PaylaÅŸ
En son geçen hafta Telekom grevinden dolayı Türk-İş dahil bir çok sendikacımızı çağdaş sendikacılıktan bihaber olmakla suçladım.
Fakat bugün -eleştiri hakkımı mahfuz tutmak kaydıyla- Türkiye’nin en büyük işçi konfederasyonu Türk-İş’e ve başkanı Salih Kılıç’a kocaman bir alkış göndermek istiyorum.
Çünkü Kılıç şu günlerde, Türk sendikacılığında ciddi bir zihni dönüşüme yol açabilecek çok önemli bir kampanyanın hazırlığını yapıyor.
Kampanyanın sloganı şu: ‘Vatandaş; işine, aşına, iş yerine sahip çıkmak için, Türkiye’de üretilen malı satın al.’
Açıkçası ben Türk-İş’in öncülüğünde 1 Ocak 2008’den itibaren uygulamaya girecek ‘yerli malı’ kampanyasından çok umutlu değilim.
Nedenini birazdan anlatacağım...
Fakat bu kampanyayı başlatarak Türk-İş’in, Türkiye’de yerli-yabancı sermaye tartışmasına çok önemli bir katkı yaptığını düşünüyorum.
Dikkat ettiyseniz Türk-İş kullandığı sloganda vatandaşı ‘Türkiye’de üretilen malı satın almaya’ çağırmış.
Yani klasik anlamda şirketlerin orijinine bakarak çağdışı bir ‘yerli-yabancı’ ayrımı yapmamış.
Onun yerine ‘Türkiye’ye yatırım yapan, Türkiye’de istihdam sağlayan sanayiinin ürettiği her mal yerli malıdır’ diyerek, küreselleşmenin gerçeklerine uyum sağlamaya çalışan bir ‘yerli malı’ tanımı geliştirmiş.
Bu anlayışla Türkiye’de üretim yapan Coca Cola’ya da binlerce kişiye istihdam sağlayan McDonalds’a da kucak açmış.
 Gerçi küreselleşen rekabetçi dünyada artık bir ürünün üretildiği yer de önemsiz hale geldi ama sonuçta Türk-İş bir sendika ve bir sendikadan daha fazlasını beklemek en azından şimdilik haksızlık olur.
Benim Türk sendikacılarına ilişkin en büyük eleştirim şuydu.
Küreselleşen dünyada artık klasik işçi-işveren ayrımı anlamını yitirdi. Oysa Türk sendikacıları hala çağdaş sendikacılığın dinamiklerini anlamak yerine bu ayrım üzerinden politika üretiyorlar.
Dünyanın bir çok gelişmiş ülkesinde sendikalar fabrikaları kapanmasın ya da daha ucuz maliyetli olduğu için Çin gibi ülkelere taşınmasın diye iş yerinin geleceğini işverenden daha çok düşünür oldu. ‘İşçi-düşmanı işveren’ tanımlaması çok geride kaldı.
İşçi-işveren karşıtlığı yerini işçi-işveren işbirliğine bıraktı.
Bunun en çarpıcı örneğini en son Almanya’da Volkswagen çalışanları gösterdi.
Sendika ve çalışanlar ücret iyileştirmesi için greve gitmek yerine, fabrikaları kapanıp başka bir ülkeye taşınmasın diye oturup işverene sıfır zam önerdi. Bu sayede Alman otomotiv sanayiinin belkemiğini oluşturan ve yüz binlerce Almana istihdam sağlayan Volkswagen fabrikalarını kapatıp daha az maliyetli bir ülkeye taşımaktan vazgeçti.
Ha sorun tamamen çözüldü mü?
Hayır, şimdilik çözüldü. Yüksek işçilik maliyetlerinden dolayı Almanya eninde sonunda otomotiv üretimini daha az maliyetli ülkelere kaydıracak. Marka yine Alman olacak, esas katma değeri yine Volkswagen gibi şirketler alacak ama üretim farklı ülkelere kayacak.
Alman hükümetinin sendikalarla beraber ürettiği çözüm önerisi yüz binlerce çalışanın bir anda işsiz kalmasını önlemeye yönelik. Zaman kazanıp bu insanlara başka alanlarda istihdam yaratmak istiyorlar, kaçınılmaz sonun Almanya gibi sanayii devi bir ülkeyi bile dize getireceğini onlar da kabul ediyor.
Ä°ÅŸte böylesine rekabetçi bir dünyada klasik işçi-iÅŸveren ayrımına dayalı sendikacılık hiçbir anlam taşımıyor. Çünkü tüm dünyada rekabet edemediÄŸi için zarar eden, bir anlamda fabrikası yanan iÅŸverene ilk yardım elini işçi uzatıyor.Â
Şimdi sevinerek görüyorum ki Türkiye’nin en büyük işçi konfederasyonu Türk-İş Turkcell-Vodafone, Coca Cola-Cola Turka, Mado-Algida, HSBC-Halkbank arasında hiçbir fark görmüyor.
Bu yüzden de alkışı fazlasıyla hak ediyor.
Bir de şu Türk-Telekom grevini klasik işçi-işveren, kamu-özel karşıtlığından çıkarmayı başarırsa işte o zaman çağdaş sendikacılık yolunda asıl önemli adımı atmış olacak.
 Bakalım Coca Cola’ya sahip çıkan Türk-İş hala yarıya yakın kamuda olan ve her geçen gün hizmet vermekte zorlanan Telkom’a şirketin geleceği ve işverenin imkanlarını da dikkate alarak sahip çıkabilecek mi?
PaylaÅŸ