Fatih Altaylı

Tanıtalım da, neyimizi?

28 Haziran 2002
<B>REKLAMCI Serdar Erener </B>ile Dünya Kupası'nın Türkiye'ye kattığı marka değerini konuştuk. Türkiye'nin ‘‘en yaratıcı’’ adamı, Dünya Kupası'nın getirdiği avantajı kullanmanın mümkün olmadığını, çünkü Türkiye'nin futbol takımıyla eşdeğer bir başka ürünü olmadığını söyledi. Serdar Erener'e göre, Türkiye'nin ‘‘uluslararası ticarette’’ değerlendirebileceği bir ‘‘markası’’ veya ‘‘ürünü’’ yoktu.

Erener, ‘‘Bu takım gibi kusursuz ve dayanıklı otomobillerimiz, bu takım gibi mükemmel bilgisayarlarımız, bu takımı başarıya ulaştıran bilgi birikimini bu yazılımlarla sağladık diyebileceğimiz bilgisayar yazılımlarımız, bu takım gibi moda olacak tekstil markalarımız olmadığı için Türkiye, futbol takımı sayesinde sempati duyulan bir ülke olmaktan öte bir kazanç elde edemez. Bu da önemli bir kazançtır ama keşke bunun yanına koyabileceğimiz başka şeylerimiz de olsaydı’’ dedi.

Düşüne düşüne, belki ‘‘Bu oyuncular bu sahillerde denize giriyor’’ benzeri sloganlarla ancak turizmde bu işten bir damla da olsa faydalanabileceğimiz fikrine vardık.

Fakat Erener'in araştırmalara dayanan bir başka tespiti vardı.

Buna göre gelişmiş ülkelerde yaşayanların yüzde 80'i için Türkiye ‘‘boş bir sayfa’’ imiş.

Yani Türkiye hakkında olumlu veya olumsuz herhangi bir görüş yokmuş. Milli Takım, bu boş sayfaya düşmüş, en azından sportif açıdan olumlu bir not olmuş.

Yine Serdar Erener'e göre, bu olumluluğu korumak için Milli Takım'ın daha az agresif, daha güler yüzlü olması gerekiyormuş.

Sürekli kart gören ve tartışan bir takım, sonuçlarla elde edilen olumlu imajı bozabilirmiş.

Serdar Erener'in söylediklerinden çıkardığım tek teselli ise şu oldu:

‘‘Kötü malın reklamı negatif etki yaratır denir. Ama bu kez ortada kötü bir mal yok. Aslında mal da yok. Bu başarıyı ilerde üreteceğimiz bir mal için ‘teaser' olarak kabul edebiliriz.’’

ABD’de denetçiler zan altında

TÜRKİYE'de bankacılık sektörü yerle bir olur, bankalar birbiri ardına ‘‘Titanic’’ misali batarken, bu köşede bir tartışma başlattım.

‘‘Batan bankaların bağımsız denetim raporları nerede ve ne durumda?’’ diye sordum.

Öyle ya, hem Sermaye Piyasası Kanunu, hem de Bankacılık Kanunu gereği bu bankalar yıl içinde ve sonunda bağımsız denetimlerden geçiyorlardı.

Bu bağımsız denetim raporları hem Hazine'ye, hem de Sermaye Piyasası Kurulu'na yollanıyordu.

Bankalar öyle üç günde yerle bir olmayacak kadar büyük kurumlar olduğuna göre, bunların denetim raporlarında batmalarına neden olan zafiyetlerin görünüyor olması gerekirdi.

Yok eğer görünmüyorsa, bağımsız denetim şirketleri gerçekleri gizliyor, yapılan ‘‘hortumculuğa’’ göz yumuyor olmalıydılar.

O dönem benim bu kampanya ‘‘sınırlı çevrede’’ ses getirdi.

Yazdıklarımın aslında ‘‘ne anlama’’ geldiğini iyi bilen bağımsız denetim şirketleri bir miktar ‘‘paniklediler’’.

Çünkü ben, ‘‘Eğer yanlış rapor verdilerse mali sorumlulukları vardır. ABD'de bu yüzden pek çok bağımsız denetim şirketi kapanmak zorunda kaldı’’ diyordum.

Türkiye'de kimse bu konuya fazla ‘‘ehemmiyet’’ vermedi.

Bağımsız denetçilerin büyük bölümünün bürokrat kökenli olması ve devlet içinde etkin olmaları da bunda etkili oldu.

Ama tabii dünyada benim söylediğim kriterler geçerli.

Enerji devi Enron'un batmasıyla sonuçlanan skandalda, sorumlular arasında bir şirketin bağımsız denetimini yapan Andersen de var.

Şimdi aynı Andersen yine yaklaşık 4 milyar doların buharlaştırıldığı iletişim devi WorldCom skandalında da ‘‘jönprömiye’’ olarak yer alıyor.

Hukuk ve denetim konularında Batı standardını yakalayamadığımız müddetçe Türkiye'nin gelişmiş ülke kategorisine hiçbir zaman giremeyeceğini anlamamız gerekiyor.

Gidiyorum

DEĞERLİ
okurlar, 5 gün yokum. Nasılsa final oynayacağız diye Tokyo'ya gidiyordum. Şimdi Seul üzerinden gidiyorum. Önce üçüncülük maçımızı izleyeceğim. Oradan finale geçeceğim.

Köşemiz ise ‘‘düzensiz’’ olarak sürecek.

Yol gitmekten fırsat buldukça yazacağım.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Şerefli insanların haksız davalarla yıldırılamayacağını şerefsizler anladığı zaman.
Yazının Devamını Oku

Üzülecek kadar büyüdük

27 Haziran 2002
<B>ÜZGÜNSÜNÜZ </B>biliyorum. Ben de <B>‘‘harika’’</B> hissetmiyorum kendimi. Ama ‘‘mutsuz’’ da değilim.

Öyle ya, ‘‘Çeyrek final kesin, belki yarı finale çıkarız’’ diyorduk hep ama kolay olmadığını da biliyorduk.

Samimi olun, söyleyin, FİFA'dan bir yetkili maçlar oynanmadan önce gelip bize ‘‘Size yarı final oynatacağız ama ötesine geçemeyeceksiniz. Razı mısınız?’’ diye sorsa kaçımız razı olmazdık.

Brezilya, Fransa, Arjantin, İtalya, İngiltere, Almanya gibi devlerden üçü olmayacak, onların yerinde biz olacaktık.

Doğru söyleyin, bu teklifi kabul eder miydiniz, etmez miydiniz?

E, o zaman şimdi niye üzgünsünüz?

Haklısınız, çok büyük bir hayale çok yaklaşmıştık.

Daha iyi takımlarla bile buraya kadar gelme imkánını bir daha bulamamak mümkün.

Ama bir dahaki sefere şampiyon olmak da mümkün.

Kupa'nın en iyi takımı Brezilya ile yarı finalde karşılaşmak şansızlık ve bir erken final belki ama şanslı olduğumuz anlar da olmadı mı?

Futbol bu.

Üstelik karşınızdaki takım da takım.

Sayayım mı?

Rivaldo... 80 milyon dolar.

Ronaldo... En 50 milyon dolar.

Ronaldinho... 17 yaşında 22 milyon dolardı şimdi bir 50 eder.

Roberto Carlos... O da bir 25 milyon dolar.

Cafu da bir 15.

Dünyanın en iyi ve en değerli oyuncularının yüzde 70'ini sahaya süren bir takım karşısında 1-0 yenilgi ile sahadan ayrılmak bu kadar üzüyorsa, ne mutlu bize.

Şimdi ben Kore'ye gidiyorum.

Bize bu büyük mutluluğu yaşatan çocukların dünya 3.'sü olmalarını izlemeye.

Ve onlara teşekkür etmeye.

Bizi herhangi bir dalda, tabii olumlu anlamda, dünyanın ilk dördü içine sokan herkesin elini öpmek gerekmez mi?

Demek ki başarabiliyoruz


GÜNLERDİR hepimizi ‘‘keyiflendiren’’ Dünya Kupası, bu kez ‘‘keyfimizi’’ kaçırdı.

Dün maçtan sonra karşılaştığım bütün yüzler asıktı.

Herkeste bir üzüntü.

Bundan 5 yıl önce birisi ‘‘dünü’’ anlatsa gülerdim.

Birisi çıkıp, ‘‘Fatih 2002 Dünya Kupası'nda Brezilya'yı yenemeyerek finali kaçıracak ve çok üzüleceksiniz’’ deseydi büyük ihtimalle siz de gülerdiniz.

Nereden nereye, değil mi?

Dünya Kupası'na katılamayan ülkeden, finali son maçta kaçırdığına, şampiyon olamadığına üzülen bir ülke.

Aslında ‘‘başarı ile başarısızlık’’ arasındaki fark ne kadar kolay kapanabiliyor.

Geçtiğimiz yıllarda ‘‘başaramayanlar’’ da bizim çocuklarımız, şimdi ‘‘başaranlar’’ da.

Hiçbirisi ithal değil, devşirme değil.

İyi organizasyon, sıkı çalışma, kendine güven ve evrensel kurallarla hareket etme başarıyı getiriyor.

Dünkü maç bizi üzmemeli.

Tam aksine, daha önce verdiği gibi şevk vermeli, kendine güven vermeli.

Başarmak aslında çok da zor değil.

Başarısız olmak, ikinci sınıf kalmak Türklerin genetik kodunda yazmıyor.

Futboldaki gibi iyi orğanize olur, takım oyunu oynar, başarılı olmuşların tatbik ettiği evrensel kurallara uyar, hak etmeyeni kadroya almazsak her alanda başarılı olabiliriz.

Üstelik de ‘‘müthiş’’ ve ‘‘karizmatik’’ liderlere bile gerek olmadığını Milli Takım sayesinde artık biliyoruz.

İşçiler iyi saklanmış


KARAYOLLARI 17. Bölge Müdür Vekili Asım Öztürk, Fatih Sultan Mehmet Köprüsü'ndeki çalışmaların yavaş ilerlediğini ve az işçi çalıştığını iddia eden bana ve okurlarıma yanıt yollamış.

Buna göre, alet ve edavat hariç bir vardiyada aynı anda 53 kişinin köprü üzerinde çalıştığını, işin neviinden dolayı daha fazla aleti ve işçiyi aynı anda çalıştırmanın mümkün olmadığını söylüyor Asım Öztürk.

Çalışmaların bir sonraki aşamasında bu sayı daha da artacak ve 16 işçi, makineleriyle birlikte çalışmalara katılacakmış.

Oysa ben geçerken de, okurlarımın geçişlerinde de bu kadar işçi köprüde yoktu.

Ya yemeğe gitmişlerdi, ya da toplu halde ihtiyaç molasına, ya da bize şaka yapmak için saklanmışlardı.

Kim bilir belki de, bunlar ay başında maaş alan ama ortalıkta görünmeyen ‘‘bankamatik’’ tipi işçilerdi!

Bu arada bir başka sıkıntı da, sürücülerden ve polisten kaynaklanıyor.

Sürücüler bir saniye kazanabilmek için şeritten şeride geçmeye, zaten tıkalı olan yolu enine kat etmeye çalışarak iyice tıkadıklarını fark etmiyorlar.

Polis ise bu ‘‘anormal’’ durumda ‘‘olağan’’ trafik kurallarını uyguluyor ve müdahale etmiyor.

En azından gişeler sonrasında bir nizam intizam sağlayacak ‘‘polisiye’’ önlemler şart.

Çünkü sürücülerimiz yeterince bilinçli değil.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Adam gibi adamları karalamakla, kendimizi adamlaştıramayacağımız anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Finale geleceğim demiştim

26 Haziran 2002
<B>BÜYÜK </B>maçtan bir önceki maç için sahadayız. Bu doksan dakikadan sonrası final. Çocuklarımız Türkiye için çalışmaya devam edecekler.

Bir Akdeniz oyunları şampiyonluğu, bir Avrupa Şampiyonası katılımı, bir Avrupa Şampiyonası çeyrek finali ve hayırlısı ile bir Dünya Kupası finali olacak.

Ve inşallah bir de Dünya Kupası.

Hepsini başaran bu ‘‘futbolcu jenerasyonu’’.

Futbol Federasyonu futbolculara verilecek primleri açıklarken, yüzlerce okur faks çekerek, ‘‘Bu fakir ülkenin paraları futbolculara mı verilecek’’ diye veryansın ediyordu.

Verileceği için kıyamet kopan para ise 5 milyon dolardı.

Yani bankacılık sektöründe batan paranın on binde ikisi.

Üstelik de, bu çocuklar Türkiye'nin milyar dolarlık ‘‘pozitif’’ tanıtımını yapmışken. Yaptıkları tanıtım miktarı milyar dolarla ölçülürken...

İşin maddi tarafı bir yana, moralsiz bir ülkeye verilen moralin bile karşılığını bulmak zor.

Bugün sahaya Şenol Güneş'in belirleyeceği bir 11 çıkacak.

Ve Şenol ‘‘haklı olarak’’ Hakan'la başlayacak.

Ve Türkiye bu maçı alacak.

Çünkü Türkiye bu maçı kazanmayı istiyor.

Hem de herkesten çok.

Şimdi bu yazdıklarım size ‘‘hamaset’’ gibi gelebilir.

Alakası yok.

Ben perşembe günü yola çıkıyorum.

Tokyo'ya doğru.

Futbolcularla gitmeden önce konuşurken ‘‘Finalde sizi seyretmeye geleceğim’’ demiştim.

Ben ‘‘sözümü tutuyorum’’.

Onlar zaten hep tuttular.

Ay yıldızı sevmek yasak olur mu?


HÜRRİYET'in dünkü birinci sayfasını süsleyen ay yıldızlı tişört giymiş turistler umarım dünden önce Türkiye'yi terk etmişlerdir.

Yoksa dün gözaltına alınmış, nöbetçi mahkemeye çıkarılmış ve tutuklanıp içeri atılmış olmaları kuvvetle muhtemeldir.

Şaka gibi ama ne yazık ki, bizde böyle.

Milli takımımızın başarısı, ay yıldızı moda yaptı ama bu çok tehlikeli bir moda.

Böyle aşka gelip, Türkiye sevgisini göstermek isteyen turistlerin başı belaya girebilir.

Futbol nedeniyle de olsa bizi pek bir sevmeye başlayan Almanlar da, yarın öbür gün üzerlerine ay yıldızlı bir şeyler giyerlerse bu kez ortaya ciddi bir uluslararası kriz çıkabilir.

Almanya'dan, ay yıldızlı giysileri giyenler hakkında yasal işlem yapılmasını talep edebiliriz. Onlar bunu yapmazsa, bu ülke ile ilişkilerimiz gerilebilir.

Vaziyet gerçekten böyle.

Bayrağımızı ‘‘yasalar çerçevesinde’’ sevip benimseyebiliyoruz.

Türkiye'nin milli simgesi ay ve yıldız'a ancak ‘‘kanunda izin verildiği kadar’’ yaklaşabiliyoruz.

Onu göğsümüze asmak ‘‘yasak’’.

Başımıza çıkarmak ‘‘yasak’’.

Ralph Lauren, Amerikan bayrağını 72.5 milletin koluna göğsüne koyup, dünya milletlerine Amerikan bayrağı gönderi muamelesi yapıp, bayrağı her yerde dalgalandırıyor.

Biz neredeyse Atıl Kutoğlu gibi uluslararası bir modacımızı bile defilesinde ay yıldızlı giysiler kullandı diye savcılığa çağıracağız.

Bu çağdışı uygulamadan vazgeçmek için çok doğru bir zamandayız.

Yoksa pazar günü final maçından sonra meydanlara dökülenlerin yarısını içeri atmak zorunda kalırız.

NOT: Hülya Avşar'dan balon tekmelediği için şikáyetçi olan zatı muhterem bunu dikkat çekmek için yapmadığını söylemiş ama gazetelere tam sayfa röportaj vermekten ve şeceresini anlatmaktan da geri durmamış. Helal olsun.

Mektup


BİR okurum 9 yaşındaki kızının Milli Takım oyuncularına yazdığı mektubu, iletmem için bana yollamış.

Giderken yanımda götüreceğim ama benden önce Japonya'ya ulaşması için köşeye de koyuyorum:

‘‘Sevgili Türk Milli Takımı,

Çok güzel maç yaptınız. Ben anneme ilk dört takıma gireriz demiştim. Çok teşekkürler.

Takım kalecisi Rüştü'ye,

Sizden güzel kaleci olamaz, Brezilya maçındaki performansınıza hayran kaldım. Ayrıca penaltıları kurtarmak hiçbir zaman şans işi değildir.

Sevgili takımıma,

Hiçbir zaman yılmayın. Senegal ile yaptığınız maçı düşünün. Son dakikada her şey değişir. Paniğe kapılmayın. Bir işinize yaramaz. Ve en önemlisi yüzünüzde daima ve daima bir gülümseme olsun.

Ben, Aslı Altanışık

(Türk'üm)’’


NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Çok hızla moral kazanıp, aynı hızla moralimizi bozmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Futbol, siyasete örnek olamaz

25 Haziran 2002
<B>HÜRRİYET </B>dün <B>‘‘iyimserlik’’ </B>körükleyen bir başlıkla çıkmıştı. Futboldaki başarının, özellikle siyaseti etkilemesini ve bu sayede Türkiye'nin yıllardır ‘‘çözülemeyen’’ sorunlarının ‘‘çözülmesini’’ talep ediyordu.

İyimserlik iyiydi de, futboldaki başarının başka bir alanda da ‘‘kendi kendine’’ oluşmasını beklemenin ‘‘bilimsellikle’’ alakası yoktu. Çünkü futbolda ‘‘dünyanın en iyi 4 takımı’’ arasına girmemiz, futbolcularımıza Japonya ya da Kore semalarında ilham gelmesi ile oluşmuş bir durum değildi.

Bu başarı uzun yıllar süren bir çabanın ürünüydü.

Sepp Piontek'in teknik direktörlüğü döneminde Anadolu karış karış taranmış, yetenekler bulunmuş, ümit ve genç milli takımlarda pişirilmiş, büyük bölümü Fatih Terim sayesinde Galatasaray'a devşirilmişti.

Sonrasında bu oyuncuların birlikteliği sürmüş, milli takımda da Terim, Denizli ve son olarak Güneş dönemlerinde ahenkli ve tecrübeli kadro korunmuştu. Yani ‘‘goygoy ve dolduruşla’’ elde edilmiş bir başarı değildi. Ayrıca da futbolu siyasetten ayıran çok önemli bir fark vardı:

Başarılı değilsen, yerini koruyamazsın.

Futbolda kaleci de olsan golcü de, hatta teknik direktör bile olsan, ‘‘başarısızlık’’ sürekli olarak affedilmiyor. İşte Hakan Şükür.

Kim olursan ol, arkan ne kadar güçlü olursa olsun, eğer yapamıyorsan sahada kalamıyorsun. Teknik direktör almasa, seyirci alıyor. Türk siyasetinde ise bu kriter ne yazık ki yok. Türk siyasetinde başarısızlık, bir sahadan alınma gerekçesi değil.

Yüzlerce gol de kaçırsan, kendi kalene on gol de atsan, sahada yürüyecek halin bile olmasa, oyunun gerektirdiği dinamizme sahip olmasan da sahada kalabiliyorsun.

Tabii böyle yeteneksiz, beceriksiz, sahada yürümekten aciz oyuncularla oynayan takım veya takımların başarılı olma şansı da kalmıyor. Başarısız takım haliyle küme düşüyor.

Küme düşen siyaset olunca, ülke de onunla birlikte düşüyor.

Anlayacağınız Türk siyaseti ile Türk sporunun ilgisi yok.

Türk sporunda evrensel kurallar geçerli. Türk siyasetinde ise bırakın evrenseli, kural bile yok...

Sezer giderek olgunlaşıyor


CUMHURBAŞKANI Sezer ‘‘istemeye istemeye’’ sürdürdüğünü söylediği görevinde giderek daha ‘‘oturmuş’’ bir görüntü veriyor.

Özellikle yurtdışı gezilerde ‘‘özgüveni’’ artan bir Cumhurbaşkanı izliyoruz. ‘‘Yerel bir hukukçu’’nun ‘‘uluslararası etkin siyasetçiye’’ dönüşmesi elbette ki kolay bir süreç değil. Hele hele Sezer gibi yabancı dil sorunu olan biri için. Ama Cumhurbaşkanı Sezer, bütün ‘‘eksilerine’’ rağmen, benim görebildiğim kadarıyla ‘‘etkinliğini’’ artırıyor. Tutukluğunu atıyor, yüzündeki ifadeyi giderek yumuşatıyor. Başlangıçta ‘‘devlet adamlığına yakışmayacak’’ diye düşünerek geriye çektiği ‘‘insani özelliklerini’’ öne çıkarıyor.

Bunlar da ona artı puan kazandırıyor. Sevilla'da elinde bayrakla verdiği poz, her ne kadar biraz tedirginlik içerse de, Sezer açısından önemli bir aşamaydı.

Sezer belki farkında değil ama ‘‘duygularını ortaya koydukça’’ daha bizden biri oluyor.

Açıkçası ben kendisine finali beklemeden Japonya'ya gitmesini de öneriyorum.

Sporun ülkeleri ve liderlerini yaklaştıran atmosferinden faydalanacağı gibi, halkın gözünde de büyük sempati kazanır.

Derviş, CHP'ye girer mi?


DENİZ Baykal'ın Kemal Derviş'e yolladığı ‘‘sıcak mesaj’’ dikkatlerden kaçmadı.

Baykal, olası bir ret halinde partisini küçük düşürmeyecek, şu anki durumda Derviş'i zora sokmayacak kadar diplomatik bir üslupla Kemal Bey'e partisinin kapılarının açık olduğu mesajını verdi.

Derviş de, ‘‘İkinci adam olabilirim’’ diyerek, katılacağı bir partide liderlik peşinde olmayacağını zaten daha önce açıklamıştı.

Şimdilik ortam olumlu.

Peki Derviş CHP'ye girer mi?

Geçtiğimiz günlerde bir TÜSİAD Yönetim Kurulu üyesi ile sohbet ederken, bu konu gündeme geldi.

TÜSİAD Yönetim Kurulu üyesi işadamı ‘‘Deniz Bey Kemal Derviş'i bir sabah kahvaltısında yer’’ diyerek, CHP'nin Derviş açısından sakıncalı olabileceğini belirtti.

Sonra düşündü ve ekledi: ‘‘Gerçi Kemal Bey de öyle kolay kolay yenmiyor. Yumuşak üslubuyla yenilen değil, yiyen oldu hep.’’

Ben de Derviş'i sabah kahvaltısında çatala bir türlü gelmeyen ve insanı deli eden zeytine benzetince bayağı gülüştük. Fakat Derviş'in çevresinde Baykal için benzer düşünceler taşıyanlar olduğunu ve Derviş'in ‘‘çok yakın durduğu’’ CHP'ye bu nedenle biraz mesafeli yaklaştığını düşünüyorum. Aslında Derviş'in işi zor.

İş dünyasının Derviş'e uygun gördüğü barınak ANAP, Derviş'in kendine yakın bulduğu ve uluslararası çevrelerin de Derviş için düşündüğü ortam CHP, Derviş'in sadakat ve ahlaki açından düşündüğü yer ise DSP. Sonuçta Derviş'in tercihi seçimlerde belirleyici olacak.

CHP'nin önemli bir eksiğini kapatıp 1. parti bile yapabilir. ANAP'a kaybolan güveni tazeleyebilir. İsmail Cem'le birlikte DSP'yi ipten alabilir.

Son yıllarda, hiçbir siyasetçi bu kadar belirleyici olmamıştı diyebiliriz.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


En Avrupa Birliği savunucuları bile Avrupa'yı futbola kurban etmediği zaman.
Yazının Devamını Oku

Arif, Ruiz, Ümit, İlhan...

24 Haziran 2002
<B>HAKEME </B>kızdığımız zaman <B>‘‘sövmeği’’ </B>biliyoruz da, iyi hakemi <B>‘‘övmeyi’’ </B>beceremiyoruz. Oysa Türkiye'yi yarı finale taşıyan maçın ‘‘yıldızlarından biri’’ de hakem Ruiz'di.

Dün gazeteleri ve spor yazarlarını okudum.

Müthiş golden, müthiş ortadan, müthiş değişiklikten, ‘‘müthiş’’ olan her şeyden bahsediyorlar da, ‘‘müthiş’’ hakemden söz etmiyorlar. Oysa ‘‘gol anımız’’ dahil, hakemin iyi yönetiminin Türkiye'nin galibiyetinde de, oyunun ‘‘zevkli’’, Türkiye'nin ‘‘üstün’’ olmasında da payı vardı.

Senegal'in ‘‘tatsız sert’’ futboluna izin vermedi.

Maçın gerilimli anlarında futbolcuların ‘‘tepkilerini’’ görmezden geldi.

Maç boyunca tek bir hata yapmadı.

Ama en önemli kararını Türkiye'nin golle sonuçlanan atağında verdi.

Arif, kaptığı topla rakip sahaya ‘‘fişek’’ gibi girerken Senegalliler tarafından indirildi.

O anda sıradan bir hakem ‘‘faulü’’ çalabilirdi.

Ruiz çalmadı.

Çünkü Arif'le beraber bindiren Ümit topa yakındı.

Ve Ümit topu aldı.

Senegal savunması faul beklentisinde olduğu için yavaşlamıştı.

Ümit müthiş bir ‘‘avantaj’’ yakaladı ve uzadı.

Ortayı yaptı.

İlhan golü attı.

Golde bu üç oyuncu kadar, hakem Ruiz'in ‘‘avantaj’’ kuralını çok iyi işletmesinin rolü vardı.

Bu hakeme kendimiz adına değil, futbol adına teşekkür borçluyuz.

Kaldı 180 dakika


KALDI 360 dakika diye başlamıştık.

Yarısı gitti.

Kaldı 180 dakika.

Dakikaları son kez böyle saydığımda Galatasaray, geri sayımı UEFA Kupası ile tamamlamıştı.

Oyuncular hemen hemen aynı.

Bir tek kupanın adı farklı.

Bu kez Şenol'la


ŞENOL Güneş'i çeyrek finale çıktığımız maç dahil çok eleştirdik.

Ancak çeyrek final karşılaşmasında Şenol'u da ‘‘kutlamak’’ gerek.

Çünkü çeyrek finale kadar Şenol'a ‘‘rağmen’’ gelen takım, çeyrek finali ‘‘Şenol'la’’ aştı.

Öncelikle takım sahaya son derece doğru bir onbirle çıktı.

Hakan'dan dolayı eleştirenler var. Dünyanın tanıdığı ve korktuğu yegane Türk forveti dışarda bırakamazsınız beyler. Rakip savunmayı özel önleme iten tek Türk oyuncusu Hakan'dır.

Atar atamaz o ayrı.

Cumartesi günü atamayacağı günlerden birindeydi.

Ama girdiği pozisyonlara bakarsanız, doğru tercih olduğunu anlarsınız.

O pozisyonları atsaydı kahramandı.

Değişikliklerde de Şenol çok akılcı ve çok cesur davrandı.

Hıncal Abi'nin önerdiği gibi ‘‘deli cesareti’’ ile değil, ‘‘akıl cesareti’’ ile yapıldı her şey.

Rakibin yorulduğu ve ‘‘mecburi’’ altın gol arayacağının belli olduğu anlarda iki forvet oyuna alındı. Hakan'ın yerine İlhan, Emre'nin yerine Arif.

Rakip defansı ‘‘dikine’’ geçebilen iki adam.

Bu arada yorgun Emre'nin kart görme riski de ortadan kaldırılmış oldu.

Ve gole baktığınız zaman atağı başlatan ile bitiren, yapılan değişiklikle oyuna sonradan alınan iki adam: Arif ile İlhan.

Dünya Kupası'nın kuşkusuz ‘‘en iyi futbollu’’ maçında, Şenol'un büyük katkısı var.

Dün eleştirdiğimiz Şenol'a, bugün tebrikler...

Sevmek mi, sevişmek mi?


ŞENOL Güneş ve talebelerinin Dünya Kupası'ndaki başarılarının Türkiye'nin gündemini değiştirdiğini ve bunun Türkiye'ye büyük kötülük olduğunu yazdım geçen hafta.

Haklılığım bir kez daha ortaya çıktı. Cuma günü Avrupa Birliği Türkiye'ye ‘‘büyük müjdeyi’’ veriyor, normal şartlarda manşetlere çıkması gereken haber, bütün gazetelerde tek sütun:

‘‘Tam üyelik görüşmeleri için Türkiye'ye tarih verebiliriz.’’

Bunu söyleyen sıradan biri değil.

Dönem Başkanı İspanya'nın Dışişleri Bakanı Piquet.

Üstelik bu sözlere destek veren de var.

İtalya Başbakanı Berlusconi de ‘‘Türkiye'ye yıl sonuna kadar tarih verilmesi gerektiğini söyledim’’ diye açıklama yapıyor. Yani ‘‘Körün istediği bir göz, Allah vermiş iki göz’’ ama bu ‘‘önemli’’ gelişme, Türkiye'de AB'ye girişin bayraktarlığını yapan Hürriyet gibi bir gazetede bile ‘‘tek sütun’’ haber.

Herkes Dünya Kupası peşine düşmüş.

Gerisi unutulmuş.

Oysa aynen Eurovision'a takılan ilk şarkımızda Semiha Yankı'nın söylediği gibi: Sevmek bir ömür sürer, sevişmek bir dakika...

Dünya Kupası bizi bir an mutlu eder, AB ise ömür boyu.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Düşene gülmediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku

İnşallah 180 dakika kalacak

22 Haziran 2002
<B>DÜNYANIN </B>en iyi sekiz takımı arasına adını yazdıran Türkiye, bugün bir üst kademe için, yani en iyi 4 takım arasına girmek için sahada. Rakibimiz Senegal.

O da bizim gibi, spor aracılığıyla ‘başkaldıran’ bir ‘fakir’ ülke.

Onlar da bizim kadar güçlü.

Onlar da yarı finali bizim kadar istiyor.

Kupa öncesi hepimiz takımımızı, ‘en az bir çeyrek final’ diye uzaklara yolladık.

Bu hedef yakalandı.

Şimdi çıtayı yükselttik ve final, hatta kupa diyoruz.

Olabilir de, olmayabilir de...

Bugün 16 delikanlımız sahaya çıkacaklar.

Oynayacaklar.

Kazanırlarsa çok mutlu olacağız.

Kazanamazlarsa üzüleceğiz.

Ama bir şeyi yapmayacağız.

Onlara kızmayacağız.

İster bugün oynanacak maçtan sonra dönsünler, isterlerse şampiyon olarak.

Onları birlikte karşılayacağız.

Onlara taç takacağız.

Bugün sonuç ne olursa olsun başarılıyız.

‘Başarısızız’ diyenlerin amacından şüphe ederim.

Ama ben yine de, finale, hatta kupaya inanıyorum.

Çünkü bugünden sonra kalıyor ‘180 dakika’.

Hani fair play vardı


İTALYANLAR, dünyanın ‘en hazımsız’ milleti olduklarını kanıtladılar.

‘Nitelikleri’ zaten yıllardır bilinen İtalyan medyasının yanı sıra, İtalyan sporunun ne olduğu da anlaşıldı.

Peruggia takımının İtalya’ya gol atan Koreli oyuncuyu takımdan atması, ‘inanılmayacak’ büyüklükte bir ‘rezalettir’.

Bu rezalet, alaya alınacak ya da bir iki gazete yazısıyla geçiştirilemeyecek bir ‘iğrençliktir’.

FIFA’nın yıllardır üzerinde özenle durduğu bir olay var: ‘Fair play.’

FIFA kendi bayrağının yanına fair play bayrağını koyuyor sürekli.

Başta UEFA olmak üzere FIFA’ya bağlı federasyon veya konfederasyonlar da, fair play’e, yani ‘centilmenliğe’ aynı oranda sahip çıkıyorlar.

‘Fair play’in bu kadar öne çıkarılmaya çalışıldığı bir oyunda, İtalyan Peruggia takımının yaptığı, fair play anlayışıyla bağdaşması mümkün olmayan bir hareket.

Kimse yapmıyorsa, FIFA ya da UEFA resen harekete geçmiyorsa, Türk Futbol Federasyonu veya bizzat Şenes Erzik, bu büyük ‘rezaleti’ UEFA ve FIFA gündemine taşımalıdır.

Peruggia’nın ‘sıkı’ bir ceza alması için elimizden geleni yapmamız gerekir.

‘Fair play’ adına değilse de, Güney Kore’deki misafirperverliğe bir teşekkür olarak bunu yapmalıyız.

Türk: Sistem, hatayı düzeltmiştir


ADALET Bakanı Prof. Dr. Hikmet Sami Türk, ‘Bu yanlışın müeyyidesi ne?’ başlıklı yazıma bir yanıt yollamış.

Bakan Türk, Anayasa’nın 138. maddesini hatırlatarak hákimlerin görevlerinde bağımsız olduğunu hatırlatıyor ve hiçbir organ, makam, merci veya kişinin mahkemelere ve hákimlere emir ve talimat veremeyeceğini, genelge gönderemeyeceğini, tavsiye veya telkinde bulunamayacağını belirtiyor.

Bakan Türk, mahkemelerde hatalı karar verilebileceğini, karar ve hükümlerin yürürlükteki yasal düzenlemelere aykırı olduğunun ileri sürülmesi durumunda itiraz ve temyiz gibi olağan kanun yollarına başvurulabileceğini, Yargıtay’ca incelenmeksizin kesinleşen kararlara karşı da yazılı emir yoluna gidilebileceğini CMUK’un öngördüğünü aktarıyor.

Yazımda söz ettiğim kararla ilgili olarak da, Hatay Ağır Ceza Mahkemesi’nce verilen şartla salıverme kararının İskenderun Ağır Ceza Mahkemesi’nce kaldırılmış olmasıyla, yapılan hatanın sistem içinde düzeltildiğini belirten Bakan Türk, bu durumun yargı yetkisinin kullanılması sınırları içinde değerlendirilmesi gerektiğini ifade ediyor.

Ben de kendisine teşekkür ediyorum.

Köprüde yavaş çalışma


FATİH Sultan Mehmet Köprüsü’nde ‘çalışmalar’ sürüyor.

Bu arada İstanbul’un da çilesi.

Fakat arada bir ters orantı var.

Çalışmalar ne kadar ‘hafif’se, İstanbul’un çilesi o kadar ‘ağır’ oluyor.

Bu köprüyü kullanan vatandaşlar, çalışmaların ‘yavaşlığından’ şikáyet ediyorlar.

Gece gündüz, tam kadro dört koldan sürmesi gereken çalışmalar, ne yazık ki bu şekilde yürütülmüyor.

Az sayıda işçi, umut kıran bir tempoda çalışıyor.

Ortada ‘hummalı bir faaliyet’ göremeyen sürücülerin ise ‘asabı’ bozuluyor.

Karayolları Genel Müdürlüğü’ne giden bilgiler nedir bilmiyorum ama, iş yavaş ilerliyor.

Bu da işin Karayolları’na değilse bile Türkiye’ye maliyetini artırıyor.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Haklılıklarımız kadar yanılgılarımızı da hatırladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Şenol Güneş yüzünden AB'yi kaçırdık

21 Haziran 2002
<B>MİLLİ </B>maçların gölgesinde yapılan zamlara kızmayın. Kızacak daha önemli bir şey var:

‘‘Milli maç hengamesinde geleceğimiz çalındı.’’

Dikkat edin çalınıyor demiyorum, çalındı diyorum.

Gelin bakalım ‘‘çalınan’’ ne?

AB trenine binebilmek için Meclis tatile girmeden önce anadilde eğitim, anadilde yayın ve idam gibi üç önemli konuda gerekli yasal ve Anayasal değişiklikleri yapmamız gerekiyordu.

Bunları yapınca, AB ile müzakere masasına diğer adaylarla birlikte oturma imkánımız olacaktı ve yıl sonunda ‘‘tam üyelik’’ için pazarlıklara başlayacaktık.

Bunları yapamazsak, AB trenini bekleyen ‘‘tek yolcu’’ olarak istasyon bankındaki yerimizde kalacaktık. Ve bir yolcu için tren bir daha ne zaman gelir belli olmayacaktı.

Bu önemli meseleler gündeme gelince önce MHP su koyuverdi.

Milliyetçi Hareket Partisi, değişikliklerin ‘‘tümüne’’ karşıydı. En AB yanlısı görünen DYP Genel Başkanı Çiller de ‘‘karşı’’ olduğunu açıkladı. Çiller'e göre AB'ye bu hükümetle girmemeliydik. AB'ye girecek bir hükümetin başında kendi olmalıydı. O da taşını koydu.

Ardından ‘‘sözde’’ demokrat ve ilerici AKP de Çiller gibi davrandı ve bu üçlü ‘‘rezistans’’ yolu tıkadı.

Tam bu meseleler tartışılacakken, maçlar başladı.

Ve önce eleştiri, ardından zafer naraları birinci sayfaları işgal edince AB ile ilgili gündem unutuldu.

Ne idam, ne de paketin diğer unsurları kaldı.

Varsa yoksa Çin maçı, Kore maçı, Senegal maçı.

Gerisi hikáye oldu.

Avrupa Birliği karşıtlarının arayıp da bulamadığı can simidi Dünya Kupası oldu.

AB gündemden düştü, futbol gündemi işgal etti. 4 yıl sonra bir Dünya Kupası daha var ama AB treni bir daha ne zaman olur belli değil. Ve bana sorarsanız, biz bu kerelik treni yine kaçırdık.

Bundan sonra AB üyeliğimizi ben görmem.

Kızım görür mü bilmem.

Bunun sorumlularından hesap sormak ise beyhude bir çaba.

En iyisi biz yine Şenol Güneş'e çatalım.

Cansızlar: Diğer üyeler dikkatli olacak

SERMAYE Piyasası Kurulu Başkanı Doğan Cansızlar, dünkü yazım üzerine hemen aradı.

Uzanlar'ın adamı Ateş Ünal Erzen'in, Sportif A.Ş.'de yönetim kurulunda yer almasının ‘‘sakıncalarını’’ bir kez de telefonda anlattım.

‘‘Fatih Bey, bu konudaki ilk yazınızdan hemen sonra biz durumu inceledik. Sportif A.Ş.'nin davasını da biliyoruz. Fakat bu konuda Sermaye Piyasası Kanunu bize bir yetki vermiyor. Halka açık özel şirketler, yönetim kurullarını diledikleri gibi oluşturabiliyorlar. Biz sadece Sermaye Piyasası Kanunu'na aykırı hareketleri takip ediyoruz. Yönetim kurullarına Sermaye Piyasası Kanunu'na muhalefetten dolayı ceza almış kişiler alınırsa bunlarla ilgili istekte bulunabiliyoruz’’ diyerek durumu mercek altında tuttuklarını aktardı.

Ben de kendisine, davanın seyriyle ilgili gelişmelerin, Uzanlar tarafına sızdırılmasından endişe ettiğimi söyledim.

‘‘Duyarlılığınızı çok iyi anlıyorum. Çok iyi yapıyorsunuz ve yatırımcıları bu konuda bilinçlendiriyorsunuz. Fakat yapacak bir şey yok. Yönetim kurulunun diğer üyelerinin uyanık olması lazım’’ dedi.

Yönetim kurulunun diğer üyelerinin uyanık olup olmadıklarını Sportif A.Ş.'nin Uzanlar'la olan davası sonuçlanınca anlayacağız.

11 milyon dolara mal olabilecek ilginç bir ‘‘test’’ olacak.

Yol yok Mercedes var

AFGANİSTAN da aynı Türkiye gibi. Adam olması zor bir anlayışa sahip.

Dün televizyondan ISAF'ın komuta devir törenini izliyorum.

Devlet Başkanı Karzai geliyor.

Yol yok ama olmayan yoldan toz toprak içinden son model bir Mercedes geliyor.

Arkasından bir tane daha.

Önlerinde en lüksünden bir Toyota Land Cruiser cip.

Arkada iki adet Nissan cip.

Yolları yok gitmeye, Mercedes'le gelirler törene.

Bizim askerler Afganistan'da hiç yabancılık çekmeyecekler anlaşılan.

Türkiye ile aynı mantalite..

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Önümüzdeki en büyük engelin, özgüven eksikliği olduğunu anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

SPK yatırımcıyı korumayacak mı?

20 Haziran 2002
<B>SERMAYE </B>Piyasası Kurulu Başkanı <B>Doğan Cansızlar'</B>ı <B>‘‘Doğru’’ </B>bir adam olarak tanıdım hep. <B>‘‘Netameli’’ </B>konularla ilgili sorulara da, hep doğru yanıtlar verdi bugüne kadar. Ancak bu kez nedense ‘‘sessiz’’ kalmayı tercih ediyor.

Oysa geçtiğimiz haftalarda çok net bir ihbar yaptım.

Galatasaray'ın hisseleri İMKB'de işlem gören şirketi Sportif A.Ş.'de ‘‘ciddi’’ bir sorun vardı. Sportif A.Ş. ile Uzan Grubu şirketleri arasında yaklaşık 15 trilyonluk bir alacak davası sürerken, Uzan Grubu'nda danışmanlık yapan, Uzan Grubu'ndaki Star Gazetesi'nde düzenli olarak yazı yazan, daha önce Galatasaray yönetimine talip olduğu zaman Uzanlar'ın adamı olduğu dedikoduları yayılan, kısacası bu grupla yakın ilişkisi net ve açık olan bir kişi Galatasaray yönetimi tarafından Sportif A.Ş.'nin yönetim kuruluna atanmıştı.

Burada çok ciddi bir çıkar çatışması vardı ve Galatasaray Sportif A.Ş.'ye, Galatasaray'ın ‘‘büyük’’ adına güvenerek yatırım yapmış binlerce ‘‘küçük yatırımcı’’ tedirgindi.

Çünkü bu davanın kazanılması halinde Sportif A.Ş.'nin gelirlerinde önemli bir artış olacaktı. Şirketin yapısı nedeniyle de bu artış doğrudan küçük yatırımcının cebine girecekti.

Ateş Ünal Erzen'in oradaki varlığı, bu davanın kaybedilmesi durumunda çok ciddi ‘‘şüpheler’’ yaratacaktır. Galatasaray Spor Kulübü Yönetim Kurulu'nun ‘‘son derece duyarsız’’ davrandığı bu konuda, olaya Sermaye Piyasası Kurulu'nun el koyması şarttır.

Küçük yatırımcıların hakları konusunda son derece duyarlı olan Doğan Cansızlar'ın, bu konuda da gereken duyarlılığı göstereceğini umuyorum..

Siyaset ekonomiye karışmadı


TÜRKİYE'deki ‘‘özerk’’ kuruluşlardan BDDK ciddi bir sınav atlattı.

Onunla beraber siyasi karar mekanizmaları da.

BDDK, Pamukbank'a el koyulmasını yaklaşık 15 gündür tartışıyordu.

Son bir hafta içinde de kararını yaklaşık olarak netleştirdiği piyasalara sızmıştı.

Dolar dahil, piyasadaki dengesizlikte bu ‘‘sızıntının’’ da payı vardı.

BDDK kararını verdikten sonra ‘‘gerek olmadığı’’ halde ‘‘siyasete’’ danıştı.

İlginçtir, üç partinin ‘‘yetkililerinden’’ de benzer yanıtlar geldi:

‘‘Biz karışmayız sizin işiniz.’’

Son olarak Başbakan'a gidildi.

O da aynı yanıtı verdi.

‘‘Sizin işiniz.’’

Ve BDDK kararını açıkladı.

Bu karar ‘‘doğru veya yanlış’’, önemli bir aşamadır.

Türkiye'de siyasetin ekonomiden elini çekme konusunda aldığı yolun kilometre taşıdır.

Ve karar günahıyla, sevabıyla BDDK'nındır.

Gazete manşetlerine Ecevit'i koymak, bu nedenle yanlıştır.

Ecevit'i tartışmak insanlık görevidir


HÜRRİYET'te pazar günü bir tartışma vardı.

Bülent Ecevit'in sağlık durumunu tartışmak gazetecilik mi, tartışmamak insanlık mı?

Yazıdan anladığım kadarıyla Can Dündar'ın da aralarında bulunduğu bir grup Başbakan'ın sağlık durumunu tartışmayı ‘‘insanlığa sığdıramıyor’’.

Onlar öyle zannetsinler.

Eğer Bülent Ecevit'in ‘‘vaziyetindeki’’ birine başbakanlık yaptırmak insanlığa sığıyorsa, bu durumu tartışmak da insanlığa ‘‘haydi haydi’’ sığar.

İnsanlık dediğiniz, Başbakan'ın önceki gün Derviş'i çağırıp ‘‘Ekonomiye dikkat edin’’ diye zılgıt attığını yazacak kadar ‘‘gözü kapalı’’ olmak mıdır?

Peki insan olmak, halkı kandırmak anlamına mı gelir.

Ecevit'in sağlığını elbette tartışırım.

Gerekirse daha sert tonda tartışırım.

O ‘‘bu haliyle’’ benim ve çocuğumun, sizin ve çocuklarınızın geleceğini ‘‘karartmayı’’ insanlık sayacak, ben onun sağlığını, daha doğrusu ‘‘sağlıksızlığını’’ tartışmayı insanlık dışı bulacağım.

Yok öyle yağma.

Türkiye'de Ecevit'ten yaşlı, Ecevit'ten daha hasta, kafası bulanık ve hatta bunamış binlerce insan var.

Biz onların hastalığını tartışıyor muyuz?

Hayır.

Ecevit de bu tartışmalardan rahatsız ise o da kendini ‘‘o konuma çeksin’’, onunkini de tartışmayalım.

Korkan sensin Cem


ŞU Cem Uzan'ın ‘‘yardakçıları’’ müthiş doğrusu.

Geçen gün mahkemeye gidip ifade vermemi, ‘‘Korkak Ördek’’ başlığı ile haber yapıp, akıllarınca benle dalga geçmişler.

Şaşırmadım.

Hukuka, yasalara saygısı olmayanların, benim gibi ‘‘adalete saygılı’’ biriyle dalga geçmeleri normal.

Çünkü onlar adalete hesap vermezler. Güçlü ve önemli olduğunu düşünen insanlar mahkemeye gitmezler.

O yüzden de bunların ‘‘patronu’’ mahkeme, hukuk falan tanımaz.

Hatta kendisini hukuka davet eden Adalet bakanlarına şantaj yaparlar.

O yüzden de benim gibi sıradan insanlar mahkemeye gidip ifade verince bunlara göre ‘‘korkak ördek’’ olurlar.

Adalete saygının adı korkaklık değildir, Cem kardeş.

Adaletten kaçmak korkaklıktır.

Ama korkunun faydasız olduğunu herkes bilir.

NOT: Cem kardeş, yanında çalışan alkol bağımlısı vatandaş bana hakaret ederken sana da ediyor. Yazısında bana çocuk diyor, sonra da seninle yaşıt olduğumuzu söylüyor. Haliyle sen de çocuk oluyorsun. Eee, ne de olsa şişede durduğu gibi durmuyor. Biraz daha az içmesini sağla.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Entel terör, sözde entelektüelliği körüklemediği zaman.
Yazının Devamını Oku