Fatih Altaylı

Kozinoğlu-Çakıcı-Şen

8 Ocak 2005
<B>ALAATTİN Çakıcı’</B>nın arkadaşı müteahhit <B>H. Süha Şen,</B> MİT mensubu <B>Kaşif Kozinoğlu </B>ve eski Yargıtay Başkanı <B>Özkaya </B>arasındaki <B>‘ilişkilerin’</B> boyutunu merak etmiştim. Çok önemli bir kurumun, çok üst düzey bir yöneticisine sordum. ‘Nedir bu üçlü ilişki?’ diyerek.

Aldığım yanıt samimi gibiydi.

‘Çakıcı’nın içinde bulunduğu bir olayla ilgili istihbarat toplama görevi MİT tarafından Kaşif Kozinoğlu’na verilmişti. Kozinoğlu bu görev sırasında Hakkı Süha Şen ile ilişkiye girdi. Bir gün müteahhit H. Süha Şen, Kozinoğlu’nu arayarak yemeğe davet etti. Kozinoğlu yemeğe gittiğinde masada Yargıtay Başkanı da vardı. Kozinoğlu ile Yargıtay Başkanı orada tanıştılar. Yemeğin resmi bir tarafı yoktu. Görev tarafı da yoktu. Büyük ihtimalle Şen, MİT’te tanıdıkları olduğunu göstermek istiyordu. İlişkilerinin güçlü olduğunu her iki tarafa da kanıtlama peşindeydi. Kozinoğlu ile Özkaya orada tanıştılar. O yemek sonrasında Özkaya, Kozinoğlu ve Şen’i bir gün ofisine davet etti. Bu davette de resmi bir taraf yoktu. Bu görüşmelerin ve yemeklerin MİT ile doğrudan bir bağlantısı yoktu.’

MİT’in bu görüşmeleri ‘bilgimiz dahilinde’ olarak nitelendirdiğini hatırlattım.

‘Kozinoğlu, attığı her adım gibi bu görüşmeleri de MİT’e rapor ediyordu. Bu nedenle MİT bilgimiz dahilinde demiştir.’

‘Peki Kozinoğlu’na güvenilebilir mi? Yalan söylüyor olamaz mı? Daha önce pek çok MİT mensubunun yaptığı gibi Çakıcı’ya çalışıyor olamaz mı?’
diye üsteledim.

‘Kozinoğlu’nun MİT’teki sicili temiz. Daha önce yalan söylediği, yanıltıcı bilgi verdiği de bilinmiyor. O nedenle MİT’e göre Kozinoğlu doğru söylüyor. Ama tabii ki yalan söylüyor da olabilir. O zaman zaten teşkilat da gerekeni yapacaktır.’

‘Yargıtay Başkanı görüşmenin MİT’in talebi üzerine yapıldığını söylüyor. Yalan mı?’

‘Bizce doğru değil.’

‘Peki koskoca Yargıtay Başkanı niye yalan söylesin?’

‘Bilemem. Ona sormak lazım.’

Ben bu sohbeti yaptığımda, Yargıtay Başkanı’nın dosyası ile ilgili bilgileri Şen vasıtasıyla Çakıcı’ya uçurduğu henüz kesinlik kazanmamıştı.

Ve Özkaya o zaman kendisinden başka herkesi suçluyordu.

Apo’ya harem sorusu

ŞEMDİN Sakık, Abdullah Öcalan’ın kadınlarla ilişkisini yazmış. Kitabı okumadım ama gazetelerdeki haberlerini okudum ve bunları okuyunca, 1997 yılına, Abdullah Öcalan ile Lübnan’ın Bareilas kentinde yaptığım görüşme aklıma geldi.

Öcalan’ın silahlı korumalarının ve bir Muhaberat mensubunun gözetiminde yapılan görüşmenin bir yerinde Abdullah Öcalan’a örgütteki kadınlarla ilişkilerini sordum:

‘Abdullah Bey, PKK’lı kadınlar için sizin hareminiz diyorlar. Örgütteki kadınlarla ilişkiye giriyor musunuz?’

Yanıtı dün gibi kulaklarımda. Şöyle dedi:

‘Parti önderliğine yakın olmak, gerillayı yüceltir. Gerilla için onurdur. Bu yüzden de gerilla önderliğin çevresinde, en yakınında olmak ister. Bunda garipsenecek bir şey yoktur.’

Bu yanıt üzerine, ‘Yani örgütteki kadınlar size yakın olmaktan hoşlanırlar ve siz istemeseniz bile onlar mı size gelir?’ diye sorumu yineledim.

Ben bunları sorarken, oturduğumuz odadaki gerilim artıyordu. Korumalar sinirleniyordu ve Apo’nun umurunda değildi. Eğlenerek yanıt veriyordu:

‘Doğrudur. Gerilla önderliğe yakın olmak için gelir. Bu sadece kadınlar için değil, erkekler için de geçerlidir. Önderlik çeker.’

Bu yanıt üzerine ben gülmeye başladım.

Apo’nun hareminde sadece kadınlar değil, erkekler de varmış gibi bir anlam çıkmıştı. Birdenbire boş bulunmuştu.

Gülmem üzerine şaşırdı, sonra durumu kavradı, ‘Yok o anlamda söylemiyorum. Yani erkekleri o anlamda söylemiyorum’ dedi.

Apo’nun haremi o zamanlar çok konuşulurdu.

Şimdi Sakık’ın kaleminden ortada. Ama PKK’da harem herhalde sadece Apo’ya özgü değildi.

Dört bir yanımız ahır oldu

KURBAN
Bayramı yaklaşırken, İstanbul giderek ‘kötü’ bir görünüm sergilemeye başladı.

Bir dönem belediyeler kurbanlık satış ve kesimi için ‘kabul edilebilir’ nitelikte yerler hazırlıyorlardı.

Ancak gördüğüm kadarıyla bu yıl böyle bir durum olmayacak.

Çünkü İstanbul’un dört bir yanında ‘derme çatma’ ahırlar kuruluyor.

Ana yol kenarlarında, mahalle aralarında her yerde ‘kurbanlık satış’ yerleri oluşturuluyor.

Ne bir altyapı, ne bir hijyenik önlem.

Birkaç gün içinde buralar pislikten, kokudan ve mikroptan geçilmez hale gelecek.

Bu ‘ahırımsıların’ içi hayvanlarla doldurulmadan, bunların sökülüp belirli yerlere taşınması ve AB kapısındaki Türkiye’nin AB’ye en yakın kentinin bir ‘pislik kenti’ görüntüsüne girmesinin engellenmesi gerekiyor.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Kendi en’lerimizi başkalarının da en’i zannetmediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku

Bakan güzel söylüyor ama

7 Ocak 2005
<B>ADALET </B>Bakanı <B>Cemil Çiçek </B>güzel konuşuyor. Borçları nedeniyle yurtdışına kaçanlara sesleniyor ve şöyle diyor: ‘Yabancı ülkede adamı muz gibi soyarlar. Orada soyulmak yerine, gelin bu ülkede borçlarınızı ödeyin. Falanca ülkenin mafyasına rüşvet vereceğinize, gelin bu ülkenin devletine, devletinize taksitlerinizi ödeyin, borçlarınızı ödeyin. Ödemezlerse, kaçmaya çalışırlarsa bu devlet bunların ölüsünü de, dirisini de eninde sonunda getirir. Korkarım ki, geldikleri zaman da mezar yerini zor bulurlar.’

Güzel sözler.

Yıllardır bu adamların peşine düşen, bunlar hakkında yazmadık bir şey bırakmayan, Cumhurbaşkanı yeğeni oldukları dönemlerde bunların arkasını bırakmayan ben bile bu kadar güzel ifade edemezdim.

Adalet Bakanı Cemil Çiçek güzel söylüyor, hoş söylüyor da, devletin yaptığı uygulamayla, devletin bakanının söyledikleri ‘uyuşmuyor’. Kendi bankalarının içini boşaltan bu taifeyle ilgili ne yazık ki, toplumun adalet duygusunu tatmin edecek işlemler yapılmıyor.

Bu taifenin içinde üzerine ‘gerçekten’ gidilen ben sadece iki grup biliyorum. Biri Uzan, diğeri Aksoy. Gerisi hikaye.

Hepsi hálá ‘bey’ gibi yaşıyor, ‘paşa’ gibi dolaşıyorlar.

Alayının kendileri, çocukları lüks bir hayat sürmeye devam ediyor.

Hiçbirinden ‘gerçek anlamda’ tahsilat yapılmıyor.

İsim vermiyorum, çünkü yanlış anlaşılıyor. Olay başka boyutlara çekilmek isteniyor. Ama kimisi evinin bahçesine diken ekmiş, geçen koyunların yünlerini ilik yapıp satacak, 1 milyar dolar borcunu ödeyecekmiş gibi devleti kandırıyor. Devlet de ‘kanıyor!’

Kimisinden bırakın tahsilat yapmayı, devlet hálá bunlara ihale veriyor. İş veriyor. Oysa Uzan örneği gösteriyor ki, devlet alacağını gerçekten tahsil etmek isterse zararın büyük kısmı telafi edilebiliyor. Ama gereği yapılmıyor.

Mal kaçırmalara, devletin parasını iç etmelere göz yumuluyor..

O zaman da Cemil Çiçek’in ‘şiir’ gibi sözleri yere inmiyor, gerçeğe dönüşmüyor.

Sadece asaplar biraz daha bozuluyor.

Anti Baykal cephe Sarıgülcü

CHP’de sular dalgalı. Buradan önce kaos, sonra CHP adına olumlu gelişmelerin çıkacağı kesin.

CHP’nin üzerindeki ölü toprağı kalkar gibi oluyor.

Şimdilik iki lider adayı var. Baykal ve Sarıgül. Gerçi Sarıgül kurultay şartlarını beğenmiyor ve bunda da haklı ama artık kaçacağını zannetmiyorum.

Bu arada parti içinde başka isim arayışları da var.

Ancak genel kanaat bu ikilinin karşılaşmasının en doğrusu olacağı.

Sarıgül’e inanmayan ama Baykal’dan nefret eden kalabalık bir grup Kurultay’da Sarıgül’ü destekleyecek.

Şöyle düşünüyorlar. ‘Baykal partide kök salmış bir isim. Onu indirmek zor. Ama bu rüzgarla indirirsek, günü geldiğinde Sarıgül’ü rahatça elimine ederiz.’

Bu durum Sarıgül’ün şansını artırıyor. Ama tabii burası CHP.

Son dakikada neler olur bilinmez.

Yunanlı damadı bağrımıza bastık

Kanal
D’de yayınlanan bir dizi, Türk toplumundaki fikri dönüşümün bir aynası gibi. Sözünü ettiğim dizi ‘Yabancı Damat’. Şener Şen’in ‘İkinci Bahar’ adlı dizisi tadında bir yapım. Bu dizi projesi önümüze geldiğinde ben kendi adıma itiraz ettim.

Bir Türk kızı, Türk ve Müslüman olmayan bir çocuğa áşık oluyor ve bunun için ailesiyle karşı karşıya geliyordu. Ben dizinin adını değiştirmeyi ve ‘Yabancı Gelin’ yapmayı önerdim. Çünkü bizde damat değil, gelin yabancı olurdu. Bir Türk kızının, bir yabancı, üstelik de bir Yunanlı için mücadele etmesi çok kabul edilebilir değildi. Biz yabancıları gelin olarak alırdık, vermezdik. Ayşe’ler Yorgo’ya varmazdı, biz Eleni’yi alırdık. Ancak benim itirazım geçerli olmadı. Dizi ‘Yabancı Damat’ olarak çekildi. Ve görüyorum ki, hiçbir sorun çıkmadı. AB’ye girmeye hazırlanan Türk milleti, Yabancı Damat’ı, Yunanlı Damat’ı bağrına bastı.

Bu ilginç sosyolojik değişimin nasıl olduğunu umarım Ertuğrul Özkök’ün bir pazar yazısında görürüz.

Türk basınının Gülen sevgisi

TÜRK basınının yeni modası ‘Fethullah Gülen’. Cemaatinin kalabalık olduğu yolundaki inanç, cemaate ait gazetenin yüksek tiraj yaptığı yolundaki intiba, tiraj almak isteyen gazetelerin peş peşe ‘Fethullah Gülen’ dizileri yapmasına neden oluyor.

Yakın televizyon kanallarında da ‘Fethullah Gülen’ sitcomları başlarsa kimse şaşırmasın. Açıkçası ben yıllarca bu cemaati son derece tehlikeli buldum.

Sonra bir gün Gülen’le oturup yemek yedik.

Fikirlerini, amaçlarını anlattı.

Ben de kendisine ‘İslamik mason teşkilatı gibisiniz’ dedim. Yanıt olarak ‘Masonluk kötü bir şey değildir’ cümlesini aldım.

Sonrasında cemaatle ilgili araştırmalarım sürdü. Hatta vakit bulunca bu konuyla ilgili bir kitap yazacak materyali de topladım.

Biliyorum ki, devletin bazı kurumları Gülen cemaatini ciddi bir tehlike olarak görüyorlar. Ellerindeki bilgilere sahip olmadığım için fikir yürütemiyorum.

Ancak Türk basınının ‘Fethullah Gülen’ aşkını açıkçası tehlikeli buluyorum.

Rejim karşıtı veya değil, bir grubun ve o grubun liderinin böylesine pompalanmasını, Türkiye’nin en yüksek tirajlı gazeteleri tarafından reklamının yapılmasını ‘doğru’ bulmuyorum. Bu grubun bir ‘cazibe merkezi’ haline getirilmesine bir anlam veremiyorum. Kendi payıma ‘Bu kadar vatansever’ bir kişiyse, Fethullah Gülen’in Türkiye’ye dönmesini istiyorum.

Korkacak bir şeyi olmayan insanların kaçmasının gerekli olduğunu düşünmüyorum.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Şuyuu vukuundan beter olaylara çanak tutmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Basın mı suçluymuş Özkaya mı?

6 Ocak 2005
<B>ESKİ </B>Yargıtay Başkanı <B>Özkaya’</B>nın <B>‘manifesto’</B> şeklindeki açıklaması hálá gözlerimin önünde. Medyanın yazdığı ‘gerçeklerden’ rahatsız olmuş ve sert bir çıkış yapmıştı.

Medya, Çakıcı ile Özkaya arasındaki ‘rabıtadan’ söz ediyordu.

Bir yüksek yargı mensubu ile bir mafya babası arasında asla olmaması gereken rabıtadan.

Ben de o günlerde yargı yıpranmasın diye yırtınıyordum.

Özkaya bütün bunların yalan olduğunu söyleyerek ve Türkiye’deki herkes gibi ‘medyayı suçlayarak’ kendini akladı.

Özkaya emekli oldu ve şimdi önümüze ‘gerçeklerin’ belgeleri geldi.

Biliyorsunuz Çakıcı, Yargıtay’daki davasının sonucunu öğrenmiş ve sonuç açıklanmadan saatler önce yurtdışına kaçmıştı.

Herkes Çakıcı’nın Yargıtay’daki ‘köstebeğinin’ kim olduğunu merak ediyordu.

Mahkeme kararıyla yapılmış, yani ‘legal’, yani ‘yasal’ dinleme kayıtları gerçeği belgeledi.

Çakıcı davasıyla ilgili olarak Yargıtay’ın verdiği olumsuz kararı Çakıcı’ya bildiren, Yargıtay Başkanı Eraslan Özkaya’dan başkası değilmiş.

Dinleme kayıtlarına göre, Yargıtay Başkanı Özkaya, evinin tamiratını yapan müteahhit Hakkı Süha Şen’e telefonla bildiriyor, kararı öğrenen Süha Şen de vakit geçirmeden aldığı bilgileri Çakıcı’ya aktarıyordu.

Karar postaya verilmeden, kararın bilgisi bizzat Yargıtay Başkanı tarafından Çakıcı’nın dostu, müteahhit Süha Şen’e aktarılıyordu.

Kayıtlar o kadar net ki inanılmaz.

Özkaya, Şen’e aktarıyor. Şen, Çakıcı’ya iletiyor, ardından Çakıcı’nın sorduğu soruları tekrar Yargıtay Başkanı’na soruyordu.

Ve bütün bunlar dinleme kayıtlarına giriyordu.

Yani suçlanan basın, aslında doğruları yazmıştı.

Basının niyeti, Yargıtay Başkanı’nı karalamak değil, yargıyı temizlemekti.

Ama suç basına yükleniyor, suçlular aklanıyordu.

Ardından da zehir zemberek bir açıklamayla basının yüzüne tükürülüyordu.

Dediğim gibi, o ‘manifesto’ hálá gözlerimin önünde.

Biz haklı çıktığımıza göre, Özkaya o manifestoyu acaba ne yapmayı düşünüyor!

Maliye, bütün kulüplerin hesaplarını incelemeli

Vatan
Gazetesi, önceki gün inanılmaz bir manşetle çıktı.

İstanbulspor’un hesaplarını inceleyen TMSF, ‘garip’ bilgilere ulaşmıştı.

İstanbulspor’un hesaplarında ‘nedeni’ belli olmayan bir para girişi görünüyordu.

İstanbulspor’un Beşiktaş’ı yendiği maçın hemen ardından İstanbulspor’un kasasına 600 milyar lira girmiş, bu para futbolculara dağıtılmıştı.

İlk on birde yer alan futbolcular 6’şar, ilk on birde yer almayan futbolcular ise 4’er milyar lira almışlardı.

Paranın geldiği yer ise Fenerbahçe Kulübü olarak görünüyordu.

Bazı Fenerbahçeli yetkililer, bu paranın ‘Petkov’un bonservis bedeli’ olduğunu söylüyorlardı; ama Fenerbahçe daha önce TMSF’ye Petkov’u bonservis bedeli ödemeden aldığını bildirmişti.

Üstelik de bu ödeme Petkov’un transferi sırasında değil, İstanbulspor’un Beşiktaş galibiyeti sonrasında yapılmıştı.

İster şike deyin, ister teşvik primi deyin, adını ne koyarsanız koyun, ortada bir gerçek vardı.

Bir süredir dedikodu olarak konuşulan bu mesele, bu kez belgeleriyle gün ışığına çıkmıştı.

Türkiye’de ilk kez bir teşvik primi ödemesi ‘belgeleriyle’ ortaya çıkmıştı; ama bazı spor sayfaları bu olayı ‘haber’ olarak değerlendirmiyordu.

Spor basınının genel tavrına baktığınız zaman da, bu olayı fazla ‘büyütmeden kapatma’ eğilimi seziyorum.

Ama bu olay öyle kolay kolay kapatılacak gibi değil.

Futbol Federasyonu, konuyu incelemeye başladı bile.

TBMM’de kurulan ‘Şike Tahkik Komisyonu’ da bu meseleyi enine boyuna ele almalı.

Ve bana sorarsanız, Futbol Federasyonu, Maliye Bakanlığı’ndan da destek alarak bütün kulüplerin hesaplarını ‘didik didik’ incelemeli.

Türk futbolu temizlenecekse, bu pisliğin üzerini örterek değil, sonuna kadar eşeleyerek olacak.

O projeleri uygula Demirel

DÜNKÜ yazımda Türk spor basınının Basketbol Federasyonu seçimlerindeki tavrını eleştirdim.

Çoğu Turgay Demirel’i destekledi.

Hele son gün, ‘Demirel kazandı, seçim boşa’ havası yaptılar.

Doğru, Demirel kazandı; ama 3 oy farkla.

Yani 2 kişi fikrini değiştirse, Lutfi Arıboğan kazanacaktı.

Türk spor basınının Demirel için pompaladığı hava, aslında gerçeği yansıtmıyordu.

Neyse. Seçim bitti.

Şimdi top Demirel’de.

Yıllardır Türk basketbolu için proje üretmeyen Demirel, seçim öncesi Arıboğan’ın projelerini kendi projesi gibi anlatıyordu.

Umarım seçimden sonra da bu projelere sahip çıkar da, Arıboğan kazanmamış olsa bile Türk basketbolu kazanır.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Adam olma konusunu işimize geldiği gibi değerlendirmediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku

Murat Demirel AB kurbanı

5 Ocak 2005
<B>GEÇENLERDE Murat Demirel’</B>in de adının geçtiği bir yazımdan sonra, <B>Murat </B>Bey bir açıklama gönderip, <B>‘Ne kadar muteber’</B> bir adam olduğunu anlatmış ve benim <B>‘yalan yazdığımı’</B> iddia etmişti. Ben de gülmüştüm.

Çünkü beyefendinin ‘yaptıklarının’ ortaya çıkmasında ve içeri girmesinde hayli derin katkılarım vardı.

Amcası cumhurbaşkanı iken hakkında yazmaya başlamıştım ve o yazılar Nail Keçili ile Murat Demirel’in hapsi boylamasıyla sonuçlanmıştı.

Neyse, onlar geçmiş.

Bana ‘noter kanalıyla’ mektup gönderip ‘kendini’ anlatan pırıl pırıl işadamı Murat Demirel Beyefendi, bu mektubun mürekkebi kurumadan Bulgaristan’da ‘kaçak’ olarak yakalandı.

Yanında 124 bin Avro, 25 bin dolar ve 60 lensle. Kendisini yakalayan Bulgar polisine önce 40 bin Avro rüşvet teklif eden Demirel’in teklifi itibar görmedi ve gözaltına alındı.

Burada şaşırtıcı olan böylesi bir rüşvetin nasıl reddedildiği idi.

Öğrendim ki, Murat Demirel Bulgaristan’ın AB’ye uyum çalışmalarının kurbanı olmuş.

Egebank’ın eski sahibi Murat Demirel’in firarı Avrupa Birliği engeline takıldı.

Bulgaristan’ın Avrupa Birliği’ne girme noktasına gelmesinin ardından AB’nin zorlamasıyla ülkenin İçişleri Bakanlığı rüşvetin kol gezdiği polis teşkilatını yeniden yapılandırma kararı almış. İngiltere’den gelen danışmanlar Bulgaristan İçişleri Bakanlığı’nda çalışmaya başlamışlar.

İngiliz danışmanların gelmesiyle Bulgar polisindeki rüşvet olaylarının sayısında hızlı bir düşüş kaydedilmiş.

Bulgar polisinin bu reorganizasyon sürecinin farkında olmayan Murat Demirel 40 bin Avro’yu verip kurtulacağını zannetmiş.

Ancak AB standardını İngiliz uzmanlar denetiminde yakalamaya çalışan Bulgar polisi pazarlık sonucu 100 bin Avro’ya kadar çıktığı söylenen bu rüşveti reddetmiş.

Acaba Bulgaristan’ın AB üyeliğinin mağduru Murat Demirel mi, yoksa 100 bin Avro’yu kaçıran polisler mi?

Ve siz hálá Türkiye’nin AB’ye girmesine karşı mısınız?

Bir de bu Demirel var

SALI akşamı Basketbol Federasyon Başkan adayı Lütfi Arıboğan’ı konuk ettim.

Aslında böyle bir niyetim yoktu, ancak ‘bazı’ medya kuruluşlarının ‘kayıtsız şartsız’ Turgay Demirel borazanı haline gelmeleri, ‘adalet’ duyguma dokundu.

Demirel’in ‘dostu’ haline gelmiş gazeteciler, gazetecilik de yapan ‘Demirel dostları’ hep bir ağızdan Demirel korosu oluşturmuşlardı.

Arıboğan ise pırıl pırıl bir adam olmasına rağmen, bu koronun gürültüsü altında kayboluyordu.

Futbol Federasyonu seçimleri söz konusu olunca ‘Bu kadar da uzun süre başkanlık mı olur’ diyen Türk spor basınının bir bölümü, Turgay Demirel’in, Basketbol Federasyonu Başkanlığı’nda 16. senesini doldurmasını ‘olumlu’ görüyordu. Üstelik de, o Turgay Demirel’in döneminde Türkiye’de kulüp basketbolu bitmiş, ligler tükenmiş, üç büyüklerin salonları neşelendiren rekabeti ortadan kalkmış olmasına rağmen.

Ben Lütfi Arıboğan’ı konuk edince, her gün medyada çarşaf çarşaf yer alan Turgay Demirel’in ekibinden aradılar. ‘Bizi de konuk etmeniz lazım’ diye.

Açıkçası kabul etmedim. Çünkü zaten her yerde Turgay Demirel vardı ve Lütfi Arıboğan’ın anlattığı projelerin adını değiştrip anlatmaktan başka bir şey yapmıyordu.

Daha da önemlisi, Turgay Demirel’in soracağım sorulara yanıt vermesi mümkün değildi.

Ne mi soracaktım?

Anlatayım.

Seçim yönetmeliğine göre, federasyon başkan adaylarının vergi ve sigorta borcu olmaması gerekiyor.

Ancak Demirel’in 3 ayrı vergi dairesine geçmiş yıllardan kalan ve sadece ana parası 244 milyar lirayı bulan vergi borcu görünüyor.

Borç bu olabilir.

Ama daha vahimi, Federasyon Başkanı hakkında vergi borçlarından ötürü yurtdışı çıkış yasağı var. Bu yasak defalarca Demirel’in federasyonla ilgili seyahatleri nedeniyle kaldırılmış.

Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü ile olan davaları ise ayrı bir hikaye. Demirel, GSGM’ye olan borcunu inkar ettiği için bile çeyrek trilyonluk icra inkár tazminatı ödemeye mahkum olmuş.

Davalar sürüyor.

Ama Türk spor basını bunları hiç yazmıyor.

Varsa yoksa Turgay Demirel.

Bu kadarı da ayıp oluyor. Durduk yerde hiç bizi ilgilendirmeyen bir konuda bizi de taraf haline getiriyorlar.

Fransa’da Bizans edebiyatı sürüyor

FRANSIZ
yazar ve tarihçi Gilles Martin Chauffier Le Figaro’da hoş bir yazı kaleme almış.

Aslında yazı Chirac’ın Kürşad Tüzmen’i kızdıran ve bence seviyesiz bir yanıt vermesine yol açan sözlerinin devamı gibi.

Chirac, ‘Hepimiz Bizans’ın çocuğuyuz’ demişti. Chauffier ise ‘Türkiye’yi Avrupa’nın dışında düşünmek ve almamak, anne babamızı öldürmek anlamına gelir’ diyor ve tarihi süreci hatırlatarak Bizans’ın ve Anadolu medeniyetinin mirasçısı Türkiye’nin ‘genetik olarak’ Avrupalı olduğunu vurguluyor.

Türkiye’nin Avrupa ile ortak tarihini anlatan yazar, Türkiye’nin AB üyeliğinin Ermenileri ‘moral’ olarak etkileyebileceğini, Brüksel’deki bürokratları mali yönden endişelendirebileceğini ama Türkiye’ye hayır demenin büyük bir ayıp olacağını söylüyor.

Bütün bunlar gösteriyor ki, Türkiye’nin AB ile müzakereleri sürdüreceği 10 yılda Avrupa kamuoyunun Türkiye’ye en karşı noktalarında bile bir farklılaşma, bir değişim olacak.

2014 geldiğinde olası bir referandumdan korkan taraf biz değil, Türkiye karşıtları olabilir.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Alkolik zurnalar, seviyelerine inmeyeceğimi anladığı zaman.
Yazının Devamını Oku

CHP’de deniz bitti mi

4 Ocak 2005
<B>CHP ‘kabile’</B> değil, <B>‘parti’</B> olduğunu gösterdi. <br><br>Parti Disiplin Kurulu’nun, Genel Başkan <B>Deniz Baykal’</B>ın <B>‘ısrarlı’</B> taleplerine rağmen <B>Mustafa Sarıgül’</B>ü <B>‘ihraç’</B> etmemesi, CHP’yi parti yaptı. Yolsuzluklara, yolsuzluk iddialarına karşı önlem almak, tavır almak bir parti için onurdur.

Ama bunu eşitlik ve adalet içinde yapmak gerekir.

Ve kanıtlanmamış iddiaları kimileri için silah olarak kullanmak, partinin onurunu zedeler.

Gelecekte yolsuzluk iddiaları karşısında tavır almayı zor, hatta imkansız hale getirir.

CHP Disiplin Kurulu’nun kararı Türk siyasi hayatı açısından önemli bir dönüm noktasıdır.

Türkiye’de siyasi partilerde ‘lider egemenliği’nin yerini ‘demokratik egemenliğe’ bırakmasının işaretidir.

Deniz Baykal ve ekibi Disiplin Kurulu’nun verdiği bu karardan sonra, takkeleri önlerine koyup bir kez daha düşünmek zorundalar.

Çünkü bazen deniz de biter.

Ne kadar seversek sevelim.

Sabıkalısın sen sabıkalı kal

PAZAR
günü Hürriyet’in manşetini görünce ‘üzüldüm’. ‘Lisa Yasası beldelere yayılıyor’ diyordu. Pis bir cinayet sonrasında Alanya’da başlatılan uygulama yayılıyordu.

Pek çok belde ‘sabıkalılara işyeri açma yasağı’ uygulamaya başlamıştı.

Hürriyet de bunu duyuruyordu.

Bu kabul edilebilir bir durum değil. Dünyanın her yerinde sabıkalıları topluma kazandırmak ciddi bir uğraştır.

Ülkeler bunun için servet harcarlar. Çünkü bu hem insani, hem de toplumsal bir görevdir.

Türkiye’de İş Kanunu işyerlerine belirli sayıda sabıkalı çalıştırma zorunluluğu getirmiştir.

Ancak buna rağmen bir aklı evvel belediyenin ‘yasalara aykırı’ uygulaması, aklın önüne geçebiliyor.

İyi de, ya bu yasak Türkiye geneline yayılırsa.

Ne yapacağız o zaman.

Hapishaneden çıkan sabıkalılara iş vermeyeceğimize, işyeri açtırmayacağımıza göre, bundan 200 yıl önce İngiltere’nin yaptığı gibi gemilere doldurup Avustralya’ya, bizim bir Avustralyamız olmadığına göre Kardak kayalıklarına mı yollayacağız.

Alanya Belediyesi’nin başlattığı ve anladığım kadarıyla giderek yayılan bu ‘saçmalığa’ karşı TBMM’den aklı başında bir tavır yükselmesini bekliyorum.

ABD askeri imajı değişir mi?

TSUNAMİ
ile ilgili olarak ABD’ye yöneltilen suçlamalar ilginç. ABD karşıtlığı o boyutta ki, Diego Garcia üssü yıkılmayınca, ‘Bush Müslümanlar ölsün diye tsunamiyi haber verdirtmedi’ diyenler var.

Bunun faturası da ABD’ye çıkar diye umanlara karşın ben olayı böyle görmüyorum.

Hatta tam aksi kanaatteyim.

ABD yönetimi, çok ustaca bir manevra yaparak, felaket sonrasını ciddi bir ‘Halkla ilişkiler kampanyasına’ çeviriyor.

Dün Irak’a bomba atan, Ebu Garib Cezaevi’nde işkence yapan, sivillere ateş açan ABD’li asker görüntülerinin yerini şimdi aç ve perişan tsunamizedeye yardım paketi uzatan ABD’li asker görüntüleri alıyor.

Irak’a ölüm yağdıran helikopter görüntülerinin yerine, tsunami kurbanlarının yiyecek paketi dağıtan helikopter görüntüleri ekranları süslüyor.

ABD yönetimi şimdi de felaket bölgesi için meşhur ‘Marshall Yardımı’ benzeri bir program uygulamayı konuşmaya başladı bile.

Bilmem farkında mısınız ama ABD felaketi fırsata çeviriyor.

Radikal İslam Ecevitler’e kaldı

BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan’
ın ‘siyasi değişimi’, Türkiye’de siyasi yelpazenin dengesini bozdu.

Erdoğan siyasette boşluk bırakmıyor. Pek çok konuda sosyal demokrat bir politika izliyor. Sol CHP’nin muhalefet yapamamasının, yüksek tonda konuşamamasının nedeni bu.

Ekonomide o kadar liberal ki, ANAP bitti, DYP alternatif ve kabul edilebilir ekonomik politika üretemiyor.

Dış politikaya ‘kişilikli’ bir yaklaşım getirdiler, muhalefet eleştirse de halk olayı görüyor.

Tayyip Erdoğan’ın boş bıraktığı iki yer var.

Bunlardan biri ‘radikal İslamcılık’, diğeri ise ‘aşırı milliyetçilik’.

Bu iki parça boş duruyor.

Bu yüzden ‘sistem karşıtı’ gençlerin son dönemdeki en hızlı yönelimi ‘milliyetçilik’.

Üniversite gençliği içinde ‘ulusalcılık’ ve ‘milliyetçilik’ hızla yükseliyor.

Radikal İslamcılıkta ise Saadet Partisi inandırıcı ve dinamik olmadığı için o boşluğu dolduramıyor.

Açıkçası ben bir süredir, Türkiye’de boş kalan ‘radikal İslamcılık’ koltuğuna kim oturacak diye bekliyordum.

Bu sorunun yanıtı dün ortaya çıktı.

Bülent Ecevit’in eşi Rahşan Ecevit, ‘Din elden gidiyor. Takkenin üzerine haç biniyor’ diye kıyameti kopardı.

Eh, siyasi olarak olmasa da yaş itibarıyla yakışır.

Hayatı boyunca cenazeler dışında dua ettiğini görmediğim babam da 70’inde hacca gitmişti.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Kaza gibi cinayetlere, cinayet gibi kaza demediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku

Galatasaray hiç bu kadar kötü yönetilmedi

1 Ocak 2005
<B>ÜÇ </B>yıldır, <B>‘Galatasaray bu kadar kötü yönetilmedi’</B> diye yazıyorum. Her seferinde daha kötüye götürmenin bir yolunu buluyorlar. Türkiye’nin en büyük, dünyada en bilinen kulübü ‘iş bilmez’ ellerde her gün daha kötüye gidiyor.

Futbol takımı bütün handikaplarına rağmen iyi giderken, yönetim bunu bozmanın yollarını arıyor.

Galatasaray’ın en efendi üç yöneticisini ‘medya maymunu’ diye suçlayan Başkan Canaydın, şimdi her biri kendi kafasına göre, üstelik de kulübü rezil etme pahasına ortalıkta dolaşıp ‘saçma sapan’ demeçler patlatan yöneticilere gıkını çıkarmıyor.

Yönetim paramparça.

2. Başkan ile Başkan’ın gönlünün 2. Başkanı medya üzerinden kavga ediyorlar.

Aylardır Florya’ya gitmeyen yöneticiler, Hagi ile medya üzerinden konuşuyor, hesaplaşıyorlar.

Kulübün borç stoku giderek artıyor. Buna mukabil gelirleri giderek düşüyor, açık büyüyor.

Stat inşaatı bir türlü başlamıyor.

Büyük tantanalarla ‘üst hakkı’ alınan Seyrantepe-Aslantepe arazisiyle ilgili elle tutulur hiçbir şey yapılmıyor.

Bu arazi büyük ihtimalle gelecek seçimin yatırımı olarak saklanıyor. Canaydın önümüzdeki seçimlerde ‘Aslantepe’ye stat projesi’ ile seçmenlerin karşısına çıkmayı umuyor.

İddia ediyorum, gelecek seçime kadar Seyrantepe’ye çivi bile çakılmayacak.

Borçları ödemenin tek formülü, kulübü büyütüp gelirleri artırmak ve iyi bir yönetimle masrafları kısmak. Ama tam aksi yapılıyor.

İstanbulspor’un eski başkanı, Galatasaray’a menajer olarak getirilmek isteniyor.

Başkan Canaydın, ezeli rakibin başkanının dümen suyuna girmiş, koskoca Galatasaray’ı Fenerbahçe’nin takipçisi yapıyor. ‘Yazma Fatih’ diyorum; ama olmuyor.

Başkan Canaydın ve kulüp yönetiminden bihaber ekibi, kulübü batağa doğru götürüyor.

Türkiye’nin en büyük uluslararası markasına yazık oluyor.

Tarama süreci kısa sürecek

TÜRKİYE ile AB arasındaki müzakerelerden önce ‘screening process’ olarak adlandırılan ‘tarama süreci’ yapılacak.

Yani Türkiye’deki yasa ve yönetmelikler ile AB’nin kabul ettiği yasa ve yönetmelikler yan yana koyulacak ve karşılaştırılacak. Farklılıklar ortaya çıkarılacak ve daha sonra müzakerelere geçilecek, bu farklılıkların nasıl ortadan kaldırılacağı tartışılmaya başlanacak.

Türkiye için ‘tarama süreci’nin ne zaman başlayacağı henüz net değil. Türkiye karşıtları taramanın 3 Ekim 2005’te başlamasını istiyordu. Türkiye ise bunu en geç mart-nisan aylarında başlatmak istiyordu.

Şimdilik Türkiye’nin istediği oldu gibi. Ekime kalmadan tarama süreci başlayacak. Ve belki inanılmaz gibi gelecek ama çok kısa sürecek.

Çünkü Türkiye, ‘tarama sürecini’ büyük ölçüde tamamlamış durumda.

Çünkü Türkiye, Ali Bozer’in AB Bakanlığı döneminden beri bu işi yapıyor.

Daha sonra kurulan AB Genel Sekreterliği de, Bozer’den devraldığı işi büyük bir kararlılıkla yürüttü. Bildiğim kadarıyla, bu tarama sonucunda farklılıklar belirlendi ve yaklaşık 1500 sayfalık bir belge oluştu. Bu nedenle tarama süreci geç başlasa bile, öyle aylarca sürmeyecek, tam aksine çok kısa sürede tamamlanacak. AB karşıtları bu durumdan pek memnun kalmayacak olsalar da durum bu.

Efe Özal: Haklısınız ama babaları da var

EFE Özal,
son derece nazik bir mektup yollamış. Yayımlanması için değil; biraz bilgi vermek, biraz dertleşmek istemiş.

İçeriğini buraya aktarma niyetim yok. Sadece küçük bir bölümünü sizlerle paylaşacağım.

Efe Özal diyor ki: ‘Bu olaylar başladığı andan itibaren ben bu konularda herhangi bir yorumda bulunmadım ve polemiğe girmedim. Sessizliğimi bozmayı da düşünmüyorum. Avukatım, benim bilgim dışında bir açıklama yapmıştır. Avukatımın benim haklarımı korumak istemesi sonucunda böyle bir konunun kamuoyuna yansıması mazeret olmaz. Bu konudaki eleştirilerinizi, son gelişmeler bilgim dışında olmuş olsa da, kabul ediyor ve doğru buluyorum. Ancak unutmayalım ki, bu çocukların bir annesi olduğu gibi bir de babaları vardır.’

Evet. Ben de tam bunu diyorum. Bu çocukların bir anneleri ve bir de babaları var.

Aileler bozulabilir, evlilikler sona erebilir.

Ama bunu ‘doğru düzgün’ yapabilmek önemlidir. Umarım bundan sonra, bir zamanların bu rüya evliliğinin bitişiyle ilgili tarafları ve en önemlisi çocuklarını ‘utandıracak’ gelişmeler olmaz.

Ben iki tarafın tavrına bakınca umutlanıyorum.

NOT: Değerli okurlar, sana ne, bize ne Özal Ailesi’nin boşanmasından diyebilirsiniz. Ben bunu sadece Özal Ailesi için yazmıyorum ki!

İyi yıllar

DEĞERLİ okurlar. Bir yılı daha devirdik. 2004, Türkiye açısından bence iyi bir yıldı. 2005’in ülkemiz için daha da iyi olmasını diliyorum. Umarım bu yıl sizlere de, hayattan ne bekliyorsanız, ne istiyorsanız onu getirir. Birlikte güzel bir yıl daha geçirmek dileğiyle...

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Hak edilenden fazla değer vermenin, hak ettiğinden fazla değer verilene bile haksızlık olduğunu anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

5 bakan kesin 3 bakan belki

31 Aralık 2004
<B>BAKANLAR </B>Kurulu’nda revizyon artık çok yakın gibi. Başbakan’ın 17 Aralık öncesi siyaseten böyle bir değişikliği doğru bulmadığı, ancak bazı bakanların çalışmasından da <B>‘uzun süredir’</B> memnun olmadığı biliniyordu. Ve değişiklik 17 Aralık sonrasına bırakılmıştı.

Şimdi artık değişiklik kapıda. Başbakan Erdoğan, medyayı ‘oyalamayı’ sevdiği için olsa gerek işi ağırdan alıyor; ama bence kafasındaki plan net.

‘Konuştun da bir bilgi mi aldın’ derseniz yanıtım hayır.

Ama kabineden en az ‘5 bakanın’ gideceği kesin gibi.

Biraz düşünürseniz, bunların ‘kimler’ olabileceğini bulabilirsiniz.

‘3 bakanla’ ilgili ise henüz netleşmiş bir şey yok. Ama ‘sallanıyorlar’.

Değişiklik, giden ve gelenlerle sınırlı olmayacak.

Kabine içinde de bazı ‘yer değişiklikleri’ söz konusu olabilir.

2 bakanın görevlerinin değiştirilmesi gündemde.

Bu arada ‘başmüzakereci’ tartışması ile ‘bakanlık’ tartışmaları yer yer karışıyor.

Abdullah Gül’ün, AB ile yürütülecek müzakerelerin koordinasyonunun Dışişleri Bakanlığı tarafından yürütülmesi konusundaki ısrarı hálá geçerli.

Ancak yoğun dış gündem nedeniyle Gül, başmüzakereci olmayabilir.

Gül’ün buradaki adayı Ali Babacan. Babacan, kabinede Gül’e en yakın isimlerden biri.

Zaten karakterleri de benziyor.

Eğer Ali Babacan başmüzakereci olursa, kabinede 1 bakanlık daha boşalıyor; çünkü böyle bir durumda Babacan bakan olarak kalmayacak.

Ankara’da hava puslu. Bakanların da, bazı milletvekillerinin de gözüne uyku girmiyor.

AB’de başkanlık sistemi var mı?

ANKARA’da devletin önemli kurumlarından birinin en tepeye yakın yöneticilerinden biriyle sohbet ediyoruz. Laf döndü dolaştı, son günlerin moda konusu ‘başkanlık’ sistemine geldi.

‘Ne düşünüyorsunuz?’ diye sordum.

‘Kurumsal olarak bir şey demem mümkün değil; ama şahsi düşüncelerimi aktarabilirim’ dedi.

Ve hemen bir soru sordu:

‘Biz Avrupa Birliği’ne girmeye çalışıyoruz değil mi?’

‘Evet’
dedim. Bir daha sordu:

‘Peki girmeye çalıştığımız AB’de uygulanan sistem ne?’

‘Fransa dışında başkanlık sistemi yok’
dedim.

‘Madem biz AB’yi örnek alıyoruz, neden böyle bir sistem arayışındayız’ diye fikrini belirtti.

Ve anlattı:

‘Fransa’da farklı bir sistem var. Ama tam olarak başkanlık sistemini iki ülke uyguluyor. Biri ABD, diğeri Rusya. Her ikisi de federal yapılar. Hele ABD’de sistem, kuralları ve kurumlarıyla çok oturmuş. Bunun dışında demokratik bir başkanlık sistemi yok. Bence Türkiye’nin önceliği de bu değil.’

‘Ama hem kuvvetler ayrılığının daha iyi işlemesi, hem de Türkiye’deki insan kaynağının daha iyi değerlendirilmesi açısından bu sistem daha iyi olmaz mı?’
diye soruyorum.

‘Türkiye milletvekilliği diye bir düşünce vardı. Bence o daha iyi. 100 milletvekilini partiler aday gösterir. Oy oranına göre herkes paylaşır. Böylelikle, parti yönetimlerinin ihtiyaç duyduğu insan kaynağı Meclis’e sokulmuş olur. Bugün sistemin işleyişinde aslolan, güçlü ve kaliteli Meclis komisyonlarıdır. Bu komisyonlarda kalite artarsa, bilgi birikimi artarsa sistem çok daha iyi işler. Başkanlık sistemi, sistemi daha iyi işletir diye bir kural yok’ dedi.

Ve bir sakıncayı dile getirdi:

‘Bugünkü parlamento yapısında başkanlık sistemi daha iyi görülebilir. Güçlü başkan. Parlamentoda çoğunluğu olan başkan. Ama ya yarın tersi olursa. Başkanın mensup olduğu parti parlamentoda azınlığa düşürse. Hatta çok parçalı ve başkanı desteklemeyen bir parlamento oluşursa. O zaman, iki kolu bağlı bir başkan ülke için daha mı iyi olur, daha mı kötü olur siz karar verin.’

Türkiye’de hangi konumda olursa olsun herkes kafasında başkanlık sistemini tartışıyor.

Önümüzdeki iki yıl boyunca bu konuyu daha ‘çooook’ tartışacağız gibime geliyor.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Vakit Gazetesi’nin editörleri, Noel ile yılbaşı arasında 1 haftalık bir fark bulunduğunu idrak edebildikleri zaman.
Yazının Devamını Oku

Bu kulüpler şaşırmış olmalı

30 Aralık 2004
<B>DÜN </B>Hürriyet’in spor sayfasını görünce <B>‘şoke’</B> oldum. Aralarında Galatasaray Kulübü Başkanı <B>Özhan Canaydın’</B>ın da bulunduğu bir grup kulüp başkanı, Basketbol Federasyonu için yapılacak seçimlerde <B>Turgay Demirel’</B>i destekleyeceklerini söylemişler. Müessese takımları bir yere kadar haklı olabilirler.

Ancak kulüp takımlarının Turgay Demirel’i desteklemelerini aklım almadı.

Çünkü Demirel döneminde Türkiye’de kulüp basketbolü tam olarak çöktü. Giderek Türkiye basketbol ligi çöküyor. Ama bunun farkında olmayan kulüp başkanları, Turgay Demirel’i destekliyor.

Hele hele Galatasaray Başkanı’nı anlamam mümkün değil. Yine Aziz Yıldırım’ın peşine takılmış gidiyor. Yıldırım, Turgay Demirel’in seçilmesi ve futboldan sonra basketbolde de federasyon başkanını belirleyen adam olmak istiyor. Kendisi açısından iyi bir durum. Ama Galatasaray Başkanı’nın o pozisyonda ne işi var?

Üstelik de Demirel’in başkanlığı döneminde Galatasaray’a yapılanlar ortadayken.

Tam bir şuursuzluk.

Bir tarafta kulüp basketbolünü canlandırmaya soyunmuş, ligi hareketlendirecek projeleri üreten Lütfi Arıboğan, diğer yanda milli takım ve lejyonerlerden başkasını düşünmeyen Turgay Demirel.

Ve kulüp başkanları, Demirel’in yanında.

Hadi Özhan Canaydın’ın spor anlayışı zaten belli.

Ya diğerleri!

Milletvekiline güvenmezseniz demokrasi olmaz

MİLLETVEKİLİ
maaşlarının ‘artırılması gerektiği’ yolundaki yazıma tepki yağdı. Kimileri ölçülü bir üslupla, ‘Bu ülkede genel maaşlar malum. Asgari ücret 300 milyon lirayken, 6.5 milyar lira hiç de az değil’ diyor, kimileri ‘Profesörler bile 3 milyar alırken milletvekillerinin maaşı az mı?’ diye yazıyor.

Bazıları ise daha sert bir üslupla, ‘6.5 milyar size az görünebilir. Siz bu ülke gerçeklerinin farkında varamayacak sırça köşklerde yaşıyorsunuz’ diye saldırıyor.

Her iki tür tepki gösterenin de ortak buluştuğu nokta var: ‘Milletvekilleri zaten iş takibi yapar. Seçim döneminde o kadar parayı niye harcıyorlar zannediyorsunuz. Bu maaşı bilerek milletvekili olmuyorlar mı, demek ki başka hesapları var.’

Maaşın miktarıyla ilgili gerekçelere hak verebilirim. Ama ortak nokta olarak herkesin ele aldığı milletvekilliğine bakış açısına hak vermem mümkün değil.

‘Milletvekili zaten ahlaklı değildir. Başka yerlerden para kazanır. Bu maaş çok bile.’ Bu kabul edilebilir bir şey değil.

Çünkü milletvekilliği böyle bir ‘iş’ değildir.

Eğer milletvekilliği gerçekten böyleyse, o zaman milletvekillerine 1 lira bile vermenin, hatta milletvekili seçmenin ve dahası demokrasinin bile anlamı yoktur.

Olmaması gereken, kabul edilemez bir durumu gerekçe gösterip milletvekillerinin maaşını fazla bulmak, ‘demokrasiye’ ve ‘parlamenter rejime’ saygısızlık ve inançsızlıktır. Ve üstelik emin olun ki, milletvekillerinin yüzde 90’ı sizin düşündüğünüz gibi insanlar değildir.

Geri kalan yüzde 10’unu temizlemek içinse bu köşede yıllardır verilen uğraşları herhalde görüyorsunuz.

Kazım Kanat’a tavsiye

KAZIM Kanat,
kızsam da, beğensem de yazılarını okuduğum spor yazarlarından biridir. Ancak geçtiğimiz günlerde kendisine hiç yakıştıramadığım bir şey yaptı.

Beşiktaş yönetimini eleştirecek diye, kalktı Beşiktaşlı yöneticilerin aile konularını, aile bağlarını gündeme getirdi.

İşte bu olmadı Sevgili Kazım.

Herkesi eleştirebilirsin. Herkes hakkında ‘doğruları’ yazabilirsin.

Ama konuyla doğrudan ilişkisi olmayan aile bireylerini konu etmek, aile ilişkilerini kullanarak insanları yıpratmak hoş değil.

Bu köşede kimlerle ne kavgalar ettik.

Bir gün ailelerine, bir gün çoluk çocuklarına, eğer yazılan konunun içinde değillerse, bulaştığımızı gördün mü?

En ağır eleştirileri yönelttiğimiz Cem Uzan’ın bile çocuklarından, eşinden, eski eşinden hiç söz ettik mi?

Yapma!.. En azından sana yakışmıyor.

Zeynep Özal aradı

EFE Özal’
a tavsiyede bulununca Zeynep Özal aradı. Teşekkür etmek istemiş.

‘Fatih Bey, ilginç bir tesadüf, bir gün önce aile arasında konuşurken, durumumu size anlatmamın doğru olacağını, bir tek sizin doğruları göreceğinizi düşünmüştük. Sabah gazeteyi açtım ve yazınızı gördüm. Çok şaşırdım’ dedi.

Gazetelere eşinin avukatı tarafından verilen bilgilerin tamamen yalan olduğunu, tanımadığı bir kişiyle fotoğrafının bulunmasının mümkün olmadığını söyledi.

Ben de kendisine, ‘Olsa bile bu beni ilgilendirmez. Eşinizle aranızdaki bir meseledir. Olsa bile bunun eşiniz tarafından kamuoyu önünde gündeme getirilmesi büyük yanlış, hatta ayıptır’ dedim.

Zeynep Özal, kendi adına bu durumun daha da beter hale gelmesine izin vermeye niyetli olmadığını söyledi. Kendisine sabır ve metanet diledim. Umarım Efe Özal da ne demek istediğimi anlamıştır ve bundan sonra ona göre hareket eder.

Ev, para, her şey gelir gider.

Ama çocuklar kalır...

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

‘Ne zaman adam oluruz’daki hedefleri herkes kendi meşrebine göre saptırmadığı zaman.
Yazının Devamını Oku