29 Ocak 2005
<B>CHP’</B>de bugün Kurultay var. Bir yanda <B>Baykal,</B> diğer yanda <B>Sarıgül.</B> <br><br>Konuştuğum CHP’liler her iki adaydan da çok memnun değiller. Ancak değişim fırsatından ve CHP’nin hareketlenmesinden herkes memnun.
Kurultay nasıl sonuçlanır.
Aslında ibre Baykal’dan yana.
Ama toplumdan kaynaklanan ‘değişim dalgaları’ ibreleri bozabiliyor.
Sarıgül de böyle bir dalganın üzerinde ilerliyor.
Sarıgül hakkında çirkin iddialar ve dedikodular var.
Doğrusunu söylemek gerekirse benzer iddialar, benzer dönemlerde Başbakan Tayyip Erdoğan hakkında da vardı.
Dalgalar iddiaların da üzerinden tsunami gibi geçebiliyor.
Bu yarışın ikili hale gelmesi ve bir düelloya dönüşmesi de memnuniyet verici. Tek dileğimiz CHP’ye yakışır bir kurultay olması.
Çünkü AKP’ye ölse oy vermeyecek kararsız milyonlar, bu kurultayın sonucunu bekliyor.
Okurlar doğru yazarlar yanlış anladı
OKURLARIN büyük bölümü sinema eleştirmenleri ile ilgili ‘ne dediğimi anladı’ ama ‘bazı gazeteciler’ anlayamadı.
Yurtsan Atakan kardeşim, ‘Altaylı, nasıl olur da sinema eleştirmenlerinin işine son veririm der. Fikir özgürlüğü var. İstediklerini yazarlar’ diyor.
Eh be, Yurtsan. Bari sen yapma.
Ben yazdıklarından dolayı işlerine son veririm demiyorum ki.
Ben ‘Yazdıklarına kimse değer vermiyor, o zaman boşa yazdırıyoruz’ diyorum.
Gazete köşesi kimsenin değer vermediği, okumadığı veya kaale almadığı yazılar için harcanır mı? Hasbelkader yazar oldu diye, sonsuza kadar saçmalamasına ve boşu boşuna yer işgal etmesine izin vermek mi fikir özgürlüğüne saygı. Yapma Allah aşkına.
Hıncal Uluç ise sık sık yaptığı gibi Voltaire’den örnek veriyor ve yazar istediğini yazar diyor.
Yazar istediğini yazabilir ama sinema eleştirmenliği başka bir şeydir.
Eleştirmen bir filmi karalamaz, eleştirir. Potansiyel izleyiciye sinemaya gidince nasıl bir şeyle karşılaşacağını anlatır ve izleyicinin seçim yapmasını kolaylaştırır.
‘Bu filme gitmeyin’ demez. ‘Giderseniz şöyle bir film bulacaksanız’ der.
Kendi beğenilerini dikte etmez. Ve filmleri ‘tarzı’ içinde değerlendirir.
Yazımdan sonra son derece entelektüel bir dostum aradı.
‘Yazının altına imzamı atarım. Bunlar eleştirmen değil, entel bile değil. Züppe. Kendi züppeliklerinden başkasına da tahammülleri yok’ dedi.
Üstelik Uluç’a göre herkesin fikirlerini söyleme hakkı var, bir tek benim yok. Güldüm. Ne de olsa abimiz.
Ama ne kardeşim Yurtsan’ın, ne de abim Hıncal’ın bana fikir özgürlüğü ve gazetecilik üzerine ders vermesine gerek var. Ben o dersten her gün okur karşısında karne alıyorum. Anladığım kadarıyla notlar pek de fena değil.
2. Başkan genç subayların masasında
GENELKURMAY İkinci Başkanı İlker Başbuğ’un Kerkük mesajları iyi algılandı ama ‘Silahlı Kuvvetler personelinin büyük bölümü yoksulluk sınırının altında’ sözü tam hedefine ulaşmadı.
Gerçi Türkiye’nin yüzde 70’i o sınırın altında olunca Silahlı Kuvvetler de kendi büyüklüğü ile paralel durumdan nasibini alıyor ama anlatacağım o değil.
Başbuğ Paşa, çok farklı bir komutan. Hep ölçülü, mesafeli. Hatta tanımayanlar için biraz ‘snob’.
Ama aslında Silahlı Kuvvetler’in çok içinde ve çok içinden.
Başbuğ Paşa pek çok komutanın hiç yapmadığı, Genelkurmay Karargahı’nın ise ilk şahit olduğu işler yapıyor.
Bazen yemeklerini komutanlarla değil, gidip subay veya astsubay yemekhanelerinde yiyor.
Hiç haber vermeden birden yemekhaneye gidiyor.
Genç subayların veya astsubayların masasına oturuyor.
Bu masaya komutanlardan hiçbirini oturtmadan gençlerle sohbet ediyor, dertlerini dinliyor.
Hatta bir sohbette subaylardan biri ‘Komutanım kaloriferler yanmıyor, donuyoruz’ deyince kaloriferlerin ısısını yükselttiriyor.
Genelkurmay 2. Başkanı’nın ‘Subayların büyük bölümü yoksulluk sınırının altında’ tespiti de bu sohbetlerden ortaya çıkan bir gerçek.
Bu gerçeğin tespiti bir şeyi değiştirecek mi, birlikte göreceğiz.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Uğruna yaşamanın uğruna ölmekten çok daha fazla anlam ifade ettiğini anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 28 Ocak 2005
<B>TÜRKİYE’</B>nin <B>‘Kerkük hassasiyetini’</B> bir süre önce bu köşede dile getirmiştim. Türkiye’nin çok önemli bir kurumunun çok üst düzey bir yöneticisinin ağzından yapmıştım bu duyuruyu.
Önceki gün Orgeneral İlker Başbuğ, benim yazdıklarıma benzer görüşleri tekrarladı.
Çünkü bunlar Türkiye’nin ‘stratejik’ çıkarları.
Kerkük, Irak açısından çok önemli.
Çünkü Irak’ın mal varlığının ve zenginliğinin önemli unsurlarından biri.
Saddam döneminde, ‘otonom’ bir Kürdistan varken bile Kerkük hiçbir zaman Kürdistan’a bağlı olmadı.
Kerkük, ‘özel bir durum’ olarak hep Bağdat’taki merkezi yönetime bağlı kaldı.
Türkiye bugün de buna çok önem veriyor.
Diyebilirim ki, Kerkük’ün ‘Kürtleştirilmesi’, Türkiye açısından bağımsız bir Kürdistan kurulmasından çok daha ‘kabul edilemez’ bir durum.
Çünkü Kerkük’ün ekonomik önemi büyük.
Kerkük olmadan Kürdistan fikri bir anlam ifade etmiyor.
Bunun bilincinde olan Kürtler, Kerkük’ü ele geçirmek, Kerkük’ü Kürtleştirmek için ellerinden geleni yapıyorlar.
Zaten Türkiye’nin 1. Körfez Savaşı öncesi çok da yakından ilgilenmediği Türkmenlere yönelik son dönemdeki ‘yakın’ ilgisi de bundan kaynaklanıyor.
Türkiye’nin bu hassasiyeti ABD’ye hem siyasi, hem de askeri yetkililerce en üst düzeyde defalarca iletildi.
Ancak Bush’un ‘işbilmezleri’, Türkiye’nin bu uyarılarını ‘kös’ dinler gibi dinliyorlar.
Söyledikleri tek şey ‘Merak etmeyin, ...ceğiz, ...cağız’.
Ama gelişmeler Türkiye’yi kaygılandırıyor.
Peki New York Times’ın iki gündür iddia ettiği gibi, Türkiye bölgeye askeri bir müdahalede bulunabilir mi? Bulunursa ABD ne yapar?
Bulunmak için Türkiye’nin elinde yeterli güç var. ABD siyasi girişimlerle bunu engellemeye, durdurmaya çalışır.
Ama zaten Türkiye’nin elindeki tek koz askeri müdahale değil.
Deniz Bey’i öldürmezler, yaşatırlar
DENİZ Baykal’ın ‘AKP’yi tek başına bırakmak ve karşısına cılız bir muhalefet koymak için beni öldürecekler’ şeklindeki komplo teorisi, daha baştan çöküyor.
Çünkü yanlış verilerle teori üretilmez.
Deniz Bey’in teorisinin doğru olabilmesi için, bugün CHP’nin AKP karşısında ‘aslan gibi’ muhalefet yapıyor, AKP’nin oylarının geriliyor, CHP’nin de giderek yükselen bir grafik çiziyor olması gerekirdi.
Ancak durum bunun tam tersi. Bu nedenle Deniz Bey’i kimse öldürmez.
Eğer böyle bir komplo söz konusu ise komployu düzenleyenlerin Deniz Baykal’ı öldürmeleri değil, tam aksine ‘yaşatmak için ellerinden geleni yapmaları’ gerekir.
Deniz Bey’in dediği gibi, birileri eğer kendisini devirip yerine başka birilerini geçirmek istiyorsa, burada bir komployla karşı karşıya olan AKP olmalı.
Roche-SSK ilişkisi doymak bilmiyor mu?
SSK hastaneleri, alacakları her türlü tıbbi malzeme için ihale açarlar. Bu ihalelerde dönen dolapları, geçtiğimiz aylarda Vatan Gazetesi ile birlikte gün ışığına çıkarttığımız Roche rezaletiyle gündeme getirmiştik.
Şimdi yine bir rezalet gündemde. SSK Genel Müdürlüğü, SSK hastanelerine alınacak yıllık yaklaşık 5 milyon ‘hormon test kitinin’ ‘şartnamelerini’ gönderdi.
Bu şartnameye göre ihaleye sadece ‘2’, yazıyla ‘iki’ firma katılabiliyor. Tahmin edebileceğiniz gibi bunlardan biri ‘Roche’. SSK Genel Müdürlüğü’nün, bu duruma itiraz eden ve şartnamenin ‘hatalı’ veya ‘kasıtlı’ hazırlandığını söyleyen hastane yöneticilerinin sözlerini kulak arkası ettiği de bana ulaşan iddialar arasında. Oysa Türkiye’deki hastanelerde en az 6 markanın ürünleri kullanılabiliyor ve bunların rekabeti sonucunda daha uygun fiyatlar bulunabiliyor.
Bu rekabeti ortadan kaldırmanın yolu ise SSK Genel Müdürlüğü’nün hazırladığı gibi ‘firmaya özel şartname’den geçiyor. Umuyorum, birileri SSK ile Roche arasında bu ‘ilginç’ ve ‘kokulu’ ilişkinin üzerine gider.
Çünkü daha önce duyurduğumuz skandalda hiçbir ‘halt’ olmadı ve sistem yürüyüp gidiyor.
Bu ülkenin en büyük kara deliğinin ‘sağlık’ olduğu bilinmesine rağmen.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Ustalar, çıraklarına öğrettiklerini kendileri hatırladıkları zaman.
Yazının Devamını Oku 27 Ocak 2005
<B>SİNEMALARDA ‘başyapıt’</B> düzeyinde olduğu söylenen bir film oynuyor. <br><br>Adı Hero. Filmi izleyen bir arkadaşım geldi geçen gün.
‘Abi film iyi ama asla bir Tarantino filmi değil’ deyince gülmeye başladım. Çünkü Hero bir Quentin Tarantino filmi değil.
Hatta Tarantino’nun filmle hiç alakası yok. Ama filmin afişlerinde ‘Quentin Tarantino sunar’ diye yazınca pek çok kişi bu filmi bir Tarantino filmi sanıyor.
Gelin size hikáyeyi anlatayım.
Hero bir Çin filmi. Filmin yapımcısı film tamamlanınca filmi Amerikan sinema devi Miramax’a götürmüş ve filmin dünya dağıtımını yapmasını istemiş. Miramax yöneticileri filmi izlemişler, beğenmişler ama uzun bulmuşlar ve demişler ki: ‘Biz bunu dağıtırız ama yarım saatlik bölümünü kısaltın öyle getirin.’
Ancak filmin yönetmeni ‘Benim filmim oyuncak değil. Kısaltmam’ deyince Miramax dağıtmayı kabul etmemiş. Aradan zaman geçmiş, Tarantino bir Japonya seyahati sırasında filmi izlemiş ve áşık olmuş. Amerika’ya dönünce gitmiş Miramax’a ‘Böyle muhteşem bir film var. Bunu dağıtın’ demiş.
Miramaxçılar da ‘Dağıtacaktık ama kısaltmayı kabul etmediler’ deyince Tarantino, ‘Kısaltmadan dağıtın. Bence muhteşem bir film’ demiş.
Miramax da Tarantino’ya ‘Olur ama bir şartla. Senin adınla dağıtırız’ demiş.
Tarantino, ‘Ben bu filme bir şey katmadım ki, benim adımı nerede kullanacaksınız’ diye sormuş. Miramaxçılar, ‘Quentin Tarantino sunar’ diyeceğiz demişler. Tarantino filmin hatırına kabul etmiş. Görüşmeler yapılmış ve Hero, ‘Quentin Tarantino sunar’ diye dünyaya dağıtılmış.
Anlayacağınız Tarantino bu filmin sadece ‘hamisi’, sahibi değil.
Söylem doğru, söyleyiş yanlış
BAŞBAKAN Erdoğan, Kurban Bayramı’nda ortaya çıkan görüntülerle ilgili olarak ‘sert eleştiriler’ yapan medyayı suçladı. Ve Türkiye’nin Müslüman bir ülke olduğunu söyledi.
Başbakan da görüntülerin ‘hoş olmadığını’ kabul ediyordu ama medyanın yaklaşımını da ‘abartılı’ buluyordu. Bunun için de herkesin yaptığı kolay yolu seçerek medyayı suçluyordu.
Öfkeyle yaptığı bu suçlamayla birlikte sözlerinin ‘aslında’ doğru olan içeriği de güme gidiyordu.
Oysa Başbakan Erdoğan son derece iyi bir hatip ve ‘öfkesine hakim olabildiği zaman’ sözleri çok daha etkili olan bir lider.
Erdoğan o gün seçtiği kelimeler yerine, ‘Arkadaşlar, Kurban Bayramı sırasında ortaya çıkan görüntüler hepimizi rahatsız etmiştir. Burası büyük çoğunluğu Müslüman olan bir ülkedir. Bize düşen bu görüntülerle birbirimizi suçlamak yerine, Allah’ın yarattığı en üstün yaratık olan insanın kendinden daha zayıf olanlara karşı daha merhametli davranması gerektiğini anlatmaktır. Medyamızın da bu görüntüleri eleştirdiği kadar yön gösterici olması gerektiğini de unutmamalıyız. Biz bunu Avrupa Birliği için değil, insanlığımız için yapmak zorundayız’ deseydi sözleri daha mı az etkili olurdu.
Bence hayır.
Açıkçası ben kendi adıma Türkiye’de kurban kesme olayının giderek medenileştiğini düşünüyorum.
Benim çocukluğumda her evin bahçesinde, her apartmanın altında kurban kesilirdi.
Şimdi kentlerin büyümesi, betonlaşma, kalabalıklaşma derken ortaya bu görüntüler çıkıyor.
Bu görüntüler güzel mi?
Değil.
Sürmeli mi?
Asla.
Ama unutmayın o kurbanları kesenler biziz. Bu ülkenin insanları.
Özkök’ün koyunu
BEN Kanal D’de haberin başına geçtiğimden beri Ertuğrul Özkök’le pek az görüşür olduğumdan, ayda bir buluşup yemek yiyor, sohbet ediyoruz.
Dün öğlen de bir balıkçıda buluşup sohbet ettik.
Özkök’ün birkaç gün önce yazdığı ‘Kurban Bayramı travmasını’ merak ediyordum.
‘Ne oldu da, Kurban Bayramları’ndan bu kadar kaçar oldun’ diye.
Anlattı.
Özkök 9 yaşındayken eve koyun alınmış ve ‘Al bakalım buna sen bakacaksın’ denmiş.
Özkök de koyunu pek sevmiş. O zamanlar evleri İzmir Kahramanlar’da. Kahramanlar’ın çevresi çayır çimen, her gün koyunu götürüp otlatmış, o otlarken, Özkök çimenlere oturup hayal kurmuş.
Eliyle su içirmiş, arpa yedirmiş.
2 ay boyunca bu düzen sürüp gitmiş.
Bir sabah Özkök koyunun melemesiyle uyanmış. Koyunun bir derdi var sanıp camdan bir bakmış ki, koyunu kesiliyor.
bu olayın üzerinden neredeyse yarım asır geçtiği halde, o görüntü Ertuğrul Özkök’ün gözlerinin önünden gitmemiş.
Bana bunu anlatırken bile gözleri doldu.
‘Fatih ben kimse kurban kesmesin demiyorum. Elbette insanlar inançları gereği kesecekler. Sonsuz saygım var. Ama benim de bunu görmeye o günden beri tahammülüm yok. Bana da bunun için saygı gösterecekler’ dedi.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Özhan Canaydın kendine Deniz Baykal’ı, Deniz Baykal da Özhan Canaydın’ı örnek almadığı zaman.
Yazının Devamını Oku 25 Ocak 2005
<B>STAR </B>televizyonunda bir süre önce bir yönetim değişikliği gerçekleşti. Herkes bu durumu, <B>‘Başbakan kendine yakın birini göreve getirmek istedi’</B> diye yorumladı. Ama işin aslı böyle değildi. Star’da ciddi ‘soygun’ iddiaları vardı. Olay Mehmet Ali Erbil’in Star’a dönmesiyle başlamıştı.
Star televizyonu, Mehmet Ali Erbil’i 1 milyon doları aşkın bir alacağı olduğu iddiasıyla mahkemeye vermişti. Erbil davayı kaybedince Star yönetimine bir teklif götürdü: ‘Param yok, size 1 milyon dolarlık program yapayım.’
Star yönetimi bunu kabul etti ve Erbil, Star TV’de günlük bir programa başladı. Bu olayın bilinen, görünen yüzü. Ancak daha sonra işin içinden iş çıktı. 1 milyon dolar borcuna karşılık Star’a program yapmaya başlayan Erbil’e bir ‘1 milyon dolar’ daha ödenmişti.
Olay bununla da bitmiyordu.
Erbil’in programı dış yapım olarak bir şirkete yaptırılıyordu ve iddialara göre her gün yapılan bu program için bu şirket Star’a günde 60 milyar liralık fatura kesiyordu. Bunun toplamı da ayda 1 trilyon 200 milyar gibi bir meblağ ediyordu. Oysa benzer programlar başka kanallarda 15, bilemediniz 20 milyar liraya kotarılabiliyordu.
Bunun dışında film alımlarıyla ilgili olarak da pek çok iddia ortada dolaşıyordu.
Bütün bu iddialar TMSF yönetiminin kulağına gidince, bir soruşturma başlatıldı ve yönetim değiştirildi.
Bu konuyu TMSF Başkanı Ahmet Ertürk’e sordum.
Güldü. Net bir yanıt vermedi; ama sözleri ilginçti:
‘Bazı insanlara meslek hayatlarının son dönemlerinde son derece şerefli bir iş veriyor, devletin malını emanet ediyorsunuz; ama buna ihanet ediyorlar. Türkiye’de en zor iş galiba namuslu ve becerikli adam bulmak.’
Teşekkürler Yavuz
SABAH Gazetesi Ekonomi Müdürü Yavuz Semerci ile birkaç gündür köşelerden bir polemik sürdürdük. Bu polemik sırasında düzey hiçbir zaman düşmedi. Kavga, hır gür havası oluşmadı. Semerci’ye bu düzeyin korunmasına yaptığı katkılardan ötürü teşekkür ediyorum.
Sinema eleştirmenleri ciddiye alınmıyor
VİZYONDA birçok Türk filmi var. Türk halkı da, Türk filmlerine ilgi gösteriyor. Son yılların en çok seyirci toplayan filmlerinin hepsi Türk filmi. Millet bu filmleri beğeniyor olmalı ki, milyonlarca kişi salonları dolduruyor. Son yıllarda ciddi bir patlama yapan Türk sinema sektörünün üretimini beğenmeyenler ise sadece eleştirmenler. Önceki akşam sinemacı dostlarımla bu durumu konuştuk. Filmlere milyonlar gidiyor, kendini eleştirmen zanneden ‘uçuklar’ halkı uyarıyor: ‘Aman bu filmlere gitmeyin.’
Ama bu sözler tam ters etki yapıyor. Millet salonlara koşuyor. Ben bir gazetenin başında olsam, bu ‘eleştirmenlere’ satır yazdırmam; çünkü belli ki kimse bunları adam yerine koymuyor. Üstelik bunlar bindikleri dalı da kesiyorlar. Hatırlayın, yıllar önce Türkiye’de sinema sektörü can çekişiyordu ve bu eleştirmenlerin tümü işsizdi. Kimi aylak aylak gezip satmayan kitaplar yazıyordu, kimileri de sinemayla alakası olmayan yazılar yazmak zorunda kalıyorlardı. Bazıları da bar köşelerinde ahkám kesiyordu.
Türk sineması patlama yapınca, bunlar da iş güç sahibi oldular; ama bunun bile fakında değiller, işleri güçleri filmleri kötülemek. Bunların iyi dediği filmler de var elbet. Beyoğlu’nda 100 kişilik tek bir salonda oynayan bir filmi allayıp pullayıp, ‘Başyapıt, mutlaka görün’ diyorlar. Millet bunları ciddiye alsa sinemanın önünde halk ayaklanması olacak, yer bulabilmek için millet birbirini yiyecek. Siz siz olun, sakın bu ‘sinema eleştirmenlerini’ veya kendilerini ‘HBB’ yani ‘Her b.ku bilir’ sanan köşe yazarlarını ciddiye almayın.
Canınızın çektiği Türk filmlerine, eleştirilere kulak asmadan gidin.
Gidin ki, böylesine riskli bir işe para yatıranlar, emeklerinin karşılığını alsınlar ve her geçen gün daha iyi filmler çeksinler.
Canaydın bırak artık
GALATASARAY, tarihinin en karanlık günlerini yaşıyor. Galatasaray’ın ‘en ilkeli adamı’ olarak başkanlığa gelen Özhan Canaydın, ilkel bir yönetim anlayışıyla kulübü ‘yok olma’ noktasına getirdi. Galatasaraylılar 14 yıl şampiyon olamadıkları zaman bile başları dik dolaşırken, bugün ligde ikinci sırada olmalarına rağmen ‘utanç’ duyuyorlar. Bursaspor maçındaki tribün rezaleti, Galatasaray tarihinin en karanlık günüydü. Teknik direktörüyle konuşmaktan aciz yönetim, teknik direktörüne tribündeki paralı askerleriyle mesaj yollama yolunu seçiyor ve ortaya ‘pis bir görüntü’ çıkıyor. Hagi büyük hatalar yapıyor, kabul. Ama bu konu tribünden mesajla çözülmez. Adam gibi yönetimler otururlar, alırlar teknik direktörü karşılarına, hizaya getirirler. Haksız durumdaki Hagi şimdi ne dese haklı. Zaten yönetim dediğin de yok ki. Hepsi darmadağın. Hepsi birbiri aleyhine sallıyor. Kulüp içi siyasete odaklanmış başkan, bu kulübün asıl hedefinin sportif başarı olduğunu anlayamıyor bile. Artık hiç ama hiç umut yok. Canaydın’ın yapması gereken tek şey, istifa etmek. Sonra istiyorsa yeniden aday olur. Tabii kendisiyle çalışacak adam gibi birini bulabilirse.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Galatasaraylıları Galatasaraylı olmaktan utanır hale getirenler, aynaya bakınca utandıkları zaman.
Yazının Devamını Oku 24 Ocak 2005
<B>ÖNCEKİ </B>gün herkesi tartışmaya davet ederek <B>‘kalabalık’</B> bir ortam yaratmak isteyen Sabah Gazetesi ekonomi müdürü <B>Yavuz Semerci </B>dostum, dün ani bir <B>‘çark’</B> ederek <B>‘Dinç Bilgin’e gerek yok. Sadece Aydın Doğan’la Turgay Ciner karşı karşıya gelip tartışsınlar. Hatta isterlerse bunu Teke Tek programında yapsınlar’ </B>diyor. Bana gösterdikleri güvene teşekkür ederim.
‘İçime sinmeyen’ bu teklfi Aydın Doğan’a ilettim.
Aydın Bey’in yanıtı netti:
‘Fatih, bu teklifi anlayamadım. Ben ikisinin beraber gelmesi kaydıyla bu tartışmayı yapacağımı söylemiştim. Tek şartım buydu. Turgay Ciner neden Dinç Bilgin’le beraber gelmiyor. Dinç Bilgin’i yanına almaya utanıyor mu, yoksa Dinç Bilgin’in benim ve halkın karşısına çıkacak yüzü mü yok?’
Güldüm. ‘Aydın Bey ikisine birden hodri meydan dediniz. Turgay Ciner tek başına gelmek istiyor. Son 2.5 yılı konuşalım diyor. Buna ne yanıt vereceksiniz?’
Aydın Bey yine açık konuşuyor:
‘Bak bu bir oyun. Turgay Ciner karşıma oturup, kendi durumunu legalize etmek istiyor. Bana göre Turgay Ciner henüz medya patronu değil. Kiracı. Karşıma çıkacak ve patron sınıfına yükselecek. Hayır, yok öyle şey. Oranın sahibi Dinç Bilgin. O gelecek. İstiyorsa yanında kiracısı Turgay Ciner de olsun. Dinç Bilgin geçmişi, gazeteyi bana nasıl satmak istediğini, benim nasıl almadığımı, onlara ne yardımlar yaptığımı anlatacak. Devlete olan 1 milyar dolar borcunu nasıl ödeyeceğini açıklayacak. 2 milyon dolarlık kiralarla bu borcu nasıl bitireceğinin açıklamasını yapacak!’
‘Yani Turgay Ciner’i muhatap almam diyorsunuz.’
‘Alırım ama bu haliyle almam. Turgay Ciner gidip devletle anlaşacak. Değerini ödeyecek, Sabah’ın ve ATV’nin patronu olacak. O zaman kendisini ilk kutlayan, gazete patronları arasına hoşgeldin diyen ilk kişi ben olacağım. Ama şu an gazete patronu değil. Haliyle gazete patronu sıfatıyla karşıma almam.’
Aydın Doğan’a Turgay Ciner’in son 2.5 yılı konuşmak istediğini söylüyorum.
‘Başını konuşmadan sonunu nasıl konuşacağız. Dinç Bilgin devletin 1 milyar dolarını son 2.5 yılda hortumlamadı ki. Son iki buçuk yılı konuşmak için, önce o 2.5 yıla gelirken yapılan soygunu konuşmak lazım. Devlete olan borç, millete olan borç son 2.5 yılda oluşmadı. Son 2.5 yıl sadece bu borcun üzerine yatıp, devlete ödememe, devletten mal kaçırma dönemidir.’
‘İkisi beraber gelirse konuşur tartışır mısınız?’
‘Kardeşim, ben net konuştum. İkisi beraber gelecek. Açık açık, nerede isterlerse orada. Ama bunların niyeti başka. Beni kendileriyle muhatap edip, yaptıkları işi meşrulaştırmaya çalışıyorlar.
Ben bu oyunları yutmam. Ben bunları bu halleriyle muhatap alır, bunlarla sadece bugünü konuşursam, ben de bunların yaptığı vurgun suçuna ortak olmuş olurum. Son kez söylüyorum. İkisi beraber. Nerede isterlerse orada. İddia ettikleri her konuda. Ama bu tartışmadan kaçarlarsa o zaman bir daha onların hiçbir iddiasına yanıt bile vermem. Onları yok sayarım. Ya hodri meydan deyip gelecekler, ya da saklandıkları yerden devletin, milletin malını yemeye devam edecekler.’
Değerli okurlar. Ben artık sıkıldım. Teklif net. Ya evet, ya hayır.
Başka bir yazıya yanıt vermem, Aydın Doğan’ı da bir daha aramam.
Cem Uzan’ın bantlarını yayınlamalı mıydık?
BAYRAMDAN birkaç gün önce Kanal D Haber Merkezi... Haber toplantısındayız. İstihbarat şefi Salih Selçuk elinde kasetlerle oturuyor.
‘Cem Uzan’ın babası ve kardeşiyle yaptığı telefon görüşmelerinin kayıtlarını ele geçirdik. Müthiş’ diyor.
Dinliyoruz. Hürriyet’te bir gün önce yazılanların ‘ses kayıtları’.
Gerçekten müthiş. Cem Uzan belli ki sarhoş. Sözler ağzında yayılıyor. Sürükleyici bir konuşma. Ama içeriği zaten basına yansımış. Hatta biz de Kanal D’de Hürriyet’ten alıntı yaparak konuşmanın önemli bölümlerini ‘metin’ olarak vermişiz.
Fakat ses kaydının yarattığı efekt bambaşka.
Haber toplantı masasında benim dışımdaki 10 arkadaşıma teker teker soruyorum:
‘Bu bantları yayınlamalı mıyız?’
10 net yanıt geliyor: ‘Evet yayınlamalıyız.’ Bantların yayınlanması mutlaka rating getirecek. Çünkü ilginç. Ama haber değeri yok. Çünkü içeriği zaten daha önce yayınlanmış. Yayınlanmasının kimseye faydası da yok. Çünkü bu kayıtlar zaten devletin elinde var. Mahkemeler delil olarak kullanacak. Biz bunları yayınlayarak kimseye ‘gerçek’ bir fayda sağlamayacağız.
Aynı 10 arkadaşıma soruyu başka bir şekilde tekrarlıyorum:
‘Arkadaşlar annenizle, babanızla, sevdiklerinizle yaptığınız konuşmaları, içeriği ne olursa olsun, bir televizyon kanalında canlı canlı duymak hoşunuza gider mi?’
10 ‘Hayır’ yanıtı alıyorum. Birkaçı ‘Ama abi bunlar suç işliyor’ diyor.
Uzun uzun tartışıyoruz.
Sonunda kararı ben veriyorum:
‘Salih bantları ele geçiren arkadaşımıza teşekkür ederim ama bunu yayınlamak benim vicdanımı rahatsız eder.’
Konu kapanıyor.
Çünkü ben legal veya illegal kayıt edilmiş ‘özel’ konuşmaların televizyonda yayınlanmasının ‘ne kadar büyük bir rezillik’ olduğunu biliyorum.
Bunun insanlıkla ne kadar bağdaşmadığını yakın çevremde yaşadım.
Bu yüzden de böyle bir ‘ayıbın’ altında imzamın olmasını istemiyorum.
Söz konusu kişi Cem Uzan bile olsa böyle bir muameleyi kimseye layık göremiyorum.
Haberci olarak, televizyoncu olarak doğru mu yaptım bilmiyorum.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Kendimizi dünyanın en önemli adamı zannetmediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku 22 Ocak 2005
<B>BAYRAMLARDA </B>yazı yazmama geleneğimi zorla bozduruyorlar. <br><br>Bir <B>‘tartışmayı’</B> bayram nedeniyle yarım bırakamazdım. Yavuz Semerci’nin ‘Sen Turgay Ciner’le röportaj yap, ben de Aydın Doğan’la yapayım’ önerisine, Aydın Doğan’ın ‘Röportajı boşverin. Gazetecilerin ve halkın önünde limitsiz tartışalım. Bir yanda Dinç Bilgin, Turgay Ciner ve istiyorlarsa yazar arkadaşları, diğer yanda ben tek olayım’ yanıtını ilettim.
Sabah’ın Ekonomi Müdürü meslektaşım Yavuz Semerci dün bu öneriye bir yanıt verdi.
Yavuz diyor ki: ‘Sadece üçü değil, o dönemde Sabah ve Hürriyet’te bu olaylara tanıklık eden herkes hep beraber tartışsın.’
Öneri bana ‘komik’ geldi. Sonuç olarak o sürece kimler katılmış olursa olsun, gelişmelerin tümüne hákim üç kişi her şeyi tartışabilirdi.
Bu kadar kalabalık bir tartışmadan bir şey çıkması mümkün değildi.
Ama yine de Aydın Doğan’ı aradım.
‘Kaçıyorlar. İşi sulandırmaya çalışıyorlar’ dedi.
Ve çağrısını yineledi:
‘Ben çok açık bir çağrı yaptım. Gelin belgelerle, bilgilerle hep birlikte tartışalım dedim. Ama görüyorum ki işi sulandırmaya çalışıyorlar. Bir daha tekrar ediyorum. Kendine güvenen gelsin. Bütün iddialarını ortaya koysun. Ben de hepsine belgeleriyle yanıt vereyim. İstedikleri herkesi de izleyici olarak çağırsınlar. Aklına bir şey takılan orada halkın, gazetecilerin önünde sorusunu sorsun. Ne varsa konuşalım. Kimsenin aklında bir soru işareti kalmasın. Sonrasında kimse öyleydi, böyleydi demesin. Daha ne istiyorlar. Ha, gelmeyeceklerse, o zaman sussunlar. Hem karşıma çıkmaya korkacaksın, hem de ne olduğu anlaşılmaz, her yöne çekilebilecek safsatalarla kafa karıştıracaksın. Madem bu kadar iddiaları var, gelsinler karşımda tekrarlasınlar. Hadi diyorum. Gelin diyorum. Gelin Digiturk de dahil aklınızda ne soru varsa, orada sorun.’
Aydın Doğan, bu açıklamalarından sonra Dinç Bilgin ve Turgay Ciner’e meydan okumasına son noktayı şöyle koyuyor:
‘Fatih, ben kimseyle kavga istemiyorum. Kimseyi köşeye sıkıştırmak, zor durumda bırakmak gibi bir niyetim yok. Ama günümüzde medya bütün toplumların sosyal, siyasi dengeleri açısından çok önemli bir sektör. Ben de ülkemde dürüst, sağlam, etik değerlere önem veren bir medya olsun istiyorum. Geçmişte Türkiye, gazetesini televizyonunu silah olarak kullanan ve onu başka işlerinin kalkanı olarak gören insanlardan çok çekti. Sadece biz değil, dürüst işadamları, siyasetçiler, sanatçılar, herkes çekti. Bunların bir kısmı temizlendi. Ama görüyorum ki şimdi yenilerinin çıkması tehlikesi var. Benim bütün çabam dürüst ve temiz bir medya çabası.
Fatih, burada bir kere daha şunun altını önemle çizmek istiyorum. Bu ülkenin ekonomik krize girmesine yol açan batık bankacılardan biri de Dinç Bilgin’dir. O ve onun kiracısı Turgay Ciner, 1 milyar dolarlık borcun üzerine yatmak istiyorlar. Herkesle alay edercesine yılda 2 milyon dolar gibi komik bir kirayla bu medya grubunun üzerine oturmak istiyorlar. Sabah Gazetesi ve atv televizyonunun geçen yılki sadece ilan geliri en az 200 milyon dolardır. Bu kadar parayı alıp, millete 2 milyon dolar gibi komik bir parayı kira olarak vermek adil ve dürüstçe bir davranış mı? İşte bu yüzden bir açık oturumda karşıma çıkamıyorlar. Çünkü biliyorlar ki halkın önünde bu haksız hesabı soracağım. Söyler misin bu ülkede banka batırmayan, vergisini ödeyen, devlete bir kuruş borç takmadan ülke ekonomisine hizmet eden dürüst işadamlarının günahı ne? Vergisi daha kaynaktan kesilen işçinin, memurun, esnafın karşısına hangi yüzle çıkıyorlar? Ben bu insanların da mücadelesini veriyorum. Bu ülkede hukuk varsa, adalet varsa ve devlet varsa hepimizle alay eden bu anlaşma devam etmemeli.’
Aydın Doğan’ın yanıtları bunlar. Halkın önünde, hatta canlı yayında tartışma çağrısını yineliyor. Yavuz Semerci’nin bulunmasını istediği herkes dinleyici sıralarında yer alsın. Herkes sorusunu sorsun diyor.
Ben bu konuda daha fazla yazmak istemiyorum. Taraflar karşı karşıya gelsin. Her şey aydınlansın.
Demirel’e 25 bin dolarlık Rolex hediye edilmemiş miydi?
HAZIR yazmışken, bir konuya daha değinmeden geçmeyeyim. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan’a Rusya’da ‘fazla değerli’ bir hediye verilince bu köşede bir yazı yazdım ve ‘Bunu ya iade edin ya da Başbakanlık envanterine kaydederek bir içtihat başlatın’ dedim.
İlk günün öfkesiyle içinde benim de bulunduğum ‘basına’ verip veriştiren Başbakan, daha sonra doğru olanı yaptı.
Mücevherler iade edildi, halı envantere kaydedildi.
Ama bakıyorum bunu da beğenmeyenler var.
Peki ne yapacaktı! Eleştirilere kulak tıkayıp ‘yanlışı sürdürmesi’ daha mı iyiydi?
Ben açıkçası Emine Erdoğan’ın o hediyeyi ‘boş bulunup, ne yapacağını şaşırıp’ aldığını düşünüyorum. Biz de sonrasında ‘haklı’ bir kıyamet kopardık.
Başbakan da doğru olan neyse onu yaptı. Bunu hálá eleştirmek, hálá suçlamak bence yanlış.
Tam aksine bundan böyle benzer koltuklarda oturanlar bu gibi durumlarda nasıl davranılması gerektiğini gayet iyi anladılar.
Bu arada en çok güldüğüm eski başbakan ve cumhurbaşkanlarından Süleyman Demirel’in ‘Bize böyle pahalı hediye verilmezdi’ sözleri oldu.
Herhalde Türk halkının zayıf hafızasına güvenip, böyle konuştu.
Oysa ben en azından bir örneği gayet iyi hatırlıyorum.
90’lı yılların başıydı galiba. Süleyman Bey’in kolunda 25-30 bin dolar değerinde bir som altın Rolex Daytona saat vardı.
Daha sonra bu saatin Süleyman Demirel’e daha sonra Kartal Cezaevi’nde yatan, bakanlık da yapmış bir banka sahibi tarafından hediye edildiği ortaya çıkmıştı. Gördüğüm kadarıyla bu saat de Başbakanlık envanterinde yer almıyor.
Açıkçası Süleyman Demirel’in ‘pahalı hediyeden’ ne anladığını merak ediyorum.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Birileri nalıncı keserinin sapını kırdığı zaman.
Yazının Devamını Oku 20 Ocak 2005
<B>SABAH </B>Gazetesi’nin Ekonomi Müdürü <B>Yavuz Semerci </B>dün köşesinde bir öneri yaptı.<br><br><B>‘Altaylı Turgay Ciner’le</B>, <B>ben de Aydın Doğan’la birer röportaj yapalım.’</b> Açıkçası bu öneri çok da içime sinmedi.
Nedeni basit. Ben her zaman ‘doğruları’ yazdım, hiçbir zaman aldığım bilgileri ‘çarpıtmadım’. Fakat ne yazık ki Yavuz Semerci, TMSF Başkanı’nın benim tüm yazdıklarımı teyit eden sözlerini bile ‘Altaylı çarpıtmış’ başlığıyla verdi.
Yine de önerisini değerlendirdim. Aydın Doğan’ı aradım. Biraz tepkiliydi.
‘İki üç gündür Sabah’ta çıkan yazıların hepsi çarpıtılmış, saptırılmış yazılar. Gerçekleri yazmıyorlar. Okuyucuyu aldatmaya çalışıyorlar’ dedi ki, ben de kendimle ilgili bölümlerinden bu durumun farkındaydım.
Ve ekledi:
‘Hep bir teraneden bahsediyorlar. Doğan Grubu, Sabah’ı almak istiyor. Tekel olmak istiyor. Bunların tamamı yalan, uydurma. Sabah’ı almayı hiç düşünmedim; bırak düşünmeyi, aklımın köşesinden bile geçirmedim. Dinç Bilgin ve çevresi, Sabah Gazetesi’ni bana satmak için çok uğraştılar. Ama ben istemedim. Bunun doğru olmadığını söyledim. Bugün Turgay Ciner’in de çevresinde olanlar ve Dinç Bilgin buna yalan diyebilir mi? Demediler mi, getirmediler mi? Benim o dönemde yaptığım, mesleki dayanışma çerçevesinde Sabah’ın yaşamasına yardımcı olmaktı. Meslek ahlakı içinde onlara zor günlerinde yardım ettim. Gazete yayınlanabilsin diye káğıt paralarını ödedim. Maaş ödemelerine destek verdim. Kendilerine o dönemde verdiğim paraların 5.5 milyon dolarını hálá ödemediler. İsteseydim Sabah’ı o gün alırdım. İsteseydim Sabah’ı ben kiralardım. Dinç Bilgin bunların hepsini biliyor. Bana gazeteyi almam için söyledikleri hálá dün gibi hatırımda. Ama ben yapmadım. Doğru bulmadım. Ben o zor günlerde Sabah’a yardım ettim; ama görüyorum ki, merhametten maraz doğdu.’
Aydın Doğan bunları söyleyince sordum:
‘Peki Aydın Bey, Sabah’ı almak için bir teklif verdiniz. Niye verdiniz? Vermeseniz bugün daha rahat olmaz mıydınız?’
‘Kırk kere mi söyleyeceğim. Bedava gitmesin diye verdim. Birilerine peşkeş çekilmesin, milletin parası tahsil edilebilsin diye verdim. Kendi adıma da vermedim. Medyaya yatırım yapmak isteyen çok ortaklı bir konsorsiyum adına verdim. Ben yine de bize verilsin demiyorum. Kime verilirse verilsin. Turgay Ciner’e verilsin. Ama peşkeş çekilmesin. Değerine verilsin. Turgay Ciner, malın değerine eşit, hatta yakın, devletin alacağını heba etmeyecek bir para versin alsın, hakkıyla, gerçek medya patronu olsun.’
‘Ama siz teklif verince konu medya savaşı olarak algılanıyor’ dedim.
‘Benim medya savaşım falan yoktur. Bunların sorunu aslında benimle değil, devletle. Devlete, halka borçları var, ödemek istemiyorlar. Ödeyin deyince kızıyorlar. Ortada bir medya savaşı falan da yok. Sen TMSF Başkanı ile konuşup bir yazı yazıyorsun, onlar bir savaş başlatmak istiyor. Ben sadece kamu alacağının tahsiline yardımcı olmaya çalışıyorum. Benim gazetelerimde yazılan hiçbir habere yalan diyemezler. Bütün millet şunu bilmeli: Sabah Grubu bu yıl sadece reklamdan, en az 200 milyon dolar gelir elde etti. Malın sahibinin devlete 1 milyar dolar borcu var. Peki elde ettiği bu gelire karşın ne ödedi? Sadece 2 milyon dolar. Allah aşkına söyle, bu hangi hakkaniyete, hangi vicdana sığar? Bu hızla devletin alacağı 500 yılda tahsil edilir. Yanlış mı hesaplıyorum? Beni üzen, milletin parasının hesabını sorması gereken gazeteci arkadaşlarımın, işin aslına bakmadan ‘Aydın Doğan Sabah’ı almak istiyor’ diye uydurma bir nedenin arkasına sığınmasıdır.’
‘Peki Aydın Bey, herhalde gördünüz; Yavuz Semerci’nin röportaj teklifi var. Ne diyorsunuz?’
‘Gördüm. Beni röportaja davet eden bu arkadaş daha önce de böyle yazılar yazmıştı. Cevabımı sütununda yayınlayacağı sözü vermişti. Ama ben cevabımı gönderince onu çarpıtarak, anlaşılmaz hale getirerek yayınlamıştı. Şimdi ben onunla nasıl röportaj yapayım.’
‘Yani yanıtınız hayır mı olacak?’
‘Yoo, ben hiçbir şeyden kaçmam. Ben daha iyi teklif sunuyorum. Ben diyorum ki, bırakın tek taraflı röportajı. İstiyorlarsa Gazeteciler Cemiyeti’nin salonunda, istiyorlarsa tarafsız bir televizyonda halkın gözü önünde tartışalım. Öyle onların dediği gibi konu limiti falan da koymayalım. Limitsiz tartışalım. Ben tek başıma geleyim. Onlar ikisi birden gelsinler. Devlete 1 milyar dolar borçlu mal sahibi Dinç Bilgin ve kiracısı Turgay Ciner beraber gelsinler. Hatta istiyorlarsa bu konuları yazan, bu konulara hákim yazar arkadaşlarını da yanlarına alsınlar. Hatta istiyorlarsa bu tartışmayı Yavuz Semerci’nin yönetmesine de razıyım. Hodri meydan diyorum. Son bir defa tartışalım. Kamuoyu doğruları öğrensin. Herkes yerini bilsin. Ondan sonra bu tartışmaları keselim. Tabii tartışmaları keselim derken ben kalkıp sana veya diğer arkadaşlarıma doğruları, bildiklerinizi yazmayın diyemem. Hangi konuda dedim ki bu konuda diyeyim. Ama kavga havası bitsin. Herkes her şeyi bilsin. Kimse suyu bulandırıp balık avlamaya kalkışmasın. Sular temizlensin, berraklaşsın. Her şeyi herkes netçe görsün.’
Yavuz Semerci kardeşim. Aydın Doğan’ın teklifi bu.
Halka açık, çarpıtılmayacak, bölünmeyecek bir tartışma.
Meraklısı varsa, naklen de yayınlar.
Ne dersiniz?..
Deniz Bey, yakışıyor mu?
DENİZ Baykal çok iyi bilir ki kendisini severim. Siyaseti, liderliği bir yana, insan olarak severim.
Ama Deniz Bey giderek tanınmaz hale geliyor.
Kendisine rakip çıkan Sarıgül’e yaptıkları, partisinin en önemli kişileri hakkında söyledikleri, hiç Deniz Baykal kalıbına uymuyor.
Hele hele son olarak Erzurum’da düzenlediği toplantıya gelenleri kimliklerini kontrol ettirecek kadar ‘acayipleşmesi’ yakışık almıyor.
Başarılı olsa da, olmasa da siyasette ‘saygın ve onurlu’ bir iz bırakacaktı.
Şimdi ona bile zarar veriyor.
Yolsuzluk mücadelesinde askerden örnek adım
TÜRK Silahlı Kuvvetleri ‘örnek’ olmaya devam ediyor.
Kendi içlerindeki ‘yanlışları’ büyük açık yüreklilikle temizlemeye başlamış, siyasetçilere ‘ders’ vermişlerdi.
Şimdi yeni bir sistem başlatıyorlar.
Silahlı Kuvvetler’le ilgili yolsuzluk iddia ve ihbarları için özel bir telefon hattı kuruyorlar.
‘Alo yolsuzluk’ hattına TSK içindeki yolsuzluk iddialarını iletebileceksiniz.
Ve onlar da bunları araştırıp bir sonuca bağlayacaklar.
Siyasetçilerin, yanlışlarını söyleyenlere gösterdiği tepkiye inat, askerler ‘Bize yanlışlarımızı söyleyin’ diyorlar.
İyi bayramlar
SEVGİLİ okurlar, hepinizin Kurban Bayramı’nı kutluyorum. Sağlıkla, esenlikle, mutlulukla, doğrulukla daha nice bayramları birlikte kutlamak dileğiyle...
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Hatamızı gösterene düşman muamelesi yapmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 19 Ocak 2005
<B>ATİLLA Aksoy’</B>un Türkiye’nin tanıtım reklamları ihalesine ilişkin mektubunu yayınlayınca hem reklam sektöründen, hem de Turizm Bakanlığı’ndan pek çok arayan oldu. Turizm Bakanı Erkan Mumcu’yla da konuştuk.
Mumcu bir de mektup yollayarak konuyla ilgili görüşlerini aktardı. Özetleyerek yayınlıyorum:
‘Konuyla ilgili kanunlar yurtdışında gerçekleştirilecek hizmetler için idareye işi ihale açmadan doğrudan bir firmaya vermek konusunda yetki tanımaktadır. Geçmişte izlenmiş olan yol da tam budur. Biz ise reklam ajansları arasında rekabet ortamının ve şeffaflığın sağlanması, en önemlisi etkin bir iletişim yönteminin belirlenip işlemesi amacıyla tüm reklam ajanslarının katılımına açık bir konkur uygulaması yöntemini geliştirdik ve karar sürecine onlarca kuruluşu dahil ettik.
... Tekliflerin sınanması için Bakanlığımız yetkililerinin yanı sıra Dışişleri Bakanlığı, Basın Yayın Genel Müdürlüğü, TÜRSAB, Türkiye Otelciler Birliği, Turistik Otelciler, İşletmeciler, Yatırımcılar Birliği, Turizm Yatırımcıları Derneği, Türkiye Rehberler Derneği, Reklamcılar Derneği Ankara ve Marmara Üniversiteleri İletişim Fakülteleri’nden oluşan 15 üyeli bir ön değerlendirme kurulu oluşturuldu.
... Benimsediğimiz stratejinin sonuçları ortada. Türkiye’nin tanıtım stratejisi şu anda pek çok rakip ülke tarafından taklit edilmektedir. Yunan Turizm Bakanı, Türkiye’yi taklit ettikleri suçlamasına ‘Evet taklit ediyoruz çünkü yaptıkları iş doğru’ yanıtını verdi.
Kampanyalarımız büyük beğeni topladı, birincilik ödülleri kazandı. Ama en büyük ödülümüz Türkiye’nin turizmde ulaştığı düzeydir. Bakan olduğumda yıllık yabancı turist sayısı 7.4 milyondu. 5 yıl içinde tüm beklentileri aşan yüzde 150’lik bir büyümeyle 17.5 milyonu buldu. Pazar payımızın çok dar olduğu pek çok Avrupa ülkesinde pazar payında artık ya birinci ya da ikinciyiz. Bunun temel nedeni izlediğimiz iletişim-pazarlama yöntem ve kampanyalarıdır.
2005 yılı için 46 pazar ülke 8 gruba ayrılmış ve 27 firmadan alınan 77 proje değerlendirilmiştir.
Bugüne kadar açtığımız ihalelere yurtiçi ve dışından yüzlerce saygın firma katılmıştır. Köşenizde yer alan mektubun sahibi de bu ihalelere, son yapılan da dahil olmak üzere 2 kez katılmıştır.
....Ben şunu öneriyorum. Sayın Atilla Aksoy ve diğer katılımcıların da rızası alınarak, kazanan projelerle birlikte bütün projeleri Reklamcılar Derneği veya bir başka yerde sergileyip kamuoyunun ve uzmanların değerlendirmesine sunalım.
Biz hazırız.’
Ciddi olmayan havayolu şirketleri hangileri
ULAŞTIRMA Bakanlığı’na bağlı DHMİ’nin ‘Bayram tavsiyeleri’ korkunç.
DHMİ Genel Müdürlüğü diyor ki: ‘Kurban Bayramı için biz gerekli tedbirleri aldık ama vatandaşlar da ciddi havayolu şirketlerini tercih etsinler.’
Ben bu açıklamadan şu anlamı çıkarıyorum: ‘Türkiye’de ciddi olmayan havayolu şirketleri de var.’
Rezalete bakın.
Ulaştırma Bakanlığı’na bağlı DHMİ diyor ki: ‘Türkiye’de ciddi olmayan havayolu şirketleri var.’ Ama o havayolu şirketlerine uçuş lisansı veren de yine Ulaştırma Bakanlığı’na bağlı ‘Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü’.
Hadi burdan yakın.
DHMİ Genel Müdürlüğü’nden rica etsek de, ‘ciddi havayolu şirketlerinin’ bir listesini yayınlasalar.
Hatta daha da iyisi bu şirketlerin listesini Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü’ne verseler de, onlar da ciddi olmayanların uçuşlarını durdursalar. Öyle ya, bunlarla insan taşınıyor. Kereste değil.
Hani devlete beş kuruş borcunuz yoktu Ergun
AHMET Ertürk’e bir teşekkür borçluyum. Bana ne söylediyse, ‘aslanlar’ gibi arkasında durdu.
Sabah Gazetesi ekonomi müdürü Yavuz Semerci’nin bütün ‘taklalarına’ rağmen, benim söylediklerimle Ertürk’ün söyledikleri örtüşüyor.
Tabii bu arada Sabah Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ergun Babahan’ın da birkaç hafta önceki yazısında ‘doğruları’ yazmadığı, Sabah’ın kendi haberleri ile ortaya çıkmış oldu.
Ergun Babahan çıkmış ve ‘Sabah’ın hiçbir devlet kuruluşuna beş kuruş borcu yoktur’ diye yazmıştı.
Ancak Sabah’ta üç gündür yazılanlardan öğreniyoruz ki, Sabah’ın devlete hayli borcu olmalı ki, ödeyecekleri kiranın bir bölümünü devlete olan borçlara mahsuben ödüyorlar.
Geçen yıl TMSF’ye en az 10 milyon dolar ödemeleri gerekirken 2 ödemişler ve geri kalan 8 milyon dolarlık kısmını da devlete olan ‘yasal yükümlülüklerini’ kapatmak için kullanmışlar. Tabii buna Etibank’tan doğan 1 milyar dolar dahil değil. O bölüm yaz tahtaya al haftaya.
Peki Sevgili Ergun, hani sizin devlete hiç borcunuz yoktu. Madem yoktu o 8 milyon doları ne için ödediniz.
Ayrıca da vergi ödedim diye kasılmak neyin nesi. Herkes vergisini ödemiyor mu? Şunu bir kere daha tekrar edeyim. Turgay Ciner’le en ufak bir alıp veremediğim yok.
Keşke medyada 10 patron daha olsa. Ama Dinç Bilgin’in devlete milyar dolar borcu varken, ortalıkta medya patronu diye dolaşıp, medyayı ‘kirletmesi’ ağırıma gidiyor.
Bu arada Sabah Gazetesi yönetiminden bir de ricam var. Bu tartışmayı sürdürmek istediğiniz sürece sürdürürüm.
Tek bir şartla.
Karşıma ‘adam gibi’ yazarlar çıkarın.
Bu işlerden zerre anlamayan, beş para etmediği ortaya çıkmışken bu tartışmada yer alıp adam sınıfına atlamak isteyen ‘cahillerle’ beni uğraştırmayın.
Zaten isteseniz de uğraşmam.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Hiç değilse sevgiye şüpheyle yaklaşmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku