Sonra birden durdu ve şu çarpıcı soruyu sordu.
‘İstanbul Barosu dünyanın ikinci büyük barosuyum diye övünüp durur. Peki Allah aşkına bir tahminde bulunun. 23 bin üyeli Türkiye’nin en büyük, dünyanın ikinci büyük barosuna kayıtlı kaç vergi hukukçusu vardır?’
Hiç tereddüt etmeden ‘rakamı bilmiyorum ama yeterli değildir’ dedim.
Israrla ben dahil masada bulunan herkesten tahminde bulunmamızı istedi.
50 diyen de oldu 150 diyen de.
Hukukçu olmasam da hukuk fakültelerinde ekonomi biliminin genelde ıskalandığını, vergi hukukunun ise yüzeysel birkaç ders dışında maliyecilere havale edildiğini biliyorum.
Bu yüzden ‘iki elin parmaklarını geçmez herhalde’ dedim.
Ayrıca neden bu kadar cimri bir tahmin yaptığımı da şu örnekle izah ettim.
Kıran kırana rekabet ediyorlar.
Ciddi transferlere imza atıyorlar.
Önemli oyuncularını kaptırmamak için daha baştan çok katı kurallar koyuyorlar.
Tıpkı Türk futbolunun 4 Büyükleri, Fenerbahçe-Galatasaray-Beşiktaş-Trabzon gibi.
Fakat onlar süper ligin değil dünya vergi liginin 4 Büyüğü.
PricewaterhouseCoopers, Ernst&Young, Deloitte, KPMG.
Dünyanın neresinde ciddi bir satın alma işlemi varsa onlar orada.
Şirketinizin denetlenmesi ya da değerlendirilmesi mi gerekiyor mutlaka biri devrede.
Benim için bu soru şu sıralar iki açıdan çok önemli.
Birincisi, hemen herkes yeni bir yıla girmenin heyecanıyla kendi hayatında 2007’nin bilançosunu çıkarıyor. Taha Akyol üşenmemiş bundan tam 25 yıl önce yayımladığı Tarihten Geleceğe kitabını Truva Yayınları’ndan yeniden yayımlamış.
Bir anlamda 2007’nin sonunda kendi yaşamının çeyrek asırlık bilançosunu çıkarmış.
İkincisi bana gönderdiği kopyanın üzerine düştüğü şu kısacık notta gizli:
"Çeyrek asır önce yazdıklarımla yüzleşmek istedim. Ne kadar değişmiş veya ‘devam’ etmişim? Takdir sizin..."
Bu kısa not bence en az kitabın kendisi kadar önemli.
Bir kere cesur.
Çünkü kitabı oluşturan yazıların neredeyse tamamı 12 Eylül 1980 öncesi yazılmış. Son tahlilde sağ-sol çatışmasından dolayı kan gövdeyi götürüyor ve
Türkiye Yayıncılık Komitesi harıl harıl ekim ayında gerçekleşecek "Bütün Renkleriyle Türkiye" başlıklı bu çok önemli organizasyonun programını hazırlıyor.
Son detayları üzerinde çalışılan programın açılışını Goethe’nin Doğu-Batı Divanı yorumuyla Kudsi Erguner yapacak.
Kim düşünmüşse aklına ve yüreğine sağlık.
Çünkü dünyanın dört bir yanından akın akın Almanya’nın Frankfurt şehrine gelecek on binlerce yayıncı ve ziyaretçiye, Alman edebiyatının en önemli ismi Goethe’nin Doğu-Batı Divanı ile seslenmekten daha çarpıcı bir açılış olamazdı.
Hele de Türkiye’nin AB üyeliğine hala "doğu-batı" bağlamında tereddütle yaklaşılırken...
Şu dizeler dünya edebiyatının şaheserleri arasında sayılan Doğu-Batı Divanı’ndan.
Doğu da Allah’ındır
Batı da Allah’ın
Gerçi tartışma konusu yeni değil ama uygulama yeni.
Türk Standartları Enstitüsü (TSE) yeni yılla birlikte, 2005’ten bu yana tartışılan "Helal Gıda Sertifikası"nı hayata geçiriyor.
Hem Sanayi Bakanı Zafer Çağlayan hem de TSE Başkanı Kenan Malatyalı bu konuda kararlı.
Fakat "Helal Sertifika" uygulaması hem siyasi düzlemde hem de ekonomik düzlemde tarafları ikiye bölmüş durumda.
Konuya siyasi düzlemde yaklaşanlar bu uygulamayla Türkiye’de din eksenli yeni bir ayrımcılığın başlayacağına inanıyor.
Haksızlar mı?
Bence haklılar.
Fakat konuya hem dini hassasiyetler hem de 2 trilyon dolarlık yeni bir pazar açısından yaklaşanların da argümanları yabana atılır gibi değil.
Ha bir de yıllarca başkanlığını yaptığı Türkiye Giyim Sanayicileri Derneği ve şimdilerde heyecanla yürüttüğü TOBB Kadın Girişimciler Kurulu Başkanlığı’ndan dolayı sektörün "Hanım Ağası" o.
Gerçi kendisini kadın girişimcilere adamış bir işkadını olarak erkeksi tanımlamalardan hoşlanmıyor ama erkekler dünyasının inceliklerini ve eksikliklerini iyi bilen öncü bir işkadını o.
Bu yüzden olsa gerek, Anadolu’da özellikle kadınlar arasında son yıllarda gizliden gizliye bir "Aynur Bektaş efsanesi" dolaşıyor.
Öyle ki kurumsal imaj konusuna takık şehirli bir arkadaşım bile onun "iş dünyasının gizli kadın kahramanı" olduğunu düşünüyor.
Fakat benim bu yazıyı yazma sebebim organizasyon becerisi hayli yüksek, yerinde duramayan, tuttuğunu koparan Aynur Bektaş değil.
Onun yeterince önemsenmeyen, "çapı küçük, etkisi çok büyük işleri."
Yıllarca çalıştığı TÖBANK’ta en alt kademeden genel müdürlüğe kadar çıkan Aynur Bektaş’ın 1992’de emekli olduktan sonra eşi Süreyya Bektaş’la birlikte İstanbul’da 500 metre karelik bir atölyede başlattığı tekstil serüveni zamanla HEY Gruba dönüşerek onu İSO 100’ün başarılı patronlar listesine kadar taşıdı.
"
Bana gönderdiği e-mailde kullandığı isim "kimm?"
Sadece geçen hafta gönderdiği etkileyici e-maile cevap vermek istediğimde e-mail adresinde Selçuk Fırat ismiyle karşılaştığım için, gerçek adının bu olduğunu tahmin ediyorum.
Belki de "kim" olduğu bilinsin istemiyor.
Ama emin olamıyorum.
Bir yandan açıkça ismini yazmıyor, diğer yandan açıkça benden sesine kulak vermemi istiyor. İnanılmaz derece de yalın ve bir o kadar da zekice kurgulanmış kişisel bir çağrı yapıyor. Bu yüzden adını vermekte bir sakınca görmüyorum.
Referans gazetesi Genel Yayın Yönetmeni olarak her gün onlarca övgü-yergi içeren okur mektubu alıyorum. İnanın hiç biri beni Selçuk’un ki kadar şaşırtmadı.
Öylesine samimi, öylesine içten, öylesine çaresiz ama bir o kadar da iddialı ki...
Beni hem üzdü hem de sevindirdi.