23 Nisan 2004
<B>HÁKİMLER </B>ve Savcılar Yüksek Kurulu Başkan Vekili <B>Fehmi Ulusoy,</B> yargının içinde bulunduğu <B>‘vahim’</B> durumu özetliyor. Mahkemelerin fiziki durumu berbat. Ve aynı mahkemeler yılda 6 milyon dosya altında eziliyor.
Fiziki durumu düzeltmek bir bütçe işi.
Ancak dosya yoğunluğu konusu tamamen yargının kendi iç sorunu.
Daha doğrusu, bu kadar fazla dava yükü altında ezilmek yargının kendi ‘kabahati’.
Mahkemelerin yükü aslında çok daha hafif olabilir. Fakat bunun için kendine güvenen, arkasındaki bakanlığa güvenen dirayetli savcılar gerek.
Türkiye’de dava açmak dünyanın en kolay işi.
Yaz bir şikayet dilekçesi, ver savcılığa, yargının yüküne bir dosya daha ekle.
Çünkü savcılar ‘ürkek’.
Benim gibi gazeteciler iyi bilir, ne yazsanız sizi ürkütmek, sıkıntınızı sıyırmak için dava açıyorlar.
Bu davaların yüzde doksanı kazanılması mümkün olmayan davalar.
Ortada hakaret yok hakaret davası açıyorlar, hakaret davası tutmazsa haksız rekabet davası açıyorlar.
Savcılar da bunları hemen alıp dava sürecini başlatıyorlar.
Birkaç kez savcılarla bu konuda konuştuk.
‘Sayın savcım. Bu davada hakaret falan yok. Açmasanız olmaz mı?’
Yanıt her seferinde müthişti: ‘Fatih Bey haklısınız ama mahkeme karar versin. Şimdi ben davayı açmazsam bir üst mahkemeye gidiyorlar. Orası da mutlaka açıyor. Bu sefer bizim hakkımızda şikayette bulunuyorlar.’
Savcılar başları belaya girmesin diye defi bela kabilinden dava açıyorlar. Ondan sonra ayıkla pirincin taşını. Yıllar sürecek bir dava süreci başlıyor.
Bu benim durumum. Daha beterleri de var.
Millet gözünün üstünde kaş var diye birbirine dava açıyor. Dirayetli bir savcının öpüştürüp barıştıracağı kişiler birbirleriyle yıllarca davalı oluyorlar.
Prosedürü çok net belli olan karşılıksız çek davaları bile yıllarca sürüyor ve emin olun 6 milyon davanın en az 1 milyonu çek davası.
En basit trafik suçlarında bile olay mahkemede bitiyor.
Hal böyle olunca milyonlarca dava.
Yazık o hákimlere, yazık o mahkemelere.
Oysa iki yasal düzenleme ve dirayetli savcılarla bu yük kısa sürede en az yarı yarıya azalır.
Bunu ben görüyorum da, Adalet Bakanlığı nasıl görmüyor anlamıyorum.
30 yıldır saklananlar
BİR okurum Kıbrıs’ta yıllardır çözüm bulmayıp, bugün ulaşılan noktayı sabote etmeye çalışanlara ithafen bir fıkra yollamış. Aynen aktarıyorum:
3 kaplumbağa pikniğe gitmişler. Sarmalar sarılmış, patatesler, yumurtalar pişirilmiş, yiyecekler, içecekler hazırlanmış ve neşeyle yola çıkmışlar. 5 yıl, 10 yıl 30 yıl geçmiş, bizimkiler piknik alanına ulaşmışlar.
Çantalardan yiyecekler çıkarılmış, sofra hazırlanmış ama bir de bakmışlar ki, çatal bıçak ve tuzu evde unutmuşlar. İçlerinden birine sen bir koşu eve git eksikleri kap gel demişler. Eve gitme görevini alan, ‘Giderim ama bir şartla’ demiş, ‘Ben gelinceye kadar yemeklere el sürmeyeceksiniz.’ Diğer ikisi ‘Tamam’ demişler. 10 yıl, 20 yıl, 30 yıl geçmiş. Kaplumbağalardan biri fenalaşmış. ‘‘Ben ölüyorum. Söz verdik ama ölmeden hiç değilse bir dolma yiyeyim’ demiş ve bir dolmayı ağzına atarken çalıların arkasından eve gidip eksikleri almakla görevlendirilen kaplumbağa fırlamış.
‘İyi ki gitmeyip saklanmışım. Sözünüzü tutmayacağınızı biliyordum’ demiş.
Okurum bu fıkrayı 30 yıldır çözüm üretmek yerine bahane diyerek saklananlar için yolladığını söylüyor.
Bölücü doktorlar
BİR süre önce Ata uçağında Sağlık Bakanı Recep Akdağ ile sohbet ediyoruz.
Dertli. Doğu ve Güneydoğu illerine ataması yapılan doktorların görev yerlerine gitmediğini, bu yüzden bu bölgeye devletin sağlık hizmetini götüremediklerini söylüyor.
‘Ne yapacaksınız?’ diye soruyorum.
Yapacak hiçbir şey olmadığını söylüyor. Bu sohbetin üzerinden kısa bir süre geçtikten sonra haber Hakkari’den geliyor.
Böbrek hastası genç, diyaliz makinesini kullanacak doktor olmadığı için tedavi olamıyor ve ölüyor. Üstelik bu Hakkari’de son aylarda aynı nedenle ölen 6. hasta.
Yani devlet Hakkari’ye diyaliz makinesini göndermiş. Doktorun da atamasını yapmış ama ‘Hipokrat’ın várisi’ görev yerine gitmediği için son birkaç ayda 6 kişi aynı nedenle ölmüş.
Nerede bu vatanın bölünmez bütünlüğü.
Doktorlarımız bu vatanı bölmüş bile. Doğu ve Güneydoğu’ya gitmiyorlar. Nerede üniter devlet. Káğıtta mı, Anayasa’da mı?
Kafalarda Türkiye’yi bölmüş müyüz? Türkiye’nin doğusu, güneydoğusu gidilmez yerler mi?
O zaman polisin, askerin günahı ne? Buralara atanan doktorların görev yerine gitmemesi en az PKK’nın yaptığı kadar bölücülük.
Bence yapılması gereken bu kişileri DGM’de yargılamak.
Çünkü bu ülkeyi, hapiste bulunan DEP’li milletvekillerinden daha açık bir biçimde bölüyorlar.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Hukuk devleti ülkenin önünü tıkamak için değil açmak için kullanıldığı zaman
Yazının Devamını Oku 22 Nisan 2004
<B>SİYASETTE </B>tecrübe önemlidir. Kritik anlarda çok gerekli olur.<br><br><B>Mehmet Ali Talat,</B> geçtiğimiz günlerde işte böylesi bir tecrübe eksikliğinin kurbanı oldu. Kıbrıs’ta yapılacak referandumun olası sonuçlarıyla ilgili bir değerlendirme yaparken, Rum tarafından da ‘Evet’ çıkması gerekliliğine değindi ve ‘Planın işlerlik kazanması Kuzey Kıbrıs’ın tanınmasından daha önemlidir’ dedi.
Bu cümleye kimsenin tepki göstermemesi benim için çok şaşırtıcıydı.
Talat’ın sözleri, Kıbrıslı Türkler için belki geçerliydi. Çünkü plan işlerlik kazanırsa Kıbrıslı Türkler de AB vatandaşı olacaklardı.
Ama Talat’ın sözleri yıllardır Kıbrıs’ı omzunda taşıyan anavatan açısından kırıcıydı.
Çünkü Türkiye, milyarlarca dolar yükü, uluslararası camiadaki eleştirileri, her olayda önüne çıkarılan Kıbrıs faturasını ‘bağımsız ve özgür’ bir Kıbrıs Türkü adına göğüslemişti.
Kıbrıs’ta bugün gelinen çözüm noktasında az zamanda çok emeği olan Başbakan Talat, bu sözleri için Türkiye’nin gönlünü almak zorunda.
Çünkü Türkiye’deki hükümetin desteği olmasaydı, bugünkü konuma gelmeye Talat’ın gücü yetmezdi.
Mahkemeler tekzipte dikkatli olmak zorunda
GAZETECİLİKTE cevap hakkına ve tekzibe saygı duyan bir gazeteciyim.
Hatta bu yüzden eleştirilere maruz kalıyorum.
‘Kardeşim madem düzeltecektin niye yazdın?’ diye.
Oysa ben suçluların da kendini savunma hakkı olduğu gibi, benim yazılarıma konu olan kişilerin de konuları kendi bakış açılarından aktarma hakkı olduğuna inanıyorum.
Bu bence evrensel bir gazetecilik ilkesi.
Ama ilginç bir toplum olduğumuz için, bu cevap haklarını kullandırmayan gazetecilerin ‘sürekli’ doğru yazdığı, cevap hakkına saygı duyan gazetecilerin ise ‘uydurdukları’ gibi bir inanç oluşuyor.
Ben yine de kendi doğrularımın peşinde gittiğim için bu hakka saygı duymaya devam edeceğim.
Fakat cevap hakkı ve tekzip konularında mahkemelerin tutumu korkunç.
Ne yazık ki, bazı mahkemeler veya hákimler yüzde yüz doğru, belgeli, kanıtlı haberlerde ‘tekzip kararı’ veriyorlar.
Oysa tekzip, yalan veya yanlış habere yönelik bir durum.
Cevap hakkı herkese tanınabilir ama doğru haberin yalanlanması anlamına gelen tekzip, sadece yanlış habere uygulanabilir.
Bazı hákimlerimiz ne yazık ki bu durumun farkında değiller.
Geçtiğimiz günlerde Kanal D Haber’de yüzde yüz doğru, belgeli bir haber yayınladık.
Habere konu olan kişiler, devletin belgelerine dayanarak yapılan bu haberle ilgili olarak bir mahkemeden ‘tekzip’ kararı aldılar.
Biz de aynı mahkemede bu karara itiraz ettik.
İtirazımız reddedildi. Hem de itiraz dosyamız açılmadan. İçine bakılmadan...
Oysa dosyanın içinde devletin belgeleri vardı ve haberin doğruluğu, tersi iddia edilemez bir biçimde kanıtlanıyordu.
Fakat tekzip kararını veren mahkeme, bunlara bakmadı bile.
Ancak benim inadımı hesaba katmamışlardı.
Kanal D’nin başarılı avukatları vasıtasıyla bütün hukuk yollarını deneyerek haklılığımızı ispat peşine düştük.
Çünkü doğru bir haberimin, bir mahkemenin tembelliği ve işbilmezliği yüzünden yalanlanmasını istemiyor, bunu gururuma yediremiyordum.
Sonunda çetin bir hukuk savaşının ardından haberimizin doğruluğunu kanıtladık ve tekzibi durdurduk.
Tekzip konusunda mahkemeler çok dikkatli olmak zorunda.
Bu basit bir iş değil. Emekle, çalışarak, bazen can pahasına hazırlanmış doğru haberlerin ahlaksızlar tarafından yalanlanmasına alet olmamak lazım.
Aksi takdirde zarar görecek olan, aslında hem çok yararlı olan tekzip müessesesi, hem de hukuk olacak.
Bu bile başarı
DİKKAT ediyor musunuz, Türkiye’nin Kıbrıs’a çıktığı 1974 yılından beri ilk kez gerek Avrupa’da gerekse dünyanın geri kalan bölümünde eleştirilen taraf Türkler değil, Rumlar.
Verheugen bile dün Türkiye’ye karşı tavrıyla bilinen Avrupa Parlamentosu’nda Rumlara ve liderlerine verip veriştirdi.
Sizce sadece bu kadarı bile büyük bir diplomatik başarı değil mi?
Bize değil gazetene söyle
BİR yazar aynı günde iki kez ‘saçmalar’ mı? Evet saçmalar.
Hıncal Abimiz böyle yapmış.
Diyor ki: ‘Meclis Başkanı’nın ‘Şeyini şey ettiğimin şeyi’ sözleri böyle kolay geçiştirilemez. Bu sözleri söyleyen kişi görevi bırakmalıdır. Türk basını bunun peşini nasıl bırakır?’
Hıncal Uluç böyle diyor ama bir Sabah yazarı olarak bu haberi Sabah Gazetesi’nde göremediğini herhalde bilmiyor.
Devletin ‘ucuz’ kiracısı Sabah Gazetesi, Meclis Başkanı Arınç’ın bu sözlerini 1. sayfaya koymayıp, içeri gizleyen tek gazete.
Bu sözler söylendiği gün, biz Kanal D Haber’de bu sözleri 1. haber yaparken, ATV haber kendi muhabirine yapılan bu hakareti görmezden geldi.
Sabah Gazetesi de aynı şekilde kendi grubundan bir yayının muhabirine yapılan bu sözlü hakareti haber yapma gereği bile duymadı. Ama Hıncal Abimize göre Meclis Başkanı’nın peşi bırakılmamalıymış.
Bu sözleri bize değil, yere göğe sığdıramadığı kendi gazetesinin yönetimine söylesin.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Spor kulübü başkanları, yalancılıkta siyasi parti genel başkanlarına açık ara fark atmadıkları zaman.
Yazının Devamını Oku 21 Nisan 2004
<B>HINCAL Uluç </B>büyüğüm Sabah’taki köşesinde yazmış. Hemzemin geçitte tren altında kalan ve 7 çocuğa mezar olan minibüsün şoförünü ve bu konuda yazı yazanları eleştiriyor. O günlerde ben de yazmıştım. Alındım. Ben dedim ki: ‘O hemzemin geçitte daha önce de kazalar olmuş. Ya yerini değiştirmek ya da kontrollü geçiş vermek gerekirmiş.’
Çünkü benim bildiğim medeni ülkelerde böyle yaparlar.
Hatta bazen bizde bile öyle yaparlar. TEM’in Okmeydanı bağlantı yolu hatalı yapımdı ve kazalara neden oluyordu, yolun birkaç metresini yeni bir kavisle yaptılar.
Hıncal Abimiz ise bizimle aynı fikirde değil. Diyor ki: ‘Minibüs şoförünün çocukları da aynı minibüsteymiş. Sorumlu insan dikkatli olur. Dikkatli geçer. Bu ülkede insan güdülmek zorunda mı, kendi bilinci yok mu?’
Allah aşkına Hıncal Abi, böyle mantık olur mu?
Bu ülke insanı güdülmek zorunda değilse, yasaya da gerek yok.
Akıllı ve sorumlu insanlar doğru düzgün davransınlar olsun bitsin.
Ama iş öyle değil.
Devlet insanlarını korumak, düzeni sağlamakla görevli.
Maçta yerine oturan adamı kaldırmadığı için polisin ve devletin görevini yapmadığını söyleyen de Hıncal Uluç, tehlikeli yere kontrolsüz hemzemin geçit yapan devleti koruyan da Hıncal Uluç.
Maçta yanlış yere oturan vatandaş polis zoruyla güdülmeli, ama tren altında kalmamak için güdülmemeli..
Bu nasıl mantık Hıncal Abi, bu nasıl mantık.
Namuslu olan açık olur
MISIRLA ilgili yazılarımız ses getiriyor. Tarım ülkesi Türkiye 20 yıl içinde tarımda dışa bağımlı hale getirilince bu yazıların ses getirmemesi mümkün değil.
Ben ‘Birileri mısırları yola çıkardı bile’ deyince epey kalabalık bir grup yerinden zıpladı.
‘Türkiye mısır ithal etmek zorunda. Ne yapalım yani mısır gelmesin mi?’ diyorlar.
Gelsin. Gelmesine hiçbir itirazımız yok. Ama bu işler böyle alaturka yöntemlerle yapılmasın.
İthalatı ve yerli üreticiyi dengelemenin yolu elbette zaman zaman vergi oranlarıyla oynamak. Fakat bunun bugünkü gibi gizli kapaklı, kapalı kapılar ardında yapılıyor olması yanlış.
Oranlar gizli bir biçimde, zamanı belli olmadan değiştirilince içerden bilgi alma olanağı veya içeriye baskı yapma ihtimali olanlar lekeleniyor, şayialar alıp yürüyor.
Doğru olan ise çok basit.
İthalatın ne zaman yasaklanıp ne zaman serbest bırakılacağı, oranların ne zaman yükselip ne zaman alçalacağı belirli bir süre önceden kamuoyuna açık bir bilgi haline gelirse ortalıkta ne şaibe kalır, ne de yolsuzluk iddiası.
Dünyada en kolay şey açık ve net olmaktır. Tabii namuslu olanlar için.
Destekleme çiftçiye mi ithalatçıya mı?
TÜRKİYE ciddi bir mısır ithalatçısı haline geldi. Yem sanayii, yağ sanayii ve şeker sanayii mısıra yöneldikçe, Türkiye’nin açığı giderek büyüyor.
Yıllık ithalat yaklaşık 1,6 milyon tonu buldu. Daha önce de yazdığım gibi, yerli üreticiyi korumak için hükümetler dönem dönem ithalat vergileriyle oynayıp, mısır üreticilerini korumaya çalışıyorlar.
Ancak bu işten kárlı çıkan üretici değil, ithalatçı oluyor.
Çünkü Türkiye’de yılların kötü ve hatalı alışkanlığı ile mısır üreticisi de ‘destekleme alımları’ ile korunmaya çalışılıyor. Ancak bu alımlar sonucunda fiyat yükseliyor ve ithalat daha da cazip hale geliyor. Destekleme alımı yerine, Batı ülkelerinde yapılan uygulamaya gidilse ve çiftçiye ‘üretim primi’ verilse buna karşın fiyat düzeyi korunsa mısır fiyatı ‘şişmeyecek’ ve bu işten kárlı çıkan ithalatçı olmayacak.
Ama destekleme alımı herkesin işine geliyor.
Bir yandan mısır üreten çiftçiye hoş gözükülürken, diğer yandan ‘yandaş’ ithalatçı zengin ediliyor.
Olan memleketin kasasına oluyor ama ondan kime ne?
Spor palavraları
BEN spor basını deyince spor basını ayaklanıyor ama geçenlerde yapılan bir araştırma spor gazetecilerinin yüzde 90’ının spor gazetecilerinin yalan yazdığına inandıklarını ortaya çıkardı.
Bunda da ben mi suçluyum acaba.
Ama ben o yüzde doksana katılıyorum. Nasıl katılmayayım.
Dün Sabah’ın spor sayfasında bir haber. Konyasporlu Zafer Biryol diyor ki: ‘Tevfik Hoca ölmeden önce bana penaltı çalıştırmaya başladı ve vasiyetimdir bundan sonra penaltıları Zafer atacak dedi.’ Tevfik Hoca dediği, trafik kazasında gencecik kaybettiğimiz harika insan Tevfik Lav.
Burada kim palavra sıkmış merak ediyorum. Zafer mi, yoksa Sabah spor mu? 40 yaşında bile olmayan Tevfik Lav, durduk yerde niye vasiyet etsin.
Hani ağır hasta olsa, öleceğini bilse neyse. Yoo, sapasağlam. Zaten kazada kaybetmişiz. Niye durduk yerde vasiyet etmiş anlamadım.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Yanlış yazmanın hata, yalan yazmanın ise aşağılıklık olduğunu anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 20 Nisan 2004
<B>BİR </B>CHP milletvekili ile sohbet ediyoruz. Sıkıntılı. Ama elinden gelen bir şey yok. Sıkıntısının adı <B>Deniz Baykal. ‘Siyaset iktidar olmak için yapılır. Deniz Bey’in ise iktidar olmak gibi bir hırsı, bir isteği yok’ diyor.
‘O ne demek?’ diye soruyorum.
‘İktidar olmak istemiyor. Ülkeyi yönetmek istemiyor. Meclis’te olmak, yönetenlere eleştiri yöneltmek, medyada yer almak ona yetiyor. Fazlasında gözü yok. Gözü yok demek bile yanlış. İstemiyor’ diye anlatıyor.
CHP’li milletvekiline göre Genel Başkanı, muhalefette olmanın rahatlığını, iktidarda olmanın rahatsızlığına tercih ediyor.
‘İktidar olsa çözüm bulması, çözüm üretmesi lazım. Memur maaşından SSK açığına, ABD ile ilişkilerden AB’ye girilip girilemeyeceğine, Kıbrıs sorununa, Irak meselesine, enflasyona, faizlere, yatırımlara ve daha binlerce soruna odaklanması, bunlar için çalışması, çözüm bulması, bütün bunlarla mücadele edecek ekipleri oluşturması lazım. Deniz Bey bunları yapmak istemiyor. İktidarın veya basının oluşturduğu gündemi takip edip, bunlara çatarak gayet güzel idare ediyor. Bu da ona yetiyor. İktidar olmak, ülkeyi ileri taşımak veya ülkeyi bir yere taşımak gibi bir arzusu yok.’ Bu fikirlerin sahibi bir CHP milletvekili olunca şaşırıyorum.
‘İktidar olmak istemeyen biri niye siyaset yapsın?’ diye üsteliyorum.
‘Niye yapmasın?.. CHP çok büyük bir parti. Onun genel başkanı olarak Başbakan kadar saygı görüyorsun. Protokolde yerin hazır. Partinin imkánları emrinde. Canın seyahate mi çıkmak istiyor. Parti kasası orada. Birini bir yere mi yollamak istiyorsun. Ver kasadan 10 bin dolar harcırah. Muhalefet lideri olarak eşin dostun sorunlarını da çözecek gücün var. Üstelik düşünmen gereken hiçbir şey yok’ diyor.
‘Deniz Bey ülke sorunlarına duyarsız mı demek istiyorsunuz?’ diye bastırıyorum.
‘Hayır duyarlı. Her vatandaş kadar duyarlı. Ama sorumluluk almak istemiyor. En güzeli sorumsuz duyarlılık değil mi? Başkası yapmaya çalışacak, sen konuşacaksın. Akşam yattığında düşünmen gereken bir milyon tane sorunun olmayacak. Kafayı koydun mu uyuyacaksın. Sabah kalkıp yürüyüşünü yapacaksın. Ballı sütünü içeceksin. Deniz Bey işin kolayını bulmuş. Bakın Genel Başkanımız 70 yaşına merdiven dayadı, yüzünde tek bir kırışık yok. Neden? Çünkü derdi yok. Bakın Başbakan’a. Adam 50 yaşında ama her gün yaşlanıyor. O kadar sorun senin başında olsa sen de yaşlanırsın. Deniz Bey ise tam tersi. Dertsiz tasasız...’
Şaşırıyorum, ‘Peki milletvekilleri, partililer bunun farkında değiller mi?’ diyorum. ‘Farkındalar’ diyor, ‘En azından çoğu farkında ama ne yapsınlar?.. Daha seçime 3.5 yıl var. Beklemekten başka çareleri yok’.
Üzülüyorum. Bir CHP’li milletvekilinden bunları duyduğum için üzülüyorum.
Keşke Kıbrıs’ın tamamı bizim olsa
RAUF Denktaş’la ilgili dünkü yazıma Londra’da yaşayan Kıbrıslı bir Türk yanıt yollamış.
O günlerde 16 yaşında olan Kıbrıslı okurum, Denktaş’ın o günkü açıklamalarının çok isabetli olduğunu düşünüyor ve benim olaya uzaktan bakarak yanlış bir tavır takındığımı iddia ediyor
‘O gün Rum Milli Muhafız Gücü ve Polis Gücü birbirine girmişti. Yoğun çatışmalar oluyordu. Biz başımızı kaldırsak iki güç de üzerimize gelecekti. Hiç şansımız yoktu. Sayın Denktaş’ın yaptığı açıklama en isabetli açıklamaydı. Hiç şansımız yoktu. Zaten Türk toplumu birbirinden kopuktu. Ben ve tüm mahalle çocukları kum torbası hazırlıyorduk ve kumumuz bile olmadığı için toprak koyuyorduk. En küçük bir eylem bizim sonumuz olurdu. Neticede 5 gün sonra Limasol ve Larnaka’da bir gün dayanabildik.’
Londra’da yaşayan Kıbrıslı okurumun yazdıklarının özü bu.
Bu satırlar Denktaş’ın o günkü tavrını haklı çıkarmaya yarayabilir belki ama bir başka gerçeği daha ortaya çıkarıyor.
Mektuptaki gerçeklere bakarsak Annan Planı ile elde edilen kazanımlar, Kıbrıs Türkü’nü 1974 Temmuz’undan daha ileri taşıyor.
Yani Türkiye’nin de imza koyduğu Londra ve Zürih antlaşmalarıyla oluşan ortamdan çok daha iyi bir noktaya geliyorlar.
1974 Temmuz’unda bir gün bile dayanma gücü olmayan Kıbrıs Türk toplumu, şimdi yanıbaşında Türk askerine sahip olacak. Geçmişte tamamı Rumların elinde olan kıyıların yarısından fazlası Türk tarafının kontrolüne girecek.
Türkler çok daha net ve kullanılabilir haklar elde edecekler.
Daha iyisi olmaz mıydı?
Olurdu elbet.
Benim gönlümden de, Rumları Kıbrıs’tan atıp adanın tamamında bir Türk Cumhuriyeti kurmak geçiyor. Hatta Akdeniz’i bir Türk golü yapmak, Viyana kapılarına tekrar dayanmak da güzel ve milliyetçi fikirler.
Ama bir de gerçekler ve akıl var.
Sizce yok mu?
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Üzüntüleri paylaştığımız rahatlıkla, sevinçleri de paylaşabildiğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku 19 Nisan 2004
KIBRIS ’ta ‘Hayır’ cephesinin başını Rauf Denktaş ve Denktaş’ın hayat boyu danışmanı Mümtaz Soysal çekiyorlar. Bu ikiliye göre, Kıbrıs’ta Annan Planı’nın getirdiklerine bakmamak lazım. Rauf Bey ve danışmanı, ‘uzun dönemde’ planın büyük sakıncalar yaratacağını söylüyorlar. Tabii ben ve benim gibi bu ikilinin geçmişini bilenler duruma gülüyorlar.Çünkü bu ikili bırakın uzağı, burunlarının önünü bile göremezler. Kimilerince ‘büyük politikacı’ olarak adlandırılan Rauf Denktaş, ne yazık ki olayları kavrama ve anlama konusunda pek de başarılı değildir. Bunu ben söylemiyorum tarih söylüyor. Hem de Kıbrıs tarihi.Yıl 1974, Kıbrıs’ta Eoka sonunda amacına ulaşmış ve Nikos Sampson liderliğinde bir grup Kıbrıs’ta darbe yapmıştır. Darbecilerin hedefi Enonis’i gerçekleştirmektir. Kıbrıs’ta daha sonra Türkiye’nin ‘Barış Harekatı’na neden olacak bu gerilim yaşanırken, Rauf Denktaş farklı bir telden çalmaktadır. ‘Konuları iyi değerlendirmeyi bilen’ Denktaş, 15 Temmuz 1974 günü Sampson darbeyi yaptığında Bayrak Radyosu’ndan bir açıklama yaparak, ‘Bu iş Rumların iç işidir, karışmayın, evlerinizde bekleyin’ demiştir. Yani Denktaş’a göre ortada Kıbrıs Türk toplumunu ilgilendiren bir durum yoktur. Darbe Makarios’a karşı yapılmıştır ve Rauf Bey zaten Makarios’tan hoşlanmamaktadır. Denktaş konuyu bu boyutuyla ele alır ve ona uygun bir çağrı yapar. Oysa aynı saatlerde Başbakan Ecevit Ege gezisini yarıda kesmiş ve Ankara’ya dönerek 1960 Antlaşması’nın açık ihlali olan darbeye karşı alınacak önlemeleri değerlendirmeye başlamıştır.Ecevit’e Rauf Denktaş’ın radyoda yaptığı konuşmanın içeriği iletilir. Ecevit ve dönemin Dışişleri Bakanı Turan Güneş çılgına dönerler. Ortada ciddi bir sorun vardır ama Denktaş konunun farkında değildir. Türk toplumu adına Türkiye’nin garantörlükten doğan haklarını kullanmasını isteyeceğine ‘Konu Rumların iç meselesi’ diyen bir Türk toplumu lideri vardır. Ankara hemen Denktaş’ı uyarır. ‘Bu iç mesele falan değil, sakın böyle açıklamalar yapma’ denir. Daha sonra Türkiye 20 Temmuz’da Ada’ya garantör hakkıyla müdahale eder ve kimse buna ses çıkaramaz.Ankara’nın uyarısı olmasaydı, Denktaş’ın tavrı Türkiye’nin garantörlükten doğan hakkını kullanmasını iyiden iyiye imkansız hale getirecekti. Bu tarihi gerçeği pek kimse hatırlamaz. Ama bilenler bilir. Biz bunu sevmek olarak tanımlamıyoruzUZAĞI görüp sorunları tespit konusunda Mümtaz Soysal da Denktaş’tan aşağı kalmaz. Mümtaz Hoca’nın vatanseverliğinden, dürüstlüğünden kimse şüphe edemez ama sadece vatanseverlik ve sadece dürüstlük yetmez. Üzerine, akıl, ileri görüş, vizyon gibi eklemeler yapmak gerekir. Şimdi kalkıp bana kimse ‘Koskoca profesör’ demesin, onunla ilgili de Türkçemizde güzel laflar bulunur. Mümtaz Hoca iyidir hoştur da, Türkiye’ye onun verdiği zararı kimse verememiş, Türk hazinesini hiç kimse tek başına onun kadar zarara sokmamıştır. Hatırlacaksınız, bundan 11 yıl kadar önce Türk Telekom’un özelleştirilmesi söz konusuydu. Dünyada Telekom özelleştirme furyası başlamak üzereydi ve henüz GSM sistemi gelişmediği için telekomlar ciddi para ediyordu. Yani tam zamanıydı. Türk Telekom’a da o dönemde 20 ila 30 milyar dolar arası bir fiyat biçiliyordu. Ve işin ilginci Türkiye’nin o dönemki dış borcu da hemen hemen bu kadardı. Yani Telekom satılsa Türkiye’nin dış borcu sıfırlanabiliyordu. Mümtaz Soysal, bütün vatanseverliği ile ortaya çıktı ve tek başına ‘aslanlar’ gibi mücadele ederek Telekom’u sattırmadı. Ardından Avrupa’daki bütün telekomlar büyük fiyatlara satıldılar ve işin modası geçti. Şimdi Türk Telekom’un satışı yine gündemde. Biçilen fiyat ise 3 ila 5 milyar dolar arası. Yani fiyat hemen hemen 6’da bire inmiş. Buna karşın Türkiye’nin o zamanki 30 milyar doları bulmayan dış borcu bugün 200 milyar dolara dayanmış. O zaman Türkiye’nin dış borcunu tek başına karşılayan Telekom satış geliri, bugün dış borcun yıllık faizini karşılayamayacak hale gelmiş. İşte Mümtaz Soysal’ın ileri görüşü, işte hiç kuşku duymayacağımız vatanseverliği. Bazen düşünüyorum da, acaba bazıları vatanı bu kadar sevmese daha mı iyi olurdu diyorum.. Yoksa acaba ‘sevmek’ fiilini anlayışlarında bir sorun mu var?NE ZAMAN ADAM OLURUZ?Dostlarımızın sahip oldukları güzellikleri kendi sahip olduğumuz güzellikler gibi kabul ettiğimiz zaman.
button
Yazının Devamını Oku 17 Nisan 2004
<B>ANNAN </B>Planı’nda Türk Dışişleri’nin önemli katkısı olduğunu yazdım dün.‘Malum’ çevrelerden itirazlar geldi. ‘AKP’li Dışişleri Bakanı’nın bürokrasisi’ diye.
Oysa Bürgenstock’ta müzakereleri yürütenlerin AKP ile uzaktan yakından ilişkisi yok. Hatta Kıbrıs konusunda en şahin düşünceli siyasetçilere daha yakınlar.
Mesela, AB ile derogasyon pazarlığını yürüten Büyükelçi Deniz Bölükbaşı 3 Kasım seçimlerinde MHP’den milletvekili adayı olmuştu. Annan Planı’nın müzakerelerinde önemli bir rol üstlenen Büyükelçi Ümit Pamir de uzun süre Ecevit’e danışmanlık yapmış, sosyal demokrat kimliği olduğu bilinen bir diplomat...
Denktaş ise yine doğruları saptırıyor. Önceki gün Meclis’te milletvekillerinin gözünün içine baka baka konuları ‘yanlış’ aksettirdi.
Denktaş konuşmasında planda siyasi eşitlik bulunmadığını, Rumların 1963’te olduğu gibi siyasi bir darbe yapabileceğini iddia etti.
KKTC Cumhurbaşkanı ya planı okumamış, ya da ‘doğru’ söylemiyor. Çünkü plan öyle demiyor. Senato’da sağlanan 24-24 eşitlik, kurucu devletler değil anadil esasına göre düzenleniyor. Kaldı ki Rumların istediklerini yapabilmesi için en az 6 Türk senatörün Rum tarafıyla birlikte hareket etmesi gerekiyor.
Bu sadece Denktaş’ın konuları nasıl işine geldiği gibi ele aldığının basit bir örneği.
Bu konularda daha yazacağım çok şey var, ama her şeye rağmen Denktaş’ı seviyorum.
Ve uzatmak istemiyorum. O KKTC’deki egemenliğini uzatmak için her şeyi yapıyor olsa da.
Batık bankacıdan yazdıkları için özür dileyen gazeteci kim olabilir?
SİZE aktaracağım satırları ben yazmadım. Türkiye bankacılık rezaletleriyle milyarlarca dolarlık bir soygunla karşı karşıya kalırken, bu bankacılık rezaletlerini yazan üç beş şerefli yazardan birisi tarafından epey bir süre önce kaleme alındı.
Bu yazar, yüzlerce milyon dolarlık Egebank batığının sanığı Murat Demirel’in danışmanlığını yapan bir kişinin, Cengiz Yalvaç’ın Murat Demirel’e yazdığı notları köşesinde yayınlamıştı.
Bu notlar bazı gazeteciler için şeref, bazıları içinse utanç vesikası olarak tarihe geçti.
Yazıldı ama hatırlatmakta fayda olduğunu düşünerek tekrar ‘iktibas’ ediyorum.
Bakın Murat Demirel’in basınla ilişkilerini düzeltmeye çalışan ‘Adamı’, patronuna Türk basınıyla ilişkileri konusunda neler yazmış:
‘Sayın Başkanım, Hürriyet’te Fatih Altaylı gene bazı konuları eşeleyerek konuyu gündemde tutmaya çalışıyor. Bizi köşene alma dememiz onda ters tepki yaratıyor. Dolayısıyla kendisini aramayarak tepkinizi göstermememiz yerinde olur. Bilgilerinize arz ederim. 17 Temmuz 2000.’
Aynı kişiden Murat Demirel’e bir bilgi notu daha:
‘Hürriyet’te Fatih Altaylı bazı sorulara cevap arıyor. Fantezi niteliğinde bir yazı. Ciddiye almaya gerek yok. 3 Haziran 2000.’
Ve batık bankacı Murat Demirel’in adamından Murat Demirel’e bir başka not. Bu olayı ortaya çıkaran meslektaşımın deyimiyle ‘meslek adına onur kırıcı’ bir not:
‘28 Mart tarihli Sabah’ta İlker Sarıer kendi sütununda fantezi bir yorum yapmıştır. Bu sabah İlker Sarıer’i aradım ve görüştük. Sizinle çalıştığımı yeni öğrendi ve özür diledi. Bundan sonra bir daha olmaz dedi. Bilgilerinize arzederim. 29 Mayıs 2000.’
Biz birkaç yazar, banka soygunlarının üzerine çalakalem giderken bugünlerde patronunun emriyle bana saldıran birinin kimliğini ve kişiliğini ortaya koyan bir not.
Ben daha ne diyeyim?..
Niye?
YUKARIDAKİ yazıda kişiliği hakkında ipuçlarını bulduğunuz Sabah yazarı bir süredir bana saldırıyor.
Kendisini okumadığınızdan eminim ama ben hatırlatayım; Başbakan Erdoğan’a benim geçmişte kendisine muhalif olduğumu hatırlatarak, ‘Bu adamı ciddiye almayın’ yazılarıyla başladı, sonra da sövme ‘moduna’ geçti.
Ben bu konuyla ilgili son bir yazı yazarak bunun nedenini anlatayım.
Yıllık geliri yaklaşık 200 milyon doları aşan, yıllık kárı en az 50 milyon dolar olan Sabah ve ATV’yi sevgili dostum Turgay Ciner yılda 10 milyon dolara kiralayınca ben tepki gösterdim.
Devletin alacağını tahsilde kullanılabilecek kıymetli bir malın bu kadar ucuza kapatılmasına izin vermemek için yılda 20 milyon dolar kira önerdim.
Patron olmaya, gazete çıkarmaya meraklı olduğumdan değil, sadece devletin zarara uğratılmasını engellemek için.
Benim bu yazılarımdan sonra hükümetin üst düzeyinden Ciner’e bazı hatırlatmalar yapıldı.
Geçmiş hükümet döneminde yapılan bu kira anlaşmasının biraz yukarı çekilmesi istendi. Yani ben amacıma ulaşmış oldum.
Sabah’ın karalama kampanyası da bundan sonra başladı.
Ama ben çamurdan korkmam.
Dışımı geçici olarak kirletseler de içim temiz.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Kendi kısa siyasi geleceğimizi, ülkemizin uzun geleceğinden daha önemli görmediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku 16 Nisan 2004
<B>KIBRIS’</B>ta varılan noktanın <B>‘ihanet’</B> olduğunu düşünenler, bu ülkeye yıllardan beri çok ciddi hizmetler yapmış kişilere hakaret ettiklerinin farkında değiller. Denktaş’ın ‘Annan Planı’ diyerek ve bence içeriğini hiç önemsemeden reddettirmeye çalıştığı plan, Annan Planı değil, Türk Dışişleri’nin planıdır.
Bu planın geldiği son durum, Türk Dışişleri’nin zaferi ve son yıllardaki en büyük başarısıdır.
Bu planın ardında Dışişleri içinde bir efsane olması kesinleşen Müsteşar Uğur Ziyal ve arkadaşlarının büyük emekleri var.
Ve benim bildiğim kadarıyla Ziyal ve çalışma arkadaşları, bu planı son derece doğru buluyorlar.
Peki yıllarını Türk Dışişleri’ne vermiş bu adamlar vatan haini mi, yoksa bilinçsiz mi?
Emin olun ki, değiller.
Onlar bu planın içinde ne yazdığını bilmeden eleştiren köşe yazarlarından çok daha vatanseverler. Çünkü onlar, bu planı okumaya tenezzül etmemek bir yana, bu planın oluşması için gecelerini gündüzlerini verdiler.
Onlar bu planın Kıbrıs’a neler kazandırdığını, Türkiye’ye neler kazandıracağını çok iyi biliyorlar. Çünkü onlar, özel sektöre geçip trilyonlar götürmediler, onlar Denktaş ve arkadaşları gibi Türkiye’den gelen parayla birkaç defa emekli ikramiyesi almadılar. Tam aksine, Türk Dışişleri’nin bu kahramanları üç otuz maaşa yıllarca Türkiye’nin çıkarları için mücadele ettiler.
Ben Türk Dışişleri’ne; yıllardır Kıbrıs’ta hiçbir gelişme sağlamadan, Türkiye’nin yolladığı yüz milyonlarca parayla derebeylik kuranlara, vatansever görünüp arkadan fırıldak çeviren üçkáğıtçılara güvendiğimden daha fazla güvenirim.
Kusura bakmasınlar...
Tarih bilgisi zayıf olanlara
BİRKAÇ gündür bu köşe, sağdan soldan gelen yalanlarla dolu saldırılara yanıt vermek için kullanıldı, özür dilerim değerli okurlar.
Hayatında üzerinde tabanca bulundurmamış birine ‘Beli silahlı’ diyecek kadar ileri gidenler oldu.
Hepsiyle mahkemede hesaplaşıyorum. Bundan böyle bu köşede, her ne kadar adi ve alçakça olursa olsun hiçbir saldırıya yanıt vermeyeceğim.
Gelelim başka doğrulara.
Bu köşede iki hafta kadar önce Türkiye’nin Lozan Barış Antlaşması’nda da başta Ege adaları olmak üzere bazı topraklar verdiğini ve toprak veren her antlaşmanın vatana ihanet olmadığını yazdım. Benim doğrularıma sadece yalanla ve yanlışla yanıt verebilenler, bu yazıma da ‘yanlış’ yanıtlar yazdılar.
Ortaokul düzeyindeki tarih bilgileri ve onun da altındaki kültürleriyle bana hakaret ederek, Ege adalarının Türkiye’nin elinden o tarihten çok önce çıktığını yazdılar.
Oysa Türkiye, Ege Adaları’ndaki haklarından Lozan Barış Antlaşması’nın 15. maddesiyle vazgeçmiştir. Ve 15. maddede aynen şöyle yazar:
‘Türkiye, aşağıda adları sayılan adalar üzerindeki bütün haklarından ve sıfatlarından vazgeçer: Bugünkü durumda İtalya’nın işgali altında bulunan Stampalia (Rodos), Kalki, Skarpanto, Kazo, Piskopis, Miziros, Kalimnos, Patmos, Lipsos, Simi, İstanköy ve Meis...(2 sayılı haritaya bakılması).’
Antlaşma böyle yazar ama hayatları boyunca yalan yazmaktan utanmayanlar bunu ya bilmezler, ya bilmezden gelirler ve ‘O adalar çoktan gitmişti’ derler.
Sonra da Lozan’ın tam aksine, Kıbrıs’ta Türkleri yeniden ve daha geniş haklar sahibi yapacak bir anlaşmaya karşı çıkarlar.
Öylesine karşı çıkarlar ki, bu konudaki kararı o adada yaşayan Kıbrıslılara bırakmak bile istemezler.
Peki neden?
Nedenini de bilmezler.
Çünkü nedeni bilmek ve bulmak düşünmeyi gerektirir.
Bazıları içinse bu çok zor, hatta imkánsız bir iştir.
Mısırlar yoldaymış
BİR mısır meselesi yazdık, aylarca ortalık karıştı. Yine biraz mısır yazalım.
Bu kez konunun bir bakan çocuğuyla ilgisi yok.
Çok güvenilir kaynaklardan aldığım bilgiye göre, şu sırada 100 bin ton mısır yüklü gemiler, Türkiye’ye doğru yola çıkmış vaziyette.
Bu gemiler birkaç gün içinde Türk limanlarına yanaşacak.
Ancak gelen mısırlar Türkiye’ye sokulmayacak. Fiktif ambarlara indirilecek ve beklemeye başlayacak.
Ne mi beklenecek?..
Mısıra geçen yazdan beri uygulanmakta olan yüksek gümrük vergilerinin indirilmesini.
Vergiler iner inmez de ilk partide gelen bu 100 bin ton ve şu anda gemilere yüklenmek üzere anlaşması yapılmış olan yüz binlerce ton mısır Türkiye’ye sokulacak.
Güvenilir kaynaklardan bana gelen bilgilere göre, mısırdaki fonun inmesi için şu sırada büyük bir kulis başlatılmış bile.
Yani yine birileri açıktan büyük paralar kazanmaya hazırlanıyor. Şimdi meraklı olanlar izlesinler bakalım, vergiler ne zaman düşecek ve mısırlar ne zaman içeri girecek?..
Geçmişte, Özal döneminde böyle bazı olaylar olmuş, özellikle de pirinçte yapılan benzer bir oyun yıllarca konuşulmuştu.
Açıkçası ben ne mısır ithaline karşıyım, ne de birilerinin para kazanmasına.
Ama gümrük vergileri ve fonlardaki iniş çıkışların içerden haber alan veya içeriye baskı yapan birilerine haksız kazanç kapısı olmasına dayanamıyorum.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Hákimler, on dakika sonra yeniden kapkaç yapacak kapkaççıları ilk celsede serbest bırakmadıkları zaman.
Yazının Devamını Oku 15 Nisan 2004
<B>BİR </B>süre önce Türkiye’nin çok kritik ve önemli gündem maddeleriyle dolu günler geçirirken Cumhurbaşkanımızın nerelerde olduğunu sormuştum. Ne çıkıp bir fikir beyan ediyor, ne bir toplantı yaparak kurumların görüşlerini topluyordu.
Benim ardımdan bazı gazeteler de Cumhurbaşkanı’nın nerede olduğunu merak edip sordular. Ses seda çıkmadı.
Cumhurbaşkanı sırra kadem basmıştı.
Allah biliyor ya, sağlığından şüphe eder hale gelmiştik. Sakıp Sabancı’nın cenazesinde de ortaya çıkmayınca ‘Hayırdır inşallah’ dedik.
Çankaya Köşkü ‘boş’ gibiydi.
Ben yine de iyi niyetli bir yorum yaparak, ‘Belinde sorun var. Bu yüzden İstanbul’a gelememiştir’ dedim.
Gazeteciler aynı gün Köşk’te Cumhurbaşkanı’na cenaze törenine katılmayışı ile ilgili bir soru sormak isteyince, Cumhurbaşkanı tarafından sert bir şekilde geri çevrildiler, hatta azarlandılar.
Geçenlerde Zeki Alasya, bir Cumhurbaşkanı’nın yaşamını konu alan filminin çekiminde köşkün bir bölümünü görüntülemek istedi. Cumhurbaşkanımız buna da izin vermedi.
İyice şaşırdık. Cumhurbaşkanımız insanlardan ve insani her şeyden kaçıyordu.
Neyse ki, Cumhurbaşkanımız Sayın Ahmet Necdet Sezer sonunda dün ortaya çıktı.
İstanbul’da Harp Akademileri’ndeki bir toplantıda görüldü. Anladık ki sağ ve esen ve anladık ki belinde ortaya çıkmasını, seyahat etmesini, iş yapmasını engelleyecek kadar büyük bir sorun yoktu ki İstanbul’a gelebilmişti.
Bakalım Cumhurbaşkanı Sezer bugün Ankara’ya dönebilecek mi? Çünkü bugün Başbakan Erdoğan’la olağan görüşmesi var. Ve Erdoğan, Cumhurbaşkanı ile görüşeceği için Meclis’te Denktaş’ı dinlemeye gidemeyecek.
NOT: Bu yazı Sezer’in, Başbakan Erdoğan’ı kabul edemeyeceği açıklamasından önce yazılmıştır.
Yine yanlış anlayanlar var
BANA ağır eleştiriler yapan kesime yönelik olarak bazı yazılar yazmamı ve okurlardan gelen faksları yayınlamamı eleştiri konusu yapan aynı kesim, ‘Bak gördün mü, kendini savunmak zorunda kalıyorsun’ demeye başladı şimdi de. Yine yanlış anlama, yine değerlendirme hatası.
Ben kendimi savunmuyorum.
Ben sadece onlara herkesin onlar gibi düşünmediğini, farklı düşüncelere saygı duymaları gerektiğini göstermeye çalışıyorum.
Fakat görüyorum ki, beyhude bir uğraş içindeyim. Ben Türkiye’nin aydınlık geleceği için yazmaya devam edeceğim.
Onlar istese de, istemese de.
İmam hatip liseleri kapatılsın
SİYASİ gelişmelere bakarak gördüğüm kadarıyla Türkiye yakın bir zamanda yine bir imam hatip gerginliği yaşayacak.
Başbakan Erdoğan’ın meslek liselerine üniversite kapısını kapayan düzenlemeyi değiştirme kararlılığı tartışma başlatacak.
Ben imam hatiplilerin önünü kesmek için üniversite sınavlarında meslek lisesi mezunlarına yapılan haksızlığa karşı uzun süre yazılar yazdım.
O zaman ne bu iktidar vardı, ne de bu iktidarın başa geleceğine dair bir işaret.
Ama ortada büyük bir haksızlık vardı.
Ve ben o zaman YÖK Başkanı Kemal Gürüz’e, ‘İmam hatipliler yüzünden herkesi kurban etmeyin’ diye defalarca seslendim.
Şimdi aynı sorunu yaşayacağız. Bu haksızlık giderilmek istenecek ama bu kez de Başbakan’ın eğitim kökeni ve siyasi geçmişinden dolayı imam hatip liseleri gündeme gelecek.
Ben bu köşede aylar önce yaptığım bir öneriyi tekrarlamak istiyorum.
Türkiye’nin bu gerginlikten kurtulmasının çaresi, imam hatip liselerinin kapatılması.
Çünkü bu okullar kuruluş amaçlarına hizmet etmediler. Ki asıl kuruluş amaçları da dönemin iktidarlarının dini kullanarak siyaset yapma isteğiydi.
Daha sonra bu okulların varlık nedeni olarak, ‘Dinini öğrenmek isteyen çocuklar nereye gidecek’ yaklaşımı gösterildi.
Oysa Türkiye’de inananlar, imam hatip liseleri yokken de dinlerini öğrenebiliyorlardı.
Bu okullar kapatılırsa da sorun olmaz, kimse dininden eksik kalmaz.
Tam aksine, bu okullar ciddi bir bölücülük unsuru haline geldi.
Bu okulların mezunları, yerine göre pozitif veya negatif önyargılarla karşı karşıya kalır oldular.
İmam hatiplerin kapatılması, sorunun tek çözümüdür.
Bütün lise düzeyi okullarda seçmeli din dersi konulması ve bunun tatminkár bir noktada olması, sorunu kökünden çözer.
Bunun detayları konuşulur, ama imam hatipler Türkiye’yi bölmeden, Türkiye bu okulları kapatmalıdır.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Siyasi körlüğün tedavisini tıbbın değil, insanın kendi aklının bulacağını anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku