Almanya İçişleri Bakanı Wolfgang Schaeuble’nin bir dizi siyasi temas için Ankara’ya geldiği pazartesi günü, Almanya’nın Ludwigshafen kentinde çıkan bir yangında 9 Türk hayatını kaybetti.
Tabii hemen akıllara 15 yıl önce Almanya’nın Solingen kasabasında Neo-naziler tarafından kundaklanan ve 5 Türk’ün ölümüyle sonuçlanan ırkçı facia geldi.
Tekerlekli sandalyesi ile Anıtkabiri ziyaret eden bakan haberi aldığında hızla telefona sarıldı. Ne olup bittiğini an be an öğrenmek istedi.
Kundaklanma şüphesi herkesten çok Schaeuble’nin beynini kemiriyordu.
Olay yeri incelemesinin ilk aşamasında, o binada yaşayan Aylin ve Bedriye adlı iki kız kardeşin anlattıkları dışında kundaklanma şüphesini doğrulayan bir delil bulunamadı.
Türk meslektaşı ve Başbakan Tayyip Erdoğan ile görüşen Alman bakan, dalga dalga yayılan şüpheleri gidermek için açıktan davet yaptı: "Yangının araştırılması için 50 kişilik bir soruşturma komisyonu kurduk. Buyurun Türk yetkilileri de gönderin, soruşturmayı birlikte yapalım."
Nitekim Türkiye’den uzman bir heyet Devlet Bakanı Mustafa Sait Yazıcıoğlu eşliğinde hemen yola koyuldu.
Schaeuble
Günlerdir ‘türban tartışması’ gündemin birinci maddesi.
Bir yanda kız öğrencilerin eğitim hakkı var diğer yanda haklı-haksız korkular.
Yalçındağ’ın TÜSİAD başkanı olarak yaptığı yerinde eleştiri maalesef yanlış ya da yanlı anlamalardan dolayı yersiz tepkilere sebep oldu.
Türban tartışmasında AK Parti’ye destek veren MHP işi anlamsız bir biçimde ‘sicil tartışmasına’ kadar götürdü.
AK Parti ise patronlar kulübü TÜSİAD’ı klasik türban karşıtlığı yapmakla suçladı.
Oysa TÜSİAD Başkanının konuşmasını baştan sona dinlediğinizde iki tepkinin de alabildiğine yersiz olduğunu görüyorsunuz.
Ne dedi Yalçındağ?
‘Kürsel ekonomiden gelen sinyaller çok olumlu değil. 2008 yılında ekonomide yeni bir vizyon ortaya koymaz ve bu vizyona uygun bir reform hamlesi başlatmazsak kürsel dalga, yaşam biçimimize bakmaksızın hepimizi önüne katıp sürükleyebilir.’
‘Yakından takip ettiğim bir şirketler listem’ bile var.
İşte bugün size herkes türban ve piyasalardaki dalgalanmaya odaklanmışken listemden bir biriyle alakasız gibi görünen üç ayrı şirket haberi aktaracağım.
Birinci şirketimiz sağlık sektöründen.
Küçük bir semt hastanesini 600 milyon dolar değerinde dev bir sağlık grubuna çeviren Acıbadem Sağlık Grubu geçen hafta Dubaili Abraaj Capital ile ortaklık anlaşması imzaladı.
Basit bir şirket haberi gibi görünen bu gelişmenin anlamı şu.
Acıbadem Sağlı Grubu hem Türkiye’deki yatırımlarını geliştirmek hem de Acıbadem markasını Ortadoğu ve Afrika’ya taşımak için çok önemli ve stratejik bir ortaklığa imza attı.
Nitekim piyasaların allak bullak olduğu, herkesin kredi bulma zorluğundan şikayet ettiği bir dönemde Garanti Bankası bu yeni ortaklığa 400 milyon dolar kredi sağlamaktan bir an bile şüphe etmedi.
Türkiye’nin dört bir yanında sağlık sektörünün yıldızı olarak büyüyen
Geçen hafta dünya ekonomileri çalkalanırken, Microsoft’un Başkanı Bill Gates her yıl Dünya Ekonomik Forumu’na ev sahipliği yapan Davos’ta, hayli ilginç bir konuşma yaptı.
Oturumun başlığı şuydu: ’21. Yüzyılda Kapitalizme Yeni Yaklaşımlar.’
Doğrusu bir çok önemli iş adamı bırakın 21. yüz yılı, 2008 sonunu bile kestiremezken, gelecek yıl emekliye ayrılıp kendisini tamamen vakıf işine adayacağını açıklayan Bill Gates’in söyledikleri ilk anda ninni gibi geldi.
Fakat Bill Gates ortaya attığı ‘yaratıcı kapitalizm’ kavramıyla bugüne kadar yaptıklarını ve bundan sonra büyük şirketlerin yapabileceklerini somut bir biçimde ortaya koyunca dikkatleri üzerine çekmeyi başardı.
Gates’in ‘yaratıcı kapitalizm’ tanımı özetle şöyle:
‘Hem kar yaratacak hem de dünyadaki eşitsizliklere çözüm olacak bir sistem. ‘ Mümkün mü? ‘İmkansız değil.’
Gates ısrarla ‘Kapitalizmin zengin insanlara olduğu kadar yoksul insanlara da hizmet etmesinin bir yolunu bulmalıyız.’ diyor.
Dünyanın en zengin adamı, dünyanın en büyük şirketlerine ‘refah içinde olan insanlara hizmet eden kapitalizmi, fakirlere de hizmet eder hale getirme’ çağrısı yapıyor. Elbette bunları söylerken kapitalizmin özü itibariyle ‘rekabetçi, bencil ve kar merkezli’ bir sistem olduğunun farkında.
Enerji Bakanı Hilmi Güler, Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım ve Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’la yaptığımız söyleşileri Referans’ın haber sayfalarında okudunuz.
Bugün ve yarın ekonomik koordinasyondan sorumlu devlet bakanı ve başbakan yardımcısı Nazım Ekren ile yaptığımız röportajı okuyacaksınız.
Merak etmeyin bu köşede size uzun uzun bakanlarla yaptığım sohbetleri aktarmayacağım.
Onun yerine iki haftadır Ankara’da bakanlar ve ekonomi bürokrasisi ile yaptığım sohbetlerde şiddetle cevabını aradığım ‘pek mühim bir tartışmanın’ perde arkasını anlatacağım.
Malumunuz Türkiye hemen her konuda olduğu gibi Merkez Bankası’nın Ankara’dan İstanbul’a taşınması konusunda da ikiye bölündü.
Aslında tartışma yeni değil.
Fakat Başbakan Tayyip Erdoğan önceki hafta 60. Hükümetin eylem planını açıklarken ‘yeri bile hazır’ diyerek Merkez Bankası’nı İstanbul’a taşıma kararlılığını emri vaki yaparak ortaya koyunca ortalık karıştı.
Muhalifler işi
Tabii hemen komplo teorileri devreye girdi.
‘Efendim bu kuyularda yıllar önce BP gibi dev enerji şirketleri sondaj çalışması yaptı ve petrol yoktur diye kuyuları kapattı. Oysa bakın TPAO petrol yoktur diye kapatılan 40 kuyudan 32’sinde petrol buldu. Türkiye aslında petrol ve doğal gaz zengini bir ülke, ama yabancılar yer altı zenginliğimizin ortaya çıkmasını istemiyor!’
Peki gerçekten öyle mi?
Geçen hafta Amerika dönüşü Enerji Bakanı Hilmi Güler ile Ankara büromuzda uzun bir sohbet gerçekleştirdik. Gazetelere daha çok Irak’ta Türkiye’nin oynayabileceği yeni rol ve nükleer enerji kısmı yansıdı.
Hazır Hilmi Bey’i bulmuşken yıllardır bitmeyen bu ‘aslında Türkiye petrol zengini ama yabancılar bilerek bulmuyor’ geyiğini en yetkili kişi olarak Enerji Bakanı’na sorayım dedim.
Nitekim ‘TPAO’nun Batman’da daha önce açılıp kapanmış 40 kuyudan 32’sinde şimdi petrol bulmuş olmasını siz nasıl açıklıyorsunuz’ dedim.
Hilmi Bey’in yüzünde tam anlamıyla çocuklara özgü ‘hınzır bir gülümseme’ belirdi.
Doğrusu biraz meraklandım ve
Özelleştirme İdaresi Başkanı Metin Kilci ile konuştukça anlıyorum ki "kırılmış".
Hakkında çıkan haksız suçlamalara, potansiyel suçlu muamelesine, Özelleştirme İdaresi Başkanı olarak göreve geldiğinden bu yana açılan 8 bine yakın davaya, bunca davadan dolayı başarısızmış gibi gösterilmeye; yetmiyormuş gibi bir de direkt kendisini hedef alan "yıpratmaya dönük" 30’a yakın kişisel davaya...
En çok da annesine üzülüyormuş.
Daha doğrusu annesinin her defasında yeni bir davayla ilgili olarak televizyonda oğlunun ismini görüp panik içinde gözyaşlarına boğulmasına.
"Çalışma arkadaşlarım ve bu işle ilgili birimler, çok yıpratıcı da olsa, bunun bir prosedür olduğunu biliyor ama yaşı hayli ilerlemiş annem? Her defasında nasıl anlatayım ona. İnanın en çok o yaşta bir kadının üzülmesi üzüyor..."
Dedim ya "hayli kırılmış!"
Oysa rakamlar ortada.
Tamam, Özelleştirme İdaresi’nin yaptığı her işlem istisnasız yargıya gidiyor. Çünkü birileri ideolojik sebeplerle özelleştirmelere karşı yargı savaşı yürütüyor.
Bir ara nitelikli eleman bulmak konusunda yaşadıkları sıkıntıyı paylaştı.
Sonra birden durdu ve şu çarpıcı soruyu sordu. "İstanbul Barosu dünyanın ikinci büyük barosuyum diye övünüp durur. Peki Allah aşkına bir tahminde bulunun. 23 bin üyeli Türkiye’nin en büyük, dünyanın ikinci büyük barosuna kayıtlı kaç vergi hukukçusu vardır?"
Hiç tereddüt etmeden "rakamı bilmiyorum ama yeterli değildir" dedim.
Israrla ben dahil masada bulunan herkesten tahminde bulunmamızı istedi.
50 diyen de oldu 150 diyen de.
Hukukçu olmasam da hukuk fakültelerinde ekonomi biliminin genelde ıskalandığını, vergi hukukunun ise yüzeysel birkaç ders dışında maliyecilere havale edildiğini biliyorum.
Bu yüzden "iki elin parmaklarını geçmez herhalde" dedim.