Kırmızı çizgi

BRÜKSEL
TÜRKİYE ’de siyasetçilerin de, basının da çok sevdiği bir sözcük var: Kırmızı çizgi.

Her konuda, herkesin ağzında bir kırmızı çizgi lafı.

Abdullah Gül’ün başbakanlığı döneminde yayın yönetmenleriyle yaptığı bir toplantı vardı.

Irak’ta savaş hızla yaklaşırken, Gül hepimizi toplamış ve bu konuda Türkiye’nin izleyeceği politikayı anlatmıştı.

Orada da bol bol ‘kırmızı çizgi’ sozcüğü kullanılmıştı.

Türkiye’nin oradaki kırmızı çizgileri, Kuzey Irak ve oradaki Kürt gruplar ile ilgiliydi.

Savaş başladı bitti. Türkiye’nin kırmızı çizgileri birer birer aşıldı.

Hatta ben de oturup ‘pembeleşen kırmızı çizgiler’ diye yazdım.

Şimdi AB ile yapılan pazarlıklar sırasında yine aynı kırmızı çizgiler ağızlara sakız oldu.

Türkiye’nin kırmızı çizgileri şunlardır, bunlardır.

Ben açıkçası bu kırmızı çizgi lafından pek hoşlanmıyorum.

Çünkü boş yere kendimizi bağlıyor, sonra da sıkıntıya düşüyoruz.

Uluslararası politikada elinizdeki kırmızı mürekkep miktarı ya gücünüzle orantılıdır ya da ‘dayanma gücünüzle’.

Öyle bol keseden sağı solu ‘çizemezsiniz’.

Ya da çizerseniz, sonuçlara katlanacak güce veya dayanıklılığa sahipsinizdir.

Bu gece hayırlısı ile Avrupa Birliği’nden müzakere tarihi alıyoruz.

Şimdi zorlu bir müzakere süreci başlıyor. Bu süreçte masaya otururken kırmızı çizgi edebiyatı yapmanın alemi yok.

Elbette her ulusun kendine has birtakım beklentileri ve kabul edilemezleri var.

Ama bunları kırmızı çizgi diye adlandırıp açıklamak doğru değil.

Bunlar masada konuşulacak ve karşılıklı pazarlıkla sonuçlandırılacak meseleler.

25, hatta 27 kişilik bir müzakere masasına herkes kırmızı çizgileriyle oturursa, ortada kırmızıya boyanmış bir metinden başka bir şey kalmaz.

Benim tavsiyem artık bu lafın kullanılmaması.

Kırmızı çizgiler duruma göre bazen pembe olur, bazen nar çiçeği, bazen mor.

Bunu günün şartları belirler. Başka bir şey değil.

10 yılda kim bilir neler olacak

GEÇEN cuma Brüksel’den döndük, bu çarşamba yine Brüksel’deyiz. Gören de ‘lahana düşkünü’ olduğumuzu zannedecek.

Ancak Türkiye’nin kalbi burada atınca, uzakta olamazdık.

Öğle yemeğini minik, tarzı olan bir bistroda yedik.

Bizden başka Türk yoktu ama neredeyse bütün masalarda konu Türkiye’ydi.

Konu sokağa kadar inmiş ve anlaşılıyor ki, bu zirveye de Türkiye damgasını vuracak.

Tayyip Erdoğan, Jacques Chirac ve Berlusconi ile aynı oteldeyiz.

Anlayacağınız tam bir ıstırap içinde.

Lobide yakında Aşkabat’a gidecek olan mektepten abim Büyükelçi Hakkı Akil’le karşılaştık.

Herkesin birbirine sorduğu soruyu sordum: ‘Ne olur yarın?’

Herkes gibi onun da kuşkusu yoktu. ‘Tarihi alırız.’

Aylardır yazıyorum, tarihi verecekler. Haftalardır yazıyorum, 2005 sonbahar...

Aksini kimse düşünmüyor.

Ama herkes tuluat peşinde.

NTV muhabiri Güldener Sonumut dostum yemekte Yunanistan’dan Karamanlis’in çok yakınından bir siyasetçiyle konuşuyor. Yunanlıları sıkıştıran tek Kıbrıs var ama Yunanistan Türkiye’ye hayır diyecek durumda değil.

Ak, kara bu gece belli olacak ama asıl önemli süreç şimdi başlıyor.

Ve bu sürecin ucunun açık veya kapalı olması hiç önemli değil.

Çünkü dünya politikasında nelerin değişeceğini bugünden tahmin etmek mümkün değil.

Belki öyle bir değişiklik olacak ki, AB ülkeleri üç sene sonra kapımıza dayanıp ‘10 yıl dedik ama beklemeye gerek yok yarın üye olun’ diyecekler.

Belki biz ‘Yahu biz vazgeçtik. Daha iyi imkanlar bulduk’ diyeceğiz.

Ya da öyle gelişmeler olacak ki, Avrupa Birliği, ‘Kusura bakmayın buraya kadarmış’ deyip defteri kapatacak. En zayıf ihtimal bu sonuncusu olsa da hepsi mümkün.

Burada ne olursa olsun, hepsinden daha önemlisi Türkiye’de istikrarın ve doğru düzgün bir yönetimin sürmesi. Gerisi boş...

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Klavye kullanan boş tenekeler kendini yazar zannetmediği zaman.
Yazarın Tüm Yazıları