Fatih Altaylı

Merkel’den şansölye olmaz

20 Ekim 2004
<B>GEÇTİĞİMİZ </B>haftalarda <B>Schröder’</B>in muhalefet karşısında elinin rahatladığını ve bu yüzden de Türkiye’ye destek vermekte bu denli kararlı davranabildiğini yazmıştım. Ve eklemiştim: <B>‘Bunun nedenini bir başka yazıda aktarırım’</B> diye. Almanya’da, Hıristiyan Demokratlar ve aşırı sağ, yakın zamana kadar hızlı bir yükseliş içindeydi.

Alman ekonomisindeki sıkıntılar bu yükselişi körüklerken, sol iktidar giderek güç kaybediyordu.

Ancak yakın dönemde bu gidiş tersine döndü.

Bunun nedeni ise CDU Lideri Merkel. Merkel, hem aşırı sağın yükselişini durdurmak, hem de sosyal demokratlardan oy çalabilmek için ‘sert ve yabancı karşıtı’ bir söylem tutturdu.

Bu söylem ilk günlerde tutar gibi olduysa da, bir süre sonra Merkel Alman kamuoyunda tartışılmaya başlandı.

Doğu Almanya doğumlu Merkel’in ufuksuzluğu, dar dünya görüşü dile getirilir oldu.

Ve Alman halkı son aylarda ‘Merkel’den şansölye olur mu?’ sorusunu sormaya başladı.

Bu sorunun yanıtı kısa sürede ortaya çıktı: ‘Merkel Almanya gibi bir dünya devletini yönetecek kapasitede değil.’

Üstüne üstlük bir konu daha netleşti: ‘Almanya darboğazdan çıkmak için bugünkü politikalarını sürdürmek zorunda. Bu politikaları da en iyi Schröder sürdürebilir.’

Bu gelişmeler Schröder’i rahatlattı. Fransa’daki durum ise tam tersi. Birkaç ay önce yazdığım ve Fransa’nın gelecekteki lideri gibi görünen Sarkozy’i ele aldığım yazımı hatırlayanlar, ne demek istediğimi daha iyi anlarlar.

Katolik’ten Başkan çıkmıyor

ABD’de başkanlık yarışında Bush öne geçmiş. CNN’in anketine göre 8 puanlık bir de fark yapmış.

Bu haberin hemen altında, bir başka haber gözüme çarptı.

‘Başkan adaylarından Kerry Katolik’miş.

Kerry’nin ‘mezhep’ seçimi, zaten başkanlık şansını baştan sıfıra yaklaştırmış durumda.

Bu haber CNN’in anketinin doğru çıkma olasılığını güçlendiriyor.

Neden mi?

Çünkü ABD’de Katoliklerden pek başkan çıkmıyor. 200 yılı aşan Amerikan tarihinde sadece bir, evet 1 Katolik başkan seçilmiş.

Ve ABD’nin bu ‘tek’ Katolik başkanı, görev süresini tamamlayamadan öldürülmüş.

O Başkan’ın adı John Fitzgerald Kennedy.

ABD’nin efsane haline gelmiş Başkanı JFK, aynı zamanda seçilmiş tek Katolik başkan.

O nedenle dünya Bush’lu bir 4 yıla daha hazır olsun.

Kerry’de bu geleneği bozacak karizma ne yazık ki yok.

Adalet için de Avrupa’dan emir mi almak gerekiyor

ADIMDAN
daha iyi bildiğim bir şey varsa, Türkiye’nin AB üyeliği önündeki en büyük engel Adalet mekanizması.

Adalet kavramına yakışmayan adliye binaları, yığılmış, bir türlü bilgisayar ortamına aktarılamayan dosyalar ve arşivler. Komik maaşlara çalışan ve insanca yaşama koşullarına sahip değilken, namuslu olması beklenen savcılar, hakimler...

Ve bir kez daha yüzde birle bütçeden aldığı pay iyice kuşa dönen Adalet Bakanlığı.

Bu olacak veya kabul edilebilecek bir şey değil.

‘Müzakere sürecinde’ Türkiye’nin önüne en çok gelecek konu olacağı net olan Adalet’in, bütçeden layık olduğu payı alabilmesi için bunun da Kopenhag Kriterleri gibi bir kriter olması mı bekleniyor?

Başbakan’ın çok doğru bir tanımlama ile ‘Ankara Kriterleri’ dediği ‘Batılılaşma’ kriterleri içinde Adalet neden yok!

Kopyala yapıştır kaç saniye sürer

GEÇENLER DE bir yazar ‘Siyasi yazı yazmak 20 dakika sürer’ diye yazmış. Oktay Ekşi, Hasan Cemal çok çok daha uzun sürede yazsa da, genel olarak doğrudur, 20 dakika sürer. Ama aynen Picasso ile bir hanımefendi arasında geçtiği söylenen diyalog gibi. Kadın Picasso’dan resmini yapmasını ister. Picasso kadını karşısına oturtur ve yarım saatte resmi bitirir.

200 bin dolarlık faturayı da yollar. Kadın faturayı görünce Picasso’yu arar: ‘Yarım saatte çizdiğiniz resim için 200 bin dolar çok değil mi?’ Picasso yanıtlar: ‘40 yıl artı yarım saat hanımefendi.’

Üstelik ‘bazı’ yazarlar için 20 dakika bile çoktur. İnternette dolaşan ‘öykülerden’ birini alır, ‘Copy paste’ yani ‘Kopyala yapıştır’ komutlarıyla 30 saniyede yazı tamamlanır.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

İlahi adaleti beklemek zorunda bırakılmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

AB raporu taklitle savaş istiyor

19 Ekim 2004
<B>ÖNCEKİ </B>hafta bu köşede, bir Türk işadamının taklit ürünlere karşı açtığı savaşta, yargı tarafından nasıl <B>‘yalnız’</B> bırakıldığını ve Türk yargısından nasıl <B>‘çifte standartlı’</B> kararlar çıktığını yazdım. Bu yazıya ‘ses’ veren olmadı. Zaten beklemiyordum da.

Bu arada bir gelişme daha oldu, aynı işadamının bir üst mahkemeye yaptığı itiraz da reddedildi. Yani İstanbul’da yargı taklitçiyi, fikir hakkını gasp eden taklitçiyi korudu. Bu nedenle de Türkiye bir ‘taklit ürünler cenneti’.

Louis Vuitton’un, Prada’nın, Gucci’nin, Lacoste’un, Chanel’in ve daha onlarca markanın ‘taklit’ ürünlerini İstanbul’un çarşı pazarlarında bulmak mümkün. Çünkü bunların üretim maliyeti yüz dolar; ama üzerinde marka maliyeti diye bir şey var. Dünya çapında tanıtım yapmak, defileler düzenlemek, pahalı mankenleri kullanmak ve hepsinden öte bunların dizaynı için ciddi bir maliyete katlanmak. Sonunda ortaya çıkan markayı da pahalı bir fiyata satmak. Ancak Türkiye’de bütün bunlar göz ardı edildiği için Türkiye taklit cenneti.

Bu bakış açısıyla ‘Elin gávuruna para mı kazandıracağız! Üç kuruşluk malı bize dünyanın parasına satıyorlar. Yaparız taklidini para memlekette kalır’ düşüncesi hakim. İyi de, paranın memlekette kalmasını istiyorsan bu markaları alma. Yerli malı al. Hayır. Olmaz. Moda takip edilecek, marka giyilecek ama bunun bedeli ödenmeyecek. Taklidi alınacak.

Hak mı bu?

Sen markaya bu kadar değer verirsen, elbette senin ülkenden de marka çıkmaz. Onun içinde hayat boyu elin ‘hamallığını’ yapar, fasoncu kalırsın.

İhracatın da gıdım gıdım artar.

Burada en önemli iş yargıda. Yargı bu konuda Batı standartlarında karar vermediği müddetçe bu sorun sürer gider.

Bilmem, taklitçileri koruyan hákimlerimiz AB İlerleme Raporu’nu hiç okudular mı?

Çünkü bir bölümünde ‘taklit üretimi engelleyin’ çağrısı var.

Bu çağrının gereğini yerine getirecek olan ise Meclis değil yargı.

Mertçe yanıt verin

SAĞDA
solda bazı yazarları okuyorum, inanasım gelmiyor. Mehmet Emin Karamehmet’in ‘hamisi, koruyucusu’ kesilmişler neredeyse. Okur tepkisinden korkmasalar haklı çıktığım için bana sövecekler. Yok bilmem kaç kişiye iş veriyormuş, yok adam batarsa mutlu mu olacakmışız. Bana ne yahu. Adam zaten batmış. Benim paramla batmamış numarası yapıyor. Karamehmet’i korumaya, kollamaya çalışanlara ‘mertçe’ yanıt vermeleri için bir tek soru soracağım. Devlete, millete 6 milyar dolar borç takan, bunu ödememek için türlü numara yapan, yalandan sözleşmelere imza atan Mehmet Emin Karamehmet değil de Aydın Doğan olsaydı ne yazardınız? Aydın Doğan bırakın 6 milyar dolar borç takmak, bırakın bankasını boşaltmak, POAŞ’ın kendisine sonradan satılan küçük bir bölümünden kaynaklanan borcunun vadesini, üstelik de faiziyle birlikte uzatmak için bir anlaşma yapınca kıyametler koptu. O kıyameti koparanlar, bugün Mehmet Emin Karamehmet için ‘acındırma’ kampanyası yürütenlerle aynı kişiler. Hem 6 milyar doları ‘lüplet’, hem de ‘acındırma kampanyasının’ öznesi ol. Vallahi bana 6 milyar dolar verin, acıma macıma istemem.

Kendi yağımla kavrulur giderim.

Kök hücrelere devam

VATAN
Gazetesi’nin manşetleri ile benim yazılar pek bir benzeşir oldu. Dün onlar da ‘kök hücre’ konusuna girmişler. Ben bugün de kök hücreyle ilgili öğrendiklerimi aktarmaya devam edeceğim. bulunan kök hücrenin ‘kanser tedavisi’nde kullanımının geçmişi oldukça eski. ‘İlik nakli’ diye bildiğimiz işlem, aslında bir anlamda kök hücrelerin kullanımı ile kan sisteminin yenilenmesi.

Ancak gelişmeler, kök hücrelerin diğer kanser türlerinin tedavisinde de kullanılmasının yakında mümkün olacağını gösteriyor. Kanser, kanserli hücrelerin bağışıklık sistemini yanıltmasıyla ‘gelişen’ bir hastalık. Bağışıklık sistemi, kanserli hücreleri düşman olarak görmeyince yok edemiyor ve kanser büyümeye başlıyor. Kök hücrelerin ‘yeniden programlanmasıyla’ ve vücuttaki kanserli dokuyla tanıştırılmasıyla, bu kanserli hücrelere saldıracak ve kısa sürede yok edecek, üstelik de başka hiçbir organa zarar vermeyecek ‘asker hücrelerin’ yapılması yakın bir gelecekte mümkün olacak. Sadece bu mu?

Diyabet hastaları için de kök hücreler büyük bir umut ışığı olabilir.

Diyabetin bir tipinde hastalığın nedeni, bağışıklık sisteminin ensülin salgılayan hücreleri ‘düşman zannederek’ saldırıp yok etmesi. Kök hücre tedavisiyle, yok olan ensülin salgılayıcıların yeniden yerine konulması mümkün olacak. Tek sorun, bağışıklık sisteminin bunları yeniden yok etmesini engellemek. Bu da pek yakında mümkün olabilecek bir gelişme olarak görülüyor. Tabii kimsenin ‘boş yere’ umutlanmasını da istemem.

Bütün bunlar henüz deney aşamasında. Büyük gelişmeler var; ama kök hücrelerle kalbin güçlendirilmesi dışında yaygın klinik kullanıma hazır hale geleni yok. Ancak önümüzdeki 10 yıllar içinde hepsinin, insanların ‘kaliteli ömrünü’ uzatmak için elimizin altında olacağı da bir gerçek.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Namuslulara namussuz, namussuzlara namuslu muamelesi yapmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Vatandaşın aklına kötü şeyler geliyor

18 Ekim 2004
<B>SIRADAN </B>vatandaş artık şu soruyu sormaya başladı: <B>‘Ankara’da Karamehmet’in dayısı mı var, amcası mı?’<br><br></B>Çünkü <B>Karamehmet’</B>e gösterilen <B>‘hoşgörünün’</B> makul sınırlar dışına taştığını artık <B>‘konuya en ilgisiz’</B> kişiler bile görmeye başladı. Devlete üç kuruş borcu olanın üzerine bütün hışmıyla giden, Hazine’nin kuruyan kaynaklarını nemlendirmek için küçük esnafın anasını ağlatan zihniyet, Karamehmet’e gelince birdenbire farklı bir üslup tutturuyor.

Uygulanmayacağı baştan belli olan anlaşmalar imzalanıyor.

Daha ilk gününden anlaşmaya uyulmuyor.

Herkes bir şey olacak diye beklerken hiçbir şey olmuyor.

Müthiş bir hoşgörü, müthiş bir göz yumma.

Kreditör diye bilinen kişinin, değil 4 milyar, 4 bin dolar bulamayacağı ortaya çıkıyor, yine ses seda çıkmıyor.

4 milyar dolar kredi vereceği söylenen şirketin ortağının Karamehmet olduğu anlaşılıyor.

Hálá derin bir sessizlik.

Peki o zaman mallarına el koyulan, varlıkları haraç mezat satılanların günahı neydi?

Erol Aksoy, ödeyebileceği bir anlaşma yapmaya çalışmayıp, Karamehmet gibi ‘İmzamla nasıl olsa bir şey alamazlar’ deseydi bugün hálá yalısında, tablolarıyla oturuyor mu olacaktı?

Ya Uzanlar.

Partinin kapısına kilit vurup, olağan ‘karanlık’ işlerini yürütmeye devam etselerdi bugün hálá var olmaya devam mı edeceklerdi!

Sayın Başbakan’n çevresindekiler belki söylemiyordur ama ben söyleyeyim, halk aynen böyle düşünüyor.

Başbakan’la bu ‘rezaleti’ konuştuğumda bana ‘Ama parayı erken tahsil edeceğiz ve bu büyük bir ekonomik bir rahatlık sağlayacak’ diyordu.

İşte kabak gibi ortada ki, hiçbir şey tahsil edemiyorsunuz.

Tam aksine, Karamehmet’in bütün borcunu bir ayda tahsil etmek mümkün.

Hem de bütün şirketlerini yaşatarak, hatta daha güçlü hale gelmesine yol açarak.

Ama yapmıyorsunuz.

O zaman da insanın aklına ‘kötü şeyler’ geliyor.

Öyle ya 6 milyar dolar az para değil.

Kazan’ın günahı ne?

BİRTAKIM ‘karanlık’ kişilerle ilişkide olduğu medyada günlerce yeralan Yargıtay Genel Sekreter Yardımcısı Ercan Yalçınkaya’ya yapılan işlemi okudunuz değil mi?

Yalçınkaya, Yargıtay’daki görevinden alınarak, Ankara’nın Kazan ilçesine ‘savcı’ olarak atandı.

Allah aşkına söyler misiniz, bu olacak iş mi?

Ya ‘adam gibi’ yargılarsın ve suçlu bulunursa gereğini yaparsın, ya da görevinde tutarsın.

Ama ‘mafyayla ilişkili hukuk adamı’ şaibesi varken bir ilçeye ‘savcı’ olarak atayamazsın.

Bana söyler misiniz, Kazan halkı veya Kazan’da yargıyla işi olacak kişiler bu adama nasıl ve neden güvensin!

Estetikte kök hücre

BİR
süreden beri tartışılan ‘kordon kanı bankacılığını’ Teke Tek’te tartıştık. Ortaya çıkan sonuç şu oldu.

Kordon kanı saklatmanın, saklatana bir yararı yok. Ancak evrensel bir kordon kanı banka sistemi ilerde pek çok hayatı kurtarabilir.

Kök hücre içinse kordon kanı şart değil. Herkesin kendi iliklerinde ‘yeter’ miktarda kök hücre var.

Kök hücreler ‘yarın’ pek çok tedavide kullanılabilecek.

Yorgun kalplerin onarılmasından, yeni organların üretilmesine, kanseri yok edecek bağışıklık sistemleri kurulmasına kadar. Ancak tüm bunlar için on yıllar boyu sürecek araştırmalar gerekiyor.

Fakat öyle görünüyor ki, kök hücreler en hızlı biçimde ‘estetik cerrahide’ kullanıma girecek.

Bana izletilen bazı ‘deneysel’ çalışmalarda kök hücre nakli yoluyla, hiç bir estetik cerrahın gerçekleştiremeyecçeği mucizeler yaratılmış.

Bir daha düzelmesi mümkün olmayan ‘yanık’ ciltler kök hücre nakliyle ‘bebek cildi’ haline gelmiş.

Ergenlik sivilceleri nedeniyle bozulmuş ve bir daha düzelmemiş ciltler, kök hücre nakliyle ‘pırıl pırıl’ olmuş.

Hele hele yılların oluşturduğu kırışıklıklarda kök hücre mücizeler yaratmış.

Göz kenarı kırışıklıklarından eser kalmazken, derin alın ve boyun kırışıklıkları neredeyse gözle görülmeyecek hale gelmiş. 60 yaşındaki ciltler 20 yaşındaki gençlerin ciltlerine benzemiş.

Ve üstelik kök hücre teknolojisi ‘yaygın’ olarak kullanılabilir hale geldiğinde bütün bunların maliyeti, estetik cerrahi müdahalelerin çok çok altına düşücekmiş.

Anlayacağınız, bu teknoloji sayesinde torunlarımız da ‘gencecik’ bir Ajda Pekkan’ı izleme şansına kavuşacaklar.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Kurallara uymayı başkalarının görevi zannetmediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku

Oynadıysak niye atamadık?

16 Ekim 2004
<B>MİLLİ </B>maçtan hemen sonra yazmadım. Bekledim, <B>‘Bakalım kim ne diyecek?’</B> diye. <br><br>Aklı başında laf eden pek az. Kimileri farklı olmak için ‘inanmadığı’ şeyleri yazmış, kimileri ‘kulüpçülük’ kinini saklayamamış. Bazıları da meseleyi anlayamamış.

Ama genel olarak bir memnuniyet söz konusuydu yazılarda.

Ancak ben bunların hiçbirine katılmadım.

Birincisi bu maçta, Ersun Yanal’a baskı yapıp Hakan Şükür’ü kim kestirdiyse, o takıma ihanet etmiş. Maçta bu net görüldü.

Milli Takım hiçbir maçta yapmadığı kadar orta yaptı; ama forvette ‘pigme ordusu’ vardı.

Tek kafa topunu alabildik, o da ceza alanının dışına yakın bir yerde. Ki o da zaten gol oldu.

‘Oynadık, pozisyon bulduk; ama gol atamadık’ diye yorum yapanlar, keşke ‘niye gol bulamadığımızı’ da aynı açıklıkla söyleselerdi.

Dünya Kupası finallerine ‘oynayanlar’ değil, ‘gol atıp galip gelenler’ gidecek.

10 pozisyona girip 1 gol atmak mı kárlıdır, yoksa 2 pozisyona girip 2 gol atmak mı?

Maç boyunca üstündük diyorlar.

60 dakika boyunca eksik, üstelik hücumdaki en hızlı adamından yoksun oynayan bir takım karşısında üstün olmak ‘garip’ değil. Garip olan, bu üstünlüğü skora yansıtamamak.

Ersun Yanal’ın, Hakan’ı Milli Takım’dan ‘kesmesine’ hiç eleştiri getirmedim. ‘Sistemimde ihtiyacım yok’ diyebilir.

Ama ihtiyacı olduğu kabak gibi ortaya çıkmışken, bunu söylemek ‘dürüstlük’ değildir.

Tabii bunu yazamamak da...

Uygulama raporu

GEÇEN
hafta Hürriyet’in Pazar ilavesinde yayımlanan ‘Kandil Dağı’ röportajını ‘ağır’ bir dille eleştirdim.

Gazete içinde benim gibi düşünenler olduğu gibi, benim gibi düşünmeyenler de vardı. Ama galiba çoğunluk benimle aynı fikirdeydi.

Biz konuyu ‘mesleki açıdan’ ve ‘Hürriyet’in ilkeleri çerçevesinde’ tartışırken, dün sabaha karşı ‘kötü’ bir gelişme yaşandı.

Röportajı yapan arkadaşımız Sebati Karakurt, evinden gözaltına alındı. Evinde arama yapıldı.

Karakurt’un mesleki açıdan eleştirilmesi başka şeydir, yaptığı bir haber veya röportajdan ötürü gözaltına alınması, evinin aranması, baskıya maruz kalması başka şeydir.

Konunun meslek mensupları arasında tartışılması, okur tepkilerinin dikkate alınması, tüm demokratik ülkelerde yapılan ve yapılabilecek bir uygulamadır.

Ama gözaltına almak, olacak iş değildir.

Bir yandan Türkiye’yi özgürlükler ülkesi yapmak, AB standartlarına ulaşmak için yasalar çıkaracaksınız, diğer yandan terörle, suçla hayatında ilgisi olmamış bir ‘gerçek gazeteciyi’, bir röportajında ‘bence yanlış’ bir açıdan değerlendirme yaptı diye gözaltına alacaksınız.

Üstelik de bunu, o gazetecinin bu röportajla ilgili olarak davet edildiği savcılığa gideceği gün yapacaksınız.

17 Aralık’ta AB’den müzakere tarihi almaya doğru giderken Türkiye’nin önündeki en önemli engelin ‘uygulamalardaki aksaklıklar’ olduğunu biliyoruz.

Müzakere tarihi alınsa bile müzakereler boyunca ‘uygulamaların takip edileceğini’ ve rapor haline getirileceğini biliyoruz.

Gazeteci arkadaşım Sebati Karakurt’a yapılanlar, büyük bir ihtimalle ‘uygulama raporunun’ giriş sayfasına büyük harflerle yazılacaktır.

Sebati’ye var da Karamehmet’e yok mu?

SEBATİ Karakurt gözaltına alındıktan sonra ‘bazı’ yetkililer, bu gözaltının gerekçesi olarak benim yazdığım yazıyı göstermişler: ‘Fatih Altaylı yazdı, böyle oldu.’

Benim yazımda, yapılanın ‘suç’ olduğuna dair tek bir satır yok. Benim eleştirim tamamen ‘mesleki’ ve ‘Hürriyet’in tavrına’ yönelik.

Üstelik bunu söyleyen ‘yetkiliye’ sormak isterim.

Madem benim dediklerim yapılıyor.

Aylardır Karamehmet’le ilgili yazıyorum.

Orada benim dediklerimi yapmıyorsunuz da, bir gazeteciyi gözaltına alırken mi ‘benim dediğimi’ söyleyerek hareket ediyorsunuz?..

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Kişisel hesaplarımıza göre değil, doğrulara göre yazdığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

OECD’den rüya gibi Türkiye raporu

15 Ekim 2004
<B>OECD’</B>nin Türkiye raporu önümüzdeki günlerde açıklanıyor. Bu rapor hem Türkiye, hem de OECD açısından <B>‘bir ilk’</B> olma özelliğini taşıyor. Çünkü OECD şimdiye dek hiç yapılmamış bir şey yaptı ve bir ülkenin masasının başına, o ülkenin vatandaşını getirdi. Daha önce OECD’de çok önemli görevler üstlenmiş bir uzmanı, Rauf Gönenç’i Türkiye masasının başına getirdi.

Galatasaray Lisesi’nden ağabeyim olan Gönenç’in OECD’deki başarıları beni hep gururlandırmıştı ama bu göreve gelmesinden ayrıca bir keyif almıştım.

Rauf Gönenç’in bir Türk olarak Türkiye masasının başına geçmesi bir ilkti.

İkinci ilki ise yine Rauf Gönenç gerçekleştirdi.

OECD, tarihinde benim bildiğim ilk kez, bir ülke ekonomisiyle ile ilgili ‘statik’ olmayan bir rapor hazırladı.

6 ana başlık altında hazırlanan rapor, sadece bugünün fotoğrafını çekmiyor, geleceğe yönelik bir de projeksiyon yapıyor.

Yani raporun içinde Türkiye’nin gelecekteki potansiyeline ilişkin çok değerli yorumlar da var.

Ve bir başka ‘ilk’ olarak, bu rapor Başbakan Erdoğan’ın ve OECD Genel Sekreteri Donald J. Johnstone’la birlikte katılacağı bir toplantıda açıklanacak. Rapora henüz son hali verilmiş değil. Pazartesi günü rapor son halini alacak, salı günü basılacak ve ayın 21’inde Başbakan’ın da katılacağı bir toplantıyla açıklanacak.

Raporun Türkiye ekonomisi ile ilgili çok olumlu görüşlere yer verdiği ve gelecekte Türkiye ekonomisinin çok çok daha parlak olacağıyla ilgili önemli ‘projeksiyonlar’ içerdiği söyleniyor.

Tabii içinde tavsiyeler bölümü de var ki, bunlar da en az raporun diğer bölümleri kadar önemli.

17 Aralık öncesinde böyle bir raporun Türkiye’nin elini güçlendireceğine inanıyorum.

SPK Başkanı, BDDK ve TMSF’den şikáyetçi

MEHMET Emin Karamehmet
olayında karanlıkta el yordamıyla yol bulmaya çalışıyor ve işin komiği buna muvaffak oluyoruz. Ancak bizim aylar önce sorduğumuz soruya hálá yanıt verilmiş değil. Çünkü hálá BDDK-TMSF ve Karamehmet üçgeninde yapılmış anlaşmayla ilgili ‘net’ bir bilgiye sahip değiliz. Bu dertten mustarip olan sadece biz de değiliz. Önceki gün konuştuğum SPK Başkanı Doğan Cansızlar da bu durumdan şikayet ediyor.

‘Yapı Kredi halka açık bir şirket. Bu şirketin her attığı adımı takip etmemiz gerekiyor. Ama ne BDDK, ne TMSF, ne de banka bize anlaşmayla ilgili bir bilgi vermiyor. Bizim de sizden farkımız yok. Bankacılık sırrı diyor arkasına saklanıyorlar. Borç ödeme anlaşmasının sırrı mı olurmuş. Tam bir rezalet’ diye yakınıyor SPK Başkanı. İşin komiği bu üç kuruluş da, aynı Bakanlığa bağlı. Üstelik SPK Başkanı açısından olay bankayla da sınırlı değil. Çünkü borç ödeme ve indirme anlaşmasından yararlanacak Çukurova şirketlerinin bazıları da halka açık.

Bu şirketlerin anlaşmadan sağlayacakları avantajlar da, SPK’nın ilgi alanında.

Ama bu anlaşma hálá gizleniyor. Ne BDDK, ne de TMSF net bir açıklama yapamıyor. Benim bildiğim bir ibadet gizli olur, bir de kabahat.

Bu anlaşma ibadet olmadığına göre...

Kazan’ın günahı ne?

BİRTAKIM ‘karanlık’
kişilerle ilişkide olduğu ‘net’ bir şekilde ortaya çıkan Yargıtay Genel Sekreter Yardımcısı Ercan Yalçınkaya’ya yapılan işlemi okudunuz değil mi? Bu zatı muhterem, Yargıtay’daki görevinden alınarak, Ankara’nın Kazan ilçesine ‘savcı’ olarak atandı. Allah aşkına söyler misiniz, bu olacak iş mi? Ya ‘adam gibi’ yargılarsın ve suçlu bulunursa gereğini yaparsın, ya da görevinde tutarsın. Ama bu iddialardan sonra böyle birini bir ilçeye ‘savcı’ olarak atayamazsın. Bana söyler misiniz, Kazan halkı veya Kazan’da yargıyla işi olacak kişiler Yalçınkaya’ya nasıl ve neden güvensin!

Sivil MGK’ya Başbakanlık da alışamadı

BAZI alışkanlıklar kolay değişmiyor. Hele devlet yönetiminde. Biliyorsunuz AB’ye uyum paketleri çerçevesinde Milli Güvenlik Kurulu ‘sivilleştirildi’. Anayasal değişiklikler yapılarak Milli Güvenlik Genel Sekreterliği askerlerden alınarak sivillere verildi.

Ve MGK’ya ilk genel sekreter olarak da Büyükelçi Yiğit Alpogan getirildi. Ancak bu değişikliğin ‘hazmedilemediği’ anlaşıldı. Birkaç gün önce Başbakan’ın günlük programı açıklanırken MGK Genel Sekreteri ile görüşmesi de programda yer aldı ama bakın nasıl: ‘Saat 18.00: Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Orgeneral Yiğit Alpogan’ı kabul. Yer Başbakanlık yeni bina.’

Başbakanlık Basın Merkezi’ne göre MGK Genel Sekreteri sivilleşmemiş, tam aksine sivil askerleşmiş ve görülmemiş bir hızla terfi ederek orgeneral olmuştu.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Devletin birimleri birbirine güvenebildiği zaman.
Yazının Devamını Oku

114 milyon doları kim ödeyecek

14 Ekim 2004
<B>YAPI </B>Kredi Bankası’nın başında ciddi bir bankacı var. Bankacı bir gelenekten gelen, bilim adamı kimlikli Sevgili <B>Reha Yolalan.<br><br></B>Bence Yapı Kredi’de bir dönemin bittiğini simgeleyen bir isim. Çukurova’nın yükümlülüklerini yerine getirmemesinden sonra bankadan yapılan açıklama, Reha Yolalan’ın ‘kimliği ve kişiliğini’ de gösteriyor.

Vaatlerin yerine getirilmemesi ile ilgili ilk ve tek ‘ciddi açıklama’ bankadan geldi. Karamehmet’in Çukurova Grubu ile yapılan ikinci anlaşmanın varlık satışına ilişkin hükümlerinin geçersiz kaldığı açıklandı.

Bu durumda ikinci anlaşma artık geçersiz.

Yapılması gereken en azından Çukurova Grubu ile ilgili olarak Kamu Alacaklarının Tahsili ile ilgili 6183 sayılı kanunun uygulanması.

Hatta belki 5020 sayılı yasa bile gündeme gelebilir.

Mehmet Emin Karamehmet ise büyük bir ihtimalle 1. anlaşmaya dönmek isteyecek.

Ancak orada da sorun var. Birinci anlaşma hükümlerine göre temmuz ayı içinde 114 milyon dolarlık bir ödeme yapılması gerekiyordu.

2. anlaşma bahane edilerek tahakkuk etmiş olan bu ödeme yapılmamıştı.

Şimdi 2. anlaşma ortadan kalktığına göre, Mehmet Emin Karamehmet 3 ay önce ödemesi gereken 114 milyon doları ‘dün’ ödemek zorunda.

Kamuoyunda ise ciddi soru işaretleri oluşuyor.

Birileri devleti sadece son olayda ikidir kandıran Karamehmet’e hálá ‘göz yumma’ taraftarı.

O zaman herkes soruyor: ‘Bankalarını boşaltanlar arasında ayrıcalık mı yapılıyor’ ya da ‘Cem Uzan’ın günahı neydi?’

Tahmin etmedim, hesap ettim

KARAMEHMET’in
TMSF’yi ve BDDK’yı ‘kandırması’ ile ilgili olarak okurlardan çok sayıda mesaj geliyor.

‘Size kızmıştık ama haklıymışsınız’ diyenler çoğunlukta.

Bazıları da soruyor: ‘Sizin gördüğünüz bir şeyi devletin ilgili kurumları nasıl göremiyor?’

Yanıtı çok basit. Ben dört işlem yapmayı biliyorum.

Karamehmet’in borcunu ödeyemeyeceğini iddia ederken basit bir hesap yaptım.

Mehmet Emin Karamehmet, TMSF ve BDDK ile anlaşırken, bir söz verdi.

5 milyar doları 18 ayda ödeyeceğim.

Mehmet Emin Karamehmet’in böyle bir parası yoktu ve bunu borç olarak bulmak zorundaydı.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bütün gücü ve pozitif ivmesine rağmen uluslararası piyasalardan borçlanırken yaklaşık yüzde 7.5 faiz ödüyor.

Diyelim ki, piyasalar Karamehmet’e güvendi ve Türkiye Cumhuriyeti’ne uyguladıkları faizin yarım puan üzerinde bir faizle bu kişiye borç verdiler.

5 milyar doların yüzde 8’den sadece yıllık faizi 400 milyon dolar tutuyor.

Yine diyelim ki, anaparayı da 10 yılda ödeyecek. 500 milyon dolar da bu eder.

Oldu mu yıllık toplam 900 milyon dolarlık geri ödeme.

Peki Karamehmet yılda 900 milyon dolar geri ödeyebilir mi?

Onu da hesaplayalım.

Karamehmet’in kár eden tek kuruluşu Turkcell. Diğer bütün şirketleri zararda.

Demek ki, borcunu ancak Turkcell’den gelecek parayla ödeyecek.

Diyelim ki, Turkcell bu yıl 700 milyon dolar kár etti. Şimdiye kadar hiç bu kadar kár dağıtmamış ama diyelim ki oldu.

Turkcell’in yüzde 40’ı Karamehmet’in. Yani 700 milyon doların yüzde 40 Karamehmet’e gelecek. Onun da tutarı 280 milyon dolar.

900 milyon dolar yıllık borç ödemesine karşılık, iyimser tahminle 280 milyon dolar gelir.

Geri kalan 620 milyon dolar nerede?

Yok.

Bu durumda siz Karamehmet’e 5 milyar dolar borç verir misiniz?

Siz vermezseniz, milyarlarca doları işletenler enayi mi?

Çakıcı kaçtı mı, kaçırıldı mı?

MUAMMER Elveren
yine ciddi bir gazetecilik başarısına imza attı. Avusturya’da cezaevinde yatmakta olan Alaattin Çakıcı ile görüştü ve Hürriyet’te görüşmesinin detaylarını yazıyor.

Çakıcı’nın anlatımları ‘komedi dizisi’ gibi.

Buram buram vatanseverlik kokuyor. ‘Devletine hesap vermeye Türkiye’ye gelmek istiyormuş.’

Sanırsın ki, devletine hesap vermemek için Türkiye’den kaçmamış da birileri tarafından zorla yurtdışına kaçırılmış.

Bari geldiği zaman bu vatanseveri yurtdışına kaçıran kişinin kimliğini de açıklasın ki, ona da gereken cezayı verebilelim.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Ehliyet, öldürme lisansı zannedilmediği zaman.
Yazının Devamını Oku

Borcunu ödemez demiştim

13 Ekim 2004
DÜNYANIN en batıdaki noktasında bile 11 Ekim sona erdi. Mehmet Emin Karamehmet ‘yeni’ anlaşmaya da uymadı. TMSF’ye olan 1 milyar doları aşkın indirimli yaklaşık 5 milyarlık borcunun ‘en küçük’ ilk taksidini dahi yatırmadı.Biliyorsunuz, aslında 30 Eylül’de bu parayı ödemesi gerekiyordu ve ‘ek süre’ istemiş 11 gün kazanmıştı. Ödemedi. Dün akşamüzeri telefonda konuştuğum TMSF Başkanı Ahmet Ertürk ile akşam bir davette karşılaştık. Her zaman iyi niyetli olduğunu bildiğim Ertürk çok moralsizdi. ‘Dediğiniz çıktı’ dedi. ‘Üzülmeyin bu kadar. Ben bunları yıllardır tanırım. Siz de yavaş yavaş tanıyacaksınız’ dedim. Ertürk umutsuzdu. ‘Ben bu anlaşmanın yürüyeceğine inanıyordum. Şimdi umutlarım bitti. Bu en küçük taksidi ödeyemeyen, bundan sonrakileri de ödeyemez. Bu anlaşmayı nasıl imzaladılar anlamıyorum’ dedi. Oysa ben biliyordum. Anlaşmayı imzaladılar. Bundan sonra da her türlü anlaşmayı imzalarlar. Uymayacak olduktan sonra anlaşma imzalamak kolay. Karamehmet’in taktiği belli. ‘Gün ola harman ola’, ya da Süleyman Demirel’in çok söylediği gibi, ‘Keser döner sap döner. Gün gelir hesap döner’. Ne kadar zaman kazanırsan o kadar iyi. TMSF yönetimi değişir, hükümet değişir, bakan değişir, başbakan değişir. Burası Türkiye, her an her şey olabilir ve ben yırtarım. Benim bildiğim Karamehmet şimdi yine zaman kazanmaya çalışacak.‘Eski anlaşmaya dönelim’ diyecek. Ama eski anlaşmadan doğmuş olan ve vadesi geçmiş yükümlülüklerini yerine getirmek için ek süreler isteyecek. Uzatabildiğince uzatacak. Bekleyecek. Benim merak ettiğim, iyi niyetli herkes gibi ‘kazık yemiş’ olan Ahmet Ertürk bu oyuna gelecek mi?Ertürk’e kızmıyorum. Her iyi niyetli insan bir hata yapar. Akıllı olanlar ise o hatayı tekrar etmezler. Benim tanıdığım Ertürk akıllı birine benziyor. İMKB’de Yapı Kredi oyunuİSTANBUL Menkul Kıymetler Borsası’nda dün bir rezalet yaşandı. Sabah borsa seansı başladıktan az sonra Yapı Kredi tahtasına 49 milyon lotluk satış yazıldı. Bu borsada görülmedik büyüklükte bir satıştı ve yaklaşık 130 milyon dolar tutuyordu. Herkes Karamehmet’in elindeki hisselerin bir bölümünü satıp TMSF’ye ödeme yapmaya hazırlandığını düşündü. Ancak gazetelerde çıkan haberler sanki bir gün önceden bilinmiyormuş gibi, Yapı Kredi tahtası borsa yönetimi tarafından saat 10.06’da kapatıldı.Bir süre sonra da 49 milyon lotluk satış geri çekildi. Bu borsa tarihinde görülmüş bir şey değil. İMKB yönetiminin bu girişimlerle ilgili olarak nasıl bir soruşturma yapacağını doğrusu merak ediyorum. Devletin alacağını 1 ayda tahsil etme formülü BEN Karamehmet’in ne yapacağını yazarken tanıdık simalar ‘medya savaşı’ dediler. Deniz Gökçe gibi yönetim kurulu üyesi olduğu bankayı batırıp, sonra köşeden ahkám kesenler ise işi fiili saldırı boyutuna kadar taşıdılar. Bense bunlara çok alışkındım. Uzanlar meselesinde de aynı şeyleri yaşamıştım. Şimdi bakıyorum da o gün Karamehmet’e yönelik yazılarımı eleştirenlerden bugün ses seda çıkmıyor. Dün gece karşılaştığım bir bankacı, ‘İyi de yapacak bir şey yok. Umutla Karamehmet’i bekleyecekler’ dedi. Ben de ona yapılacak çok şey olduğunu ve devletin asıl şimdi çok hızlı bir tahsilat gerçekleştirebileceğini söyledim. Gerçekten de yapılacak iş basit. Yapı Kredi Bankası’nın elinde yüzde 16 oranında Turkcell İletişim hissesi rehin olarak duruyor. Bunun yanı sıra yüzde 20,2 Turkcell Holding, yüzde 11,05 oranında Turkcell İletişim hissesi de Yapı Kredi’nin ‘İştirak’ portfoyünde mevcut. Buna ek olarak Karamehmet tarafından ödeyemediği ilk anlaşma taksidine mahsuben bankaya ‘geri almak’ kaydıyla verilmiş Turkcell İletişim hissesi var. Bu hisseler hayati önem taşıyor. Çünkü bu hisseleri alan şirkette kontrolü ele geçiriyor. Bu hisseler piyasada satılırsa en az 1.5 milyar dolar eder. Ama ‘stratejik’ öneminden dolayı bu hisseler açık artırma yoluyla Sonera’ya 2 milyar dolar veya üstü bir fiyata satılabilir. Devlet de, alacağının bu kadarlık bir bölümünü bir ay içinde tahsil etmiş olur. Sonra da Yapı Kredi Bankası bu haliyle en az 1.5 milyar dolara satılır. Ne bir şirket kapanır, ne bir tek çalışan işsiz kalır. Bu şirketler ve bu banka da ‘hortumcu’ olmayan ellerde çok daha verimli olur, ülkeye çok daha büyük katma değer yaratırlar. Pamukbank’a olan borçların nasıl ödeneceğini de bir soran olursa başka bir gün anlatırım. NE ZAMAN ADAM OLURUZ?Bankalar güvenilir olduklarını reklamlarla değil, icraatlarla kanıtladıkları zaman.
Yazının Devamını Oku

‘Hürriyet’ bu mudur?

12 Ekim 2004
<B>HÜRRİYET’</B>in dünkü <B>‘Pazar’</B> ilavesi <B>‘Muhteşemdi!’</B> Okuyunca kalkıp <B>‘Kandil Dağı’na gidip PKK/KADEK’e katılasım’</B> geldi. <br><br>Bir şıklık, bir güzellik. Eğitimler tamamlanmış, PKK kadın hareketine dönüşmüş. <B>Murat Karayılan </B>da bu hareketi destekliyormuş.

Özgür erkek, özgür kadın yaratma temelinde özgür ve eşit bir ilişkiyi savunuyorlarmış.

Fotoğraflara bakarsan sanki Türkiye’de 30 bini aşkın cana, 16 yıla, milyarlarca dolara mal olmuş bir terör örgütünden değil de, Kandil Dağı’nda bir gençlik kampından söz ediliyor.

Ellerde gitar görünüyor; ama diğer ellerdeki silahlar kareye girmemiş.

Güneydoğu’da aile ve toplum baskısından sıkılmış kızlara, kadınlara çağrı gibi.

Yazının Devamını Oku