Köprü trafiğini, hafta sonu karşı yakaya geçmenin zorluğunu bir kenara bırakıyorum.
Sadece Maslak'tan Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nün girişine ulaşmak için tam 1 saat 40 dakika harcadım. Saat 20.00 olduğunda hâlâ ikinci köprüye girememiştim.
Oysa bahsettiğim mesafe 3 kilometre bile değil.
Elbette İstanbul gibi bir megapolde yaşamanın bedeli olacak.
Paris, New York, Londra ve Moskova gibi büyük şehirlerde de ciddi trafik sorunu var.
Fakat şu haliyle hiçbiri İstanbul’un eline su dökemez. Çünkü İstanbul’da her geçen gün daha da çekilmez hale gelen ulaşım sorunu, yılların ihmali ve plansız büyümenin sonucu. Peki ama bu durum İstanbulluların kaderi mi?
Kafamda bu soru trafiğe lanet okurken tek tesellim o akşam geç saatte de olsa İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Kadir Topbaş ile buluşacağım.
Kafa karışıklığına yol açmamak için Sabah-ATV ihalesindeki soru işaretlerini başlıklar halinde cevaplamak gerekiyor. Dün ihale sürecini yakından takip eden uzman ve yetkililere, herkesin kafasını meşgul eden soruları sordum işte ortaya çıkan tablo:
1- ‘İhaleye tek şirket katıldı, iptal edilsin’
İhalenin bu aşamasında en can alıcı noktası bu. Çünkü Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu'nun satışa çıkardığı Sabah-ATV ihalesine "tek teklif" Çalık Grubu'nun şirketi Turkuaz'dan geldi ve Çalık Grubu, ihale için muhammen bedel olarak belirlenen 1.1 milyar doları önerdi.
TMSF yetkilileri "hem teknik hem de hukuki" açıdan bu sonucun "tartışma götürmeyeceği" kanaatinde. Yani iptal söz konusu değil!
Konu bugün Fon Kurulu’nda tartışılacak, eğer kurul fiyatı biraz daha arttırma yönünde karar alırsa yarın Çalık Grubu pazarlık yapmak için yeniden çağrılacak. Böylece fiyat kamu yararına yukarı çekilecek. Yok eğer "nasılsa muhammen bedeli bulduk, pazarlık şartı bedelin altında olsaydı geçerli olurdu" denilirse, bugün TMSF ihaleyi 1.1 milyar dolara Çalık Grubu’na verdiğini ilan edecek. Bu da kamuoyunda "neden pazarlık yapılmadı" tartışmasına yol açacak. Prosedür gereği Rekabet Kurumu ve RTÜK onayları alındıktan sonra satış yılbaşında resmen gerçekleşecek.
2- Rekabet Kurumu ya da RTÜK’ten bir itiraz gelir mi?
Rekabet Kurumu her ne kadar "tek aday" katılmış olsa da ihale şeffaf ve rekabete açık yapıldığı, beklenen fiyat oluştuğu için onay vermek zorunda. RTÜK açısındansa zaten sorun yok, çünkü Çalık yüzde 25 yabancı sınırını, yanına yabancı bir ortak almadığı için hiç kullanmadı.
Öncelikle Latince lojik (mantık) ve static (istatistik) kelimelerinin birleşiminden meydana gelen ‘mantıksal istatistik’ gibi anlamaktan çok daha da karmaşıklaştıran sözlük anlamlarını bir kenara bırakın.
‘Ne lojiği kardeşim! Bunlar bizim bildiğimiz nakliyeci işte’ diye kestirip atanlardansanız, hiç değilse bu yazının bitimine kadar bir soluk alın...
Akademik bir yaklaşımla bana The Council of Logistics Management’in günümüzde en çok kabul gören lojistik tanımını hatırlatacaksanız, tamam onu da bir kenara yazın.
Lojistik, müşterilerin ihtiyaçlarını karşılamak üzere her türlü ürünün, servis hizmetinin ve bilgi akışının, başlangıç noktasından (kaynağından) tüketildiği son noktaya (nihai tüketiciye) kadar olan tedarik zinciri içindeki hareketinin etkili ve verimli bir şekilde planlanması, uygulanması, taşınması, depolanması ve kontrol altında tutulmasıdır.
Ama şimdi tüm bunları unutup size yapacağım şu basit öneriye kulak verin.
Ne olur bir gün yolunuz düştüğünde Gebze Organize Sanayi Bölgesi’ne (GOSB) uğrayın. Çünkü ben öyle yaptım.
Lojistiğin gerçekten ne anlama geldiğini eskilerin tabiriyle ‘hakkal yakin’ yani yaşayarak öğrendim.
Aslında ne zamandır sözleşiyorduk.
Daha doğrusu belki sizin için ehemmiyetsiz ama biz basın mensupları için mühim bir maruzat.
Önceki gün AK Parti'nin Kızılcahamam’da düzenlenen istişare toplantısının kapanış konuşmasında hem medyaya hem de muhalefete verip veriştirdiniz.
Medyayı "terörle mücadele gibi hassas bir meselede kaynağından doğrulatılmamış uydurma ve hayal senaryoları" yazmakla suçlarken muhalefeti, "Bu ülkeyi vehimlere mahkûm etmek isteyenlere asla kulak vermeyeceğiz. Bu ülkeyi kendi malı zannedenlere asla pabuç bırakmayacağız" sözleriyle eleştirdiniz.
Aman yanlış anlamayın!
Demokratik bir ülkede nasıl muhalefet iktidarı, medya da tüm siyasetçileri eleştiriyorsa iktidar partisi olarak sizin de medya ve muhalefeti eleştirmek sonuna kadar hakkınız.
Ayrıca dikkat ettim, parti içi bir toplantı olmasına rağmen eleştiri yaparken "o her zamanki meydan muharebesi" üslubu yerine "inanılmaz yapıcı bir dil" kullanmışsınız.
Her şey geçen hafta sonu Ülker Kurumsal İletişim Genel Müdürü Zuhal Şeker’in telefon davetiyle başladı.
Zuhal, Milli Takımlar Ana Sponsoru Ülker adına bir grup gazeteciyle birlikte beni Oslo’da Norveç-Türkiye milli maçına çağırıyordu.
Kendi sahamızda Yunanistan’a yenilmiş olmamıza ve o maç beni Ali Samiyen’de tarifsiz kederler içinde bırakmış olmasına rağmen tereddütsüz ‘evet’ dedim.
Fakat bir şartla. Hatta iki şartla.
Türkiye’nin Avrupa Şampiyonlar Kupası’nda kader maçı niteliğindeki Norveç karşılaşmasına Referans’tan Cengiz Çandar’ı, Star’dan ise Mehmet Altan’ı davet etmesini önerdim.
Hatta ikisini birden davet etmesi zor olacaksa benim yerime Çandar’ı götürmesini söyledim.
‘Olur mu mutlaka hepiniz gelin’ dedi.
Neden
Birazdan 35 yeni şirket Kalder’in (Türkiye Kalite Derneği) öncülüğü ve Nobel ödüllü Annan’ın şahitliğinde "Küresel İlkeler Sözleşmesi"ne imza atacak ve hep beraber gala yemeğine geçeceğiz.
Bakıyorum Türkiye'de insan hakları, çalışma ve çevreyle ilgili prensiplerden oluşan "Küresel İlkeler Sözleşmesi"ni imzalamak için küçük büyük birçok şirket sıraya girmiş.
Aralarında Sabancı ve Koç Holding’den şirketler de var, Arı Hareketi, Beyoğlu Belediyesi ve Ekol Lojistik gibi farklı sektör ve ölçeklerde kurum ve şirketler de.
Şirketler ve ölçekler farklı ama hedef ortak: Birlikte küresel sorunların çözümüne katkıda bulunmaya, yaşam kalitemizi yükseltmeye var mısınız?
"Yaşam kalitesi" dediysem aman sakın yanlış anlaşılmasın, kastedilen iş dünyasının liderlerinin yaşam kalitesi değil, hatta tam tersi atına imza atılan ilkeler sürdürülebilir bir kalkınma için daha çok çalışanların yaşam kalitesini yükseltmeyi vaat ediyor.
Dünyada 4 bin şirketin altına imza attığı, Türkiye’de son katılımlarla 100’ün üzerine çıkan şirketler aslında çok zor bir işe soyunuyor.
Çünkü "Global Compact" adı verilen sözleşmenin daha ilk maddesi, "Çalışanlara saygı göstereceğiz, onlara uygun çalışma ortamı yaratacağız" diyerek başlıyor.
Hemen arkasından insan hakları geliyor.
En son geçen hafta Telekom grevinden dolayı Türk-İş dahil bir çok sendikacımızı çağdaş sendikacılıktan bihaber olmakla suçladım.
Fakat bugün -eleştiri hakkımı mahfuz tutmak kaydıyla- Türkiye’nin en büyük işçi konfederasyonu Türk-İş’e ve başkanı Salih Kılıç’a kocaman bir alkış göndermek istiyorum.
Çünkü Kılıç şu günlerde, Türk sendikacılığında ciddi bir zihni dönüşüme yol açabilecek çok önemli bir kampanyanın hazırlığını yapıyor.
Kampanyanın sloganı şu: ‘Vatandaş; işine, aşına, iş yerine sahip çıkmak için, Türkiye’de üretilen malı satın al.’
Açıkçası ben Türk-İş’in öncülüğünde 1 Ocak 2008’den itibaren uygulamaya girecek ‘yerli malı’ kampanyasından çok umutlu değilim.
Nedenini birazdan anlatacağım...
Fakat bu kampanyayı başlatarak Türk-İş’in, Türkiye’de yerli-yabancı sermaye tartışmasına çok önemli bir katkı yaptığını düşünüyorum.
Dikkat ettiyseniz Türk-İş kullandığı sloganda vatandaşı
İlk duyduğunda inanmak istemediği bir açıklamadır bu.
Habere göre Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, 21 Ekim’de PKK tarafından kaçırılan sekiz askerimizin, 4 Kasım Pazar günü Kuzey Irak’ta kameralar önünde PKK’lı teröristlerle tutanak imzalanarak teslim edilmesine çok bozulmuş ve ertesi gün, yani tam Erdoğan, Bush'la görüşmeye hazırlanırken basına şu açıklamayı yapmıştır: "Türk Silahlı Kuvvetleri'nin hiçbir mensubu böyle bir duruma düşmemeliydi. Dolayısıyla kendilerinin kurtulmuş olmasından fazla bir sevinç duyamadığımı ifade etmek istiyorum.”
Erdoğan basın üzerinden kendisine aktarılan bu bilgiye ilk önce inanmak istemez.
Ve hemen Şahin’in gerçekten böyle bir açıklama yapıp yapmadığının araştırılmasını ister.
Kısa bir araştırmadan sonra Adalet Bakanı Şahin’in sekiz askerin yakalanma ve teslim edilme şekline çok içerleyip, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin 82. kuruluş yıldönümü törenine gelişinde gazetecilere birebir bu açıklamayı yaptığı hatta "Bu, benim kişisel değerlendirmemdir" dediği aktarılır.
Başbakan "şoke" olur.
Adalet Bakanlığı gibi bir koltukta oturan Şahin’in herkesin diken üstünde yürüdüğü bir zamanda "kişisel fikrim" diyerek böylesine sorumsuz bir açıklama yapmasına fena halde içerler.
Açıkçası esir askerlerimizin teslim edilme şekli, teslim alan heyette DTP’li milletvekillerinin hazır kıta bulunması ve PKK’nın bunu bir propagandaya dönüştürmek istemesi