11 Ekim 2004
<B>SEDAT Peker’</B>in salıverildiğini Antalya’da öğrendim. <br><br>İlk tepkimi burada yazmam mümkün değil. Oysa aynı günün sabahı Ankara’da, Ankara Emniyet Müdürü Ercüment Yılmaz’ın da bulunduğu kalabalık bir dost grubuyla beraber yemekteydik.
‘Korkuyorum ki, serbest bırakılacak ve mafyayla mücadele ciddi bir darbe alacak’ demiştim.
Yılmaz, ‘Yok canım. Bence uzun süre dışarıyı göremez. Ama asıl olan içerideyken dışarıyla temasını kesmek’ demişti.
Sabaha karşı NTV’de haberi duyunca kulaklarıma inanamadım.
‘Yeterli delil’ olmadığı için kanaat oluşmamış ve Sedat Peker serbest bırakılmıştı.
Mahkemede bulunan polisler kararı protesto etmişlerdi.
O an aklıma ilk gelen bir pop şarkıcısı oldu.
Gökhan Özen adlı bu şarkıcı, bir arkadaşının yanındaki kıza laf attığı iddiasıyla bir gencin peşine düşmüş ve 4 kişi, bu genci dövmüşlerdi.
Biri şarkıcı bu dört kişi ‘çete kurma’ iddiasıyla 18 yıl ağır hapis istemiyle içeri tıkılmışlardı.
Laf atma meselesinden olay çıkaran ve ‘mafyalığa’ özenen dört genç için ‘çete kurma’ iddiasına karşılık Sedat Peker ve arkadaşlarının ‘pişpirik oynamak maksadıyla’ bir araya geldiği mi düşünülmüştü.
İşin ironik tarafı şarkıcı Gökhan Özen’in, beste çalışmalarının bazılarını Sedat Peker’in evinde yapmış olmasıydı.
Mahkemenin ‘serbest bırakma’ kararına Emniyet ve savcılık itiraz edince, aradan 24 saat geçmeden Peker hakkında yeniden tutuklama kararı çıktı.
Ama Peker’i koydunsa bul. Kendisini takip eden polisleri de ‘ekerek’ Romanya veya Bulgaristan’a kaçtığı söyleniyor.
Polis şimdi sil baştan Peker’in peşinde.
Yazık onca emeğe. Yazık onca umuda.
Açık söyleyeyim, ben İstanbul Emniyet Müdürü hatta Emniyet Genel Müdürü olsam bu karardan sonra istifayı basarım.
Nedeni de, aynen ilk tepkim gibi, burada yazmam mümkün değil.
‘Eğer AB’ye girersek’ soruları
BİR okur AB’nin önemini kavrayamamış. Bana soruyor. Son derece basit suallerle. Ben de ilgililere aktarayım:
‘Eğer AB’ye girersek,
Gece yarıları kuyruklara girmeden, özel hastanelere tonla para ödemeden, rehin kalmadan tedavi olabilecek miyiz?
Eğitimde dersanelerin ve özel okulların saltanatı bitecek mi? Çocuklarımız devlet okullarında yeterli eğitimi alıp LGS; ÖSS gibi sınaVlarla uğraşmadan okuyabilecek mi?
Her sağanak yağıştan sonra sel altında kalmaktan kurtulacak mıyız?
Trafik kuralları ihlal edilmeyecek mi? Herkes trafik işaretlerine uyacak mı? Kazandığımız para ile ay sonunu rahat rahat getirebilecek miyiz? Orman talan ettiren Orman bakanlarından, ihale pazarlayan Bayındırlık bakanlarından ve bunların bürokratlarından kurtulacak mıyız? Suçüstü yakalanan hırsız veya dolandırıcı adliyeden kendisini getiren polisten önce çıkamayacak mı?
Bazı mevkilerde bulunan kişiler çetecilerle ve mafya babalarıyla ilişki kurmaktan vazgeçecek mi?
Ve en önemlisi sizin de sorduğunuz gibi insan hakları, demokratikleşme ve çevrenin korunması, hayvan hakları, çocuk hakları, kadın-erkek eşitliği ve yolsuzlukla mücadelede gelişme ve düzelmeler olacak mı?
Acaba biz bu yanlışları düzeltmek için niye ille AB’ye girmeyi bekliyoruz?’ Güzel sorular. Ve hepimizin kafasında var.
Olumlu yanıtları ‘inşallah’ göreceğiz.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Yargının saygınlığına en büyük zararı yine yargının kendisinin verebileceğini anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 9 Ekim 2004
<B>İSTANBUL </B>Emniyeti, <B>Sedat Peker’</B>e yönelik başarılı bir operasyon yürütüyor. <br><br>Çocuk denilecek yaşlarda <B>‘áleme’</B> dalan <B>Peker,</B> son yıllarda giderek etkisini artırmıştı. Spordan ticarete, sanayiye, hatta siyasete kadar el atmadığı alan yoktu.
Gazetecilerle, işadamlarıyla, siyasetçilerle girift ilişkiler içindeydi.
Pek çok ‘meslektaşımızla!’ bağlantılı olduğunu duyuyorduk.
Peker’e ulaklık yapanlar bile vardı içlerinde.
Ve sonunda bu kişiye yönelik ‘gerçek’ bir operasyon başlatıldı.
Gözaltına alınırken, fotoğraf makinelerine ‘tebessüm’ eden Sedat Peker, daha sonra işin ciddiyetini fark etmiş olmalı ki, Emniyet Müdürlüğü çıkışında ‘Komplo’ feryatları ediyordu.
Peker’in sorgusu sırasında ortaya çıkan bazı gerçekler, bu köşede geçmişte yazılan pek çok şeyin de ‘ne kadar doğru’ olduğunu ortaya koydu.
Peker’in bazı spor kulübü başkanlarıyla ‘yakın ilişkide’ olduğunu yazmıştık.
Ortaya çıktı.
Fenerbahçeli kaleci Rüştü’nün dövülmesinde ve Ali Sami Yen Stadı’nda bana saldırılmasında bu kişilerin parmağı olduğunu söylemiş ve yazmıştık, ortaya çıktı.
Bazı spor kulüplerinin mafyanın kontrolünde olduğunu Başbakan’a anlattığımı yazmıştım.
Ortaya çıktı.
Sedat Peker’e bağlı menajerlik şirketlerinin, transferleri organize ettiğini ve bazı başka spor kulüplerinin de bundan yararlandığını yazmıştık.
Ortaya çıktı.
Bu köşede bazıları gibi ‘hayali şike’ öyküleri yazmadık.
Gerçekleri yazdık ve o gerçeklerin bazıları bugün ayan beyan belgelendi.
İşin acısı, ortaya çıkanlar buzdağının sadece bir bölümü.
Gerisi ortaya çıkar mı, bilmiyorum.
Ancak bildiğim bir şey var; Ankara’daki ‘çok önemli’ bazı kişiler, bu işin sonuna kadar gitmesini istiyorlar.
Umarım bu istek gerçekleşir.
Çocuklarımız
GEÇENLERDE, ‘Çocuklarımız malımız değil’ diye yazdıktan sonra, kız çocuklarıyla ilgili müthiş sözlerini bu köşede aktarmış olduğum Halil Cibran’ın çocuklarla ilgili başka ‘düşünceleri’ elime geçti.
Anne ve babalar için naklediyorum:
‘Çocuklarınız sizin çocuklarınız değildir.
Onlar kendi özlemini çeken hayatın çocuklarıdır.
Sizin vasıtanızla gelir; ama sizden değil,
Sizinle birlikte olsalar da, size ait değillerdir.
Onlara sevginizi verebilirsiniz; ama düşüncelerinizi asla.
Çünkü onların kendilerine has düşünceleri vardır.
Onların bedenlerini barındırabilirsiniz, ruhlarını değil.
Çünkü onların ruhları yarının saraylarıdır.
Siz oraları düşlerinizde bile ziyaret edemezsiniz.
Siz onlara benzemeye can atabilirsiniz.
Ama onları kendinize benzetmeye çalışmayın.
Çünkü hayat geriye gitmez ve dünle oyalanmaz.
Siz, çocuklarınızın ileriye doğru atıldığı yaylarsınız.
Okçu, sonsuzluk içinde aldığı nişan yerini görür
Ve oklarının hızla uzağa gitmesi için tüm kudretiyle sizi büker.
Okçunun elinde büküldüğünüz için sevinin.
Çünkü o uçarak giden oku sevdiği kadar,
Sağlam duran yayı da sever.’
Erken seçim kesinlikle yok
YEREL seçimler öncesinde Ata uçağında sohbet ettiğimiz Başbakan Erdoğan’a, ‘Önümüzdeki yıl bir erken seçim söylentileri var. Doğru mu?’ diye sormuş, yanıtını da burada aktarmıştım.
Başbakan, ‘Geçmişte bu gibi şeyler yapıldı. Yapanların hepsi tarihe gömüldü. Biz vatandaştan 5 yıl icazet aldık. Sonuna kadar gideceğiz. Seçimler zamanında yapılacak’ demişti.
Ancak son aylarda ‘erken seçim’ söylentileri yeniden başlamıştı.
Senaryolara göre AKP, AB’den müzakere tarihi alır almaz, bu rüzgárı oya çevirmek için 2005 sona ermeden bir erken seçim yapacaktı.
Bu dedikoduları önceki akşam Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül’e sordum.
Gül, son derece açık ve kesin bir biçimde, ‘Böyle bir plan yok. Seçimler normal zamanında yapılacak. Biz, halkımızın bize verdiği süreyi son gününe kadar kullanacağız’ dedi.
Dün de AKP’nin önemli isimleriyle yemekteydik.
Konu yine erken seçim söylentilerine geldi. Genel Başkan Yardımcısı Reha Denemeç, ‘Yok böyle bir şey. Bugün erken seçime gitmek için deli olmak lazım’ dedi ve gerekçelerini sıraladı:
‘Şu anda parlamentoda gereken çoğunluğa sahibiz. Anayasa’yı değiştirecek güçteyiz. Önümüzde daha üç yıla yakın süre var. Üstelik bu süre içinde bir de Cumhurbaşkanlığı seçimi var. Erken seçim bize ne kazandıracak? Tamam doğrudur, oyumuz artıyor; ama baraj sınırında iki parti var. Eskaza bunların biri, ya da ikisi barajı geçse, biz daha fazla oyla, daha az milletvekiline sahip olacağız. Hadi onu bir tarafa bırakalım, ekonomide müthiş olumlu gelişmeler var. Bir erken seçim bütün bunları bozabilir. Erken seçim katiyen olmaz.’
Bir diğer Genel Başkan Yardımcısı Şaban Dişli de, ‘Bu partinin trendi aşağı doğru olsa, daha fazla kan kaybetmeden erken seçime gidelim deriz; ama durum tam aksi. Parti giderek yukarı tırmanıyor. Neden erken seçim yapalım’ diye ekledi.
Anlaşılan o ki, bütün dedikodulara rağmen bir erken seçim yok.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Okumadığımız raporları okumuş gibi yaparak ahkám kesmediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku 8 Ekim 2004
<B>DÜN </B>sabah keyifle uyandım. Gazeteleri aldım. Hürriyet, <B>‘Yolun açık olsun Türkiye’ </B>demişti.<br><br>Milliyet ise <B>‘Bugün daha güzel bir gün’</B> manşetiyle çıkmıştı. Sabah’ta <B>‘Yeni bir Türkiye başlığı’</B> yer alıyordu. Manşetlere keyiflendim. İşe gitmek üzere yola koyuldum.
Ama ne mümkün. Yağan üç damla yağmur yolumuzu kapatmıştı. Hürriyet, ‘Yolun açık olsun Türkiye’ diyordu. Avrupa yolumuzu açmıştı; ama anlaşılan İSKİ’nin durumdan haberi yoktu. Seller yolu kapamıştı.
Milliyet’e göre ‘Bugün daha güzel bir gündü’; ama trafik nedeniyle araçlarında, sel nedeniyle evinin balkonunda, ya da okulun üst katında mahsur kalanlar zannederim bu fikri paylaşmıyordu.
Sabah’ın manşeti ise külliyen palavraydı.
Ortada ‘Yeni bir Türkiye’ yoktu. En azından İstanbul bildiğimiz İstanbul’du. Aynen birkaç ay önce, yine benzer bir yağmura teslim olan İstanbul...
AB’ye nasıl uyulacak?
MADEM Avrupalı olmaya bir adım daha yaklaştık, acaba şu aşağıda yazacağım ‘yargı olayı’ AB normlarına uygun mudur? Müktesebata sığar mı, Adalet Bakanı Cemil Çiçek bir bizi aydınlatıversin.
Ankara Giyim Sanayicileri Derneği Başkanı Canip Karakuş, her yıl dünyanın çeşitli ülkelerine yüz milyonlarca dolarlık ihracat yapar.
Pek çok ülkede ‘marka’ haline gelmiş bir tekstilcidir. Bu duruma kolay gelmemiştir. Her yıl İtalya’da ünlü modacılara dizaynlar hazırlatır, o tasarımları üretir ve satar.
Sadece tasarım için ödediği para milyon dolar mertebesindedir.
Ve her marka gibi onun da ürünleri taklit edilir.
Geçtiğimiz ay yeni hazırlattığı koleksiyonun Ankara’da bir firma tarafından ‘birebir’ taklit edildiğini tespit edince hemen Ankara 5. Sulh Ceza Mahkemesi’ne başvurur.
Mahkeme inceleme yapar ve taklit ürün üreten firmada ‘arama yapılmasına ve suç delillerine rastlanması halinde zaptedilmesine’ karar verir.
Ankara Cumhuriyet Savcılığı da polise bir yazı yazar ve gereğinin yapılmasını ister. Hatta yetinmez, altına da not düşer ve der ki, ‘Söz konusu suçun soruşturulması acele işlerden sayıldığından evrakın intikalinden itibaren 7 gün içinde gereğinin yapılması’.
Yani Ankara 5. Sulh Ceza Mahkemesi, bir AB ülkesi mahkemesi ne yapması gerekiyorsa onu yapar.
AGSD Başkanı Karakuş, mallarının İstanbul’daki bir başka firma tarafından da taklit edildiğini öğrenir.
Rahattır. Çünkü yargı gereğini yapmaktadır.
Avukatları, Ankara’da yaptıkları başvurunun bir benzerini İstanbul’da da yaparlar.
İstanbul Cumhuriyet Savcılığı Ekonomik Suçlar Bürosu, başvuruyu inceler ve nöbetçi Sulh Ceza Hákimliği’nden ‘arama ve el koymaya karar verilmesini’ talep eder.
Ancak İstanbul 3. Sulh Ceza Mahkemesi ‘Gerekli arama kararının verilmesini gerektirir somut olgu ve emarelere rastlanmadığı, gerekçeli zabıta raporunun yer almadığı anlaşılmakla mevcut delil durumuna göre talebin reddine’ karar verir.
Karara, gülmek mi lazım ağlamak mı belli değil.
Polis gidip arama yaparak delil toplayacak, buna izin verilmiyor ve verilmeme gerekçesi polisin delil toplamamış olması.
Aynı yasa ve yönetmeliklerle karar veren Ankara 5. Sulh Ceza Mahkemesi ile İstanbul 3. Sulh Ceza Mahkemesi’nin kararları ortada.
Şimdi biz hukukumuzu AB’ye uydurmaya çalışıyoruz.
Yahu biz daha hukukumuzu ‘kendimize’ uyduramamışız ki, nerde kaldı AB’ye uydurmak.
Haksız mıyım Sayın Çiçek, haksız mıyım?
TCDD Genel Müdürü istifa etti, ya İSKİ Genel Müdürü
TREN kazası olunca Ulaştırma Bakanı ve TCDD Genel Müdürü’nün istifasını istedik. Haklıydık da.
Kaza bile olsa işin içinde sorumsuzluk vardı.
Peki ya her yağmurdan sonra İstanbul’u sel almasının bir sorumlusu yok mu?
Üstelik bu kaza falan da değil. Göz göre göre, her iki ayda bir sular altında kalıyoruz.
Müthiş bir işgücü kaybı, müthiş bir zarar ziyan.
Peki bu işin sorumlularının istifasını niye kimse istemiyor?
Bu rezalette, İSKİ Genel Müdürü’nün, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’nın ve ilçe belediye başkanlarının hiç sorumluluğu yok mu?
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Eşek yüküyle para kazanıp keyfi yerinde olanlar, keyfi yerinde olmayanlara karamsarlık pazarlayarak sempati toplamaya çalışmadıkları zaman.
Yazının Devamını Oku 7 Ekim 2004
<B>TÜRKİYE,</B> güneyinde cereyan eden olaylarla ilgili olarak <B>‘kafayı kuma gömme’</B> politikasını sürdürüyor. İşin ilginci, bu politika bu ülkenin aydınları, entelektüelleri ve ‘bilmişleri’ tarafından da ‘marifet’ gibi kabulleniliyor.
Bunlardan bazıları ile sağda solda karşılaştığımız zaman ‘Tezkere geçsin, Irak’a girelim istiyordunuz. Bakın Irak’ta olan bitenlere. Nasıl haksız çıktınız. Sizi dinleseydik şimdi ABD’nin durumunda biz olacaktık’ diyorlar.
Yapılabilecek en aptalca iş ‘dinamik’ gelişmelere ‘statik’ yorumlar yapmaktır.
Türkiye komşusu Irak’ta, üstelik de Kuzey Irak’ta bir Kürt devletinden söz edilirken ‘sinema seyircisi’ gibi bakamaz.
Bakarsa Türkiye büyük devlet olamaz. Ben hálá Türkiye’nin Irak’ın geleceğinde aktif rol alması gerektiğini düşünüyorum.
Aksi takdirde çok daha derin sorunlarla boğuşmak zorunda kalacağına inanıyorum.
Bunu doğrulayan gelişmeleri gösteren bir belge geçenlerde ortaya çıktı.
Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nda dolaşan bir resmi belgede Neçirvan Barzani için aynen şöyle bir sıfat kullanılıyor:
‘Neçirvan Barzani, Prime Minister of Kurdistan Regional Goverment in Northern Iraq’
Yani Türkçesi, ‘Neçirvan Barzani, Kuzey Irak Kürdistan Bölgesel Hükümeti Başbakanı’. Adam Amerika’da Kürdistan Başbakanı olarak kartvizit dağıtıyor, Türkiye hálá ‘Kuzey Irak’ta bir Kürdistan’a izin vermeyiz’ diyor.
Bir ülke, herhangi bir politika üretebilir. Politikasını değiştirebilir. Daha önce kabul etmediklerini kabul de edebilir. Ama fiili bir durumu görmezden gelerek, bitmiş bir politikayı yürütemez.
Asap bozma süreci başlıyor
AB Komisyonu raporu hükümetin başlangıçta beklediğinden daha ‘olumsuz’ olsa da, son günlerde sızan bilgilere uygun bir şekilde çıktı.
Daha önce de dediğim gibi, AB’nin büyük ülkelerinin iç politika sorunları rapora damgasını vurmuş.
Ancak bu raporun müzakereler başladıktan sonra pek de önemi kalmıyor. O nedenle de çok üzerinde durmamak lazım. Türkiye açısından önemli olan müzakereleri başlatmak. ‘Asıl önemli’ süreç de o olacak.
Bu süreç Türkiye’nin soğukkanlı olmasını ve özellikle de basının ‘sorumlu’ davranmasını gerektiren bir süreç.
Müzakereler sırasında taraflar birbirleriyle bir ‘bilek güreşi’ yapacak ve bu süreçte en olmadık, en anlamsız ve hatta en kabul edilemez talepler masaya getirilebilir.
Eğer karşılıklı olarak masaya konulacak talep ve önerileri ‘duygusal’ davranıp büyütür ve kamuoyunun hassas noktalarına baskı unsuru yaparsak, 10 yılı bulması muhtemel bu süreci tamamlayamayız.
En abartılı örneği vermek gerekirse, AB’den birileri masaya ‘ülkeyi bölün’ diye bir taleple gelebilir. Bu talebin gelmesi kabul edilmesi veya şart olması anlamına gelmez.
Ve emin olun ki, Türkiye karşıtları Türkiye’nin asabını bozmak için her şeyi yapacaklar.
Şimdi taraflar arasında 10 yıllık bir sinir harbi başlıyor. Bunun ilk yarısını ‘sakin’ bir şekilde tamamlarsak, üyelik umduğumuzdan daha kısa bir dönemde gelebilir.
Türkiye’ye kapıların kolay açılmayacağı kesin ama deneyimli bir diplomatın dediği gibi ‘Küçük ülkeler AB’ye alınır, büyük ülkeler ise girerler’.
Türkiye girecek.
Önemli olan değerler
AB ile müzakere süreci pek çok açıdan çok önemli. Yatırımlar açısından, ekonomik istikrar açısından ciddi faydaları olacak.
Ancak benim açımdan en önemli olan, Türkiye’de başta insan hakları ve demokratikleşme olmak üzere, çevrenin korunması, hayvan hakları, çocuk hakları, kadın-erkek eşitliği ve yolsuzluklarla mücadele gibi son derece temel konularda AB standardının Türkiye’ye gelecek olması. Bu ‘Avrupa değerleri’ Türkiye’ye girdikten sonra biz AB’ye girsek de olur, girmesek de...
Müzakereci ve bakanlık
AB ile müzakerelerin başlaması halinde, Türkiye’de temsil gücü açısından başbakana eş değer yeni bir ‘politik kimlik’ ortaya çıkacak: Başmüzakereci.
Son derece karmaşık olan AB ile müzakere döneminde Türkiye bir ‘başmüzakereci’ atayacak.
Bu müzakerecinin kim olacağı çok önemli. Bunun yanı sıra bir de AB Bakanlığı kurulması gündeme gelebilir. Müzakerecinin de bu bakan olması muhtemeldir.
Abdullah Gül, son derece başarılı bir Dışişleri Bakanı olarak sivrildi ama AB müzakereleri tam mesai bir iş.
Bakalım bu işi de Gül’e mi verecekler, yoksa yeni bir ‘bakanımız’ mı olacak?
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Yanlışları gündeme getirirken, özneleri görmezden gelebildiğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku 6 Ekim 2004
<B>BERLİN’</B>de Başbakan <B>Recep Tayyip Erdoğan’</B>ın konuşmacı olarak katıldığı bir sabah kahvaltısından sonra, otelde gevezelik ediyoruz. Bu arada Başbakan Erdoğan, bir grup işadamıyla bir toplantı yapıyor. Bir diğer grup işadamı yanıma geliyor ve durumdan şikayetçi oluyorlar.
‘İçerde konuştukları kim biliyor musunuz?’
Hayır bilmiyorum.
‘Yeni bir dernek kuruyorlar. Yeni Muhafazakarlar Birliği diye. Aslında eski Avrupa Milli Görüş Hareketi’nin üyeleri. Şimdi bunlara AKP sahip çıkıyor. Maksat burayı organize etmek.’
Durum ilgimi çekiyor. Durumu Cüneyt Zapsu’ya soruyorum.
‘Yeni bir dernek kuruyormuşsunuz?’
‘Evet’ deyip anlatıyor.
‘Özal’ın ABD’de yaptığı gibi bir şey yapmaya çalışıyoruz. O orada Türk derneklerini bir çatı altında toplamış ve ABD’deki Türklerin sorunlarını çözecek güçlü bir platform oluşturmuştu. Bizim de niyetimiz 2.5 milyon Türk’ün yaşadığı Almanya’da böyle bir yapı kurmak.’
‘Almanya’da zaten pek çok dernek yok mu?’ diye soruyorum.
‘Var ama bunun amacı farklı. Bunlar Türk toplumunun Almanya’daki statüsünü geliştirmek, yukarı çekmek için çalışacaklar. Ticari veya Türkiye’ye yönelik siyasi bir amaçları olmayacak.’
‘Adları Yeni Muhafazakarlar olacakmış’ diyorum.
‘Hayır’ diyor, ‘Adları Avrupalı Türk Demokratlar Birliği olacak. Genç, temsil gücü yüksek bir grup. Biz sadece önayak oluyoruz.’
‘’Sanki bu oluşum gücü arttırmayacak tam aksine bölecek. İşadamlarından şikayet geldi’ diye üsteliyorum.
‘Burada niyet iyi. Ama bazıları şikayet edebilir.’
‘Sanki Milli Görüş’ü AKP adına örgütlüyorsunuz diye kuşkulananlar varmış’ diyorum.
‘Hayır. Bu grubun içinde Milli Görüş’e üye olmuş, yönetici olmuş demiyorum üye olmuş ve sadece aidat yatırmış 4 kişi var. Ama bu işin Milli Görüş’le ilgisi yok. Tam aksine Alman hükümeti bu işe destek veriyor. Milli Görüş olsa bu mümkün mü?’
‘Partiniz için çalışacaklarından kuşkulananlar var’ diye damarına basıyorum.
‘Yok yahu böyle bir şey. Bunların Türkiye ile ilgisi olmayacak. Tek dert Almanya’da Türklerin önünü açmak’ diyor. Tersi kanıtlanıncaya kadar Zapsu’ya inanmayı yeğliyorum.
Çocuklarımız malımız değil
GEÇTİĞİMİZ cuma günü, Kanal D Ana Haber’in ilk haberi, annesi ve babası tarafından dövülerek tanınmaz hale getirilmiş 3.5 yaşındaki bir kız çocuğunu konu alıyordu. Ruh sağlığı yerinde olmadığı kesin olan anne, kızı öldüresiye dövmüş, baba da çocuğu ısırmıştı. Hastanedeki bebecik korku içindeydi. Ertesi gün Almanya’ya gittim ama haberin gelişmelerini oradan izledim.
Mahkemeye çıkarılan anne ve baba ‘serbest’ bırakılmıştı. Çocuğun velayetinin ana babadan alınması için de dava açılmıştı.
Mahkemenin ‘tutuksuz’ yargılayacağı anne ve baba duruşmadan çıkarken habercilere sövüyorlardı.
Mahkemenin kararı şaşırtıcıydı ama ne yazık ki yasalar böyleydi. Çocuklar gerçek birer birey gibi değil, ana babaların malı gibi görülüyordu. Oysa onlar doğdukları andan itibaren birer ‘kişiydi’, ana babalar sadece onların sağlıklı gelişimini sağlamakla görevliydi. Çocuklarımız bizim canımızın çektiği gibi davranacağımız ‘mallarımız’ değildi.
Çocuklarını öldürmeye ‘tam teşebbüs eden’ bu ana babaya gereken cezayı vermeye yarayacak maddeler yeni TCK’da var. Dahası TCK bu gibi kötü muamelelerle ilgili maddeler de içeriyor.
Ama ne yazık ki, bunun yürürlüğe girmesi için daha bir yıl bekleyeceğiz. Ama o güne kadar hakimlerin ‘yasa’lardan ayrılmadan fakat konuya kendi ‘izanlarını’ da ekleyerek karar vermelerinde, savcıların da ‘durumu göz önüne alarak’ ceza talep etmelerinde fayda var.
Çünkü cumadan beri o görüntü gözümün önünden gitmiyor.
Yaratıcılık mı dediniz!
HÜRRİYET’in görsel yönetmeni Reha Erdoğan, çok ama çok eski arkadaşımdır. Üniversitede bizim bölümdeki kızlara ‘asılmaya’ geldiği günlerden bu yana tanırım. Hürriyet’te de yan yana odalarda çalıştık hep.
Manyak yetenekli bir adamdır.
Yıllarca Reha’ya ‘Oğlum şu manyaklıklarını işe yarar hale getir’ diye yalvardım. Hiç değilse bir resim sergisi açması için ayaklarına kapandım.
Yıllarca yapmadı. Bir ara sergisinde kullanacağı tablolarını bile seçtik yine yapmadı. Galiba benim Hürriyet’teki odamdan taşınmamı bekliyormuş.
Şimdi İstanbul Uluslararası Tasarım Buluşması’na katılıyor. Hem de inanılmaz güzellikteki tasarımlarıyla. Bence gidin görün ve Hürriyet’in görsel tasarımının nasıl bir yeteneğin elinden çıktığını anlayın.
Buluşma Hilton Kongre ve Sergi Sarayı’nda. Reha’nın eserleri ise Harbiye Askeri Müzesi’nde.
REHA’YA NOT: Oğlum sen benim zannettiğimden de çatlakmışsın...
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Teknolojiyi dostlarımızdan uzaklaşmak için değil, dostlarımıza yaklaşmak için kullandığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 5 Ekim 2004
<B>BAŞBAKAN’</B>ın Almanya gezisine katıldım. Çok da iyi yapmışım. Son derece başarılı bir geziydi ve Almanya’daki yansımaları da öyle oldu. Almanya’nın <B>‘kayıtsız şartsız’</B> Türkiye’nin arkasında durduğu netlik kazandı.Schröder, Türkiye’ye ‘net’ destek verdi. Bunun nedenlerini yarın anlatacağım.
Moral veren bir geziydi.
Başbakan’ın Schröder ile yaptığı görüşmenin ‘çok samimi’ hatta, ‘fazla samimi’ bir havada geçtiğini öğrendim.
Görüşmede Alman Başbakan Schröder, Recep Tayyip Erdoğan’la ‘sizli bizli’ değil, ‘senli benli’ konuşmuş.
Schröder, Erdoğan’a ‘Sen’ diye hitap edince, büyükelçimiz hemen tercümana dönmüş ve ‘Lütfen hitap şeklini de aynen çevirin. Sayın Şansölye, Başbakanımıza sen dedi. Bunu belirtin’ demiş.
Ve görüşme ‘senli benli’ bir havada geçmiş.
Bu bilgiyi alınca durumu uçakta birlikte oturduğumuz Almanya’nın Ankara Büyükelçisi Wolf Ruthart Born’a sordum. Born, Almanya’nın Türkiye’ye verdiği önemin bir göstergesi; çünkü son derece önemli görevler üstlenmiş bir diplomat. Bugün Schengen diye bildiğiniz uygulamanın da kurucusu.
Büyükelçi, Başbakan Schröder’in kimseyle kolay kolay ‘Sen’ diye konuşmadığını, bu hitap şekliyle Erdoğan’a gerçek ve samimi bir yakınlık duyduğunu ifade ettiğini söyledi.
Schröder, Erdoğan’la konuşurken, büyük ihtimalle yarın ortaya çıkacak olan raporun içeriğini biliyordu. Bu yüzden oldukça rahat ve moral verici bir tarzda yaklaşmış konulara.
Alman tarafının en hassas olduğu nokta, Türkiye’nin hem raporla, hem de sonrasındaki süreçte karşılaşılacak bazı noktalarda ‘duygusal’ davranması. Türkiye’nin siyasetçisiyle, basınıyla, sivil toplumuyla ‘müzakere sürecini’ soğukkanlılıkla götürmesi gerektiği Erdoğan’a fısıldanmış ve ‘Merak etmeyin’ denilmiş.
Alman Büyükelçi’ye, ‘Eskiden Schröder ve Chirac, Türkiye ile ilgili olarak tam anlamıyla fikir birliği içinde olduklarını söylüyorlardı. Ancak Fransa’daki görüntü değişti. Hálá fikir birliği içindeler mi?’ diye sordum.
‘Kesinlikle, hem de eskisinden daha fazla fikir birliği içindeler. Çünkü Türkiye’de çok önemli gelişmeler oldu.
Siz görüntüye bakmayın. Chirac’ın içeride sorunları var. Bugünlerde Schröder kadar dik duramıyor; ama fikirler aynı. Merak etmeyin’ dedi.
Görülen o ki, Avrupa’da rüzgárlar Türkiye’den yana ve ılık bir meltem kıvamında esiyor.
Komisyon raporu AB’nin iç politikasına yönelik
AB Komisyonu’nun Türkiye raporunda ‘ilk kez’ rastlanılan uygulamaların yer alacağı ortaya çıktı. ‘Sürecin üyelikle sonuçlanmayabileceği, 6 ayda bir uygulama raporu hazırlanması, görüşmelerin zaman zaman kesilebileceği’ gibi maddeler daha önce hiçbir raporda yer almış değil.
Gerçi uygulamaya bakıldığında, daha önceki bir yazımda verdiğim İngiltere örneğinde olduğu gibi, görüşmelerin kesildiğine rastlanıyor; ama bunun ‘önceden’ belirtildiğine hiç rastlanmıyor. Ancak bunu Türkiye açısından ‘olumsuzluk’ olarak almamak gerek. Çünkü komisyonun bu maddeleri rapora koymasının tek nedeni, Türkiye’nin müzakerelere başlamasına destek veren liderleri rahatlatmak ve AB’de milliyetçi akımların yükseldiği 11 Eylül sonrası bu dönemde Türkiye’nin üyeliğinin iç politika malzemesi yapılmasını engellemek.
Yani rapora o maddelerin koyulmasının tek nedeni ‘iç politika’.
O maddelerde yazılanlar, zaten uygulamada her zaman mümkün olan durumlar. Fakat bunlar yazılı hale getirilerek, kamuoylarında oluşabilecek tepkiler ve bu tepkilerin ‘kötü niyetli’ siyasetçiler tarafından kullanılması engelleniyor. Yani bu olumsuz görünen gelişmeler bile aslında Türkiye’nin lehine.
Ama tabii bunu Türkiye’de iç politika malzemesi yapmak isteyenlerin ekmeğine yağ sürüyor. Fakat şu an için önemli olan bizdeki değil, Avrupa’daki iç politika.
AB başkentleri gezilmeyecek
BAŞBAKAN Erdoğan’ın raporun açıklanmasından sonra Avrupa başkentlerini kapsayan geziler yapacağı iddia ediliyordu. Erdoğan’a bunu sordum. ‘Yok böyle bir şey’ dedi. Başbakan, 17 Aralık öncesi bütün başkentlere gitmeyi düşünmüyor. Almanya’ya bir veya iki kez daha gidecek. Bir de Fransa gezisi var. Bunun dışında kapı kapı dolaşılmayacak. Bence doğru bir karar.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Yanlış anlamaların bazen de yanlış anlatmalardan kaynaklandığını anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 4 Ekim 2004
<B>ÖNCE </B>Beşiktaşlılara takılalım. Yaz başıydı. Galiba haziran. Beşiktaşlılar bana çok kızdılar. Çünkü o günlerde Beşiktaş yönetimi tam gaz transferler patlatıyor, kimi bulursa alarak müthiş bir şov yapıyordu.
Yaklaşımlarını gayet iyi bildiğiniz Türk spor basını da bu hareket ve harekat tarzını ‘goygoyluyor’, Beşiktaş’ı yere göğe koyamıyordu.
Tam o günlerde Beşiktaş’ın ‘yanlış yolda’ olduğunu, bu yönetim tarzının Beşiktaş’ı aynen geçmişte Galatasaray’ı yaptığı gibi batıracağını söyledim.
Beşiktaşlılar çok kızdı. Protestolar, küfürler.
Oysa ben iyi niyetli olduğunu bildiğim ve içinde dostlarım da bulunan yönetimi uyarmak istemiştim.
Geçenlerde Galatasaray Adası’ndan tekneyle kıyıya doğru geliyoruz.
İri kıyım bir Beşiktaşlı, hafiften almış olduğu alkolün de etkisiyle olsa gerek ‘dayılanarak’ yanıma doğru geldi:
‘Yazdınız yazdınız oldu. En keyifli günlerimizde batarsınız dediniz battık. Kına yakın’ dedi.
‘Ben yazdım diye mi oldu, yoksa ben olacağı önceden mi gördüm?’ dedim.
Öfkeliydi. Beşiktaş’ın yanlış kararlardan değil, ben yazdığım için zora düştüğünü düşünüyordu.
Güldüm. O sırada kıyıya yanaştık. İndim yürüdüm.
HOCA MI DEĞERLİ YOKSA TAKIM MI?
Beşiktaş ne yazık ki iyiye gitmiyor. UEFA’da atlanılan tur kimseyi kandırmasın. Del Bosque olmadı. Kötü hoca mı? Değil. Hatta çok iyi hoca. Peki Fatih Terim kötü hoca mıydı? Asla.
Ama bazen kan uyuşmazlığı oluyor. Milan’da da, Roma’da da, Real Madrid’de de, Barcelona’da da oluyor. Tutmuyor.
Beşiktaş’ta da bu oldu. Kimsenin suçu değil.
Böyle bir durumda yapılabilecek iki şey var. Ya takımı değiştireceksiniz, ya hocayı.
Bu değişiklikler arasında yapılacak tercih ekonomik.
Hangisini değiştirmek daha ucuza mal olur.
Avrupa’nın çok büyük kulüplerinden birinin başkanıyla sohbet ediyorduk. Süper bir hocayı yeni kovmuşlardı. Nedenini sordum.
‘Ya hocayı değiştirecektik, ya takımı. Takımı değiştirmenin maliyeti 150 milyon Euro olacaktı. Hocayı değiştirmenin maliyeti ise 5 milyon Euro oldu.’ dedi.
Beşiktaş yönetimi kararsız. Hocayı yollasak mı, yollamasak mı?
Bunu ben de biliyorum, taraftar da biliyor, oyuncular da biliyor, hoca da biliyor.
O hocadan hayır gelir mi?
GELELİM FENERBAHÇE’YE
Fenerbahçe şu anda Türkiye’nin en iyi kadrosuna sahip. Hatta Avrupa’da bile Fenerbahçe kalitesinde bir kadro pek az takımda var. Ancak Fenerbahçe ne yazık ki, hálá takım değil.
Oysa, bütün yanlışlarına rağmen Aziz Yıldırım çok doğru işler yaptı.
Fatih Terim’in ilk geldiği yıl işler kötü gidiyor. Ara transfer dönemi benim ofiste Ali Dürüst, Özer Saraçoğlu ve Burak Elmas toplanmış konuşuyoruz. Dürüst’e, ‘Bırakın panik transferleri. Bu yıl şampiyon olmasak da olur. Bütün parayı gidip genç milli takıma yatıralım. Hepsini alalım’ diyorum.
Bunu Galatasaray yapamadı ama Fenerbahçe yaptı. Çok da doğru yaptı.
Üzerine çok kaliteli yabancıları da koydu. Uzun yıllar iş yapacak bir takım yarattı.
Bu yılki tek hataları Tomas’ı satmak, Fatih Akyel’i ise tutmak oldu. Buna rağmen süper bir kadroları var.
DAUM HANÇERLİYOR
Sezon başı Fenerbahçe Rize’ye gidiyor. Televizyonda takımın otobüse binişini izliyoruz. Daum’un yüz ifadesi dikkatimi çekiyor. Yanımdaki Kanal D Haber Müdürü Bülent Çöltekin’e ‘Daum’a bak, yüzünde ne okuyorsun’ diyorum. Bakıyor ve ‘Fenerbahçe yönetimine siz görürsünüz diyor. Sende aynı şeyi mi gördün’ diye soruyor.
Evet. Daum’un yüzünde o ifade çok net.
Bana sorarsanız Daum, Fenerbahçe’yi sabote ediyor. Bunun kanıtı olur mu? Olmaz elbet. Ama haftalar geçtikçe bu bir hissiyattan öte gerçeklere dayanmaya başladı.
Maça çıkarılan kadrolar, dizilişler, rakip dikkate alınmadan veya rakip dikkate alındığı için yapılan yanlış kurgular açıkça görülüyor. Hele en son Machester United maçında, oyuncular kendi aralarında bir takım oluşturup sahaya çıksalar çok daha başarılı olurlardı.
Ama Daum buna izin vermedi.
Fenerbahçe’yi her maç ortaya çıkan yıldızlarından biri kurtarıyor. Fenerbahçe içerde Daum’a rağmen, ‘kaliteli ve karakterli’ oyuncularıyla maç kazanıyor.
YA BİZİM TAKIM
Galatasaray’da sezonu taraftar kurtardı. Ergun Gürsoy ‘Hagi’yi yemek için’ aportta beklerken daha ilk maçta taraftar ortaya çıktı ve Hagi’yi sahiplendi.
Yer gök ‘I love you Hagi’ diye inledi. Ve ilk maçtan beri bu durum sürüyor.
Bu Hagi’yi rahatlattı. Oyuncuların da Hagi’ye inanmasına, sahip çıkmasına neden oldu.
Yönetimdeki çatlak sesler kesildi.
Hagi ise müthiş kompleksiz bir teknik adam. Gazetelere demeç verdi diye kızıp Ümit Karan’ı kızağa çekmiyor. Ergun Gürsoy’un ‘saçma’ demeçlerine takılıp Saidou’yu kadro dışına hapsetmiyor. Doğru neyse, gereken neyse onu yapıyor, yapmaya çalışıyor. Böyle olunca da kadro takım haline geliyor. Ve umulanın ötesinde iyi oynuyor.
YA GELECEK?
Galatasaray, devre arasında alınacak bir oyun kurucuyla şampiyon olur. Bu alınmazsa son maça kadar şampiyonluğu kovalar ve olabilir.
Ama Galatasaray’ın geleceğe dair sorunları var. Kadro çok yaşlı ve gençleştirme operasyonu yapılamıyor.
Kendine yakışır bir stadı yok ve bu sadece camianın moralini değil, gelirleri de aşağı çekiyor.
Galatasaraylı takımın halinden memnun ama kulübün halinden memnun değil.
Hazır Hagi saha içindeki durumu kurtarmışken, Başkan Canaydın da dışardaki durumu düzeltmeli.
Yazının Devamını Oku 2 Ekim 2004
<B>TCK’</B>nın AKP tarafından komisyona geri çekildiği, zinayla ilgili düzenlemenin gündemde olduğu ve bu nedenle AB ile ilişkilerin <B>‘kopma’</B> noktasına gelindiği günlerde Cumhurbaşkanımız Sayın <B>Ahmet Necdet Sezer’</B>e yönelik bir yazı kaleme aldım. Sezer’in kritik dönemlerde ortaya çıkmayıp tam aksine Köşk’ün duvarları arkasına kapanmasından, Türkiye’nin önemli virajlarındaki sıkıntılara müdahil olmamasından yakındım.
Gerçekten de, Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı tüm önemli krizlerde Cumhurbaşkanı ortada yoktu.
Son gelişmelerde de ortaya çıkmayınca ben de kendisini eleştirdim.
O kritik günlerde ortaya çıkmayan Ahmet Necdet Sezer, dün Meclis’in açılışında kürsüdeydi.
Sezer TBMM’yi açarken yaptığı konuşmada, ‘Türkiye’nin AB üyeliği konusunda, AB üyesi ülkelerin içtenliklerini sınamamız gerekirken, kendi yanlışlarımızı düzeltmek için zaman kaybedip bedeller ödememeli, Türkiye’nin AB’nin dışında tutulmasını isteyenlerin de ellerini güçlendirmemeliyiz’ diyerek ‘çok önemli’ bir mesaj verdi.
AB ile ilişkiler bozulmanın arifesindeyken ortalarda görünmeyen Cumhurbaşkanı, ilişkiler sütliman olduktan sonra kürsüye çıkmış ve bunları söylüyordu.
Güldüm.
İngilizler böyle durumlar için güzel bir söz söylerler: ‘Good morning after supper.’
Türkçesi ‘Öğleden sonra günaydın’.
Lara Projesi’ne sahip çıkılmalı
ANTALYA Lara Plajı’nda yaklaşık 20 bin yatak kapasiteli yepyeni dev oteller yükselirken, bu otelleri kente ve havalimanına bağlayacak yoldan eser yoktu.
Bu konuda birkaç yazı yazdım.
Başbakan Erdoğan’la yaptığımız bir görüşmede, kendisine buradaki durumu aktardım ve bu konunun önemli olduğu belirttim.
Hayatımda gördüğüm en komplekssiz Başbakan olan Erdoğan, bu konuşmamızın hemen ardından konuyu inceletti ve yolun yapılması için ilk etapta 8 trilyon ödenek yolladı. Ardından otellerin de katkısıyla yol tamamlandı.
Şu anda bölgedeki 20 bin yatağı kente ve havalimanına bağlayan süper bir yol ortaya çıkmış durumda. Yakında ‘resmen’ açılacak.
Bu kadarla da bitmedi; Erdoğan Antalya-Kemer yolunu da bölgenin potansiyeline yakışır bir hale getirmek için müthiş bir yatırıma destek oluyor.
Bu arada Antalya ile ilgili bir başka müthiş projeye Turizm Bakanı Erkan Mumcu ve Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Menderes Türel imza atıyorlar.
Antalya’nın son elde kalan bakir bölgesi, çarpık yapılaşmadan ve betonlaşmadan kurtarılıyor.
Lara Plajı’nın arkasında kalan dev bir alan ‘turizm bölgesi’ olarak ayrıldı. Burada turizme destek verecek ve turistlerin hem kentle kaynaşmasını, hem de daha fazla döviz bırakmasını sağlayacak bir proje hazırlanıyor.
Böylelikle, önde oteller, arkada turistik rekreasyon alanlarıyla süper bir görüntü ortaya çıkacak. Lara bölgesi de Falezler’in üzerini kaplayan beton yığınlarından kurtulacak.
Fakat hem Bakan Mumcu, hem de Menderes Türel bu projeden dolayı eleştiriliyorlar.
Çünkü bu proje bazılarının rantını engelleyecek.
Buradaki projeler hazırlanacak ve ‘şeffaf biçimde’ ihaleye çıkarılacak. Tabii bu durum, bölgeden rant elde etmek isteyen çevrelerin işine gelmiyor.
Bu yüzden hem bakan, hem de belediye başkanına yoğun saldırılar var. Bence bu saldırılara kulak tıkamak gerek. Çünkü atılacak bir geri adım, Antalya’nın son kalan güzelliklerinin de yitirilmesi anlamına gelecek.
Bakanı bilmem ama ben yedirmem
DÜN aflatoksinli olduğu için AB ülkeleri tarafından kabul edilmeyen antepfıstıklarının bakanlık izniyle iç piyasaya verilmek istendiğini yazdım.
Sabah erken saatlerde ilgili firmanın sahipleri aramışlar, ‘Biz Fatih’in çocukluk arkadaşıyız’ demişler. Doğru, firma çocukluk arkadaşlarıma ait; ama benim çocukluktan bu yana arkadaşım olmaları, Türk halkına ‘aflatoksinli’ ürün yedirmeleri için geçerli bir sebep değil.
Bırakın arkadaşı, babam, kardeşim olsalar fark etmez.
Onların savunması da şu: ‘Kabul edilebilir aflatoksin değerleri Türkiye’de farklı, AB ülkelerinde farklı. Bizim iç piyasaya vermek istediğimiz mallar Türkiye’deki sınırların altında.’
Vahamete bakar mısınız!
Avrupalının canı bizimkinden değerli. Üstelik de devletin ilgili kuramlarının aldığı kararla.
Bu arada bakanlıktan en küçük bir bilgi gelmeyince ben ilgili yerleri aradım. Verilen bilgiler ‘felaket’.
Bakan Güçlü, ‘Bize yapılmış resmi bir başvuru yok’ diyor; ama benim elimde İstanbul İl Müdürlüğü’ne yapılmış resmi başvurunun fotokopisi var.
Bakan bize, yapılmış resmi başvuru yok diyor; ama ‘başvurusu yapılmamış’ fıstıklar için iki farklı tahlil raporu olduğunu kabul ediyor ve her ikisinde de sonucun farklı çıktığını söylüyor. Peki başvuru yoksa, bu raporlar ‘duvara asılmak için’ mi istendi?
Bakanın içimi rahatlatan tek cümlesi ise şu: ‘Almanların yemediğini Türklere yedirmeyiz.’
İyi de bu lafla olmaz.
O zaman yönetmeliklerdeki değerleri de AB’ye uydurun. Çünkü konu bana intikal etmeseydi, büyük ihtimalle Almanların yemediğini Türkler yiyecekti.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
İnsan hayatına ve sağlığına verdiğimiz değerde de Avrupa Birliği standartlarını yakaladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku