29 Aralık 2004
<B>MİLLETVEKİLLERİ </B>maaş isyanında. 100’ü aşkın milletvekilinin kredi kartlarının artık çalışmadığını, kredi kartı borçlarını ödeyemediğini biliyoruz. Pek çoğu memleketten seçmenler gelecek ve onlara yemek ısmarlamak zorunda kalacak diye korku içinde.
Çünkü geçinemiyorlar.
Birileri kalkıp, ‘Kardeşim bu ülkede asgari ücret kaç para sen biliyor musun?’ popülizmi yapmasın.
Türkiye’de hiçbir iş yapmadan maaş alan yüz binlerin maliyeti bu ülkeyi batırır ama 550 milletvekiline verilecek maaş bu ülkeyi batırmaz.
Tam aksine, milletvekili kazancıyla başı dik durabilmelidir.
Oturduğu temsil koltuğuna uygun giyinmeli, uygun yaşamalıdır.
Çocuklarının okul taksidini, evin mutfak masrafını, kredi kartı ödemesini düşünen milletvekilinden hayır gelmez.
Milletvekili, gerekirse görevi gereği buluştuğu işadamına veya seçmene bir yemek ısmarlayabilmelidir.
Bir milletvekilinin görev yapabilmesi için kendini birilerine sübvanse ettirmesini kabul edemiyorsak, milletvekilinin adam gibi yaşayacak parayı kazanmasına imkán sağlamak zorundayız.
Milletvekillerinin aldığı 6.5 milyar lira çok gibi görünse de çok değil. Alsınlar. Kıyak emeklilik peşinde koşmasınlar ama görevde oldukları sürece en fazlasını alsınlar. Kimse kalkıp da bana ülke gerçeklerinden söz etmesin.
Ben bu ülkenin gerçeklerini herkes kadar ve hatta herkesten daha iyi biliyorum. Bu ülkenin 550 milletvekili bir banka şube müdürü kadar parayı hak etmiyorsa ayıptır.
Yeter ki, işlerini iyi yapmaya devam etsinler.
Kadıköy Belediye Başkanı CHP’den atılacak mı?
BAK şu Allah’ın işine. CHP ‘yolsuzluğa bulaştığı iddiasıyla’ Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül hakkında yayınlar yaptı, basın toplantıları düzenledi ve en sonunda bu ‘iddialar’ nedeniyle Sarıgül’ün partiden atılması için düğmeye basıldı.
Sarıgül hakkındaki iddialar henüz kanıtlanmış değil, bırakın kanıtlanmayı Sarıgül hakkında henüz bir dava da açılmış değil. Sadece CHP’nin bir suç duyurusu inceleniyor.
CHP Sarıgül’ün peşine düşmüşken, ilginç bir tesadüf olsa gerek, bir başka CHP’li belediye başkanı, Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk yargı karşısına çıktı.
Öztürk ve belediye meclis üyeleri hakkında 1 trilyonluk arsayı yarı fiyatına peşkeş çektikleri iddiasıyla dava açılmış.
Şimdi CHP’nin ne yapacağını bekliyorum.
İddialar üzerine Sarıgül’e savaş açan parti, bakalım Selami Öztürk’e ne yapacak.
Yoksa genel başkan adayı olmayan belediye başkanları hakkındaki yolsuzluk iddiaları önem taşımıyor mu?
Taksim-Maçka yolu servis parkı mıdır?
İSTANBUL Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’a ve İstanbul Trafik Denetleme Şube Müdürü Ali Kemal Hanlı’ya basit bir sorum var:
‘Siz hiç Taksim’den Maçka’ya gittiniz mi? Hiç Hyatt Otel’in, Açık Hava Tiyatrosu ve Lütfi Kırdar Kongre Merkezi’nin önünden geçerek Maçka’ya ulaştınız mı?’
Bu soru son derece basit.
Eğer bu soruya ‘Evet’ yanıtı veriyorlarsa büyük bir ümitsizliğe kapılacağım.
Çünkü bu yol aslında İstanbul’un en güzel yollarından biri. Bir yanda Türkiye’nin en şık otelleri, İstanbul’un en havalı kongre merkezi, diğer yanda Demokrasi Parkı üzerinden boğaz manzarası ve İstanbul’un tek açık hava tiyatrosu.
Ve yol boyunca dizilmiş kilometrelerce uzunluğunda servis araçları konvoyu.
Bölgedeki işyerlerine personel taşıyan araçlar, gün boyu İstanbul’un bu en güzel yolunu işgal edip orada müthiş bir görüntü ve trafik kirliliği oluşturuyorlar.
Ve buna kimse ‘Kardeşim bu ne çirkinliktir. Kentin en güzel yeri böyle işgal edilir mi?’ demiyor.
Kentte yaşayanlara bu kadar büyük saygısızlığa nasıl izin veriliyor anlamıyorum.
Euro’ya ne diyelim?
BİRKAÇ hafta önce Kanal D Haber’de bir tartışma yaşadık. ‘Euro’ya ne diyeceğiz?’ Çünkü her ülke kendine göre söylüyor. Öro diyen var, Öyro diyen var, Yüro diyen var. Biz ne diyeceğiz.
Sonunda TDK’nın önerisi aklımıza yattı.
TDK diyor ki, her ülke kendi dilinde Avrupa’nın ilk iki hecesini söylüyor. Biz de öyle yapalım. Ve bir de öneri yapıyor: Avro.
Biz de Avro diyoruz. Kulağa biraz garip geldiğini kabul etmeliyim.
Ama en azından ‘bizce’.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Gazetecilik dengeler değil, gerçekler üzerinden yapıldığı zaman.
Yazının Devamını Oku 28 Aralık 2004
<B>CHP </B>Genel Başkanı <B>Deniz Baykal,</B> medyanın AKP hükümetine karşı tavrı için <B>‘vıcık vıcık’</B> tabirini kullandı. Haklı olabilir. AKP hükümetinin yaptıklarını öven, beğenen bir tavır içinde olanlarımız çoğunlukta.
Bu hükümetin ‘beklenenin üzerinde’ bir performans sergiliyor olması da, bu beğeniyi artırıyor.
Ama doğrusunu isterseniz, bu durum sadece medyaya özgü değil.
Konuştuğum pek çok kişi, özellikle Başbakan hakkında ‘olumlu’ düşüncelere sahip.
Kimi ‘Bir de dil bilse tozunu atarmış’ diyor, kimisi ‘Bir de Emine Hanım’ın başı açık olsaydı’ diyor.
Düne kadar bana, ‘Fatih, sen de Başbakan’ı fazla şişiriyorsun’ deyip benim ‘Başbakan yalakası’ olduğumu ima edenler bile bugün ‘haklıymışsın’ noktasına geliyorlar.
Türkiye’de taşın altında eli olan pek çok kesim, benim burada uzun zamandır dile getirdiğim düşünceleri paylaşıyor.
Ama söyleme konusunda benim kadar ‘cesur veya fütursuz’ olamadıkları için ‘yalakalık’ benim haneme yazılıyor.
Açıkçası bunları çok da önemsemiyorum. Ben doğru bildiğimi yapmaya, söylemeye devam edeceğim.
Tayyip Erdoğan’ın hapse girdiği gün, bu köşede ‘Erdoğan 5 yıl içinde Türkiye’ye başbakan olacak’ dediğim gibi.
Tabii Deniz Baykal açısından zor bir durum bu.
İktidar boşluk bırakmıyor. CHP ise bırakılan az miktardaki boşluğa sızamıyor.
Ben de isterim, iktidarı beğendiğimiz kadar anamuhalefeti de beğenelim.
Ama 17 Aralık günü, Türkiye şu veya bu şekilde AB yoluna girmenin keyfini sürerken, yapılan anlaşmayı bilmeden ‘aleyhte basın toplantısı’ yapmak mı muhalefet!
AB Konseyi Sonuç Bildirgesi’ni eski ve eksik metinden çevirip bunun üzerinden iktidara yüklenmek mi?
Sevgili Onur Öymen’le konuşuyoruz, diyor ki: ‘Bu noktayı çok da eleştirmemek lazım. Önemli olan bundan sonrasında nasıl bir işbirliği yapacağımızı konuşmak.’
Ne kadar doğru.
Ama bu doğruluk CHP’nin muhalefet anlayışına yansımıyor. Bunu Öymen’e de söylüyorum.
‘Haklısınız ama bunu bir zafer havasında sunmaları ağırımıza gitti’ diyor.
Haklı olabilir. Ama o zaman bunu eleştirin, toptan ve kökten her şeyi değil.
Çünkü o zaman halkın umutlarını eleştirmiş oluyorsunuz ve kimse dinlemiyor, dinlemek istemiyor.
Deniz Bey, biz sizin yaptıklarınızla ilgili olarak da ‘vıcık vıcık’ olmak istiyoruz.
Ne olur bizi vıcık vıcık edecek bir muhalefet yapın.
Bir yanda kabine, bir yanda müzakere heyeti
YENİ yıla girilirken, 17 Aralık’ta istediğine yakın bir sonuç elde etmenin rahatlığını yaşayan Başbakan Erdoğan’ı, yılın ilk günlerinde bekleyen iki önemli mesele var.
Bunlardan birincisi kabine değişikliği, diğeri ise AB ile müzakereleri yürütecek heyet ve bu heyete kimin başkanlık edeceği.
Kabine değişikliği tam bir muamma. Koltuğundan emin olan bakan sayısı iki elin parmaklarını bulmuyor. Başbakan’ın memnun olduğu bakan sayısı da hemen hemen aynı.
Ancak bu kadar kapsamlı bir hükümet değişikliğinin olacağına açıkçası ben ihtimal vermiyorum.
Şu an için ‘Ben kesin gittim’ diyen bazı bakanların koltuklarını koruyacaklarından ve bu duruma çok şaşıracaklarından eminim.
Başbakan Erdoğan’ın bir şansı, yakın çevresinde bakanlık bekleyen ve gerçekten bunu hak eden isimlerin olgunlukları.
Bunlar, bakanlık alamamaları halinde bile Başbakan’la ters düşmeyecek görev adamları.
Ancak Başbakan da, bu ‘yakınlarını’ yakınlıklarından dolayı ezmek istemiyor.
Anlayacağınız ‘zor çamaşır’.
AB ile müzakereleri yürütecek heyette ise işler biraz daha netleşmeye başladı.
Başmüzakereci yüzde 99 Abdullah Gül olacak.
Ancak bu iş Dışişleri Bakanlığı altında yürütülmeyecek ve ayrı bir birim oluşturulacak. Buraya devletin ilgili bütün kurumlarından gerekli personel yollanacak.
Müzakere heyetinde Gül’ün yanı sıra çok önemli bir bakan daha siyasi sorumluluk sahibi olarak yer alacak. Bu bakanın adı belli oldu. AKP’nin geçmişinden gelen, önemli bir isim.
Müzakere heyeti oluşturulurken, AKP içindeki güç odaklarının da çekişmeleri su yüzüne çıkıyor.
Herkes kendine yakın isimlerin ağırlıklı olarak heyette yer almasını istiyor.
Ne var ki, son söz Başbakan’da.
O da kafasında meseleyi çözmüş gibi.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Kendi kulübünü bile dolandırmaya kalkışan yöneticilerin gitmesi, spor basını tarafından mesele yapılmadığı zaman.
Yazının Devamını Oku 27 Aralık 2004
<B>BANKA </B>batıran <B>‘işadamlarıyla’</B> ilgili davalardan ikisi sonuçlandı. İlginç kararlar çıktı. Ali Balkaner 34, Cavit Çağlar ve iş arkadaşları 3’er yıldan az fazla hapis cezalarına çarptırıldılar.
Bu iki kararın davaları süren başka batık banka sahiplerini paniğe sevk ettiğini duyuyorum.
Hoşuma da gidiyor.
Ama yine de ortada bir ‘adaletsiz’ durum var gibime geliyor.
Murat Demirel gibi bankasını son kuruşuna kadar ‘bitirip’ geride elle tutulacak hiçbir şey bırakmayan, kalan üç parça ‘döküntüyü’ hacze gelenlerle davalık olan birisi ortalıkta geziyor, Cavit Çağlar gibi binlerce kişiye hálá istihdam yaratan, borçlarını ödeme kapasitesi olan biri hapse mahkum oluyor.
Dinç Bilgin, milyar dolarlık borcuna karşın hálá mallarının üzerine oturuyor ve bu malları komik bir para ile kiralayarak buradan gelecek ‘kuruşlarla’ milyar dolarlık borcunu ödeyeceğini söylüyor.
Kamuran Çörtük bırakın devlete olan borçlarını ödemeyi, hálá devletten iş alıyor, ihale alıyor.
Bu ‘taifenin’ hepsi hálá lüks ve ihtişam içinde yaşıyor.
Adaletteki ‘eşitsizlik’ vicdanları yaralıyor.
Ama Türkiye Avrupalı oluyor.
Bu anlayış sürdüğü sürece nasıl olacaksa!
O senin çocuklarının anası
EFE Özal ile eşi Zeynep Özal’ın boşanmaları bir süredir gazetelere haber oluyor. Tanınmış insanların bu gibi durumlarının haber olmasından daha normal bir şey yok.
Ancak iş giderek çirkin bir hal alıyor.
Efe Özal, eşinden ayrılırken daha az mal kaptırmak için müthiş bir karalama kampanyası başlatmış gibi görünüyor.
Özal’ın avukatı önceki gün gazetecileri topluyor ve Zeynep Özal hakkında birtakım iddialar ortaya atıyor.
Zeynep Özal’ın sevgilisi varmış, şuymuş, buymuş.
Bunların hepsi doğru olabilir. Ama ne beni, ne de kamoyunu ilgilendirir.
İlgilendirse bile bunlar böyle ‘uluorta’ söylenecek iddialar olamaz.
Efe Özal haklılığını kanıtlamak için bunları mahkemeye delil olarak sunmak niyetinde olabilir.
Ama o zaman bile bir ‘erkeğe’ yakışan gizli celse talep etmek ve bunları kamuoyuyla değil, hakimle paylaşmaktır.
Çünkü ne olursa olsun, Zeynep Özal, Efe Özal’ın çocuklarının annesidir.
Kendi çocuklarının annesini kamuoyunda teşhir etmek, karalamak bir erkeğin yapması gereken bir iş değildir.
Efe Özal aklını başına toplamak, avukatlarının ve yakın çevresinin dolduruşuna gelmemek zorundadır.
Her şey bittikten, herkes gittikten sonra bile Zeynep Hanım, Efe Özal’ın çocuklarının annesi olarak kalacaktır.
Masadan kalkmak yasak değil
AB ile yürütülecek müzakere sürecinin ne olduğu ve nasıl olacağı konusunda hiçbir fikri olmayanlar, sallamaya devam ediyorlar.
Burada kırk kere yazdık, bu süreçte çelik gibi sinir lazım.
AB bizden çok şey isteyecek. Biz onlardan çok şey isteyeceğiz.
Bu isteklerde hiçbir sınır yok.
Her şey pazarlık gücüne, niyete ve güce bağlı.
Boşu boşuna ortaya çıkıp, ‘Bizden şunu istediler’ ve ‘Bizden şunu isteyecekler’ demenin alemi yok. Çünkü istenmesi, verilmesi anlamına gelmiyor.
Pazarlık edersiniz, istenenin minimumunu verirsiniz, uyuşamazsanız vermezsiniz.
Pazarlık masasına oturduk diye masadan kalkmama gibi bir durumumuz yok.
Baktık ki, veremeyeceğimiz şeyler isteniyor, kalkarız masadan kapatırız defteri biter gider.
O yüzden kimse boşuna felaket tellalığı yapmasın.
Hele bilip bilmeden asla.
Koparmaz yapıştırır
BAZILARI AB ile müzakere sürecini, Türkiye’nin bölünmesine yol açacak bir süreç gibi göstermek istiyor. Oysa ben tam aksini düşünüyorum. Bu süreç Türkiye’nin Milli Güvenlik Kurulu belgelerinde ve TSK brifinglerinde ‘en ön sıradaki iki tehdit’ unsuruna karşı Türkiye’nin elini güçlendiriyor. Hele hele bu sürecin AKP döneminde yürütülüyor olması çok daha önemli. Başbakan Erdoğan, ‘değişiminden’ önce Türkiye’nin karışık etnik yapısını bir arada tutmak için ‘Müslümanlık’ faktörünü ön plana çıkaran konuşmalar yapardı. Bugün bunun ötesinde bir pozisyona gelindi. Şimdi o yapıştırıcının adı ‘Avrupalılık’. Aynı durum Türkiye’deki bölücü tehdit için geçerli. Bölücü unsurlar Türkiye’de Türklük kavramını tartışmaya açıp, bazılarını çok rahatsız eden ‘Türkiyelilik’ kavramını ön plana çıkarmaya ve buradan bölünmeyi başlatmaya çalıştılar. Şimdi burada da sıkı bir yapıştırıcı var. Tartışmasız bir üst kimlik, ‘Avrupalılık’. AB üyeliğine giden süreç Türkiye’yi bölmekten çok yapıştırmaya yarayacak. Ve aklı başında herkes bunun farkında.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Her zorluğu aşacak tek gücün sevgi olduğunu anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 25 Aralık 2004
<B>BASINIMIZIN </B>usta komplo teorisyenlerinden <B>Umur Talu </B>dostumuz, Brüksel’deki zirvede kimi gazetecilerin aldıkları bilgileri yayından önce, borsada oynamak için kullandıklarını yazıyor birkaç gündür. Konuyla ilgili yazılarını okudum. Açıkçası her komplo teorisi gibi ‘seksiydi’.
Ancak ‘makul’ değil gibime geldi.
Hayatında borsayla ilgisi olmamış, elinde sembolik miktarda Galatasaray hissesi olan biri olarak bunun neden makul olmadığını yazayım.
İki nedenle makul değildi.
Birincisi, borsada spekülasyon yapılabilmesi için ‘krizlerin’ önceden bilinmesi ve bunun borsa işlemlerinin açık olduğu dakikalarda olması gerekir.
Oysa Brüksel’de kritik virajlar, hep borsanın çalışma saatleri dışında dönüldü.
İlk kriz patladığında Türkiye’de saatler neredeyse gece yarısını gösteriyordu ve o sırada İMKB’de işlem yapabilmek mümkün değildi.
Keza görüşmelerin ikinci gününde Tayyip Erdoğan’ın masadan kalktığı haberi ilk olarak Kanal D Haber tarafından duyuruldu. Bu sırada da saatler 12.30’u gösteriyordu.
Haber ilk olarak bize saat 12.20 sıralarında geldi, canlı yayına 12.30’da bağlanıp haberi duyurduk. Haber televizyonları da Kanal D’den duyarak telefon bağlantısıyla haberi verebildiler.
Bu saatlerde de borsa işlemleri kapalıydı.
Üstelik daha da önemlisi, biz 12.30 sıralarında Tayyip Erdoğan’ın masadan kalktığı haberini verdik. Haber televizyonları bu haberi bizden duyup verirlerken, yayın sırasında cep telefonumuza bir mesaj geldi ve Erdoğan’ın Blair, Schröder ve Berlusconi üçlüsü tarafından ikna edilip masaya dönmek üzere odadan çıktığı bildirildi.
Haber kanalları, masadan kalkma haberini verirken, biz aynı canlı yayının sonuna doğru Başbakan’ın görüşmelere döndüğü haberini yayınladık. Bu sırada da borsa seansları kapalıydı, ki açık olsa bile gelişmeler o kadar anı anına veriliyordu ki, kimse için spekülatif hareket yapacak zaman yoktu.
Son olarak, Türkiye’nin AB ile sonuç bildirgesini imzaladığını da 17.30’da imzanın atılmasından yaklaşık 1.5 dakika sonra, yani daha henüz mürekkebi kurumadan Kanal D Haber duyurdu.
Yani yine borsa kapandıktan sonra ve anı anına.
Birileri Umur Talu’nun aklına, ‘Bu bilgiler erken gelse borsada vurgun yapılırdı’ fikrini sokmuş olabilir; ama artık devir değişti.
Haberciler, borsa spekülatörlerinden çok çok daha hızlılar.
Kaynanalar benim için haber değil
TÜRKİYE’de bir ‘gelin-kaynana’ tartışmasıdır gidiyor. Ben bugüne kadar bu programın lehinde ve aleyhinde tek satır yazmadım.
Show Haber ve ATV Haber, her gün ana haber bültenlerinde dakikalarca bu konuyu ele alırken, biz Kanal D Haber’de bu programla ilgili tek bir saniye bile haber yapmadık.
Bu programı eleştirdiğim, düzeysiz bulduğum için falan değil, bunda haber değeri taşıyan bir şey görmediğim için ilgilenmedik.
Ben bazıları gibi, ‘Bu programlar Türk toplumuna zarar veriyor. Düzeysizdir. RTÜK yasaklamalı’ demiyorum.
Çünkü benzer programlar dünyanın pek çok ülkesinde yayınlanıyor. Hatta daha beterleri bile yayınlanıyor.
Ben bu programı televizyonculuk açısından yanlış bulmamakla birlikte, aldığı reyting dışında içinde haber unsuru bulundurduğuna inanmıyorum. Bu nedenle ekrana hiç taşımadım.
Fakat her nedense Dünden Bugüne Tercüman Gazetesi’nde Uğur Dündar’ın, Mehmet Ali Birand’ın, Ali Kırca’nın ve benim, görsem tanımayacağım ‘Semra’ adındaki kaynanayı ekrana çıkarmak için yarıştığımızı ve benim de yapımcı şirketi aradığımı yazmışlar.
Bu külliyen yalandır.
Semra Hanım benim ilgi alanımın dışındadır.
Benim tarafımdan bu amaçla arandığını söyleyen biri varsa lütfen ortaya çıksın.
Hagi saçmalıyor
GALATASARAY Teknik Direktörü Hagi’yi anlamak mümkün değil.
Giden otomobilin tekerine kendi kendine çomak sokuyor.
Durduk yerde bir Ümit Karan tartışması başlatıyor.
Bence Ümit Karan, Galatasaray’ın elindeki en iyi golcü.
Ancak Hagi, takım içindeki lobilerin etkisiyle Karan’ı yemeye ve üstelik de bunu basın aracılığıyla yapmaya çalışıyor.
Ortada dirayetli bir yönetim de olmadığı için, takım medya önünde parçalanıyor.
Hagi unutmamalı ki, usta aşçı, elindeki malzemeyi iyi kullanıp lezzetli yemekler yapandır.
Malzemenin iyisini çöpe atan değil.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Dedikoduya ayırdığımız zamandan fazlasını işimizi yapmaya ayırdığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 24 Aralık 2004
<B>TÜRKİYE </B>ile ilgili umutlarım her geçen gün artıyor. Üç gün önce Türkiye’de neredeyse 30 yıldır görmediğimiz bir manzaraya şahit olduk. Yolsuzluğa bulaştığı iddia edilen bir eski kuvvet komutanı yargı karşısında ‘halka açık’ bir biçimde ifade verdi. Suçlu mudur, suçsuz mudur bilemem. Ama bu ‘açık yargılamanın’ hem ülkenin kurumlarına, hem de yargıya olan güveni artıracağından kuşkum yok. Kimse bundan korkmamalı.
Dün de Yüce Divan, hakkında en fazla iddia ortaya atılmış bakanlardan birini yargılarken mal varlığına el koyulması kararı verdi.
Gerçi ben Koray Aydın’ın ‘haksız servetini’, kendi haksız servetinin KDV’si bile yapmayacak bakanlar tanıyorum ama ‘rüşvetin belgesi yok’.
Yine de bu iki yargılama önemli.
Türkiye’de hesap sorulmaya başlandığının işareti.
Tabii bu kadarla sınırlı kalmaması kaydıyla.
Asıl tutarsızlık Fehmi Kıvanç’ta
YENİ Şafak yazarı Taha Kıvanç, namı diğer Fehmi Koru dün Emin Çölaşan’ı eleştiriyor.
Diyor ki: ‘Çölaşan her yıl yaptığı gibi bugün de Kubilay olayını aynı başlıkla yazacak.’ Ve Çölaşan’ı değişmemekle, kendini tekrarlamakla suçluyor.
Zaten bildiğim kadarıyla Emin Çölaşan bu durumu gizlemiyor ve bundan bir rahatsızlık duyduğunu da söylemiyor. Çölaşan tutarlı.
Burada tutarsız olan Fehmi Koru’nun bizzat kendisi.
Çünkü aynı Koru, beni de eleştiriyor.
Ama beni ‘Bu adam değişti. Niye değişti’ diye eleştiriyor.
Fikirlerimin değiştiğini söylemem mümkün değil ama üslubumun ve bakışımın değiştiğini ben de kabul ediyorum.
Koru değişeni de eleştiriyor, değişmeyeni de eleştiriyor..
Koru galiba kendi ‘takıntılarını’ eleştiremiyor.
Lokomotif raya koyuldu
TÜRKİYE’de ne yazık ki AB konusunu ‘hakkıyla’ bilen gazeteci sayısı ‘yok denecek’ kadar az.
Brüksel’de sabah kahvaltısında arkamdaki masada geçen bir diyaloğu aktarmak istiyorum.
Kendini çok çok önemseyen yaşını başını almış ‘düşünür’ gazetecilerimizden biri, kahvaltıda karşısında oturan genç muhabirle konuşuyor. Günlerden 17 Aralık saat 09.00 civarı. Gece kıyamet kopmuş. AB liderleri Kıbrıs’ı tanımazsanız tarih yok demiş. Başbakan ve ekibi sabaha kadar çalışmış.
Bu ‘mühim’ gazeteciden karşısında oturan gazeteciye sabah yorumu:
‘Eh hayırlısı ile tarihi de aldık.’
Karşıdaki gazeteci şaşkın. ‘Hayır ... Bey, görüşmeler kilitlendi dün.’
‘3 Ekim tamam demişler.’
‘Tamam da bizim kabul edemeyeceğimiz şartlarla..’
‘Allah Allah. O zaman şimdi ne olacak?’
‘Bizim Başbakan Balkenende ile görüşüyor. Sorunu aşmaya çalışıyorlar.’
Ve anlı şanlı gazeteciden içtiğim çayı püskürtmeme, Metehan Demir’in masayı terk etmesine neden olan soru geliyor: ‘Balkenende kim?’
Üstat Brüksel’e gelmiş, Türkiye’nin en kritik zirvesini takip ediyor ve dönem Başkanı Hollanda’nın başbakanını bilmiyor.
Sonra bunlar dönüp yorum yazıları yazıyor, Türk halkını bilgilendiriyorlar.
Aynı şey, siyasetçiler için de geçerli. Birkaç gündür izliyorum. Eleştirilerin hiçbiri ‘doğru noktaya’ yönelik yapılmıyor. Abuk sabuk konular tartışılıyor.
Oysa AB Konseyi’nin 17 Aralık Zirvesi’nden çıkan sonuç bildirgesinde Türkiye açısından ‘ilerde büyük sıkıntı’ yaratacak tek bir madde var.
Ve o madde Türkiye bölümünde değil, genel maddeler arasında gizli.
Bildirgenin genel olarak 5., Genişleme ile ilgili 2. paragrafında aynen şöyle yazıyor:
‘Avrupa entegrasyonuna ilişkin ivme sürdürülürken, Birliğin yeni üyeleri sindirme kapasitesinin gerek Birliğin, gerekse aday ülkelerin genel çıkarları açısından önemli bir mülahaza olduğuna dikkat çeker.’
Yani Türkiye’nin uzun süreden beri hassas olduğu ‘sindirme kapasitesi’, Türkiye bölümünde olmasa da metinde yer alıyor. Peki bu önemli mi? Tartışılan diğer abuk sabukluklardan daha önemli olmakla beraber çok da önemli değil.
Avrupa Birliği’ni gidilecek bir istasyon, buna giden yolu da bir ray olarak düşünürsek.
Türkiye bir lokomotif olarak 17 Aralık’ta rayın üzerine koyuldu.
Şimdi iş lokomotifin kendini itme ve gerisindekileri çekme gücünde.
Tabii bir de makinistte.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Bilgi cakada değil kafada olduğu zaman.
Yazının Devamını Oku 23 Aralık 2004
<B>BİRKAÇ </B>gündür Avrupa Birliği yazılarıyla içinizi sıkmış olabilir miyim diye düşünüyorum. Açıkçası, konuyu uzaktan veya yakından takip etmeden ‘işkembeden’ yazan veya birilerinin ‘tanıtım’ tuzağına düşerek gerçek dışı öyküler uyduranların yerine, Brüksel’de ‘gerçekten’ neler olduğunu bilmenizi istedim.
Çünkü ‘gerçeklerin’ burnunun dibindeydim ve bunları sizinle paylaşmazsam, bu tarihi tanıklığın bir önemi olmayacaktı. Bu arada bir yazımın bazı okurlar tarafından yanlış anlaşıldığını veya benim düşüncelerimi yanlış anlamaya mahal verecek biçimde ifade ettiğimi düşünüyorum.
Yazılarımdan birinde kullandığım ‘foseptik çukuru’ tabirini, kimi okurlar Türkiye’nin şartları için söylediğimi düşünmüşler.
Büyük yanılgı.
Benim orada ifade etmek istediğim şuydu: Diyelim ki, Türkiye AB’den bir müzakere tarihi almadan ve ilişkileri kopararak döndü.
Türkiye ne yöne dönecekti?
Avrupa’ya sırtınızı dönün bakalım, yüzünüz ne yöne bakıyor!
Irak, İran, Ermenistan, daha ileri gidin Pakistan, Afganistan, beri yana dönün Suriye.
Türkiye sizce hangisiyle yakın olmalı, hangisine benzemeli, hangisinin yapısını kendine örnek almalı.
Tarih almadan dönüp yüzümüzü bunlardan yana mı çevirmeliydik.
Tarih almadan dönüp, Türkiye’yi yeni krizlerin kucağına mı atmalıydık.
Türkiye bir süreden beri ‘kötü yönetilmiyor’ ve kalıcı istikrar için ihtiyacı olan tek şey zaman.
Avrupa Birliği ile varılan nokta bize hiçbir şey kazandırmadıysa bile, en azından ‘o zamanı’ kazandırdı.
Gerisi hikáye...
Bedava enerjiyi hangi lobi engelliyor?
TÜRKİYE’nin geleceğindeki en önemli sorunlarından biri enerji.
İzniniz olursa, önümüzdeki günlerde bu konuda bir dizi yazı yazacağım.
AB yolundaki Türkiye’de bugün itibarıyla kişi başına enerji tüketimi yıllık 2000 kwh.
AB ülkeleri içinde bu miktar yıllık 8000 kwh.
OECD ortalaması ise 5000 kwh. Türkiye bugün için yılda 140 milyar kilovat saat enerji üretiyor.
2020 yılı için öngörülen üretim ise minimum 400, maksimum 500 milyar kilovat saat.
Türkiye ileriye dönük bu projeksiyonda, pek çok enerji türünü kullanmayı düşünüyor.
Kullanılması planlanan enerji türleri arasında kömür, doğalgaz ve nükleer enerjinin yanı sıra, Avrupa Birliği’nin giderek payını artırdığı ‘yenilenebilir enerji kaynakları’ da yer alıyor.
Yenilenebilir enerji, su; rüzgar ve jeotermal enerji. Yani çevreye atık bırakmayan, enerjiyi ürettikten sonra kendi işlevini sürdüren ve tükenmeyen kaynaklar demek.
Üstelik bu enerji türünde ilk yatırım maliyeti görece yüksek olsa da, ilerleyen dönemde üretim maliyeti neredeyse sıfıra yakın oluyor. Üstelik dışa bağımlılık da neredeyse sıfır.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bu amaçla geleceği öngören, çok önemli bir kanun tasarısı hazırlandı.
Bu tasarı özel sektörün pahalı bir yatırım olan ama uzun vadede Türkiye’ye büyük yarar sağlayacak yenilenebilir enerji yatırımlarını hızlandırmayı amaçlıyor.
‘Yenilenebilir enerji kaynaklarının elektrik enerjisi üretimi amaçlı kullanımına ilişkin kanun tasarısı’ başlıklı bu kanun hazırlanalı aylar olmasına karşın, her ne hikmetse bir türlü Meclis gündemine gelemiyor.
Türkiye’ye ‘pahalı enerji’ satarak geleceğimizi ipotek altına alanların oluşturduğu ‘güçlü lobiler’ bu önemli kanun tasarısının Meclis’e inmesini ve Türkiye’nin bedava elektrik üretmesini engelliyorlar.
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Hilmi Güler’in bu konuda ciddi çabalar sergilediğini ve iyi niyetli olduğunu biliyorum.
Ama birileri bunun önünü kesiyor.
Türkiye’de bütün hortumların önünü kestiğini söyleyen, bütün kara delikleri kapatma azminde olduğunu iddia eden hükümet nedense ‘enerji lobisinin’ önünü kesemiyor, deliğini kapayamıyor!
Sen neymişsin be Özlem Tekin
SİYASET, ekonomi derken zannediyorsunuz ki, biz yaşamıyoruz.
Fırsat buldukça ‘insani’ olaylarla da ilgileniyoruz. Geçenlerde Şener Şen’in başrolünü oynadığı Mucizeler Komedisi’ne gittim mesela.
Ciddi bir çabanın ürünü.
Üstelik de, yazan kadronun tamamı Mektebi Sultani’den kardeşlerim. Gururla gittim.
Açık söylemek gerekirse hikayeyi bir miktar abartılı buldum. Medya eleştirisi yapmışlar ama biraz fazla olmuş. Ama anlatacağım o değil.
Ben oradaki bir sanatçıdan söz etmek istiyorum.
Özlem Tekin’den. Yıllar önce, şarkıcı kimliğiyle bu köşeye konuk olmuş, hakkında olumlu şeyler yazılmış bir genç kızımız.
Ancak anlıyorum ki, ben o zaman bütün beğenime rağmen Özlem Tekin’in hakkını verememişim.
Çünkü Özlem Tekin Allah’ın şanslı kullarından birisi.
Şener Şen büyük sanatçı ama oyunun yükünü en az onun kadar sırtlayan ve büyük bir başarıyla taşıyan kişi Özlem Tekin.
Sadece onu izlemek için bile bu oyuna gidilir. Bazı sporcular vardır. Koşar, uzun atlar, basketbol oynar, futbol oynar. Onlara ‘atlet komple’ denilir. Özlem de ‘artist komple’. Şarkı, oyun. Yarın resim, heykel yapıp karşımıza çıkarsa ve onu da başarırsa kimse şaşırmasın!
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Sadece eski hırsızlarla değil yeni hırsızlarla da mücadele ettiğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku 22 Aralık 2004
<B>BERNARD BOT </B>Bugün sonuç açıklanana kadar imzayı atın. Ya da müzakere tarihini unutun. Paraf yoksa bizden bu kadar. <br><br><B>ERDOĞAN </B>(Türk heyetine dönerek) Beyler biz bu kadar güçsüz bir ülke miyiz? (Arkadan koro halinde) ‘Hayır değiliz’ sesleri...BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan başkanlığındaki Türk heyeti saat 09.00’da AB Konseyi Binası’na vardı. Sabah erken saatte giden heyetle buluşuldu. Durum umutlu görünmüyordu. Görüşmelerde bir arpa boyu yol alınamamıştı.
Hemen toplantıya geçildi.
2 saat boyunca havanda su dövüldü. Metinde Türkiye’nin kabul etmekte zorlanacağı maddeler olduğu gibi duruyordu.
19. madde yani Kıbrıs Rum Kesimi’nin tanınması anlamına gelecek ‘Ankara Anlaşması’nın yeni 10 üyeyi de kapsayacak şekilde genişletilmesini öngören ek protokolün hemen imzalanması’ bizim tarafı en çok zorlayan maddeydi. Burada Rum lider bu ek protokolün bizzat Başbakan Erdoğan tarafından parafe edilmesini istiyordu.
PARAF ISRARI
Bu parafe edilmeden, verilen tarih geçerli olmayacaktı. 23. paragrafta ise Türkiye’ye karşı klıcı kısıtlamalar vardı. Türkiye bunu da istemiyordu. Ucu açık ifadesi ise muğlaktı ve Türkiye bunun netleştirilmesini talep ediyordu.
Sonunda saat 11’i biraz geçe görüşmeler tıkandı.
Hollanda Dışişleri Bakanı Bernard Bot, Başbakan Erdoğan’a, ‘Bakın bu alabileceğinizin en iyisi. Daha iyisi olmayacak. Bunu hemen imzalayın ve bu iş bitsin. Bundan iyisi olmaz’ deyince, bizimkiler ‘Sizinle bir daha müzakere edelim’ dediler.
Bot, ‘Bugün sonuç açıklanana kadar imzayı atın. Ya da müzakere tarihini unutun. Paraf yoksa sizin için burada bir şey yok. Bizden bu kadar. Uzatmayalım’ diye ısrar etti.
Başbakan Erdoğan kıpkırmızı kesildi. Arkasındaki Türk heyetine döndü, ‘Beyler biz bu kadar güçsüz bir ülke miyiz’ dedi.
Arkadan koro halinde, ‘Hayır değiliz’ sesleri yükseldi.
BİZ GİDELİM
Başbakan, Hollanda Dışişleri Bakanı Bot’un elini tuttu. Diğer eliyle iki kez eline vurdu ve ‘Teşekkür ediyoruz. Bugüne kadar size zahmet verdik. Biz artık gidelim. Türkiye’de bizi bekliyorlar’ dedi.
En büyük şaşkınlık Türk heyetindeydi.
Çünkü böyle bir plan yoktu. Her şey konuşulmuştu ama bu konuşulmamıştı. Başbakan inisiyatifi ele almış, kalkıp gidiyordu.
Gül, Başbakan’a ‘Biraz daha kalsak’ dedi. Başbakan ayağa kalktı ve kapıya yöneldi. Egemen Bağış özet bir tercüme yaptı: ‘Thank you, good bye.’
5’Lİ ZİRVE
İkna çabaları olumlu sonuçlandıktan sonra masaya oturur oturmaz Erdoğan, ‘Madem geldik, şu 19. maddeden başlayalım’ dedi. Kıbrıs maddesi yeniden ele alındı. Türkiye Kıbrıs’ta çözümü zorladığını ama Rum tarafının uzlaşmaz olduğunu anlattı. ‘Zaman tanıyın. Bu iş çözülsün. Bu şekilde çözülmez. Biz imzalasak da çözülmez. Hep beraber çözümü zorlayalım’ dedi.
Madde yeniden yazıldı. Çok değerli bir 10 ay kazanıldı. Ardından kalıcı kısıtlamalar cümlesi kaldırıldı ve yerine gerekli hallerde bazı kısıtmalar uygulanabilir diyen bir ifade konuldu.
Tarama sürecinin 3 Ekim 2005’te başlamasından da vazgeçildi ve 3 Ekim müzakerelerin başlama tarihi oldu.
YETERİNCE AÇIK MI?
5’li zirvede sorun çözüldü ve 25 ülkenin onayı için toplantı salonuna indirildi. Rum lider sesini kesmiş oturuyordu. Sorun çıkmadan metin imzalandı.
Kimse bir şey anlamamıştı.
Dışişleri eski müsteşarı Uğur Ziyal Egemen Bağış’ı uyardı: ‘Lütfen tam tercüme yapın. Bunlar Başbakan’ın ne demek istediğini anlamadılar’
Ziyal ardından Bernard Bot’a dönerek şu tarihi sözleri İngilizce olarak söyledi: ‘Sanırım anlamadınız. Sayın Başbakan Türkiye’ye dönüyor. Umarım şimdi anlamışsınızdır. Her şey yeterince açık mı?’
Bot bir an sendeledi, şaşırdı ve Gül’ün kolunu tuttu, ‘De, De, Dear Abdullah, neler oluyor’ diye kekeledi. Gül de, ‘Bernard, Sayın Büyükelçi’nin de söylediği gibi Türkiye’ye dönüyoruz’ dedi.
Toplantı salonuna bomba düşmüş gibiydi.
Türk heyeti kapıdan çıktı ve binada kendilerine ayrılan odaya gitti.
SON DARBE
Her şey tamamlandıktan sonra son darbeyi Başbakan Erdoğan vurdu.
Görüşmelerin tam biteceği sırada, Erdoğan ve Türk heyeti masadakilere döndü, ‘Unutmadan bir şey de yapacaksınız. Bizim 3 Ekim 2005’e kadar Rumları da içeren 10 yeni üyeyi kapsayan ek protokolü imzalamaya yönelik niyet beyanımız için çıkıp ‘Bu bir tanıma değildir’ diye açıklama yapacaksınız. anlaştık mı’ dedi. Liderler, ‘Hayır, bu kadarını da kabul edemeyiz’ deyince, Türk heyeti, ‘Edersiniz. Edersiniz’ yanıtını verdi ve istediğini de aldı. İşte o AB’den art arda gelen ‘Türkiyenin bu yaptığı tanıma sayılmaz’ yönündeki şaşırtıcı destekleyici açıklamalar da bu konuşmanın ardından çıktı. Sonrasında 25’lerle de anlaşma imzalandı.
Blair saçlarını Silvio çoraplarını çekiştiriyordu
Konseydeki görüşmeleri yıldırım hızı ile kesen liderlerden önce Tony Blair geldi, ardından, eşi de Türk olan Alman Dışişleri sözcüsünün haber vermesi ile Alman Şansölyesi Gerhard Schröder, sonra da İtalyan Başbakanı Silvio Berlusconi içeri girdi. Odaya giren diğer isim ise Türk heyetinin taviz vermez tutumu ile masadan kalkmasına neden olan, yani sinirleri bozan Hollandalı Bakan Bernard Bot’du. Ancak, Bot olanları sessizce izliyor ve bir Türk heyet üyesinin deyimi ile süt dökmüş kedi gibi duruyordu. Odada Blair, Schröder ve Berlusconi görülmeye değerdi. Erdoğan ‘Evet buraya kadarmış’ deyince, üç lider de, ‘Bir dakika hiçbir yere gitmiyorsunuz, AB’nin bu tarihi projesinin yok olmasına izin vermeyeceğiz. Biz tüm sorunlarınızı halledeceğiz’ dediler. Blair saçları ile oynuyor. Berlusconi ha bire, dizine kadar uzun çoraplarını çekiyor, Blair tam bu sırada Rum Kesimi’ni bana bırakın dedi ve odada bulunan İngilizlerin Ankara’daki elçisi Westmacott’a, ‘Bakanımız Jack Straw ile Rumları halledin’ dedi.
En iyi çözüm bu muydu?
Elbette en iyi çözüm bu değil. Kıbrıs Türk Kesimi’nin tanınması sağlanabilir, müzakereler çok daha önce başlayabilir, herhangi bir kısıtlama olmaması için AB üyeleri ikna edilebilirdi. Hatta AB binalarına Atatürk resmi asılması da istenebilirdi. Ama AB içinde işler böyle yürüyor. Sadece Türkiye ile ilişkilerde değil, birbirleri ile ilişkilerde de masadan herkes alamadıklarından ötürü memnuniyetsiz, aldıklarından ötürü memnun kalkıyor. Farklı çıkarlara sahip ülkelerin başka türlü bir arada olması mümkün değil. Türkiye, bu zirveden hem kárla, hem zararla çıktı. Ama aynı durum AB ülkeleri için de geçerli.
- BİTTİ -
O gece bize telefon gelmedi
Dün Genelkurmay Başkanlığı’ndan Aslan Güner Paşa aradı.
‘Fatih Bey, kaynaklarınız sizi yanıltmış olabilir. O gece Brüksel’deki heyetten Genelkurmay’a telefon edilmedi. Üst düzeyde bir görüşme yapılmadı. Sizi tanıdığımız için bir açıklama yapmak yerine sizi aramayı tercih ettik’ dedi. Açıkçası bizim kaynaklarımız böyle bir telefondan söz etmişlerdi. Demek ki, yanlış bilgi almışız. Düzeltiriz.
Teşekkür
Bu dizinin hazırlanmasında bana en büyük yardımları Kanal D Ankara Editörü Metehan Demir ve Kanal D Haber Koordinatörü Özay Şendir yaptı. Gelişmeleri neredeyse anı anına öğrendik. Aslıgül Atasagun da gelişmeleri yabancı kaynaklardan teyit etti. Hepsine teşekkür ederim.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Çamura taş atarken üzerimize sıçramasını göze aldığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 20 Aralık 2004
<B>BEŞİKTAŞ </B>beklenmedik kadar kötü sonuçlar alınca Beşiktaşlı dostlarımız bunun nedenini merak ettiler. Ben biliyor ama söyleyemiyordum. Bu bir ayak meselesiydi. Bazı ayaklar ‘uğur getirmezdi’.
Bir adam düşünün, Erol Aksoy’un yanında çalışmaya başladı. O gün bir imparator olan, bankacılık dáhisi Erol Aksoy, bu adam yanında çalışmaya başladıktan bir süre sonra battı ve televizyonunu Mehmet Emin Karamehmet’e satmak zorunda kaldı.
Karamehmet bu adamın da içinde bulunduğu televizyonu aldığında, dünyanın en zengin adamlarından biriydi. Ama bu adamın ayağı Karamehmet’i batırmaya yetti. Karamehmet de battı. Bankaları elinden gitti. Zora düştü.
Mehmet Emin Karamehmet zora düşünce bu adama yol verdi. Adam da gitti Türkiye’nin en zengin grubunda işe başladı. 10 milyar dolar serveti olan, kimsenin dokunamadığı Uzan Ailesi’nin yanında çalışmaya başladı.
Ama adamda öyle bir ayak vardı ki, buna Uzanlar bile dayanamadı. Bırakın batmayı, aileleri dağıldı, yok olup gittiler.
Adam oradan da ayrıldı ve bu kez Beşiktaş’ın yönetimine girdi.
Ben durumu öğrenince çevremdeki Beşiktaşlılara ‘Beyler bu yıl küme düşersiniz’ deyip bu hikayeyi anlatmaya başladım.
Şimdi o adam artık Beşiktaş’ta değil.
Umarım Beşiktaş bir an önce toparlanır.
Faslı seviniyor cühela üzülüyor
TÜRKİYE’nin AB’den müzakere tarihi almasını kutlarken yanımızda bir de Faslı vardı.
Fas’ın büyük gruplarından birinin yöneticisi, Harvard mezunu 40 yaşlarında bir işadamı.
Brüksel’e bu tarihi olaya tanıklık etmeye gelen işadamlarından Adnan Çebi’nin Fas’taki işlerinin de ortağı.
Orada tanıştığımız Faslı Hasan, Türkiye’nin tarih almasına en az bizim kadar sevinince ‘Sana ne oluyor. Biz tarih aldık. Sen seviniyorsun’ dedim.
‘Siz galiba aldığınız tarihin ne anlama geldiğini bilmiyorsunuz. Bu Avrupa’nın Müslümanlara da kapı açtığının anlamı. Demek ki, 20 yıl sonra Fas da AB’ye üye olabilir’ dedi.
‘Birisi Fas nire Avrupa nire. Siz Afrikalısınız’ deyince Hasan kızdı.
‘Biz Avrupa’ya sizden daha yakınız. Aramızda sadece 10 kilometrelik bir boğaz var’ dedi.
Faslı vatandaş Türkiye’nin AB ile müzakerelere başlamasına sevinip, bunu kendi geleceği için bir işaret görürken, buradaki cühela takımı varılan noktayı karalamaya çalışıyor.
Açıkçası ben onlara hiç kızmıyorum.
Kimileri de foseptik çukurunda yaşamaktan hoşlanır. Bu bir tercih meselesi.
AB, Amerikan tezini yıktı
16 Aralık’ta Brüksel’de bir gazeteci kısa bir röportaj istedi.
‘Olur’ deyip oturduk.
‘AB Türkiye’ye niçin evet demeli?’ diye sordu.
Zaten röportaj da bu soruyla bitti.
Yanıtım şöyleydi:
‘Avrupa’nın iki dev ülkesi Irak’a yapılan operasyonda ABD’ye destek vermediler. Oysa bunlar soğuk savaş döneminde ABD’ye ciddi destek veren ve paralel hareket eden ülkelerdi. Yeni dünya düzeni içinde ABD yeni gruplaşmayı din üzerine kurdu ve ‘medeniyetler çatışması’ tezini bilim adamlarına yazdırdı.
Avrupa Birliği söylem olarak medeniyetler çatışmasına sıcak bakmıyor ve bunu kabullenmek istemiyor. Ancak bu lafla olmaz, icraatla olur. Avrupa Birliği liderleri yarın Türkiye’ye evet deme kararını alırlarsa, bu ABD’nin dünya dengesini medeniyetler çatışması üzerine kurma tezinin de sonu olur.
Burada en tutarsız ülke Fransa. Fransa bir yandan ABD politikalarına karşı çıkıyor ki, bu entelektüel açıdan Fransa’ya yakışıyor ama diğer yandan bu politikaların yanlışlığını ortaya koyacak en önemli göstergelerden biri olan Türkiye’nin AB üyeliğini engellemeye çalışıyor. Yarın alınacak karar önemli. Ya gerçekten medeniyetler çatışması tezi doğrulanacak ve dünya din üzerinden ikiye bölünecek, ya da bu tez çöpe atılacak. 25 liderin vereceği asıl karar bu.’
Bu söylediklerim aynen yayınlandı. Avrupalı liderler, bir Amerikan tezini ortadan kaldırma yolunu açmış oldular.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Bir adamı karalamak için yazılan yalanlarda hiç değilse izan ölçüsüne sadık kalındığı zaman.
Yazının Devamını Oku