Fatih Altaylı

Karamehmet borcunu yine ödemedi!

1 Ekim 2004
<B>BU </B>köşeye <B>‘konuk’</B> olan işadamlarıyla ilgili yanıldığımı hiç gördünüz mü? Yine yanılmadık. <br><br>TMSF ve BDDK <B>Mehmet Emin Karamehmet’</B>le anlaşırken, eleştirdim. Hem yapılan haksız indirimi eleştirdim, hem de ‘Ödemeye niyeti yok. Zaman kazanmaya çalışıyor’ dedim.

Medya kavgası diyen bile oldu. Uzanlar’ı yazarken de öyle demişlerdi.

Güldüm geçtim ve zaman yine beni haklı çıkardı.

Mehmet Emin Karamehmet, eğer 1 milyar dolarlık indirim sağlayan bu yeni anlaşmayı imzalamamış olsaydı, temmuz ayında yaklaşık 150 milyon dolar ödeme yapmak zorundaydı.

Yeni anlaşmaya sığınarak bu ödemeyi yapmadı. Yeni anlaşmaya göre, hemen hemen aynı miktarda bir ödemeyi eylül ayında yapacak, üstelik de 4 milyar küsur doları 2 yıldan kısa bir zamanda ödeyecekti.

Anlaşmada ödeme tarihi olarak ‘eylül ayının ikinci yarısı’ olarak muğlak bir tarih vardı.

Bekledim. Eylül ayının ikinci yarısı dün bitti. Peki Mehmet Emin Karamehmet devlete olan 1.5 katrilyonu indirilmiş haliyle 4 milyar küsur dolar borcundan kaç lira ödedi?

Söyleyeyim: 0 lira. Evet sıfır lira.

Aynen benim dediğim gibi ‘bir kuruş’ bile ödemedi.

Kim haklıymış? Şimdi merak ediyorum TMSF ve BDDK Başkanları bana ne cevap verecekler.

Onu da söyleyeyim.

Hiçbir cevap veremeyecekler.

YSK’nın tadilat masrafları belediyeden değil

ADALET
Bakanlığı Müsteşarı Fahri Kasırga aradı. ‘Fatih Bey, bir okurunuz, her zaman doğruları yazmaya çalıştığınızı bilen bir okurunuz olarak arıyorum’ dedi ve Yüksek Seçim Kurulu’na ait binada yapılan tadilatlarla ilgili bilgi verdi.

‘Kurul, Kızılay’da her ay 35 milyar lira kira verdiği binadan çıkmak ve kendi yerinde çalışmak istiyordu. Bunun için Maliye’den ödenek istediler. Ancak ödenek bu yıla yetişmedi. Kurul Başkanı ise bir yıl daha boşu boşuna kira ödemek istemiyordu. Bunun üzerine benim önerimle Adalet Teşkilatını Güçlendirme Vakfı’nı devreye soktuk.

Yaklaşık 300 milyar liralık harcamayla binalarında gerekli tadilatı yaptık. Pırıl pırıl bir yere kavuştular ve kiradan kurtuldular. Sayın Gökçek, Başkan’ı ziyaret etmiş olabilir ama bunun inşaatla bir ilgisi yok. İnşaat işi tamamen bizim sağladığımız kaynakla yapılmıştır’
dedi. Ben de bu durumu memnuniyetle karşıladım.

Zararlı olduğu için ihraç edemedim Türkiye’de satacağım

ELİMDE Tarım İl Müdürlüğü’ne yazılmış ‘muhteşem’ bir yazı var. Aynen naklediyorum:

"Tarım İl Müdürlüğü Kontrol Şube Müdürlüğü’ne, Erenköy-İstanbul

Almanya’ya göndermek üzere 01.09.2004 tarihinde başvurduğumuz 1-184 parti nolu Antep Fıstık’ın aflotoksin oranı yüksek çıktığından ihracat yapamayacağımızı, yurtiçinde tüketeceğimizi beyan eder, gereğini bilgilerinize arz ederiz.’

Şaka gibi ama gerçek.

Avrupalı içinde ‘kanserojen’ olduğu öne sürülen aflotoksin oranı yüksek fıstığı almıyor ve bu fıstık Tarım Bakanlığı’nın ‘resmi izniyle’ yurtiçinde tüketiliyor.

Ve biz Avrupa Birliği standartlarını yakalamaya çalışıyoruz.

Bence birileri bizimle dalga geçiyor.

Fransızlar haklı galiba.

Hakaret bunun neresinde

GALATASARAY
Başkanı Özhan Canaydın, rol yapamadığını, içten davrandığını vurgulamak için ‘Tiyatrocu değiliz’ deyince, tiyatrocular çok kızmış. Pek çoğu beni aradı.

Yetmedi, TOBAV resmi bir basın duyuru yayınladı. Başkan Canaydın’ı kınıyorlar.

Özhan Canaydın’ı ben de çok eleştirdim ama bu sözlerinde tiyatroculara yönelik en küçük bir hakaret göremedim. Adam, ‘Ben rol yapamam, oynayamamam’ diyor.

Bu tiyatroculara hakaret değil övgü.

Çünkü tiyatro sanatçısının işi ‘rol yapmak’. ‘Burası tiyatro değil’ diyerek tiyatroyu aşağılamak başka, ‘Ben rol yapmayı beceremem’ anlamında ‘Tiyatrocu değilim’ demek başka. Türkiye’deki bütün meslek grupları gibi tiyatrocular da gereksiz bir ‘alınganlık’ yapmışlar.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Çalıştığımız kişilerin iş performansları kadar insani performanslarına da önem verdiğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku

YSK, belediyeye gebe kalmalı mı?

30 Eylül 2004
<B>YÜKSEK </B>Seçim Kurulu’nda görevli olduğunu tahmin ettiğim bir okurdan ilginç bir ihbar geldi. <br><br>Bilenler bilir, Yüksek Seçim Kurulu’nun Ankara’da iki hizmet binası vardır.

Biri Kızılay’daki merkez bina, diğeri Kızılırmak’taki bir başka bina.

YSK, Kızılay’daki merkez binada kiracıdır. Diğer bina ise kendine aittir.

Kurumun yeni başkanı, iki binayı birleştirip tasarruf etmek istemiş. Kızılay’daki kiralık bina boşaltılacak ve kurul kendi binasına taşınacak. Doğru bir düşünce. Ancak Kızılırmak’taki binaya taşınmak için milyarlarca liralık bir harcama yapılması gerek. Çünkü sıkı bir tadilata ihtiyaç var. Ve YSK’nın 2004 bütçesinde bunun için ödenek yok.

Ancak ödenek olmadığı halde tadilat başladı. Gariplik ve garabet de burada.

Yazının Devamını Oku

Biz sığdırırız, Çinli bakan merak etmesin!

29 Eylül 2004
<B>ABDULLAH Gül,</B> Çin Dışişleri Bakanı’na <B>‘Karşılıklı ticaretimizde avantaj sizden yana. Bari bize turist gönderin de, denge sağlansın’</B> diyor. Yani benim bir süredir değindiğim konuyu açıyor.

AB ülkelerinden büyük bölümü ile Çin arasında eylül ayı başında yürürlüğe giren anlaşmayı hatırlatıyor.

Çinli bakan ise ‘alay eder gibi’ yanıt veriyor:

‘Bizde 1 milyar kişi var. Nasıl konuk edeceksiniz.’

Gül
ne diyor bilmiyorum ama eminim ki terbiyesini bozmamıştır.

Ben olsam, ‘Çoğunuz ufak tefek, bir yatağa üç kişi koyarız’ derdim ve skandal patlardı.

Ama Çinli bakanın yanıtı da terbiye sınırlarını daha az zorlamıyor.

Oysa hatırlıyorum, Çin’in Ukrayna’dan satın aldığı Varyag isimli hurda geminin boğazlardan geçmesi karşılığında Türkiye’ye Çinli turistler gelecek diye bir anlaşma yapılmıştı.

Bakıyoruz, Çinliler buraya değil, Paris’e, Roma’ya, Berlin’e gidiyorlar.

O zamanın yetkilileri yılda 2 milyon Çinliden falan bahsediyorlardı.

O zaman bakanlar mı bizi kandırdı, yoksa Çinliler mi bizim bakanları.

Yoksa Varyag bizim boğazlardan değil de, Seine, Ren ve Tiber Nehri’nden mi geçti?

Ya da Çin’in bize dayı demesi, Boğaz’ı geçinceye kadar mıydı?

İstanbul mu Kandil Dağı mı?

SARIYER ’de bir grup bir süreden beri terör estiriyordu. Her gece silah sesleri, bölgede yaşayan Çingenelere yönelik saldırılar.

Taciz ateşleri.

En sonunda önceki gece polis bu gruba müdahale etme gereği duymuş.

Bir operasyon düzenlemiş.

Ancak silahlı grup, Sarıyer’de bir parkı ele geçirmiş. Sabaha kadar parkta polisle çatışmış.

Silahlı grupla baş edemeyeceğini anlayan polis, ‘Emniyet Özel Harekat’tan yardım istemiş.

Gün ışıyana kadar karşılıklı taciz ateşleri açılmış.

En sonunda sabah saatlerinde parka giren polis silahlı grubun büyük bölümünü ele geçirmiş.

Bu bahsettiğim olay, Hakkari kırsalında, Kuzey Irak’ta falan değil, İstanbul’da geçiyor.

Sarıyer dediğim, İstanbul’da, Boğaz’ın en şirin semtlerinden biri.

İstanbul ne yazık ki, gün geçtikçe daha güvensiz, daha olaylı bir kent haline geliyor.

İstanbul’un güvenliğinin mevcut teşkilat yapısıyla sağlanamayacağı netleşiyor.

Ama İstanbul’u en iyi bilen Başbakan bile bu durumu değiştirecek müdahaleyi yapamıyor.

Bu İstanbul’un Türkiye’nin turizm cenneti olması, tek başına yılda 15-20 milyon turist çekmesi düşünülüyor.

Bu kafayla bu ancak düşünülür, hiçbir zaman fiiliyata geçmez.

Böyle tehdit mi olur!

Vatan’
dan Mustafa Mutlu, olayı hemen şirazesinden çıkarmış. ‘Reklam kirliliğinde gazete reklamlarının payı büyük. Üstelik bunlar barter, yani para değil, karşılıklı reklam esasına dayalı olduğu için bol bulamaç yayınlanıyor. İzleyiciyi düşünüyorsanız, siz de kendi reklamlarınızı azaltın’ dedim.

Mutlu hemen ‘Televizyon yöneticisi olarak bizi tehdit ediyor. Oysa reklam çokluğundan kendisi şikayet etmeli’ diyor.

Birincisi bu reklamlardan her yazımda ben de şikayet ediyorum. Reklam fazlalığından programların geç saate sarkmasından, yayın düzeninin bozulmasından ve izlenme oranlarının düşmesinden rahatsızım ama Mutlu gibi bunu bir televizyon düşmanlığı olarak yapmıyorum.

Mustafa Mutlu gibi televizyonlara verilmeyecek reklamların, gazetelere verileceğini zannedenlerden de değilim.

İkincisi tehdit falan etmiyorum. Televizyon reklamları benim işim değil. Tehdit de gazete köşesinden aleni yapılmaz. Benim açık yürekliliğimi tehdit olarak göstermek en hafif tabiriyle ayıptır.

Tehdit şöyle olur.

Vatan Gazetesi’nin yöneticilerine ‘Reklamlarınızı yayınlamıyoruz’ denilir. Onlar da bunun nedenini anlarlar.

Ama ben hayatımda kimseyi tehdit etmedim. Edemem, etmem.

Ben sadece ikiyüzlülüğü sergilemek istedim.

Bunu itiraf etmektense, ‘Altaylı bizi tehdit ediyor’ demek daha kolay bir yol.

Kimileri de kolay yolu seçer.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Koltukların geçici olduğunu ağzımızla değil, kalbimizle söyleyip, ona göre hareket ettiğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku

Kimliklerden din hanesi silinecek

28 Eylül 2004
<B>ALEVİ </B>bir yurttaşımız, nüfus káğıdının din hanesine <B>‘Alevi’</B> yazdırmak için dava açmış. Eğer dava lehine sonuçlanmazsa, konuyu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne götürecekmiş. Girişim son derece tehlikeli.

Giderek nüfus káğıtlarına mezhep, hatta tarikatların yazılmasıyla sonuçlanacak ve Türkiye’de yeni bir bölünmüşlüğü başlatabilecek bir adım.

Ama konuyu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne götürecek kadar ‘bilgili’ vatandaşımız, Avrupa’nın bu konuda geliştirmeye çalıştığı içtihattan bihaber olacak kadar da bilgisiz.

Kimlik belgelerinde ‘din hanesi’ konusu Avrupa Birliği’nin uzun süredir tartıştığı bir meseleydi. AB, kimlik üzerinde dinle ilgili bilgi bulunmasının AB hukukuna ve AB değerlerine uygun olmadığı yolunda bir görüşbirliğine varmak için uzun tartışmalar yaptı.

Sonuç olarak, nüfus káğıtları üzerinde dini inancı belirten bir ibare bulunması uygulamasından vazgeçilmesi kararlaştırıldı.

Bu karardan sonra tartışmalar sona ermedi.

Kilisenin etkin olduğu ülkelerden buna yönelik ‘toplumsal’ itirazlar geldi.

Özellikle Yunanistan’da ciddi itirazlar oldu. Ancak sonunda iş tatlıya bağlandı.

Büyük bir olasılıkla, aralık ayında yapılacak zirvede ‘kimlik belgeleri’ üzerinde kişinin inancını belirten bir ibare bulunmaması konusu kesin bir ‘karar’ olarak alınacak ve uygulama sona erecek.

AB yolunda her şeye ‘evet’ diyen Türkiye de buna uymak zorunda kalacak.

Yani nüfus káğıtlarından din hanesi kaldırılacak.

Söz konusu davayı açan yurttaşımıza Türkiye’yi dava edecek ‘daha akıllıca’ bir neden bulmasını tavsiye ediyorum.

O ilan, formanın bir parçası, gizli reklam değil

SPONSORLUK dünyanın her yerinde çok kullanılan bir uygulama.

Bir ‘sosyal veya sportif’ olaya parasal destek vererek bu olayın gelişmesine katkıda bulunmak ve bundan medya aracılığıyla tanınırlık ve özdeşleşme elde etmek hem faydalı, hem akıllıca bir yatırım.

Ancak Türkiye’de RTÜK uygulamaları ile sponsorluk tarihe karışacak. Bundan en büyük zararı ise sosyal ve sportif etkinlikler görecek.

Önceki akşam televizyonda bir programa bakarken, yapılan yanlışlığı gördüm.

Programdaki katılımcılardan birinin üzerinde Fenerbahçe forması var. Formanın ortasında ise ‘AVEA’ reklamı.

Çünkü AVEA her yıl milyonlarca dolar vererek, Fenerbahçe’nin başarısına katkıda bulunuyor. Bundan getirisi ise formanın görünmesi.

Ancak RTÜK yüzünden olsa gerek, izlediğim programda formanın üzerindeki AVEA ibaresi mozaiklenerek okunmaz hale getirilmiş.

Böyle bir saçmalık hayatımda görmedim; ama yapımcılar belli ki RTÜK’ten ürkmüşler.

Yahu o reklam, formanın bir parçası. Fenerbahçeli futbolcular don giyseler üzerinde o yazmak zorunda. Bu sadece Türkiye’de değil, dünyanın her yerinde de böyle.

Bunda gizli reklam aranır mı?

O zaman maç naklen yayını yapan kanalı her gün cezalandırmak lazım.

Benzer bir uygulama, defile yayınlarında başlamış.

Moda günlerinden görüntü yayınlıyorsunuz, arkada modacının adı yazıyor, hayda uyarı.

O zaman Fashion TV günde iki yüz ceza alır.

Bunların hepsi tartışılabilir; ama özellikle sponsorlukla ilgili uygulama akıl alır gibi değil.

Sanayi ve Ticaret Bakanlığı ile RTÜK bu konuda sağlıklı bir ‘içtihat’ geliştirmek zorunda. Aksi takdirde bu işten herkes çok zarar görür.

Dışişleri’nde Mektebi Sultani ağırlığı

BİR
dönemler Türk Dışişleri’nde ciddi bir ‘Galatasaray Liseli’ ağırlığı vardı. Bunların bazıları meslekten bakanlığa kadar yükseldiler. Bazıları ASALA terörünün şehidi olup ‘unutulmazlar’ arasına yazıldılar.

Sayabileceğim yüzlerce isim var; bazılarını unutursam ayıp ederim diye yazmamayı tercih ediyorum.

Sonra bu ağırlık azaldı. Gerçi hálá çok önemli misyonlarda bizim ‘Mektepliler’ var; ama eski ağırlık azalmıştı.

Son atamaları görünce bir Galatasaray Liseli olarak keyif aldım. Benim ‘Mektebi Sultaniye’ye başladığım sıralarda son sınıfta veya yeni mezun olmuş abilerimden ikisi, Hakkı Akil ve Kemal Asya büyükelçi olarak ilk görevlerine atandılar.

Bunun yanı sıra bir de ilk gerçekleşti.

Galatasaray Liseli bir ‘kadın’ da ‘Galatasaraylı büyükelçiler’ arasına katıldı. Binnur Pertekligil de ilk büyükelçilik görevini aldı.

Açıkçası gurur duydum. Hem Türkiye’yi, hem Galatasaray’ı başarıyla temsil edecekler.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

"Ne zaman adam oluruz" köşesini yazdığım için kendimi kusursuz bir ‘adam’ zannettiğimi düşünmediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku

Veri olmadan tahmin olur mu?

27 Eylül 2004
<B>MİLLİYET </B>Gazetesi’nin dünkü manşetinde <B>‘müjde’</B> niteliğinde bir haber vardı. İstanbul’da 7’nin üzerinde büyüklükte bir deprem üretmesi beklenen Marmara’daki fayın yarısının kırılmış olduğu ve bu nedenle bu büyüklükte bir deprem oluşumunun mümkün olmadığı duyuruluyordu.

Başlık beni sevindirdi ama içini okuyunca sükutu hayale uğradım.

Çünkü bu ‘öngörü’, ‘bilimsel verilerle’ hareket eden deprem uzmanlarından gelmiyordu.

Yerin kilometrelerce altındaki, hele hele bir de üzeri denizle örtülü bir fayın durumunu ‘işkembeden’ öngörülerle tespit etmek imkansızdı.

Ciddi araştırmalar yapmış olmak şarttı.

Bu ciddi araştarmaların en ciddisini yapan kişilerin görüşleri gerekiyordu.

Daha önce dünyanın bir numaralı deprem uzmanı sayılan Fransız Profesör Xavier Le Pichon ile konuşmuştum.

Le Suroit adlı sismik araştırma gemisiyle Marmara’da aylar süren bir araştırma yapan Le Pichon, fayın iki parça halinde olduğunu ve ikisinin de yakın dönemde kırılmamış olduğunu söylemişti.

Fay bir seferde batıdan doğuya doğru kırılırsa İstanbul’un başta Kadıköy olmak üzere doğusu, doğudan batıya kırılırsa Ataköy, Yeşilköy, Florya, Avcılar başta olmak üzere batısı 7’nin üzerinde bir büyüklükte depreme maruz kalacaktı.

Oysa fay ortadan kırılmaya başlar ve bir taraf doğuya, diğer taraf batıya doğru kırılırsa, güç bölünecek ve depremin yıkıcılığı azalacaktı.

Dünyanın en önemli deprem uzmanı bunları, elde ettiği verilere dayanarak söylerken, bazı başka bilim adamları ‘işkembeden araştırmalarla’ kafa karıştırmaya çalışıyorlardı.

Xavier Le Pichon’un yakın çalışma arkadaşı bilim adamı, Profesör Celal Şengör’ü aradık dün.

O da ‘Bunlar saçmalık’ demekle yetindi.

Gerçekten de bunlar saçmalık. Önemli olan depreme hazır olmak, dayanaktan yoksun iddialarla geçici olarak rahatlamak değil.

Reklamdan şikayet eden gazeteler reklam yapmasın

VATAN Gazetesi’nde Mustafa Mutlu televizyon reklamlarına açtığı savaşı sürdürüyor.

Eline kronometre almış, reklamları ölçmüş.

Ve sürenin ‘yasal süreyi’ çok çok aştığını tespit etmiş.

Aferin ona.

Keşke hazır elinde kronometre varken, bir de yayınlanan reklamlar içinde gazete reklamlarının payını ölçseymiş.

Çünkü televizyonlarda en bol bulamaç reklam yapanlar gazeteler.

Genelde televizyonlarla ‘barter’ anlaşması yaptıkları için her reklam kuşağının önemli bir bölümü gazete reklamlarının oluyor.

Mustafa Mutlu’nun Vatan Gazetesi de bunların arasında.

Mustafa Mutlu televizyon izleyicilerini bu kadar sevdiğine göre, Zafer Mutlu’ya gitsin ve ‘Zafer Bey, reklam kirliliğine neden oluyoruz. Şu reklamları yayınlamayalım’ desin.

Olur mu?

NOT: Televizyon reklamları yaz başından bu yana RTÜK’le varılan mutabakata uygun olarak yayınlanıyordu. RTÜK şimdi reklam sürelerinde yeni bir kısıtlamaya daha gitti. Bugünden itibaren çok daha az reklam izleyeceksiniz. Reklamların süresinden televizyon yöneticileri de şikayetçi, bunu da lütfen bilin.

Bu kadar teknoloji beni aşar

TURKCELL
gerçekten gurur verici bir Türk şirketi. Dünyanın dört tarafını geziyorum ama Turkcell kadar ‘yaratıcı’ hizmet veren bir başka GSM operatörü göremiyorum.

Hem kalite olarak, hem hizmet çeşitliliği olarak müthişler.

Son olarak öğrendiğim bir hizmetleri var ki, şaşırmaktan öte bir hale geldim. Gençlerin moda deyimiyle ‘dumura uğradım’.

Hani bazen bir şarkı duyarız ama kime ait olduğunu ya da adını hatırlamayıp uykumuzun kaçtığı olur ya. Turkcell işte buna bir çözüm bulmuş.

Diyelim ki bir şarkıyı çok beğendiniz ve adını öğrenmek istiyorsunuz.

Hemen 7505’i arıyorsunuz. Ve karşınıza çıkan bilgisayara şarkıyı dinletiyorsunuz. Bilgisayar yeterince dinleyince hattı otomatik olarak kapatıyor ki, bu yaklaşık 10-15 saniye sürüyor.

Ve yaklaşık 1 dakika içinde size şarkının adını, bestecisini, yorumcusunu mesaj olarak yolluyor.

Bunun nasıl mı yapıyor, dinlettiğiniz melodiyi kaydeden bilgisayar, dünya üzerindeki müzik arşivlerinde kayıtlı yaklaşık 3 milyon şarkıyı tarıyor ve doğru şarkıyı bulunca bunu bildiriyor.

Gerçi 16 kontöre mal olan bir hizmet ama kullandığı teknoloji gerçekten şaşırtıcı.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Hayatlarını menfaat ilişkisi üzerine kuranlar, dürüst insanlara çamur atmaktan vazgeçtiği zaman.
Yazının Devamını Oku

Milliyet Genel Yayın Yönetmeni’ne mektup

25 Eylül 2004
<B>MİLLİYET </B>Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni, takım tutma konusunda benden kat be kat fanatik Fenerbahçeli dostum <B>Mehmet Yılmaz, </B>geçtiğimiz günlerde spor sayfasındaki köşesinde Seyrantepe’deki arazinin <B>‘üst hakkının’</B> Galatasaray’a verilmesini eleştiren bir yazı yazdı. Yılmaz, kamu kaynaklarının bir kulübe ‘peşkeş’ çekiliyor olmasından ve büyük bir ihtimalle bu kulübün kendi kulübü olmamasından rahatsızlık duymuştu.

Ancak Yılmaz’ın bilmediği bir şey var. Galatasaray Spor Kulübü, o araziyi ‘bedava’ almıyor.

Burada bir proje geliştirebilirse, Hazine’nin o arazi için önceden belirlemiş olduğu parayı verip araziyi satın alacak.

Yani ortada bir peşkeş falan yok. Bu arada bazı Galatasaraylılar, Mehmet Yılmaz’a ve Milliyet Gazetesi’nin ‘eleştirilere açık’ internet sayfasına bazı yazılar yolladılar.

Ne yazık ki, bu yazılar ‘yayınlanmaya değer’ bulunmadı.

Bir tanesini ben buraya alıyorum. Değer mi, değmez mi siz karar verin.

‘Sayın Yılmaz,

...

Bahçedeki Fener belgeselini izlemiş miydiniz? Ne de güzel anlatıyordu Can Dündar, hem Başbakan hem FB Başkanı olan Şükrü Saracoğlu’nun Papazın Çayırı’nı 1 TL’ye Fenerbahçe Spor Kulübü’ne verişini. Hava Kuvvetleri Komutanı’nın transferin son dakikası için uçakla birliğinden futbolcu getirttiğini?

Ne enteresandır ki Fenerbahçe’nin en başarılı olduğu seneler de, o döneme denk geliyor. Kızıltoprak’ta Bağdat Caddesi’ne sıfır mesafede stadyum yapan, imar izinlerini kitabına uyduran FB Spor Kulübü hakkında araştırma yapsanız keşke...’

Mektup daha uzun; ama tamamına gerek yok. Bu kadarı bile yeterli.

Zina meselesini ben mi ortaya atmıştım?

TÜRK basınında dün yer alan başlıkları ve yorumları görünce, bir an ‘Yahu keşke şu zinayla ilgili düzenlemeyi önermeseydim. Türkiye’nin başına ciddi bir bela açacaktım. Allah’tan Başbakan Erdoğan akılcı davrandı da, benim bu büyük yanlışım Türkiye’nin geleceğine mal olmadı’ diyesim geldi.

Başta Sabah olmak üzere bütün gazeteler, ‘Bu büyük sorunu Brüksel’de çözen’ Başbakan’a methiyeler düzüyorlardı. Sanki bu büyük sorunun kaynağı bizzat Başbakan’ın kendisi değil de bir başkasıymış gibi. Gerçekten şaşkınlıkla okudum yazılanları. Üstelik sorun çözüldü; ama gerek Erdoğan, gerekse Türkiye, AB nezdinde büyük güven kaybına uğradı. Sabah Gazetesi’nde bir hanım kızımız da, gerçeklerle hiç bağdaşmayan bir yazı kaleme almış. Yazısında diyor ki: ‘Erdoğan zinayı değil, şartsız raporu görüşme kararını üç gün önce Siirt gezisindeyken almıştı.’ Sanırsın ki, Başbakan bu kararı alınca Sabah Gazetesi’ni arayıp anlatmış. Başbakan’a yaranma yarışında finişi göğüsleyebilecek bir yazı olabilir; ama işin aslı öyle değil. Peki işin aslı ne mi? Onu da aşağıdaki yazıda okuyun.

Blair’in telefonu planı değiştirdi

BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan’ın Brüksel’e gitmeyi planlarken kafasında AB yetkililerini zinayla ilgili düzenleme konusunda ikna etmek vardı.

Geri adım atmayı değil, bu düzenleme konusunda AB’yi ikna ederek zafer kazanmayı ve kamuoyunda AB’ye direnen adam olarak puan almayı düşlüyordu.

Zaten geziye katılacak ‘heyet’ de bu şekilde planlanmıştı.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın da bağlı olduğu Devlet Bakanı Mehmet Aydın, din bilgisi ve entelektüel kişiliğiyle heyetteydi.

Başbakan, Mehmet Aydın’ı heyete alırken, Aydın’ın görüşülecek AB yetkililerini zinayla ilgili maddenin şeriattan kaynaklanan bir düzenleme değil, sosyal gerekliliklerden kaynaklanan bir düzenleme olduğu konusunda ikna etmesini istiyordu.

Adalet Bakanı Cemil Çiçek de heyete son anda dahil edilmişti. Brüksel’e gideceğini makamında otururken öğrenen Çiçek, evine gidip yedek iç çamaşırı ve takım elbise alacak zamanı zor bulmuştu.

Çiçek de Aydın gibi, zinayla ilgili düzenlemenin hukuki boyutunu anlatacaktı.

Erdoğan bu şekilde AB’yi ikna etmeyi planlıyordu.

Ancak bir telefon, ziyaretin içeriğini ve Erdoğan’ın tavrını kökünden değiştirdi. İngiltere Başbakanı Tony Blair, Başbakan Erdoğan’a ‘direkt’ bir mesaj verdi.

Blair’in, ‘Bir dost’ sıfatıyla Erdoğan’a ilettiği mesaj çok netti:

‘Tayyip, bu işi uzatma. Bu konuda diretirsen işler kötüye gidecek. Bunu AB’ye kabul ettirmen mümkün değil. Tam aksine, bahane arayanların eline koz veriyorsun. Hava tersine dönmeye başladı. Git ve bu konuda ısrarcı olmayacağını söyle. Sen bunu söylersen, AB’den de başka talep gelmeyecek. Ama aksini yaparsan, ben bile arkanda duramam. Türkiye’de bugünkü ortamı bir daha yakalayamaz. Bunları sadece benim değil, Avrupa’daki ve daha uzaktaki tüm dostlarının sana tavsiyesi olarak al.’Erdoğan’ın Brüksel’de izlemeyi düşündüğü stratejiyi değiştiren işte bu telefon oldu.

Blair’in ortaya koyduğu tablo netti. Israrın anlamı yoktu.

Başbakan, bunu görerek Brüksel’e gitti, yapabileceğini ve yapması gerekeni yaptı.

Strateji Siirt’te falan değil, Londra’da Downing Street 10 Numara’da belirlenmişti.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Çok iyi tamir edilmiş de olsa, kırık bir vazonun sağlam bir vazo kadar değerli olmayacağını anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Erdoğan Atatürk’ün izinde mi?

24 Eylül 2004
<B>DÜNKÜ </B>Hürriyet’ten öğreniyoruz ki, Almanya’nın en saygın gazetesi Die Welt şöyle bir soru sormuş: <br><br><B>‘Erdoğan kuzu postundaki kurt mu, yoksa Atatürk mü?’ Ancak Die Welt bu soruyu taşra baskılarında değiştirmiş ve ‘Erdoğan kuzu postundaki kurt mu, yoksa reformcu mu?’ya çevirmiş.

Bunu okuyunca, 7-8 ay önce karşı karşıya kaldığım ikilem aklıma geldi.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’la sohbet ediyorduk.

Türkiye’nin sorununun aydınlanmayı geniş tabakalara yayamamak olduğunu, cumhuriyetin maddi ve manevi nimetlerinden alt tabakaların yararlanamadığını, köylülerin modernleşemediğini ve bu nedenle Türkiye’nin kendisine yakışan hamleleri yapamadığını anlattı durdu.

Kafasında köy enstitülerini çağa uygun bir şekilde canlandırmak gibi bir fikir vardı. Daha da ötesi özellikle kent varoşlarında geçmişteki halk evleri benzeri sosyal projeler hayata geçirmenin gerekliliğinden söz ediyordu. Bilgi toplumuna geçmeden Türkiye’nin ‘modern bir ülke’ olamayacağını düşünüyordu.

Başbakan bunları anlatırken ben de ona ‘Bu söyledikleriniz Cumhuriyet’in ilk yıllarında başlamış ama sonra bırakılmış projelerdi’ dedim.

‘Evet’ dedi. ‘Bırakılmamalıydı. Bu projeler gelişerek sürseydi bugün Türkiye bu sıkıntıları çekmezdi.’

Bu sohbeti o günlerde yazacaktım. Hatta başlık olarak ‘Erdoğan Atatürk’ün projelerine sahip çıkıyor’ ya da ‘Erdoğan Atatürk’ün izinde’ demeyi bile kafamda kurmuştum.

Ancak o an için bunun çok ‘iddialı’ olacağını düşündüm.

Şimdi görüyorum ki, benimle aynı ikilemi Die Welt editörleri de yaşamış ve soruyu değiştirmişler.

Yine de Erdoğan’ın ‘etkileyici ve önemli’ bir lider olduğu açık.

Türkiye’nin demokrasi hamlesinde Atatürk’ten sonraki haneye adı bazıları istese de, istemese de yazılacaktır.

Turizmde Çin’i unutmayın

İKİ gün önce Çinli turistlerin Avrupa Birliği ülkelerini istila etmeye başladığını yazdım.

Bu istilanın arkasında Avrupa Birliği’ne üye 22 ülke ile Çin arasında imzalanan ve bu ayın başında yürürlüğe giren ‘Destination autorisee’ yani ‘Gidilmesine izin verilmiş ülke’ anlaşması var.

Bu anlaşmadan güç alan pek çok Avrupalı seyahat acentesi Çin’de büro açtı. Sadece Fransız seyahat acentelerinin 120 bürosu hizmete girdi.

Yıllar önce bu konuda Türkiye’de estirilen rüzgara karşılık, Türkiye bu konuda henüz somut bir adım atmış değil.

Oysa pazar çok büyük.

Zorla çok kültürlülük olmuyor

AKP’nin Türkiye’yi ‘muhafazakarlaştırma’ girişimlerini doğru bulmamakla beraber, AKP’nin bu girişimlerinin Avrupa Birliği açısından bir ‘turnusol kağıdı’ görevini yerine getirdiğini düşünüyorum.

Zina ile ilgili yasal düzenlemeye Avrupa Birliği’nin gösterdiği tepki, Birlik ideolojisinin büyük hevesle öncülük etmeye çalıştığı ‘çok kültürlülük’ kavramına aslında hiç de ‘dost’ olmadığının göstergesi oldu.

Boşanma ve kürtaj gibi konularda ‘kilise etkisinde’ kalan ve muhafazakár değerleri savunan AB ülkeleri bile, AKP’nin zina yaklaşımına sert tepki gösterdiler.

Bugün Türkiye’yi Avrupa’da istemeyen ve büyük bölümü ‘şimdilik’ iktidarda olmayan muhafazakár partilerin hemen hepsi, AKP’ninkinden çok da farklı olmayan yaklaşımlara sahipler.

İçinden geçtiğimiz dönem şunu net bir şekilde ortaya koydu.

Avrupa Birliği bütün aksi söylemlerine karşın en liberal kanadında dahi ‘Hıristiyan’ etkisi altında.

Bu nedenle de Hıristiyan muhafazakárlığına ses çıkaramıyor ama Müslüman muhafazakárlığını çağdışılık olarak nitelendiriyorlar.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Bizden bekleneni değil, düşündüğümüzü söyleyecek cesarete sahip olduğumuz zaman.
Yazının Devamını Oku

Bakanlara kızdı, Brüksel’i kırdı

23 Eylül 2004
<B>TCK </B>ve zina konusunda <B>‘çıkmaz’</B>a girilmesinin temeli, geçen hafta atıldı. Başbakan Erdoğan, öğretim yılının açılışı için pazartesi günü Urfa’daydı.

Oradan da Tacikistan’a gitti.

Bu arada CHP ile AKP arasında TCK konusunda uzlaşma arayışları sürüyordu.

Bu görüşmelerin son etabını Dışişleri Bakanı Abdullah Gül yürütüyordu.

Gül, CHP ile mutabakata vardıktan sonra, Tacikistan’da bulunan Başbakan Erdoğan’ı aradı.

CHP ile varılan noktayı aktardı ve TCK’nın önünde bir sorun kalmadığını, zina ile ilgili düzenlemenin bir önergeyle yasaya sokulmasına çalışmamaları halinde hiçbir sorun kalmadığını aktardı. Gül, bu maddenin yasaya konulmamasının sorunu çözeceğini söyledi.

Başbakan Erdoğan ile Dışişleri Bakanı Gül arasında bu noktada bir görüş ayrılığı çıktı.

Erdoğan, Gül’e ‘Nasıl yaparız. Kendimizi bağlayan pek çok açıklamamız var. Buradan dönüş olmaz’ dedi.

Gül ise uzlaşmanın bozulmamasından yanaydı; ama sorun telefonda çözülecek gibi değildi. Başbakan döner dönmez, bu konuyla ilgili bir toplantı yapıldı.

Toplantıda en yakın çalışma arkadaşları bile Başbakan Erdoğan’a yüklendiler.

Dile getirilen en temel endişe Avrupa Birliği’nin yaklaşımıydı.

Çoğunluk, ‘Bu maddeyi geçirirsek Avrupa Birliği ile sorun yaşarız’ diyordu.

Başbakan çok kızdı, ‘Bu ülkeyi biz mi yönetiyoruz, Avrupa Birliği mi?’ dedi.

Ve çıkışta herkesi endişeye düşüren o sert açıklamayı yaptı.

Aslında Başbakan’ın sözlerinin hedefi AB değil, hükümet içindeki çalışma arkadaşlarıydı. Bakanlar Kurulu’nu uyarmak, bu ülkeyi AB Komisyonu’nun değil kendilerinin yönettiğini hatırlatmak istiyordu.

Ancak ne yazık ki, sözleri kastı aştı. Sözler bakanları sıyırdı ve doğrudan Brüksel’i ve ona bağlı olarak da piyasaları vurdu.

Hain demedi, kansız dedi

RAUF Denktaş’ın torunu küçük Rauf Kürşat’ın AB vatandaşı olabilmek için Rum kesimine pasaport başvurusu yaptığı ortaya çıktı.

Dün bu haberi görünce tek satır eleştiri yazmadım.

Çünkü ne dedeler torunlarının ayıplarından, ne de torunlar dedelerinin kabahatlerinden sorumlu tutulurlar.

Ancak dede Rauf Denktaş’ın dünkü açıklamasını okuyunca dayanamadım.

Dede Denktaş diyor ki: ‘Avrupa Birliği vatandaşlığı hakkından yararlanmak istedi. Geldi bana sordu. Ben de izin verdim. Ben bugüne kadar pasaport alan kimseye hain demedim. Dediğimi ispat eden varsa çıksın ortaya.’

Geçen yıl, Rauf Denktaş’la Kıbrıs’ta Teke Tek programı yaparken, kendisine tam da bu durumu sormuştum. Sorum şuydu:

‘Sayın Denktaş, çözümsüzlüğün sürmesi halinde yarın Kıbrıs Rum Kesimi AB’ye üye olunca, zaman içinde bu haktan yararlanmak isteyen binlerce Kıbrıs Türkü, Rum vatandaşlığına geçmeye başlayınca, Kıbrıs davasını fiili olarak kaybetmiş olmayacak mıyız?’

Onun yanıtı da kulaklarımda:

‘Kıbrıs Türkleri arasında bunu yapacak kansızlıkta olan varsa, sayıları çok fazla değildir. Emin olabilirsiniz.’

Denktaş’
ın tabiriyle sayıları çok fazla olmayan ‘kansızlar’ arasında torununun da olması, üstelik de dedesinin izniyle olması biraz üzücü.

Ama Allah uzun versin Rauf Bey, Demirel ekolündendir.

Dün dündür, bugün bugün. Yarına Allah kerim...

AKP’li olmakla AKP’ye oy vermek arasındaki fark

AKP
ciddi bir oy oranı ve bu oy oranının da üzerinde bir Meclis çoğunluğuyla iktidar oldu.

Ancak bu iktidar, AKP’yi mutlu etmiyordu. Çünkü parti yeniydi ve henüz bir ‘AKP’lilik’ kavramı gelişmemişti.

Partinin yaptırdığı anketlerde hemen hemen hiç kimse ‘AKP’liyim’ demiyor, bunun yerine ‘Oyumu AKP’ye verdim’ demeyi tercih ediyordu.

Seçmenle bir bütünleşme henüz sağlanamamıştı.

2 yıllık icraat sonunda bu konuda ciddi bir gelişme sağlandı.

Partinin yaptırdığı son anketlerde ‘AKP’liyim’ diyenlerin oranında ciddi bir yükselme görülmeye başlandı.

Bu da parti yönetimini memnun ediyordu.

Bunda partinin politikaları, toplumu germeyen tavrı etkiliydi.

Ancak parti içindeki ‘akil adamlar’, son gelişmelerin iki yılda alınan mesafeyi geri götürdüğünü ve ‘AKP’liyim’ diyenlerin oranında ciddi bir düşüşe neden olacağını düşünüyorlar.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Ülkelerin ağır sorunları aşmaya çalıştığı dönemlerde, o ülkelerin cumhurbaşkanları kapalı kapılar arkasına saklanmadıkları zaman.
Yazının Devamını Oku