18 Ocak 2005
<B>SABAH </B>Gazetesi ekonomi müdürü <B>Yavuz Semerci </B>pazar günü <B>‘Altaylı TMSF Başkanı’nın sözlerini çarpıtıyor. Gerçekleri yarın yazacağım’</B> dedi. Merakla bekledim. Çünkü çarpıttığım hiçbir kelime yoktu. Ne duyduysam yazmıştım. Pazartesi günü Sabah’ı elime aldım. Benim yazdıklarımın teyidinden başka bir şey göremedim.
Ahmet Ertürk aynen benim yazdığımı söylemiş onlara: ‘Bu yıl Sabah ve ATV’nin kirası olarak aldığımız miktar 2 milyon dolar.’
Yani Fatih Altaylı her zaman olduğu gibi doğruyu yazmış. Semerci sonra dönmüş ATV ve Sabah’ın kiracısı Turgay Ciner’le konuşmuş.
O da demiş ki: ‘Evet ama biz Sabah’ın eskiden kalan vergi borçlarını ödedik. Sonra geriye 2 milyon dolar kaldı onu da TMSF’ye ödedik.’
Anlıyoruz ki, Ciner ile Bilgin arasında yapılan ve TMSF’nin de taraf olduğu anlaşmada böyle bir madde var. Yani Turgay Bey, Sabah ve ATV’nin devlete olan borçlarından bir bölümünü de ödüyor ve bunu kiradan düşüyor.
Bu anlaşma adil mi, değil mi onu tartışmayacağım.
Ama benim Yavuz Semerci’den bir ricam var.
Ben doğru bildiğimi, elimdeki verilere göre yazıyorum.
Ne yazık ki, Ciner-Bilgin-TMSF üçlüsünün aralarında yapmış olduğu anlaşma benim elimde yok. Bu anlaşma ısrarla gizleniyor.
Benim bundan sonra eksik bilgiyle yazı yazmamı engellemek istiyorsanız, lütfen bu anlaşmayı da halka açıklayın. Biz de neyin ne olduğunu, kimin kime karşı hangi yükümlülükleri üstlendiğini bilelim ve ona göre yazalım. Ne dersiniz Yavuz Bey. Bu anlaşmayı yayınlayabilecek misiniz?
Aydın Doğan: Bana satmasınlar ama değerine satsınlar
AYDIN Doğan’la konuştum. Yaklaşık 2 yıl önce ATV ve Sabah için 550 milyon dolarlık teklif vermişti.
‘Evet vermiştim ve bunu açıklamıştım’ dedi.
Gerekçesini anlattı:
‘Dinç Bilgin’in kamuya olan borçlarından ötürü bu kuruluşlar ve parçaları kamuya ait bir mal haline geldi. Şimdi bunların satışının kamuya en yararlı şekilde yapılması lazım. Yani en pahalı fiyata. Ben bunlara 550 milyon dolar verdim. Ben de vermedim. Çok ortaklı bir konsorsiyum adına verdim. Ben bu ortaklıkta küçük ortak olarak yer alacaktım. Fiyat vermemizin nedeni çok açık. Bu değerli malın para etmez denilerek bedavaya birilerine peşkeş çekilmemesi için verdim. Satsınlar ama fiyatı belli olsun. Ben bunu herkese söylüyorum, Türkiye’yi yöneten en üst düzeye de söylüyorum. Bana satmayın. Hatta Turgay Ciner’e satın. Ama bunun değeri budur. Bana satmayın, başkasına yüzde 10 eksiğine satın. Ben 550 verdim. 500’e, 450’ye Turgay Ciner’e satın. Ama bunu peşkeş çekmeyin. Yazık bu milletin parasına.’
Aydın Doğan’a ‘Medyada tekel ve güçlü olmanızdan çekiniliyor’ diyorum.
‘Bugün benim televizyonda pazar payım yüzde 17. ATV’nin yüzde 13. Tamamını bana satsalar bile yüzde 30 oluyor. Ki ben ATV ve Sabah’ı almak isteyen konsorsiyumda yüzde 20’yim. Rekabet Kurulu’nun bu konuda raporu var. Bir daha söylüyorum. Bana vermesinler ama değerine satsınlar. Yazık bu milletin parasına’ diye yanıtlıyor.
Anelka başa bela
FENERBAHÇE Anelka’yı alıyormuş. Süper isim. Bir dönem Fransa Milli Takımı’nın en önemli forvetlerinden biri.
Ancak uzun yıllardır gözden düşmüş bir isim.
Neden mi?
Çünkü normal değil.
Fransa’nın hiç kuşkusuz en problemli futbolcusu.
Nouma’nın çılgınlıklarını alın, 50 ile çarpın alın size Anelka.
PSG’de oynadığı dönemde başı beladan hiç kurtulmadı.
Çevresinde kimi meslektaşı bir grup ‘serseri’ barındıran, ayakları ‘harika’ ama ‘kafası bozuk’ bir futbolcu.
Bu kadar parayla böyle bir risk alınır mı bilmem.
Tabii Daum gibi bir çılgın hoca istiyorsa, bir bildiği vardır.
Deli deliyi görünce çomağını saklayabilir.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Her spor otomobili Ferrari zannetmediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku 17 Ocak 2005
<B>GAZETECİLİK </B>giderek <B>‘zor zenaat’</B> olmaya başladı. Gazetecilik refleksiyle yaptığınız her şey, yazdığınız her satır <B>‘farklı algılamalar’</B> ve <B>‘farklı tepkilere’</B> neden oluyor. Cumartesi günü TMSF Başkanı Ahmet Ertürk’le yapmış olduğum bir sohbeti naklettim.
Bugün de bu sohbetin bir başka bölümünü yazacaktım.
Ancak yazdıklarım Sabah Gazetesi’nin bence ‘anlamsız’ tepkisine neden oldu.
Sabah Gazetesi ekonomi müdürü Yavuz Semerci, benim devletin alacağının nasıl tahsil edileceği konusundaki ‘merakımı’ farklı algılamış.
Ve haliyle konuyu bir ‘medya savaşına’ dönüştürmeye çalışmış.
Ben kendi adıma böyle bir savaşın içinde olma niyetlisi değilim.
Ama ben nasıl ki Murat Demirel ve benzerlerinin halkın parasını iç edip, sonra da kral gibi yaşamaya devam etmesine karşıysam, Dinç Bilgin’in de devlete milyar dolar borç takıp sonra da bunun üzerine yatmasına karşıyım. Ben ‘bazıları’ gibi medyası olan borçlular ve medyası olmayan borçlular diye bir ayrım yapamam.
Semerci benim Ahmet Ertürk’ten aldığım bilgileri çarpıttığımı iddia ediyor.
Tek bir kelime çarpıtma yapmadım. Bunu namusuna, insanlığına güvenmeye devam ettiğim Ertürk de biliyor.
Ben ‘basit’ bir gazeteci olarak öğrendiğim, bildiğim her şeyi yazarım. Bilgi saklamam. İş takibi yapmam. Ne bürokratlarla, ne siyasetçilerle şirket çıkarları üzerine konuşmam. Benim için önde gelen toplum çıkarlarıdır.
Ertürk’le konuştuklarımı nakletmemim de temelinde bu yatar.
Yavuz Semerci’nin ‘tarzından’ anladığım kadarıyla ‘patron çıkarlarını’ korumak için bir medya savaşı çıkaracaklar.
Semerci’ye sorarım, bu savaşta kullanacağınızı açıkladığınız bilgileri bugüne kadar niye yazmadınız!
Bir gün lazım olur diye bilgi saklamak veya haber oluşturmak mı gazeteciliktir, yoksa benim yaptığım gibi öğrendiğini yazmak mı? Ben ‘açık’ bir şekilde görüşlerimi yazdım.
Bu görüşlerin karşıtı başka görüşler olabilir. Ama tehdit, şantaj, görüş olamaz Sevgili Semerci.
Benim cumartesi günü yazdıklarımda ‘patron çıkarı’ kollanmadı. Hatta tam aksine belki de bu gazetenin sahibinin yaklaşımlarının dışında olabilecek ‘tavsiyeler’ yer aldı.
Ama siz bunu bir medya savaşına dönüştürmek istiyorsunuz.
TMSF’yi terörize etmek istiyorsunuz. Devlet kesesinden cömertlik yaparak gazetenizin fiyatını düşürmek istiyorsunuz. Başbakan’ın eşine verilen hediyeleri haber yapmayarak, siyasi destek bulacağınızı zannediyorsunuz.
Ben Cem Uzan’la ilgili olarak yazdığım zaman da, onlar da aynı şeyi yaptılar.
Bunu bir medya savaşına çevirdiler. Dönemin iktidarına yakın olduklarını düşünerek hareket ettiler. Ama sonuç ortada.
Bence doğruluk kazanır Yavuz kardeşim. Doğruluktan ayrılmayın. Kavga ederken bile.
İlaç faturası çok kabaracak
DEVLETİN yeni ilaç alım prosedürü devletin zaten gereğinden büyük olan ‘ilaç faturasını’ büyütecek mi, küçültecek mi tartışılıyor.
Tartışmayı rakamlar üzerinden yapmanın daha yararlı olduğunu düşünerek bir uzmanın görüşlerine yer vermek istiyorum:
‘Hükümetin; kamunun ortak bir ilaç alim politikası ve fiyatı belirlemesi ile devletin katrilyonlarca kár edeceği yönünde günlerdir basınımız aracılığı ile pompaladığı haberler gerçeği yansıtmamakta, aksine bu yöntemle hazinenin katrilyonlarca zarar edeceği gerçeği gözden kaçırılmaya çalışılmaktadır.
Bu hazine zararını basit bir hesapla açıklamaya çalışırsak:
Bilindiği üzere ülkemizde ilaçlar Sağlık Bakanlığı’nın belirlemiş olduğu imalatçı, depocu ve perakende satış fiyatları ile satılmaktadır.
Bunların oranları ise:
Sektör Birim
İmalatçı /İthalatçı 100
Depocu 109
Perakende satış (KDV’siz) 136.25,
Perakende satış (KDV’li) 147.15.
Daha önceki ilaç temin yöntemi olan ‘ihale ile ilaç alma’ sistemine göre yapılan ve daha sonra yöntem değiştirileceği için iptal edilen 30 Eylül 2004 tarihli merkezi (toplu) alımda SSK kurumuna ilaç firmaları tarafından uygulanmış olan iskonto oranı imalatçı fiyat üzerinden yaklaşık %17.45’tir. Bu da 100 TL imalatçı fiyatı olan bir ilacı ilaç sanayiinin kuruma 82.55 TL’ye vermeyi taahhüt ettiği anlamına gelmektedir.
Yani bu sisteme göre 100 TL imalatçı fiyatı olan bir ilacın devlete maliyeti yaklaşık 82.55 TL’dir.
Hakkında devletin katrilyonlarca kár edeceği yönünde yanlış haberler pompalanan hastaların serbest eczanelerden almış olduğu ilaç bedellerini devletin %14.5 ıskonto ile ödemesi yönteminin gerçek maliyetlerini de ortaya koyarsak; %14.5’lik ıskonto Sağlık Bakanlığı tarafından belirlenen KDV’siz perakende fiyatına uygulanacağından,
P. satış (KDV’siz) 136.25 TL.
İskonto19.76 TL.
Devlete maliyet116.49 TL. bulunur.
Yani bu sisteme göre 100 TL imalatçı fiyatı olan bir ilacın devlete yaklaşık maliyeti 116.49 TL’ye fırlamaktadır. Bir başka ifade ile baz alınan 100 TL imalatçı fiyatı örneğine göre 33.94 TL fazla ödeme yapılmakta olup bu fazla ödemenin oranı ise yaklaşık %41’dir.
Yukarıda son derece açık ve basit hesaplamalar ile devletin aslında sistem değişikliği ile kár değil yaklaşık % 41 zarar edeceği ortaya konmuştur.
Bu zararı Türkiye’nin gerçeklerine uyguladığımızda; Türkiye’de ilacın %85’ini kamu tüketmektedir ve Türkiye’deki sosyal güvenlik kurumlarının yıllık ilaç gideri yaklaşık 10 katrilyonu aşmaktadır.
Bu anlamda yukarıdaki hesaba göre hazine zararı yaklaşık 4.1 katrilyon TL’dir.’
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Aptal masumlar, akıllı suçlulardan daha suçlu görülmediği zaman...
Yazının Devamını Oku 15 Ocak 2005
<B>ÖNCEKİ </B>gün TMSF Başkanı <B>Ahmet Ertürk’</B>le uzun uzun sohbet etme fırsatı buldum. <br><br>Nedendir bilmem ama bana her zaman itimat telkin eden bir tavrı var. Bir araya gelince konumuz ister istemez TMSF’nin alacaklı olduğu kişiler ve özellikle de medya sahipleri oldu.
Öncelikle Sabah Gazetesi’nin ve Dinç Bilgin’in durumunu konuştuk.
Biliyorsunuz Sabah Gazetesi şu anda kirada. Dinç Bilgin’in yaptığı bir anlaşmayla Turgay Ciner Sabah’ın ve ATV’nin haklarını elinde bulunduruyor. Buradan Dinç Bilgin’in alması gereken kira TMSF’ye ödeniyor.
Ertürk’e ‘Bu yıl Sabah ve ATV için ne kadar kira aldınız?’ diye sordum.
Gülerek yanıt verdi. ‘Yaklaşık 2 milyon dolar.’
‘Peki kiralanan malın değeri sizce ne?’ diye sordum.
‘Siz daha iyi bilirsiniz’ dedi. Biliyordum. Çünkü 550 milyon dolara müşteri hazırdı.
‘Peki Turgay Bey’in satın alma niyeti yok mu?’ diye sordum.
‘Var ama verdiği teklif çok düşük. Bu fiyata vermemiz mümkün değil. O da fazlasını vermiyor’ dedi.
Turgay Ciner’in verdiği teklifin 200 milyon dolar civarında olduğunu da öğrendim.
Yani diğer teklifin yarısının altında.
Tabii Ciner kendi açısından haklıydı. Geçmişte bir anlaşma yapmış. Geçmiş BDDK yönetimi de bu anlaşmaya onay vermişti. Ciner komik paraya kullandığı bir hak için niye fazladan para versindi ki!
‘Peki ne olacak?’ diye sordum.
‘15 gün içinde her şey belli olur. Gereken neyse yapılacak’ dedi.
‘Ya Star. Satmayacak mısınız? Hükümetin satış istemediği, kendine bağlı medya istediği konuşuluyor’ dedim.
‘Satabilsek satacağız. Ama biliyorsunuz RTÜK’ten kaynaklanan sorunlar vardı. Bunun için Meclis’e bir yasa sevk edildi. Satma niyeti olmasa özel yasa mı hazırlanır. Satılacak’ dedi.
‘Alıcılar çok mu?’ dedim.
Çokmuş. Bu kez Ertürk sordu: ‘Medyanın yabancılara satılması için ne düşünürsünüz?’
‘Bana göre sermayenin yerlisi yabancısı olmaz. Yerliler çok iyiydi. Soyup soğana çevirdiler. Yabancılar hiç değilse etik kurallara daha dikkat ederler. Ayrıca Türkiye’de yasalar var, mahkemeler var, kurallar var, kurumlar var. Bunlar işlerse yerli yabancı fark etmez. Hatta yabancı iyi olur’ dedim.
‘Aynı fikirdeyim’ dedi. Ancak anladığım kadarıyla Ertürk’le ve benimle aynı fikirde olmayanlar da vardı.
‘Yabancılar kim?’ diye sordum.
Taliplerin çoğu yabancı medya gruplarıymış.
‘Medya galiba cazip bir iş. Müthiş bir yabancı ilgisi var. Şaşırtıcı’ dedi.
‘Peki Star’ın satışı ne zaman olur?’ diye sordum.
‘Yasa çıksın çok çabuk olur ama şimdi de RTÜK Başkanı frekans ihalesi falan diyor. Bunlar netleşmeli. Yoksa yatırımcı ürküyor’ dedi.
Anladığım kadarıyla Türkiye’de medyada ciddi bir hareketlenme olacak.
Hayırlı olur inşallah.
Helada yemek yemek caiz midir?
BİR okurum başından geçen ilginç bir olayı aktarıyor. Yorumsuz iletiyorum.
‘Son günlerde medyaya yansıyan bazı olaylar bana geçmişte başımdan geçen bir olayı hatırlattı. Sene 1964. İstanbul Sular İdaresi’nin kazı ve boru döşeme işini abim Muharrem Demirci ile birlikte yapıyordum. O tarihte her ilçenin şube müdürlükleri vardı. Bir gün Bakırköy Şube Müdürlüğü’nde memurlar ile çalışma programı yapıyorduk. Memurların odasına şube müdürü geldi ve şu an ismini hatırlamadığım müdür bey parasının bittiğinden memurlara yakındı. Aybaşına üç-dört gün vardı. Ben de ‘Ben size biraz borç verebilirim’ dedim. ‘Sizden borç alamam’ dedi. Ve orada bir söz hatırlattı. ‘Adamın biri bir gün bir din hocasına sormuş. Hocam helada bir şey yemek caiz midir? Hoca, belki günah olmayabilir ama gören olursa pislik yiyor zannederler, demiş. Onun için ben de sizden borç alırsam müteahhitten rüşvet alıyor derler’ dedi ve önerimi kibarca geri çevirdi. Ben de yazınızı okuyunca 40 senelik bu olayı hatırladım.’
Bunu niye mi aktardım?
Bilmem!
Ne mankeni, bunlar telekız
ŞU ‘gerçek’ mankenlere çok üzülüyorum. Bir bölümü sadece işlerini yapmaya çalışıyorlar.
Podyuma çıkıp yürüyor, tanıtımlarda görev alıyor ve sonrasında ‘doğru düzgün’ bir hayat yaşıyorlar.
Bunlar kimler mi?
Pek çok. Akla ilk gelen belki Deniz Pulaş.
Ama ne zaman bir polis operasyonunda kokain kullanan bir ‘fahişe’ kokain aleminde yakalansa konu basına ‘Manken bilmem kim yakalandı’ diye aksediyor.
Yahu ne mankeni. Bunlar alenen ‘telekız’. Doğru düzgün bir defilede podyuma çıkmışlıkları yok.
Olsa olsa gazetelerin pazar günleri verdiği eklerde ‘manken’ adı altında çıplak poz vermiş, piyasa yapmış, fiyat artırmışlar.
Sıradan telekızlardan tek farkları olsa olsa medyada göründükleri için fiyatlarının biraz daha pahalı olması.
Ama polis açıklamasında, gazete haberinde adlı manken.
Zavallı gerçek mankenler ise sanki bunlarla aynı işi yapıyormuş gibi mesleklerini söylemeye utanır hale geliyorlar.
Yazık.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Derinlerdeki güzelliği aramaya korkmadığımız veya kendimizi bunları arayamayacak kadar güçsüz hissetmediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku 14 Ocak 2005
<B>UZUN </B>yıllar önce, ABD Dışişleri Bakanı <B>Kissinger’</B>ın bir gezisi sırasında eşine birkaç bin dolar değerinde şık bir pırlanta kolye hediye edilmişti.Kissinger görevde olduğu sürece Bayan Kissinger bu kolyeyi taktı.
Görevden ayrılırken de ‘Parasını Amerikan hazinesine ödeyerek’ kolyeyi almak istedi.
Çünkü ABD’de kamu görevlilerinin belirli bir limitin üzerinde hediye kabul etmelerini yasaklayan bir yasa vardı.
Ancak bu teklif kabul görmedi ve Kissinger’lar kolyeyi hazineye bıraktılar.
Rusya gezisi sırasında bir Türk kuyumculuk firması, Başbakan’ın eşi Emine Hanım’a 30 bin dolar değerinde olduğu iddia edilen bir kolye hediye etmiş.
Hediyeyi veren yabancı bir devlet adamı veya kurum değil, bir Türk firması olduğu için bu hediye daha verilirken rahatlıkla reddedilebilirdi. Doğrusu buydu.
Ama edilmemiş.
Bence büyük yanlış yapılmış.
Genelde sağduyulu biri olarak tanıdığımız Emine Erdoğan, ‘Kocam Başbakan olmasa bu adamlar bana bu kolyeyi niye hediye etsin’ deyip, geri çevirse çok şık bir hareket yapmış olacaktı.
Fırsatı kaçırdı.
Ama yine de bir başka fırsat doğdu.
Tayyip Erdoğan, geçtiğimiz günlerde kamu görevlilerinin ne şekilde hediye alabileceklerine dair bir ‘etik yönetmeliği’ hazırlattı.
Benzer bir yönetmelik siyasetçileri de kapsayacak şekilde oluşturulabilir.
Ve bu değeri yüksek gerdanlık da, Başbakanlık demirbaşları arasına kaydedilir.
Konu da kapanır. Hem de geleceğe yönelik olarak bir önlem alınmış olur.
Çünkü bu kolye meselesi, makamın kullanımına verilen otobüse veya makam aracına benzemez.
Hediyeyi verenler ise bence büyük bir terbiyesizlik yapmışlar.
Aileden olmayan bir hanımefendiye bu kadar büyük bir hediye en azından ‘görgüsüzlüğe’ girer.
Ferhan Şensoy: Sahneyi bırakmıyorum ki kavuğu vereyim
FERHAN Şensoy aradı, ‘Önce bir beni arayıp sonra yazsaydın’ dedi ve ‘kavuk’ konusuna açıklık getirdi.
‘Ben kavuğu ona veririm, buna vermem demiyorum. Ben kavuğu henüz vermeye hazır olmadığımı söylüyorum’ dedi ve anlattı:
‘Bu kavuk İsmail Dümbüllü’nün de değil. Bu kavuk Komik-i Şehir Hasan Efendi’nin. Hasan Efendi bu kavuğu 40 yıl takmış. İsmail Dümbüllü ise 13 yaşında Hasan Efendi’nin kumpanyasına çırak olarak girmiş. En sonunda bir gün Hasan Efendi, Dümbüllü’yü çağırmış ve ‘Sen artık oldun’ demiş ve kavuğu onun kafasına geçirmiş. Ve bir daha da sahneye çıkmamış. Münir Özkul da bana verdikten sonra bir daha hiç oynamadı. Ben hálá haftada 6 gün sahnede olan biri olarak kavuğu niye birine vereyim. Günü geldiğinde verecek birini buluruz elbet. Bu kavuğu genelde usta, çıraklarından birine devreder. Ben de öyle yaparım.’
Ferhan Şensoy’un anlattığına göre kavuğun sahibinin bir de vekili var. Kavuğun sahibi eğer kavuğu birine veremeden ölürse, vekil devreye giriyor ve kime verileceğine o karar veriyor. Münir Özkul’un vekili Erol Günaydın’mış. Hatta bir gün Günaydın ve Özkul birlikte uçakla İzmir’e giderken, ‘Uçağa bir şey olursa kavuğun ne olacağına kim karar verecek’ diye konuşmuşlar.
Şensoy’a sordum, ‘Senin vekilin kim’ diye.
‘Bütün ortaoyuncuları benim vekilim. Ben veremeden ölürsem ya birine verirler, ya da usta çırak ilişkisi içinde içlerinden birine’ dedi.
Türkçe’nin bozulmasıyla ilgili olarak da söyleyecekleri vardı Şensoy’un.
‘Sinan beni dinlemiş; ama her zaman olduğu gibi yanlış anlamış’ dedi ve onu da anlattı:
‘Hızır Tüzel’le bir röportaj yaptım. Orada bana bu ‘oha oldum abi’ lafını sordu. Ben de bunların dilin zenginliği olduğunu, küfrün, argonun dile hayat getirdiğini anlattım. Ben mi demişim Türkçe bozuldu diye.’
Kavuk meselesi de böylece aydınlanmış oldu. Kavuk hálá Ferhan’da. Bu gidişle epey de onda kalacak gibi.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
En yüksek ücretin onurlu bir çalışma ortamı olduğunu anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 13 Ocak 2005
<B>KABİNEDE </B>revizyon yapılacağı aylardır konuşuluyordu. <br><br>Hemen herkes, <B>‘17 Aralık bir geçsin. Ardından dananın kuyruğu kopar. AB’den tarih alınıncaya kadar bu revizyon yapılmaz’ </B>fikrindeydi. 17 Aralık’ın ardından revizyon beklentileri iyiden iyiye yükseldi. Kimin gideceği, kimin geleceği bile konuşulur oldu.
Ancak Başbakan çıktı ve ‘Basın istiyor diye revizyon yapmam. Bu konu bu kadar gündemdeyken, bunu gündemime almam’ diyerek revizyon beklentilerini ‘öteledi’.
Bu bir tavırdır.
Ama acaba doğru bir tavır mıdır?
Bana sorarsanız, ‘Basın revizyon istiyor’ diye revizyon yapmak ne kadar yanlışsa, ‘Basın revizyon istiyor’ diye revizyon yapmaktan kaçınmak da aynı oranda yanlış. Çünkü bugün hükümet üyelerinin büyük bölümü bile bir revizyonun gerekliliği konusunda hemfikir.
Yıpranan, beklentileri boşa çıkaran, hükümetin çalışma hızına ayak uyduramayan, hakkındaki iddialarla ilgili dosyalar Başbakan’ın önüne koyulan bakanlar var.
Bütün bunlar bir beklenti yaratıyor ve revizyonu kaçınılmaz hale getiriyor. Başbakan Erdoğan, ‘Basın istediği için yapıyor’ görüntüsü vermemek için bu revizyonu erteliyor.
Ama bu sorunu çözmüyor.
Yerinden şüphe eden bakanlar hareket edemez hale geliyor.
Gidecek gözüyle bakılan bakanların altındaki bürokratlar iş yapmaktan kaçınır oluyor.
Bu da ister istemez devletin işleyişini yavaşlatıyor.
Türkiye’nin hız rekortmeni Başbakan Erdoğan, bu konudaki kararını bir kez daha gözden geçirmeli ve bu revizyonu bir an önce yapmalı. Ne basın istedi diye, ne basın istemedi diye.
Türkiye için...
Damdan sınav düştü
EĞİTİM yılının orta yerinde öğrencilerin kafalarının karıştırılmasından daha tehlikeli ve daha yanlış bir şey olmadığını, bizzat Milli Eğitim Bakanı Çelik bana söylemişti.
Ancak görüyorum ki, Türk milli eğitiminin yıllardır süren bu hastalığı, hálá devam ediyor.
Karnelerin alınmasına kısa bir süre kala, notları etkileyecek bir ‘ortak sınav’ kábusu ortaya çıktı.
Sınava girmeyen öğrencilerin üniversite kazanmalarına etki edecek bir durum oluştu.
Milli Eğitim Bakanlığı, bu yanlıştan bir an önce dönmek zorunda.
Damdan düşer gibi sınavla, çocukları şaşırtmaya ve mağdur etmeye kimsenin hakkı yok.
Kavuk kavgası
BİR kavuk kavgasıdır gidiyor. Mektebi Sultani’den abim Ferhan Şensoy, Dümbüllü’nün kavuğunu Cem Yılmaz’a vermeyeceğini söylemiş.
Cem Yılmaz kavuğa talip mi bilmiyorum; ama Dümbüllü’nün kavuğu bence Cem’e cuk oturur.
Ben tam bunu yazmayı düşünürken, Nejat Uygur ortaya çıkıp ‘Kavuk benim hakkım’ diye tutturdu ki, bu olacak şey değil.
Kavuk büyükten küçüğe geçer, küçükten büyüğe değil.
Dün tam Sinan Çetin’le bunu tartışırken, Sinan ‘Ferhan Türkçe’nin bozulmasından da şikáyetçi’ dedi.
Şaşırdım.
Çünkü Türkiye’de tiyatrocular arasında Türkçe ile en fazla oynayan, en fazla kelime türeten ve Türkçe’yi en fazla çekiştirip bozan isimdi Ferhan Şensoy.
Yanlış mı yapıyordu? Yoo... Çok da eğlenceli oluyordu.
Ama şimdi yaptığının tersini söyleyerek ve başkalarını suçlayarak yanlış yapıyor.
Bu tavır, sevgili abime yakışmıyor.
Ne yönetmen ne sunucu, bence yayıncı
SİNAN Çetin deyince aklıma geldi. Film ve reklam yönetmeni, yapımcı, sunucu Sinan Çetin’i hepimiz tanıyoruz.
Ama Sinan Çetin’in bir süredir önemli bir özelliği daha var ve ona da söyledim: ‘Senin en beğendiğim yönün yayıncılığın.’
Çetin bir süreden beri Plato Yayıncılık adı altında kitap yayınlıyor.
Rus asıllı Amerikalı filozof Ayn Rand’ın kitaplarını basıyor.
Bu kitaplardan bazıları daha önce Türkiye’de korsan olarak basılmıştı. Ama Sinan telif haklarını alarak bu kitapları yayınlamaya başladı.
Size bu kitapları ‘şiddetle’ tavsiye ediyorum.
Türkçe’ye ‘Hayatın Kaynağı’ adıyla çevrilen ‘The Fountainhead’ ile başlayın.
Zaten diğerlerini okumak için çıldıracaksınız.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
</bGeri çekmekte zorlanacağımız adımları atmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 12 Ocak 2005
<B>TÜRKİYE ’</B>nin tanıtımlarını yıllardır aynı firma yapıyor. Son derece komplike bir işi kötü de yapmıyorlar. Düzeni kurmuşlar ve sistem oturmuş. Ne var ki, Kültür ve Turizm Bakanlığı zaman zaman ‘yarışma’ düzenleyip yeni ajans arayışlarına giriyor. Fakat kazanan değişmiyor.
Bu yıl da aynı olay tekrarlandı. Ve yarışmaya katılan firmalardan birinin patronu, Reklamevi Y&R’ın kurucusu Atilla Aksoy bana bir mektup yolladı. Aynen yayınlıyorum: ‘Türkiye yıllardır kendini ‘tanıtma’, daha doğrusu ‘tanıtamama’ endişesinde. Türkiye yıllardır çok önemli sayılabilecek bir kaynak ayırıyor tanıtıma. Oysa Türkiye tanıtımı, yıllardır reklam sektörünün ilgilenmediği bir alan. Sektör her yıl turizm alanında açılan ihalenin özellikle son beş yıldır ‘sonucunun önceden belli olduğu’ endişesinde. İlgisi o kadar düşük ki, 2004 Şubat ayında açılan ve toplam bütçesi Türkiye turizm tanıtımının yaklaşık onda biri olan bir otomotiv markası konkuruna 80 ajans başvururken, 47 milyon dolarlık Türkiye turizm tanıtımı için Bakanlığa başvuran ajansların sayısı iki elin parmaklarını geçmiyor. Aralarında Reklamcılar Derneği üyesi olan 2 ya da 3 ajans var. Sektör dışından birileri bu ilgisizliği duysa ‘bu reklamcılar ülkelerini sevmiyorlar’ diye düşünecek. İnsan, bu kadar yüksek cirolu ve manevi bakımdan bu kadar önemli bir tanıtım fırsatına sektörün ilgisinin ve inancının bu kadar düşük olabileceğine inanmak bile istemiyor.
Üstelik yıl 2005. Dünyanın gözü Türkiye’nin üzerinde. Türkiye, Cumhuriyet tarihinde belki ilk kez uluslararası alanda bir ilgi odağı haline gelmiş durumda. 40 yıldır uğraş verdiğimiz AB müzakereleri için tarih alınmış; müzakereler bu yıl başlayacak. Öte yandan turizmde yıllardır büyüyen ve Türkiye’nin de içinde bulunduğu Akdeniz pazarı, en büyük rakibinin yaşadığı felaket sonucu çok kısa olmayan bir dönem için neredeyse rakipsiz kalmış durumda. Kısacası 2005 her zamankinden farklı, her zamankinden önemli.
Kültür ve Turizm Bakanlığı devlet kuralları içinde bir ihale açıyor. İnançsız bir sektörü bir kez daha davet ediyor katılıma, yasal zorunluluklar dışında özel olarak hiçbir şey yapmadan. Yasal açıdan ihale şeklinin ve yürütülüşünün bir açığı olup olmadığı konusu hukukçuların işi. Muhtemelen her şey ‘kılıfına uygundur.’ Ama 2005 yılında Türkiye, yasal kılıfların üzerinde bir dikkate sahiptir, sahip olmalıdır diye düşünüyor insan. Ve aklına bazı sorular geliyor. Neden sektör bu yıl da inançsız ve ilgisizdi? Neden bu inançsızlığı ve var olan önyargıları yok etmek için Bakanlık özel bir çaba göstermedi? Neden Türkiye’nin tanıtımı bir ulusal yarışma haline dönüştürülüp reklamcılık sektörünün en iyilerinin katılması sağlanmadı? Neden Kültür ve Turizm Bakanı ‘Ben bu işe karışmıyorum, işin objektifliğine gölge düşürmek istemem’ diyor? Türkiye’nin tanıtımı, Kültür ve Turizm Bakanı’nın 1 numaralı işi, en önemli görevi değil mi? Bir işi üslenmek illa ‘objektifliğine müdahale etmek’ midir? Bu yıl Paris’te yapılan konkur finaline kaç ajans çağırıldı? Hangi stratejiler, hangi yaratıcı işler, hangi mecra planları, hangi fiyat teklifleri karşılaştırıldı? Neden dünyanın saygın iletişim kuruluşları bu göreve talip olmuyorlar? 47 milyon dolarlık ciro mu az geliyor, yoksa bir ‘güvensizlikleri’ mi var? Nasıl oluyor da, İngiltere’de, Almanya’da, Fransa’da reklam sektörüne yeni girmiş insanlar bile Türkiye tanıtım ihalesine ‘bıyık altından gülüyorlar’?
Türkiye’nin bu soruları sorması ve Türkiye tanıtımını sektör için bir gurur kaynağı haline getirmesi gerekir. Hem de şimdi, hemen. Tanıtımsızlık kaderine razı olmazsa tabii.’
ABD, Irak’ı bölecek
ABD, Irak’ı bölmekte kesin kararlı görünüyor. Çünkü içerdeki ‘direniş hareketini’ bastırmak için uygulamaya koyacağı plan, Irak’ın bölünme fitilini ateşlemekten başka işe yaramayacak.
Sünni direnişe karşı, Kürt ve Şii güvenlik güçleri oluşturulacak ve bu güçler, kendi bölgelerindeki direnişe karşı ABD güçleriyle birlikte savaşacaklar.
Sonra direniş bastırılacak ve zaten ‘pamuk ipliğiyle bağlı’ olan bu üç etnik ve dini unsur her şeyi unutup tekrar birlikte yaşamaya devam edecekler.
Bence bu imkánsız. Ve bunun imkánsız olduğunu benim kadar ABD de biliyor.
O ayakkabı İtalyan değil
HÜRRİYET ’in ‘Cinnah Fısıltıları’ köşesinde Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in ‘pabucu’ vardı. Ayakkabının tabanını fotoğraflayan Hürriyet, ‘Bakan pabucunun anatomisini’ çıkarmış ve ‘Bakan’ın ayakkabısı İtalyan malı’ demiş.
Ama bana sorarsanız yanılmışlar. Anatomi dersinden sınıfta kalmışlar.
Çünkü Hürriyet’e göre ayakkabının altında ‘Leather sole’ yazıyormuş ve ‘Hand made’ ibaresi varmış. Yani İngilizce olarak ‘Deridir’ ve ‘El yapımı’ yazıları.
Hürriyet ‘Made in ...’in ne olduğunu görememiş ama veriler İtalyan olmadığını gösteriyor. Çünkü İtalyanlar ayakkabıların altına İngilizce yazı yazmazlar. Eğer bir İtalyan ayakkabısı deriden yapılmışsa altında ‘Vero cuiao’ yani ‘Gerçek deri’ yazar. Bu arada Çelik’e tavsiyem, ayakkabı alınca altındaki etiketleri çıkarsın. Çok ‘gayri estetik’ oluyor.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
En fazla, en sevdiklerimizi kırabildiğimizi anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 11 Ocak 2005
<B>DÜN </B>Sabah’ın manşetinde <B>Faruk Süren </B>vardı. <B>‘Saraydan Lojmana’</B> başlığıyla. Evini satmak zorunda kalan <B>Süren,</B> fabrikasının lojmanında yaşıyordu. Ne onurlu bir ‘batış’.
Süren’in içinde bulunduğu durumu yakından bilenlerdenim.
Herkes kulüp başkanlığı unvanını kullanarak iş bitirip zenginleşirken, o tam aksini yaşadı. Galatasaray’daki başarılı dönemi bittiğinde, yöneticilerinin elinde kalan şirketleri de bitmişti.
34 milyon doları bulan borcu için oturup bankalarla anlaştı. Ancak bankalar anlaşmaya ‘tam olarak’ uymadılar.
Borçlara yeni bir vade verdiler; ama toparlanması için gereken krediyi vermediler.
Süren yılmadı.
Türkiye’de banka batıranlar, kanun kaçakları sefahat içinde yaşarken o borçlarını ödemek için yola çıktı.
Yıllarca uğraşıp yaptırdığı, her bir taşında emeği olan evini sattı. Aldığı tüm parayı götürüp bankalara verdi.
İsviçre’de muhteşem bir çiftliği vardı. Onu satışa çıkardı. Müşteri de buldu. Ancak satış, evin bulunduğu kantonun yasalarına takıldı. Çiftliği, bulunduğu bölgenin yerlilerinden biri almak isterse ona satmak zorundaydı. Bunun için de belirli bir bekleme süresi vardı. Bu yüzden satışı gerçekleştiremedi. Gerçekleştirseydi parayı getirecek, borçlarından bir bölümünü daha ödeyecekti.
Oysa o çiftliğin satışından elde edeceği parayı Türkiye’ye getirmeyebilir, o parayla yıllarca yurtdışında yaşayabilirdi.
Tüm zorluklarına rağmen bir yılda borcunun üçte birini, 11 milyon dolarını ödedi.
Bu arada sendikalarla oturdu konuştu. Mağdur olan işçilerinin haklarını ödemek için uğraştı. Ne kadarını becerebildi bilmiyorum; ama çok çabaladı.
Ne bazıları gibi muvazaalı işlemlerle mal kaçırmaya çalıştı, ne de borçlarının üzerine yatıp zevku sefa içinde yaşamını sürdürdü. Ama hiç renk vermedi. Kan kustu, kızılcık şerbeti içtiğini söyledi.
Ve o ‘şahane adam’ görüntüsünden hiç taviz vermedi.
Tüm bunları yazdığım Faruk Süren, zaman zaman ayrı düşünsek de, birbirimize kızsak da, küssek de benim dostumdur.
Ve batarken sergilediği bu görüntü bile bana, ‘İyi ki böyle bir dostum var’ dedirtiyor.
İşyeri açmadı ama tecavüz etti
BELEDİYELER sabıkalılara iş kurdurmayınca, tecavüz olaylarının önüne geçilemiyormuş. Okmeydanı SSK Hastanesi’ndeki mesaisinden çıkarken tecavüz girişimine maruz kalan hemşirenin başına gelenler bunu kanıtlıyor.
Genç kıza tecavüz etmeye kalkışan kişi yakalandı.
Ve hırsızlıktan sabıkalı çıktı.
Bu kez tecavüze yeltenen bu sabıkalı, ‘Okmeydanı Belediyesi’nden (Biliyorum böyle bir belediye yok) ‘işyeri açma ruhsatı’ almamış; ama bu durum suç işlemeye, tecavüze devam etmesi için bir engel oluşturmamış.
Demek ki, sabıkalılara iş vermemek, işyeri açma ruhsatı vermemek, suçu ve tecavüzü önlemiyor. Suçluya caydırıcı bir ceza vermedikçe, cezasını tamamladıktan sonra doğru düzgün bir ‘topluma kazandırma programı’ uygulamadıkça, gerekiyorsa ‘tedavi etmedikçe’, işyeri açma ruhsatı vermeseniz de, işe almasanız da suç işlemeye devam edebiliyor.
Güneydeki belediyelerimizin akıllarını başlarına alması, Adalet Bakanlığı’nın özellikle ruhsal sorunlardan kaynaklanan suçlara karşı bir rehabilitasyon programı başlatması tek çözüm.
Ha, bir çözüm daha var.
Her suç işleyeni asarsanız, ortada sabıkalı kalmaz.
Uyar mı bilmem!
Bir mi, Saydam mı?
ALİ Atıf Bir, kendisini Ali Saydam’la aynı kefeye koyan bir yazara çok kızmış, kükremiş. ‘Ben bu işin eğitimini aldım, o ise piyasadan yetişti’ diyor ve Ali Saydam’ı küçümsüyor.
İkisini de değerlendirecek bir teraziye sahip değilim. İkisinin de sevdiğim, sevmediğim, beğendiğim, beğenmediğim yönleri var.
Ama Ali Atıf Bir’in ‘O mektebini okumadı’ demesini yadırgıyorum.
Ali Saydam, mektebini okumamış olsa da bence değerli bir iletişim uzmanıdır.
Zaten bu nedenle, şirketinin portföyünde Türkiye’nin en önemli holdingleri ve kişileri var.
Mektebini okumaya gelince.
Şimdi bir bilgisayar mühendisi, bir bilgisayar yazılımcısı çıkıp, bilgisayarla ilgili hiçbir okula gitmemiş, hatta üniversiteyi bile bitirmemiş olan Bill Gates için, ‘Microsoft’un patronu Bill Gates, bir halt değildir. Çünkü o mektebinde okumadı; ama ben okudum’ derse ona herkes güler.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Spor kulübü başkanları, öncelikli işlerinin Türkiye’yi AB’ye sokmak değil, kendi takımlarını Avrupa Futbol Federasyonları Birliği standardına getirmek olduğunu idrak ettikleri zaman.
Yazının Devamını Oku 10 Ocak 2005
<B>DENİZ Baykal,</B> CHP’yi sıfıra indirmeye kararlı gözüküyor. <br><br>Kendisine muhalif olan herkesi partiden atmaya niyetli. Bugüne kadar bu konuda başarılı da oldu. Bütün muhaliflerini ‘yedi’.
Ama sıra Mustafa Sarıgül’e gelince, ‘midesine oturdu’.
Baykal’ın sadece Sarıgül olayındaki tavrı bile aslında liderlik yeteneklerinden ne kadar uzak, günü geldiğinde Türkiye’yi yönetmekten ne kadar aciz olduğunu ortaya koydu.
Sarıgül karşısında bütün soğukkanlılığını yitirdi.
Sağduyulu bir lider, bir yönetici gibi davranamadı.
Hisleri aklına galip geldi ve saldırdı.
Ne var ki, bu saldırı sonuç vermedi. Sarıgül ‘taktik’ bir zafer elde ederken, Baykal ‘stratejik’ bir hüsrana uğradı.
Bu hüsranın ardından Baykal iyice dağıttı.
Kendi seçtiği disiplin kurulu üyelerini ‘yolsuzlukla’, ‘rüşvet almakla’suçladı.
Oysa onlar CHP’nin ‘ileri gelenleriydi’.
Sarıgül’den rüşvet alanların partisi Türkiye’yi nasıl yönetebilirdi.
Baykal’ın hırsı bunu görmesini bile engelledi.
O da yetmedi.
Şimdi CHP’nin Yüksek Disiplin Kurulu üyelerini, CHP’nin Yüksek Disiplin Kurulu’na sevk ediyor.
Sarıgül’ü partiden atmayanları partiden atma harekatı başlattı.
Böyle giderse CHP’den Baykal dışındaki herkes atılacak.
Bence bu işi daha kolay halletmenin bir yolu var.
Bütün partiyi teker teker atacaklarına Deniz Bey’i atsınlar.
Sonuçta hesap değişmez.
Tuncer Paşa götürmemiş ama...
TÜRK Silahlı Kuvvetleri’nin bazı personeliyle ilgili yolsuzluk ve iddialar bir patladı, pir patladı.
Bunlar üzücü olmakla beraber, Türkiye’de ‘şeffaflaşmanın’ başladığının ve ‘tabuların’ yıkılma yolunda olduğunun da göstergesi.
Yakın zamana kadar ordu içinde ‘böyle’ kimseler olmaz, eskaza olursa ‘kol yen içinde’ kırılırdı. Bunların basına aksetmesi zor, akseden bölümünün yazılması daha da zordu. Şimdi bunlar manşetlerde. Yargılamaları açık.
İlhami Erdil konusu yargıda. Bu konuya değinmeyeceğim. Ancak Tuncer Kılınç Paşa’nın durumu beni üzüyor.
Konuşulan miktarlar, ortaya çıkan parasal boyut gösteriyor ki, Tuncer Paşa ‘götürücülerden’ değil.
Orduda kırk seneyi aşkın hizmet ve en yüksek rütbeden emekliliğine rağmen, mal varlığı ve 150 bin doları denkleştirememesi bunu gösteriyor.
Ancak yolun sonunda yaptığı hata affedilir gibi değil.
Bir müteahhitten, üstelik de orduya iş yapan bir müteahhitten 150 bin dolar ‘borç’ almak bile yakışıksız.
Tuncer Paşa bir ev alabilmek, bir okazyonu değerlendirebilmek için elbette herkes gibi borç alabilir. Bunu bir bankadan veya çok yakın bir arkadaşından alması kabul edilebilir bir durum da oluşturabilir.
Ama bu miktarda parayı ‘borç’ olarak bile olsa orduya iş yapan birinden alması ‘olacak iş’ değil.
Tuncer Paşa kalkıp ‘Evet ama o benim aynı zamanda arkadaşımdır’ demesin. Çünkü arkadaş bile olsa, olmaz. Ki, arkadaşı olmadığı da net ortada. Arkadaşlar, birbirleriyle olan ‘dostça’ para alışverişlerini mahkemelerde ifşa etmezler.
Açıkçası Tuncer Paşa’nın durumuna üzüldüm.
Belli ki namuslu bir kariyer. Belli ki akıl dışı bir hareketle kirletilmiş.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Anlaşılmamanın yanlış anlaşılmaktan daha iyi olduğunu anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku