci zor durumda kalır ve bütün okulların imam hatipleştirildiği eleştirisi gelir. Doğrusu din dersini hafta sonuna koymak. Din mi öğrenmek istiyor. Cumartesi günü bazı okullarda seçmeli din dersi konsun. İsteyen çocuk gitsin. Hatta isteyen veliler de gitsinler’ diyor.
Cemil Çiçek, din eğitimini ulusal güvenliğin bir parçası olarak görüyor.
Bunun nedenlerini de pazartesi günü yazacağım.
Uzay Yolu 2300
ESKİ bir fıkraydı ama galiba unutulmuş. İsrail ve ABD’nin Ortadoğu’daki son uygulamalarıyla fıkra mı yoksa gerçek mi olduğu bulanıklaşan bir hikaye. Aktarayım.
‘Baba George Bush Ortadoğu gezisi sırasında Suudi Arabistan’a gider.
Çeşitli meseleler konuşulurken, Suudi Kralı Bush’a bir sitemini iletir:
- Sayın Bush, televizyonlarınızda gösterilen ve bizim de çok beğendiğimiz Uzay Yolu dizisinde Enterprise gemisinde her milletten mürettebat var. Avrupalılar var, Çinliler var, Japonlar var, Afrikalılar var. Mürettebat arasında ne yazık ki hiç Arap yok. Bu bizim milletin ağırına gidiyor.
Bush hemen telefona sarılır, Hollywood’u arar ve Kral’a yanıt verir:
- Sayın Faysal o dizi 2300 yılında geçiyormuş. Hiç Arap olmaması son derece normal.’
İsrail ve ABD bugünkü politikalarını sürdürürlerse, mesele 2300 yılına bile kalmayabilir.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Başarısızlığımızın suçunu başarılıların sırtına yıkarak kurtulamayacağımızı anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 21 Mayıs 2004
<B>BU </B>köşede yıllarca yazdım, <B>‘Spor kulüpleri mafyanın elinde’</B> diye, kimse tınmadı.‘Transferleri mafya organize etmeye başladı’ dedim, kimse umursamadı.
‘Mafya, hakemleri baskı altına alıyor’ dedik, aldırış eden olmadı.
Şimdi ‘rezaletin’ bir bölümü ortaya çıkmaya başladı.
Alaattin Çakıcı’ya vize ve pasaport organizasyonunda, Türkiye’nin en büyük kulüplerinden Beşiktaş’ın nasıl kullanıldığı ortada.
Dün Hürriyet’te yayınlanan konuşmalar, akıllara durgunluk verecek düzeyde.
Ben size söyleyeyim, bu buzdağının görünen tarafı.
Çünkü sporda büyük paralar var ve mafyanın buradan uzak olması mümkün değil.
Bazı ‘mafya babaları’, menajerlik şirketlerine ortak olup transfer işlerinde ağırlık koyuyorlar.
Maç sonuçlarını etkilemek için yönetici ve futbolcular tehdit ediliyor. Birkaç yıl önce çok kritik bir maç öncesi, bir Anadolu takımının oyuncularına tehdit telefonları edildiğini, gencecik çocukların maça ayakları titreyerek çıktıklarını spor camiasında pek çok kişi biliyor.
Geçen yıl ‘bitmiş’ bir transferin, bir ‘mafya babasının’ devreye girmesiyle nasıl bozulduğunu ve oyuncunun sözleşme imzaladığı kulübe değil, bir başka kulübe nasıl gittiğini bilmeyen yok.
Ali Sami Yen Stadı’nda bana saldıranların hangi mafya grubunun adamı olduklarını o zaman da yazdım.
Dönemin Gençlik ve Spor İl Müdürü Vedat Bayram’a, bu kişilerin nasıl girdiklerini sorduğumda, ‘Ben biletleri Fenerbahçe Kulübü’ne verdim. Ötesini bilmem’ dedi.
Televizyon görüntülerinde bu kişilerin stada, Fenerbahçe Başkanı ile birlikte girdiklerini belgeledik.
Kimse sesini çıkarmadı.
Şimdi Alaattin Çakıcı’ya vize alınması işinde Beşiktaş Kulübü’nün de bir şekilde devreye girdiği ortaya çıkıyor.
Herkes ‘şaşkın’ pozlarda.
Palavra.
Bu iş malumun ilamıdır.
Türk futbolu mafyanın elindedir.
Şimdilik bulaşamadıkları iki yer var.
Biri Federesyon. Çünkü orada Haluk Ulusoy gibi bunlara pabuç bırakmayacak biri var.
Diğeri de Galatasaray.
Ama bunlar mafyaya daha ne kadar dayanır bilemiyorum.
Savcı, Beşiktaş kongre üyesi mi?
ALAATTİN Çakıcı ile Beşiktaş menajeri arasındaki telefon konuşmaları, polisin elinde bir süredir vardı.
En sonunda dün basına yansıdı.
Çünkü polis, adalete güvenmedi.
Soruşturmayı yürüten İstanbul Emniyeti, gazetelere yansıyan bilgileri ve belgeleri ilgili savcıya verdi.
Savcı Muzaffer Yalçın, soruşturma kapsamında Sinan Engin’in ifadesini aldı ve Engin’i serbest bıraktı.
İşte bu durum polisi çileden çıkardı.
Çünkü polise göre, eldeki delillerle Sinan Engin’in serbest bırakılması mümkün değildi.
Olayın üzerine giden polis, Savcı Muzaffer Yalçın’ın Beşiktaş kongre üyesi olduğunu öğrenince elindeki belgeleri basına sızdırdı.
Şimdi herkes merakla ‘olacakları’ bekliyor.
Niye dinliyorsunuz?
ÇAKICI’nın bütün bu konuşmaları dinlendiği halde uçup gitmesi de başka bir zafiyet olarak kayıtlara geçti. Telefonlar suçu önlemek için mi dinleniyor, yoksa iş işten geçtikten sonra olaylar hakkında fikir yürütüp dedikodu üretmek için mi?
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Devletin kurumları birbirlerini suçlayacaklarına ortak hareket etmeyi öğrendikleri zaman.
Yazının Devamını Oku 20 Mayıs 2004
<B>SAVUNMA </B>Sanayii’nde ilginç gelişmeler oluyor. <B>‘Dev’</B> projeler ortadan kalkıyor, erteleniyor, küçülüyor. Bu köşenin okurları anımsayacaktır, Başbakan’ın ABD gezisi sonrasında Türkiye’nin 1000 tanklık projeden vazgeçtiğini ve ABD’den 250 adet Abrams tank alımına gidileceğini yazmıştım.
Bu yazımız aylar sonra doğrulandı. 250 tank muhtemelen ABD’den alınacak. Bunların yenilenme işi ise ya İsrail’de, ya da Türkiye’de yapılacak.
Bu arada ‘bitti’ denilen F-16 üretim projesi de tekrar başlıyor.
1986 yılında bu yana Hava Kuvvetleri’nin envanterinde bulunan ve TAI tesislerinde üretilen 240 adet F-16 uçağından yaklaşık 20’si çeşitli nedenlerle düştü.
Düşen uçakların yerine koyulmak üzere şimdi F-16 üretimine tekrar başlanıyor.
Projeye göre 25 ila 30 arası yeni F-16 uçağı üretilecek.
Türkiye’de üretilen F-16’ların en yenisi ‘Block 50’ olarak tanımlanan seridendi.
Yeni üretilecek olanlar ise Yunan Hava Kuvvetleri’nde de bulunan ‘Block 60’ serisinden olacak.
Bu projenin hayata geçmesi için hükümetin ek bütçe vermesi gerekiyor.
Burada bir aksaklık çıkması halinde İsrail’de modernize edilen 54 F-4 Fantom uçağına ilave olarak bir grup F-4’ün de ‘Phantom 2020 Projesi’ adı altında aynı şekilde modernize edilmesi planlanıyor.
Savunma Sanayii çevrelerindeki en büyük tedirginlik ise askeri harcamalara getirilen Sayıştay denetiminin bu projelere darbe vurması.
Okusa kabahat, okumasa kabahat
TÜRKİYE giderek lüzumsuz gerginlikler ülkesi haline geliyor, diyeceğim ama yanlış olacak.
Biz galiba oldum olası lüzumsuz gerginlikler ülkesiydik. Başımıza ne geldiyse zaten bu yüzden geliyor.
Dün Ankara’da 19 Mayıs törenleri var.
Bir talebe, Atatürk’ün gençliğe hitabesini okuyor, bir başka öğrenci de gençliğin Ata’sına yanıtını.
Kıyamet kopuyor. Aralarında bazı kuvvet komutanlarının da bulunduğu bir grup, gençliğin Ata’sına verdiği yanıtı alkışlamıyor. Tam aksine öfkeli yüzlerle olayı izliyor.
Neden mi?
Çünkü Ata’ya cevabı veren genç, bir imam hatip öğrencisi.
Buna bozuluyorlar. Oysa bence buna bozulmak yerine bundan keyif almak gerekiyor.
Bu kadar tartışılan, bu kadar karalanan bir okulun öğrencisi çıkıyor ve Atatürk’e, emanet bıraktığı cumhuriyete, devrimlere ve ilkelere sahip çıkacağını söylüyor.
Bunda kızacak, bozulacak ne var!
Tam aksine bir imam hatipli, ‘Ben bunu okumam’ deyip çıkmasa, o zaman kız, o zaman tepki göster.
Atatürk ilkelerine, devrimlerine ve cumhuriyete sahip çıkmak kimsenin tekelinde olabilir mi?
Bu ülkede talep edilen, herkesin bu ortak değerlere sahip çıkması değil mi?
Kıbrıslı bir işadamı portresi
HINCAL Uluç, Kıbrıs gezisinde başından geçenleri yazdı. Berbat bir otele götürülüp kötü günler geçirdiğini anlattı.
Ben de oturup Uluç’a, ‘Yanlış yere gitmişsin. Sana bir yer tavsiye edeyim’ diyecektim ki, baktım dün ‘doğru adresi’ bulmuş.
Kıbrıs’ta, Girne’de Colony diye bir otel açılmış.
Son dönemde sık sık Kıbrıs’a gidince bu otelde kaldım. Müthiş yüksek standartlar sağlamış harika bir otel.
Açıkçası görünce şaşırdım. Sonra patronu ile tanışınca şaşkınlığım kat kat arttı.
Erbil Arkın, İngiltere’de zengin olmuş bir Kıbrıs Türkü.
Kazandığı parayı getirip vatanına yatırmış.
Büyük düşünen bir adam. İngiliz yatırımcıları Kıbrıs’a para yatırmaya ikna ederek büyük projeler yapıyor.
Oteli açmadan önce aylarca kapalı devre çalıştırıp, işi rayına sokmadan müşteri kabul etmeyecek kadar titiz.
Erbil Bey’in bir fayton hikáyesi var ki, anlatayım da nasıl bir adam olduğunu anlayın.
Erbil Arkın, turistleri Girne’de gezdirmenin en güzel yolunun fayton olduğunu düşünüyor ve otele fayton almaya karar veriyor.
Ama öyle her fayton olmaz deyip araştırıyor. Dünyada en iyi faytonların Amerika’da bir küçük atölyede yapıldığını öğreniyor.
Buraya faytonları ısmarlıyor.
‘Her at fayton çekemez’ diyor ve dünyada en iyi fayton atlarının Polonya’da olduğunu araştırıp buluyor. Polonya’dan bir grup at getiriyor.
‘Polonya’dan gelen bu atlara her seyis bakamaz’ diyerek seyislerini de Kıbrıs’a getirtiyor ve bunların yanına Kıbrıslı gençleri verip ‘seyislik eğitimi’ aldırıyor.
Ne o, birkaç turist faytonla Girne’yi gezecek. Zahmete bak.
Ama Erbil Arkın’ın ‘yüksek standart anlayışı’ bu.
Ben Hıncal Uluç’a bu ‘adamla’ tanışmasını ve otelini görmesini söylecektim.
O kendi bulmuş.
Demek ki, doğru iş her zaman yerini ve yolunu buluyor.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
En basit işi bile dünyanın en önemli işini yapıyormuşçasına özenle yaptığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 19 Mayıs 2004
Beklenmeyen kriz, Eurovision’un ilk genel provasında yaşandı. Güney Kıbrıs’la bağlantı yapıldığında Rum sunucunun, ‘Hello Konstantinopolis’ sözlerini, sunucumuz Korhan Abay ‘Son 500 yıldır İstanbul’ diye düzeltti. EUROVISION Yarışması’nın iki genel provasında ciddi bir ‘İstanbul krizi’ yaşandı.
İlk genel provada puanları almak için Kıbrıs’la bağlantı kurulduğunda Rum sunucu ‘İyi akşamlar Konstantinopolis’ deyince Korhan Abay ‘Son 500 yıldır İstanbul’ diye düzeltiyor ama Rum sunucu ‘Biz öyle diyoruz’ diyor.
İkinci genel provada aynı kriz bir kez daha yaşanıyor.
Rum sunucu yine ‘Hello Konstantinopolis’ deyince Korhan Abay da ‘Hello Güney Kıbrıs’ diyor ve ciddi bir kriz çıkıyor.
Konu Başbakan’a kadar intikal ediyor, Eurovision yetkilileri devreye giriyorlar ve Kıbrıs uyarılıyor.
Kıbrıslı Rum sunucunun kulağı Eurovision yetkilileri tarafından çekiliyor ve yarışma gecesi bir olay olmadan kapanıyor.
Ne halt yediğimizi bilmek hakkımız
GENETİK olarak değiştirilmiş ürünlerle ilgili yazılarımdan sonra dün Tarım Bakanı Sami Güçlü aradı.
Epeyce konuştuk.
Bu ürünlerin hemen her ülkede yaygın biçimde kullanıldığını söyledi.
ABD’nin bu ürünleri zararsız, AB ülkelerinin ise ‘zararlı olması muhtemel’ ürünler olarak gördüğü konusunda ikimiz de mutabıktık.
Bakan bu ürünlerle ilgili giderek daha büyük bir hassasiyet oluştuğunu ve bakanlığın da konuyu yakından izlediğini aktardı.
Ben bu konudaki talebimi Bakan Güçlü’ye ilettim.
Bu ürünleri yasaklamanın mümkün olmadığını biliyorum. Mümkün olduğunca sakınmak en doğrusu.
Bunun sağlamanın en kestirme yolu tüketiciye seçme hakkı tanımak.
Bunun yolu da transgenik ürünlerin veya transgenik bitkilerle üretilmiş gıdaların üzerine bu konuda bilgi koymak.
Yani gidip mısırözü yağı alıyorsam, üzerinde ‘Bu yağ transgenik mısırdan üretilmiş’ diye yazmalı.
Ya da nişasta alıyorsam bu ibareyi nişastanın üzerinde görmeliyim.
Çünkü transgenik ürünler son derece yaygın.
Mesela transgenik mısır yağı, nişasta, şeker üretiminde kullanılıyor.
Bunlardan daha sonra türlü türlü gıda maddesi üretiliyor.
Tüketicinin bunu bilme, ne yediğini, daha da önemlisi çocuğuna ne yedirdiğini öğrenme hakkı var.
Meclis’in bu konuda bir düzenleme yapması ve bunu bir kurala bağlaması gerek.
Tabii bunun için sıkı bir denetim ve denetimi yapabilecek şartlar da gerekiyor.
Acaba en büyük marketlerinin et reyonunda satılan etin ne olduğunu bile bilmeyen ve denetleyemeyen bir ülkede fazla bir şey mi istiyorum!
Transgenik tohumların stratejik önemi
TRANSGENİK ürünlerin sadece toplum sağlığı açısından değil, stratejik açıdan da önemi var.
Transgenik tohum kullanımı, tarım ülkesi Türkiye’yi giderek tarımda da dışa bağımlı hale getiriyor.
Örneği yine mısırdan vereceğim.
Türkiye’de bir süreden beri bazı bölgelerde yabancı şirketlerin de zorlamasıyla transgenik tohumluklar kullanılıyor.
Ancak bu üretilen mısırlar ‘kısır’.
Yani tohum olarak kullanılması mümkün değil.
Ürünün bir kısmını ayırıp önümüzdeki yıl tohum yapamıyorsunuz.
Yeniden yabancı kaynaklı tohum almanız lazım.
Üstüne üstlük bu gibi tohumlar bir süre sonra toprağa büyük zarar veriyor. Bu tip tohumların kullanımı yaygınlaştıkça kendi toprağınızda ürettiğiniz üründe bile dışa bağımlı hale geliyorsunuz.
Bunun dışında yazılarım üzerine arayan emekli paşa Nejat Eslen’in de uyardığı bazı sıkıntılar var.
Bunların başında bu tip tohumlarla Türkiye’ye yönelik bazı komplolara da açık hale gelmemiz.
Peki ne yapacağız?
Bu tohumların ne olduğunu, hangi genetik formasyonlara uğratıldığını bilebilecek ve tespit edebilecek noktada olmalıyız.
Bu yazdıklarım şimdi size çok ‘lüzumsuz’ gelebilir.
‘Lüzumlu olduğunu’ anladığınız zaman ise iş işten geçmiş demektir.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
En aykırı fikirlerin sahiplerini suçlamak yerine aykırı fikirleri bile tartışmayı öğrendiğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku 19 Mayıs 2004
EUROVISION Yarışması’nın iki genel provasında ciddi bir ‘İstanbul krizi’ yaşandı.İlk genel provada puanları almak için Kıbrıs’la bağlantı kurulduğunda Rum sunucu ‘İyi akşamlar Konstantinopolis’ deyince Korhan Abay ‘Son 500 yıldır İstanbul’ diye düzeltiyor ama Rum sunucu ‘Biz öyle diyoruz’ diyor. İkinci genel provada aynı kriz bir kez daha yaşanıyor. Rum sunucu yine ‘Hello Konstantinopolis’ deyince Korhan Abay da ‘Hello Güney Kıbrıs’ diyor ve ciddi bir kriz çıkıyor. Konu Başbakan’a kadar intikal ediyor, Eurovision yetkilileri devreye giriyorlar ve Kıbrıs uyarılıyor. Kıbrıslı Rum sunucunun kulağı Eurovision yetkilileri tarafından çekiliyor ve yarışma gecesi bir olay olmadan kapanıyor. Ne halt yediğimizi bilmek hakkımızGENETİK olarak değiştirilmiş ürünlerle ilgili yazılarımdan sonra dün Tarım Bakanı Sami Güçlü aradı. Epeyce konuştuk. Bu ürünlerin hemen her ülkede yaygın biçimde kullanıldığını söyledi. ABD’nin bu ürünleri zararsız, AB ülkelerinin ise ‘zararlı olması muhtemel’ ürünler olarak gördüğü konusunda ikimiz de mutabıktık.Bakan bu ürünlerle ilgili giderek daha büyük bir hassasiyet oluştuğunu ve bakanlığın da konuyu yakından izlediğini aktardı. Ben bu konudaki talebimi Bakan Güçlü’ye ilettim. Bu ürünleri yasaklamanın mümkün olmadığını biliyorum. Mümkün olduğunca sakınmak en doğrusu. Bunun sağlamanın en kestirme yolu tüketiciye seçme hakkı tanımak. Bunun yolu da transgenik ürünlerin veya transgenik bitkilerle üretilmiş gıdaların üzerine bu konuda bilgi koymak. Yani gidip mısırözü yağı alıyorsam, üzerinde ‘Bu yağ transgenik mısırdan üretilmiş’ diye yazmalı. Ya da nişasta alıyorsam bu ibareyi nişastanın üzerinde görmeliyim. Çünkü transgenik ürünler son derece yaygın. Mesela transgenik mısır yağı, nişasta, şeker üretiminde kullanılıyor. Bunlardan daha sonra türlü türlü gıda maddesi üretiliyor. Tüketicinin bunu bilme, ne yediğini, daha da önemlisi çocuğuna ne yedirdiğini öğrenme hakkı var.Meclis’in bu konuda bir düzenleme yapması ve bunu bir kurala bağlaması gerek. Tabii bunun için sıkı bir denetim ve denetimi yapabilecek şartlar da gerekiyor. Acaba en büyük marketlerinin et reyonunda satılan etin ne olduğunu bile bilmeyen ve denetleyemeyen bir ülkede fazla bir şey mi istiyorum! Transgenik tohumların stratejik önemiTRANSGENİK ürünlerin sadece toplum sağlığı açısından değil, stratejik açıdan da önemi var. Transgenik tohum kullanımı, tarım ülkesi Türkiye’yi giderek tarımda da dışa bağımlı hale getiriyor. Örneği yine mısırdan vereceğim. Türkiye’de bir süreden beri bazı bölgelerde yabancı şirketlerin de zorlamasıyla transgenik tohumluklar kullanılıyor. Ancak bu üretilen mısırlar ‘kısır’.Yani tohum olarak kullanılması mümkün değil. Ürünün bir kısmını ayırıp önümüzdeki yıl tohum yapamıyorsunuz. Yeniden yabancı kaynaklı tohum almanız lazım. Üstüne üstlük bu gibi tohumlar bir süre sonra toprağa büyük zarar veriyor. Bu tip tohumların kullanımı yaygınlaştıkça kendi toprağınızda ürettiğiniz üründe bile dışa bağımlı hale geliyorsunuz.Bunun dışında yazılarım üzerine arayan emekli paşa Nejat Eslen’in de uyardığı bazı sıkıntılar var. Bunların başında bu tip tohumlarla Türkiye’ye yönelik bazı komplolara da açık hale gelmemiz. Peki ne yapacağız?Bu tohumların ne olduğunu, hangi genetik formasyonlara uğratıldığını bilebilecek ve tespit edebilecek noktada olmalıyız. Bu yazdıklarım şimdi size çok ‘lüzumsuz’ gelebilir. ‘Lüzumlu olduğunu’ anladığınız zaman ise iş işten geçmiş demektir. NE ZAMAN ADAM OLURUZ?En aykırı fikirlerin sahiplerini suçlamak yerine aykırı fikirleri bile tartışmayı öğrendiğimiz zaman.
button
Yazının Devamını Oku 18 Mayıs 2004
<B>ELİMDE </B>Türk Eğitim Derneği’nin bir raporu var. <B>‘Üniversiteye girişteki alan ve katsayı uygulamasının endüstriyel ve teknik eğitim üzerindeki etkileri’</B> başlıklı raporu <B>Ömer Kayır </B>hazırlamış. 1998 yılında yasalaşıp 1999 yılında uygulamasına geçilen ve bugün tekrar değiştirilmek istenen sistemi inceliyor.
Raporun bir paragrafı durumu anlatmaya yeterli:
‘Uygulamanın meslek liseleri açısından ilk neticesi, bu okullara dönük rağbetin kırılması ve bu okulların cazibesini büyük ölçüde yitirmesidir. Bu durumun sonucu olarak, meslek liselerinde öğrenci sayısında ve daha da önemlisi öğrenci kalitesinde bir düşüşün meydana gelmesi kaçınılmazdı. Nitekim böyle de olmuştur.’
Yani imam hatip liselerinin önünü kesmek için başlatılan uygulama, aslında Türkiye’nin büyük önem verdiği meslek liselerinin de önünü kesmiş.
Bunu çağdaşlığından şüphe duymamızın mümkün olmadığı TED’in raporu söylüyor.
Yani Türkiye, sayıları 70 bin civarında olan ve bir bölümünün rejim karşıtı olduğu düşünülen imam hatip lisesi öğrencileri için, toplamı 1 milyonu aşan ve Türkiye’nin işgücü, sanayisi, ekonomisi için büyük önem taşıyan meslek liselilerini ‘kurban’ etmiş.
Türkiye ne yazık ki rejimi koruma adı altında kaynaklarını, insanlarını, gençlerini harcıyor.
Birtakım ‘facelmeci’ ve ‘akıl dışı’ tedbirlerle rejimi korumaya çalıştığımızı düşünüyoruz.
Rejime en büyük zararı, bu tedbirlerden mağdur olan kitlelerin verdiğini hiç düşünmeden.
Duble yol mu dediniz!
BU memlekette hiçbir iş programlı bir biçimde doğru düzgün yapılmaz mı?
Yanıtı biliyoruz. Yapılmaz. Yapmazlar...
Kendi derdimi yazıyorum zannetmeyin, saçmalığı yazıyorum.
Benim eve giden bir yol var.
Hayli yıpranmış bir yol.
Bir ay kadar önce bu yol kapatıldı ve yolda asfaltı kazımaya başladılar.
Her gün bu yolu kullanan çoğunluğu kamyon binlerce aracı da bir servis yoluna verdiler.
Berbat durumdaki servis yoluna razı olduk. Çünkü yolumuz yapılacaktı.
20 gün önce asfaltın kazınması durdu.
Hiçbir çalışma yok ve ağır bir trafik servis yolunda. Çoluğumuz çocuğumuz kamyonların, tankerlerin arasında her gün o berbat yoldan gidip geliyor.
Yolda ise en küçük bir çalışma yok.
Bu Türkiye için son derece tipik bir durum.
Bir işe başlıyoruz, ama o işi hiçbir zaman layığıyla tamamlamıyoruz.
Bir iş programı yok.
Başlayalım, gerisi Allah kerim diyorsunuz ve olan vatandaşa oluyor.
Bugün benim evimin yolunda, yarın başka yerde.
Kafa bu.
Bu ülkede geçmişte her şeye rağmen en iyi çalışan kurumların başında karayolları geliyordu.
Şimdi o da bitmiş.
AKP ‘duble yollarla’ ülkeyi donatacaktı.
Var olanları bile kapadı.
Ne yediğimizi bilmek hakkımız
GENETİK olarak oynanmış ya da ‘transgenik’ gıdalarla ilgili uyarılarıma vatandaşlar ‘dehşet’, konunun uzmanları ise ‘Konuyu tam olarak bilmiyorsunuz’ diye tepki gösterdiler.
Uzmanların haklı olduğu bir taraf var.
Konuyu tam olarak bilmiyorum. Ama uzmanlar da konuyu ‘tam olarak’ bilmiyorlar.
Benim derdim de bu.
Gen transferi yoluyla elde edilmiş tohumlardan üretilen gıdaların insan sağlığı üzerindeki etkileri henüz tam olarak bilinmiyor.
Bunların insanlar üzerinde uzun vadede ne gibi etkiler yaptığı netleşmiş değil.
Genel kanaat, risk taşıdıkları yolunda.
Benim derdim ise Türkiye’de bu konuda bir bilinç yaratmak.
Türkiye’nin de bu meseleyi tartışmasını sağlamak.
Üniversitelerimizde bu konularda az sayıda da olsa araştırma yapılıyor.
Ancak konunun önemi ‘bürokratik’ düzeyde algılanmış değil.
Bu ürünlerin denetimi yapılamıyor. Hangi ürünün genetik olarak oynanmış olduğu dahi incelenmiyor.
Oysa tüketicinin bu konuları bilmeye, ne yediği, çocuğuna ne yedirdiği konusunda fikir sahibi olmaya hakkı var.
Daha da önemlisi, transgenik tohumların Türkiye’de giderek yaygın biçimde kullanılması ve üretilmesi, Türkiye’nin tarımda giderek daha da dışa bağımlı hale gelmesine neden olacak.
Bunu da ne yazık ki kimse tartışmıyor.
Bu konuyu da başka yazılarımda ele alacağım.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Toplumsal paranoyanın bireysel paranoyadan daha tehlikeli bir hastalık olduğunu anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 17 Mayıs 2004
<B>BUNDAN </B>aylar önce <B>‘İmam hatip liseleri kapatılsın’</B> diye yazarken, Türkiye’nin bugün geleceği noktayı görmüştüm. Benim ‘İmam hatipler kapatılsın’ önerime destek veren çok sayıda AKP’li milletvekili de vardı. Hatta içlerinde ciddi bir Milli Eğitim reformu için çalışma yapanlar, bunun detaylarını káğıda dökenler de bulunuyordu.
Çünkü imam hatip liseleri içerik olarak değilse de, kavram olarak Türkiye’yi ikiye bölüyordu. Bugün Türkiye’nin ‘laik’ ve ‘ilerici’ olduğunu söyleyen kesimleri imam hatip liselerine karşı çıkıyorlar. Bunu yaparken çok ciddi bir söylemleri de var. Bu okulların mezunlarının Türkiye’de rejim karşıtlığının gücü haline getildiğini, bunların laikliğe karşı tehdit oluşturduklarını iddia ediyorlar. Bu nedenle de üniversite sınav sisteminde yapılacak değişikliğe karşı çıkıyorlar. Korkularını ise şöyle dile getiriyorlar:
‘İmam hatipli valiler, kaymakamlar, hákimler, savcılar gelecek.’
Bilip bilmediklerinden haberim yok ama ben yine de hatırlatayım, o korkulanlardan şu anda da epeyce var. Çünkü yakın zamana kadar üniversite sınav sistemi imam hatiplilerin önünü kesmiyordu.
Bunu hatırlattıktan sonra başka bir gerçeğe geçelim.
‘Madem imam hatip mezunları bu kadar korkulacak, rejim düşmanı kişiler, bu okullar bugüne kadar niye kapatılmadı?’
Bu okullar ne Refah, ne de AKP iktidarında açıldı. 50 yılı aşkın bir süredir imam hatip okulları var.
Bu 50 yıllık süre içerisinde iki kere tam, iki kere de yarım darbe oldu.
Vatan millet için bu kadar zararlı olan imam hatipler o zamanlarda niye kapatılmadı? Keza darbe dönemleri dışında Özal’ı saymayalım ama Demirel, Ecevit, Akbulut, Yılmaz, Çiller iktidarları gelip geçti.
Bu ‘rejim ve devlet düşmanı’ okullar o zamanlarda da açık kaldı.
Neden imam hatipler bugüne kadar geldiler? Ve gelelim en önemli meseleye. Madem imam hatiplerden çıkanlar bu kadar ‘kötüler’, o zaman bunları devlet, millet parasıyla niye okutuyoruz? Bu okullardan çıkanlar vali, kaymakam olursa ülkeyi yıkar da, başka görevlerde bulunurlarsa ülkeye zarar vermezler mi? Ve son bir hatırlatma yapayım. Bugün ülkede büyük tartışmalara neden olan bu yasayı hazırlayan Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik imam hatip mezunu değil.
Kendi ifadesiyle ailesinden hiç kimse de imam hatip lisesine devam etmemiş, etmiyor...
Sizce sorun okulun adında mı?
Sınav sistemi bu yıl değişmeyecek
YÖK Başkanı Profesör Erdoğan Teziç haklı bir serzenişi dile getirmişti: ‘Sınava bir ay kala sistem değişir mi?’
Ben de çevremdeki eşin dostun çocuklarından tartışmaların öğrencileri çok etkilediğini görüyordum. Cumartesi günü bunu yazdım.
‘Bir ay kala öğrencilerin kafasını karıştırmak doğru mu?’ diye. Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik hemen aradı. ‘Öğrencilerin kafasını karıştıracak bir şey yok’ dedi. İtiraz ettim. ‘Nasıl olmaz. Soru sorulacak alanlar değişiyor. Yeni yasaya göre öğrenciler bütün müfredattan sorumlu olacaklar. Buna meslek liselerinin müfredatı da dahil. Üstelik lise son sınıf programı da sorulara giriyor. Bu çocuklar bunları hiç çalışmadılar.’
Bakan yanıtladı: ‘Doğru ama bu yıl için değil. Yasaya bir yürürlük maddesi koyduk. Dediğiniz konular bu yıl geçerli değil. Yani bu yıl müfredatın tamamı sorulara girmiyor. Lise son sınıf soruları da olmayacak. Bütün bunlar önümüzdeki yıl yapılacak sınava dahil olacak.’
Bakan Çelik bu değişikliğin gerekçesini de açıkladı:
‘Biliyorsunuz lise son sınıf müfredatı sorulmuyordu. Hal böyle olunca lise son sınıf talebeleri okula bile gitmiyordu. Çocukları o yaşta sahte raporlarla sahteciliğe alıştırıyorduk. Lise eğitimi bir yıl kısalmış gibi oluyordu. Bu nedenle lise son sınıfı da sorulara dahil ediyoruz ki, çocuklar son sınıfta da ders çalışsınlar.’
Bana sorarsanız yasa zaten bu yılki sınava yetişmeyecek.
Ama yine de sınava gireceklerin haberi olsun.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Adam olma umudu iğnesiz oltayla balık tutmaya benzemediği zaman.
Yazının Devamını Oku 15 Mayıs 2004
<B>ÜNİVERSİTE </B>sınav sistemi, 28 Şubat sürecinin devamında değiştirilmişti. 28 Şubat’a destek veren bir yazar olduğum halde, sınav sisteminde yapılan bu değişikliğe o dönemde karşı çıkmıştım.
Hatalıydı. Hele hele bir geçiş süreci olmadan yapılması büyük hataydı.
Bugün yapılan düzenleme, bazı bölümleri hariç bu hatayı ortadan kaldırıyor.
Bu açıdan itirazım olamaz. Fakat zamanı değil.
İki nedenle değil; birincisi ülke olarak bunun yaratacağı gerilime hazır değiliz, ikincisi sınava 35 gün kala öğrencilerin kafası karıştırılmaz. Yazıktır.
Düşünsenize çocuklar sınava hazırlanıyor, ama sınavın neye göre yapılacağı belli değil.
Yıllardır belirli sorulara, belirli düzene göre hazırlanmışsınız.
Sınava bir ay kala her şey sil baştan.
Olur mu böyle bir şey?
Seçime bir ay kala seçim yasası değişir mi?
Değişmez.
Bu kargaşayı önlemek için yasa bile yapıldı. Bu gibi değişiklikler yapılsa bile bir sonraki seçim için geçerli oluyor.
Peki bu öğrencilerin geleceği, bir milletvekilinin seçilip seçilmemesinden daha mı az önemli?
Bu yasa Çankaya tarafından onaylansa da, geri gönderilip yenisi yetiştirilse de bu sınav için geçerli olmamalı.
Yüz binlerce öğrencinin vebali alınmamalı.
Kötü niyetliler kimler?
İKİ gün önce YÖK Yasası’na karşı olanları ‘Genelkurmay’ ve ‘kötü niyetliler’ olarak iki gruba ayırınca, bazı okurlardan ‘Biz Genelkurmay’dan değiliz ama YÖK’e karşıyız. Kötü niyetli de sayılmayız’ eleştirileri geldi. Buna yanıt vermek farz.
Kötü niyetli değilseniz, kendinizi kötü niyetliler grubuna koymanıza gerek yok.
Kötü niyetlilerden neyi kastettiğimi o yazımda belirtmiştim, ama biraz daha açayım.
Türkiye’de bir grup var ki, bunlar kendi düşünceleri, kendi görüşleri ya da kabul edebilecekleri birileri iktidarda değilse, Türkiye’nin iyiye doğru gitmesini istemiyorlar.
Bunların kafalarında şablonlar var.
Bu şablonlara oturmayanların Türkiye’yi yönetme hakkı yok. Daha ötesi, bu şablona oturmayanların Türkiye’de fikirlerini beyan etmeleri, iş yapmaları, hele hele yazı yazmaları, fikirlerini yaymaları mümkün değil.
Bunlar vatanseverlik, yurtseverlik adı altında kendilerini ve kendileri gibi olanları seviyorlar.
Onlardan olmayanı yurttaş bile kabul etmiyorlar.
Kötü niyetliler işte bunlar. Bunlar en küçük bir olumsuz sinyal aldıklarında yerlerinden fırlıyor, yazıyor, çiziyor, demeç veriyor, gezi yapıyor ve olumsuzluğun katlanmasını, ülkenin zarar görmesi pahasına siyaseten kabul etmedikleri grupların yıpranmasını istiyorlar. İsimlerini tek tek yazmama gerek yok. Siz onların kimler olduklarını gayet iyi anlayabiliyorsunuz.
Bunlardan değilseniz kötü niyetli değilsiniz.
Merak etmeyin...
AKP’de parti içi çekişme
AKP içindeki ‘aşırı uç’ harekete geçti. YÖK Yasa Tasarısı ilk adımdı. Bir güç denemesi yaptılar.
Bundan sonra farklı adımlar atılmaya çalışılacak.
Ben ikinci adımın Meclis’te değil, parti ve hükümet içinde atılacağını düşünüyorum.
Parti içinde merkez sağa yakın duran önemli isimlerin, hükümetteki önemli görevlerinden uzaklaştırılmaları için yoğun bir kulis başlatılacak.
Kimler hedef olabilir? Pek çok isim var. Daha önce başka iktidarlar döneminde bakanlık yapmış ve şimdi de çok önemli bakanlıklarda oturan isimler bunlar arasında yer alabilir. Eskiden önemli sivil toplum kuruluşlarının başında bulunmuş bazı isimleri şimdi Başbakan Erdoğan’a kötüleme dönemi başladı. Bazılarının oğullarından, bazılarının cumhurbaşkanı olmak için kulis yaptıklarından söz edilerek bu kişiler yıpratılıyor.
Oysa AKP’nin ilerici merkez sağ bir iktidar olarak görülmesinin temelinde bu isimler var.
Bu isimler olmadan, Tayyip Erdoğan’a rağmen AKP’nin merkezde olduğunu iddia etmesi çok güç olacak. AKP içinde ‘güç kavgası’ biraz erken başladı. Bu parti adına hayra alamet değil.
Parti içeriden gerildikçe, Türkiye de geriliyor.
Bu anlayışla Tayyip Erdoğan’ın daha önce söylediği ‘Türkiye’yi 13 yıl daha yönetme’ hayali biraz zor gerçekleşir. Kavgadan bezmiş bir milletin, kavgaya oy verdiği görülmemiştir.
Öleceksiniz, kanser olacaksınız haberiniz yok
‘GENLERİYLE oynanmış mısırlar geldi’ diyorum ses seda yok.
‘Genleriyle oynanmış soya fasulyeleri de geliyor’ diyorum kimse umursamıyor.
Oysa Fenerbahçe şöyle, Beşiktaş böyle deseydim binlerce faks yağardı.
‘YÖK Yasası iyi’ veya ‘YÖK Yasası kötü’ deseydim tepki yağmuru altında kalırdım.
Halbuki, mısırlar ve fasulyeler bütün bunlardan çok daha önemli.
Gelişmiş, insanına değer veren ülkeler bu konularda son derece hassaslar. Çünkü bu hem insana verilen değer, hem de ekonomik bir sorun.
Bu gibi genetik müdahaleye uğrayarak üretilmiş tarım ürünlerinin kansere neden olduğu yolunda çok ciddi şüpheler var. Bu müdahaleler verimliliği artırmak için yapılıyor ve bu ürünler doğal olanlardan daha ucuz.
Ancak bu ürünleri kullananlarda ortaya çıkan sağlık sorunlarının yarattığı maliyet düşünülmüyor.
Ucuz olan genetik müdahaleli fasulyeden yapılan yağı kullanan adam, kanser oluyor. Ve tonlarca fasulyeye bedel değerde ilaçlarla tedavi ediliyor.
Bunun için bu konuda yapılan uyarıları ne bakanlıklar, ne de vatandaşlar ciddiye alıyor. Nasıl olsa yediği anda ölmüyor ya, sorun yok.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Bu ülkeyi yönetenler, bu ülkedeki her çocuğu kendi çocuğu gibi düşündüğü zaman.
Yazının Devamını Oku