25 Ekim 2010
BİR Alman, Peter Weiss, özgürlüğün, eşitliğin vaz geçilmezliği adına atılmış ilk vurucu temel adım sayılan Fransız’ın “İhtilal”ini, iç yüzünü kurcalayıp da niye “Marat Sade” gibi bir oyun yazar? Neden bir Fransız, adını taşıyan o İhtilal’i, böylesine güçlü bir eleştirel bakışla sahneye taşıyamamıştır?
Gerçekte 1789 Fransız İhtilali, halkın Bastil Hapishanesi’ni basarak başlattığı süreçte, halk adına devlet erkini ele geçiren iki siyasal gücün, Jirondenler ve Jakobenler’in, birbirileriyle çekişip “giyotin”i kutsallaştırdıkları insan kıyımıyla süren bir dönemin başlangıcıdır.
Peter Weiss’ın oyununu üzerine kurduğu iki kişiden biri, Marat, Jakobenler’in önderi Robespierre’in en güçlü yandaşı Jean Paul Marat’dan başkası değildir.
* * *
Marat gerçekte İsviçreliydi, 1789’da 46 yaşındaydı. Londra’da bir hekim iken felsefe ağırlıklı konularda denemeler yayınlamış; ışık, ateş ve elektrik üzerine yaptığı çalışmalarıyla da 1783’te Rouen Kraliyet Akademisi ödülünü almıştı.
Böylesi bir geçmişi olan Marat, halkın kendi kendini yönetmesi adına kurulan siyasal düzende İhtilal’in en güçlü kişilerinden biri olduğunda, her gün beşerli onarlı doldurulup da arabalarla kan görme sarhoşluğuna kaptırmış halkın çılgın gösterileri arasında Paris sokaklarından geçirilerek giyotine götürülen insanların idam kararlarının altına mührünü vuran kişi olup çıktı. Ve “son”, Marat’yı, yakalandığı deri hastalığının yol açtığı acılarını dindirmek için ilaçlı suyla dolu küvette günlerini geçirirken bulacaktır. Yıl 1793, daha 50 yaşında, kudreti elinde tutma süresi 4 yıl!
* * *
Peter Weiss oyununu özgürlük, eşitlik adına Fransız İhtilali’yle çıkılan yolda, halk adına gücü ele geçirenler birbirleriyle çekiştikçe insanın yok edilişi gerçeği üzerinden çıkarmıştır.
Varsayar ki, Weiss, Marki Sade -gerçekte yaşamının son yıllarında olduğu gibi- bir akıl hastanesindedir ve Marat’nın -yine gerçekte olduğu gibi- Jironden yanlısı Charlotte Corday tarafından su dolu küvet içindeyken bıçaklanarak öldürülüşünü anlatan bir oyun yazmıştır; akıl hastalarını oynatarak oyununu sergileyecektir.
1964’te yazılan oyun, “Marat Sade”, epik – absürd - didaktik yönelmeleriyle, görselde cinsellik ve acı çektirmenin öne çıktığı, belgesel tiyatro kimliğine bürünmüş görünse de, usta yönetmen ve oyuncular eline düştüğünde, kalkar da bir 1789 yılından, günün gerçeklerinde sıkışıp kalmış umursuzlukların, iktidar çarpıklıklarının, yitirilmiş insanlık değerlerinin sözcüsü olur.
Yahudi kökenli bir Alman yazar, yazar bir Fransız gerçeği üzerine, katar içine İsviçreli bir hekim ile ahlak düşkünlüğü bilimselleşmiş bir Fransız soylusunu ve İzmir’de Bornova’da toplaşır gençler, çıkıp da sahneye, geçmişin bir gerçeğini bugüne söyler.
Söylerler de nasıl söylerler; onu da sonra söyleyelim.
Yazının Devamını Oku 18 Ekim 2010
Şu elin Batılısı’na hiç güven olmaz! “Marat” diye gösterir, kendisi “mara” diye okur; “Sade” diye görürsünüz, o “sad” deyiverir. Kutsal bellediğimiz o Fransız İhtilali de dışı, dışa yansıtılmış; içi de içine gömülüvermiş bir “Batılı işi” değil mi? O Fransız İhtilali ki, insanlık değerlerini başına taç diye kondurmuş da sonunda gide gide Napolyon Bonapart adında bir diktatörü kendi başına oturtmuş!
Öyledir o Batılı.. kan döker, zalimdir; “tez-antitez” der, gider gider dünyaya bir “sentez” çıkarır.
***
Bir “Alman” da adı Peter Weiss, Fransız’ın o kanlı İhtilali’nden bir ders çıkarmış, “Marat Sade” diye bilinen bir oyun yazmış, diyor ki: “Para kazanıyorsanız, sanayicilerin çevirdikleri dolaplardan kendinize bir şeyler kapabiliyorsanız, bu da size mutluluğa açılan bir kapı gibi görünüyorsa, sizden çok daha fazlasına sahip olanların bir buluşudur bu. Onlara inanmayın.”
Peter Weiss’ın, “Marat Sade”ı, böylesi, Batı’nın çapraşık değerlerini açığa çıkarıp sahneye sunduğu çarpıcı bir oyundur.
***
Tiyatroya sevdalı, inançlı bir gençlik topluluğu, derinliğine birçok değeri kurcalayan işte bu “Marat Sade”ı yüklenip de sahneye getirmiş. Sabancı Kültür Sarayı’nda görkemli bir gösteriyle, bir kez de olsa, izleyici karşısına çıkan gençler, Bornova Belediyesi’nin gönülden desteğiyle kendilerine “Bornova Belediyesi Şehir Tiyatrosu” demişler.
Önce, tiyatroya adanmışlığın kutsallığı adına, onları kutlayalım. Ne Büyükşehir Belediyesi’nin, ne İzmir’in orta yerinde Konak Belediyesi’nin yıllardır yanaşamadığı bir sanat görevini yüklenip de on yılı aşkın bir süreç içinde yaratılan bu oluşumda Bornova Belediyesi’ni kim kutlamaz ki!
O akşam, 13 Ekim 2010 Çarşamba günü, sahnede gençliğin, kafesine kapatılmışlıkları içinde, ne inanılmaz değerler geliştirdiğini gördüm, şaşırdım. Onları anlatmak isterim, ama diyeceğimi anlatabilmek için önce şu “t”si ile “e”sini atıp da bellemek zorunda bırakıldığımız “Marat Sade”a döneyim.
***
Fransız İhtilali, 1789’da olmuş. Oyunun iki kahramanından biri “Sade”, gerçek adıyla Donatien Alphonse François le Marquis de Sade 49 yaşında. Çok varlıklı bir “markiz”, soylu! 1790’da ulusal delege olarak seçilip İhtilal kargaşası içindeki yerini alıyor. Oysa Sade, yazdıklarıyla, yaşadıklarıyla cinselliğe dayalı akla hayale gelmeyecek ahlak dışı bir yaşantının yaratıcısı. “Erotik”, “pornografik” denen ne varsa, neredeyse o yaşantıdan uzanıp gelmiş günümüze. Eziyetle cinsellikten haz duyma, bir davranış biçimi olarak bilimsel disiplin içinde de yer edinince, “Sade” adı “sadizm – sadist” gibi kavramların çıkış noktası olmuş.
Markiz Sade, sürekli kaçıp yakalanışlar arasında, giyotinden kurtulmalarla birlikte, nerdeyse 29 yılını hapishanede, 3 yılını akıl hastanesinde geçirdiği bir yaşam sonunda, geride, filme de konu olan “Justine” gibi ahlak dışılığın başyapıtı bir roman da bırakarak, Napolyon’un imparatorluk tahtından indirilip Elba Adası’na sürgüne gönderildiği yıl, 1814’te, öldü.
Peter Weiss’in oyununa ad olan öteki kişi “Marat” ya gelince... Markiz Sade ile uğraşırken ona yer kalmadı. Gelecek yazımızda “Marat Sade” olgusuna biraz daha yaklaşalım. Bir de kuşkusuz, Marat Sade Oyuncuları’nın o görkemli gösterisinde sahnede “gördüklerimize” ve de “işitemediklerimize” yaklaşalım.
Yazının Devamını Oku 11 Ekim 2010
1 Ekim Cuma günü, bu yıl 2010’da, 85 yaşında bir Güzel, yılların yıprattığı o kırışıklıklardan, yamanmış gibi duran o solgun yüzünden, neredeyse soluksuz kalmış da çökmüş yüreğinden bir çığlıkla kurtulmak istercesine sanki yeniden doğmuş oldu. “Bilmem haberiniz oldu mu?” diyeceğim, ama hiç sanmam İzmir duymuş olsun; hele Türkiye! Ne televizyonlar o tazelenen güzelliğin görüntüsünü verdi, ne İzmir dışında gazeteler bir küçük habere konu yaptı onu.Şaşmamak gerek herhalde. “Fatmagül’ün Suçu Ne” deyip bir güzel genç kadının “tasallut”unu ya da tiyatro sanatının orta yerine bir “yavşak” oturtup “ünlü sanatçılar”ın çekişmesini bir sanatsal yaklaşım diye sunan bir “ortam”da yaşatılıyoruz ya... O gün, 1 Ekim Cuma günü, akşamdı; güneş yeni batmıştı. Konak’ta İzmir Devlet Tiyatrosu bahçesi doluydu, “hoş geldin” demeye gelmişti herkes, 85 yaşındaki Güzel’e. Bir yılı aşkın süre perdelerini kapatıp karanlığa gömülmüş gibi duran o Güzel, “Çok Bilen Çok Yanılır” deyip örtüsünü üstünden atıyordu. * * *Gidin görün o Güzel’i... İzmir Devlet Tiyatrosu!Koynunda yaşanmadıysa duyulmaz mı bir sanat ocağının 85 yıl sonra canlanışındaki coşku? Hem de nasıl coşkulanacaksınız ki, o ocakta yaşaya yaşaya soluk almış olanlardan çok! Hele bir gidin tez vakit; inat ve inanç, önündeki engellerle girdiği kavgada, düşe kalka, 85 yıllık bir ömrü, getirir doğduğu güne! Doçent Lemi Bilgin Devlet Tiyatroları Genel Müdürü’dür ve dahi yanında deneyimine ve sesine zor erişilir Rüştü Asyalı başrejisör. Onlar Ankara’da olmakla uzağındadır İzmir’in derken, o inat ve inancı sessizce sahneye koymuşlar, koca bir İzmir beklerken.* * * Ne yüce inanç ki, Cumhuriyet daha 2 yaşında, o Güzel’i İzmir’in bağrına, Konak’a yerleştirip oturtmuş. Cumhuriyet’in çağdaş aydınlığa inancının bir belgesiydi o. Yıllarca önce, 1925’de çevresi bomboş, denizin hemen kıyısında durmuş, hep bir kutsal çağrı gibi beklerdi. Yine de bir beklediği olmalı: Mimarı Necmettin Emre ve yolunu tiyatroya açan Cüneyt Gökçer ile ustalar ustası tiyatro sanatçıları Melek Ökte, Salih Canar, Ragıp Haykır’ı, bir köşeciğine adları iliştirilmiş olmakla, hatırlanmak.Çok göklere çıkardıysam o Güzel’i, bağışlana. Gören diyecek, kuşkum yok, “yerde duruyor yine de”. Artık o Güzel, bundan böyle nasıl oynar, bilemem. Bilen bilse de yine de açmışlar perdeyi, dedim ya, “Çok Bilen Çok Yanılır” ile.Emeği geçenlere ne mutlu!
Yazının Devamını Oku 4 Ekim 2010
İstanbul’dan yeni dönmüştüm, bilgisayarımda bir e-posta, Konak Belediye Başkanı Dr. Hakan Tartan imzalı bir çağrı: “9. İzmir Türkçe Günleri - 78. Dil Bayramı - (26 Eylül 2010 Pazar) - Düzenleyenler: Konak Belediyesi, Dil Derneği”
Günlerden “çarşamba” idi, “eyvah” demişim. “Türk Dili’ne tutkun biri ben, kaçırmışım.”
Aa, o da ne! e-posta altta sürüyor: “29 Eylül Çarşamba - Yer: Türkçe Taşı (Konak EÜ Atatürk Kültür Merkezi yanı) - 11.00 Küçük Konser - 11.10’da 9. İzmir Türkçe Günleri / 78. Dil Bayramı dolayısıyla seslenişler - 11.45 Yürüyüş (Türkçe Taşı’ndan Kemeraltı Abacıoğlu Han’a...)”
Ve Konak Kültür Müdürlüğü’nün e-postası sürüyor: “Yer: Abacıoğlu Han Kemeraltı - 12.30 Açılış Seslenişi Dr. Hakan Tartan, Konak Belediye Başkanı - 12.40 Söyleşi - İmza. “Dilimizin Emekçileri Gençlerle Buluşuyor: Ahmet Günbaş, Eşref Karadağ, Hidayet Karakuş, Mavisel Yener, Muzaffer İzgü”
O gün saat 12.00 idi; bir “oh” demişim, “Yürüyüşü kaçırdım ama, Dr. Hakan Tartan’ı da öteki değerli kişileri de dinleyebilirim.”
Yazının Devamını Oku 27 Eylül 2010
Hele bir düşünelim bakalım: Şu güzelim ülkemiz Türkiye’yi “kıyısal” ve “karasal” diye “evet–hayır” ile neredeyse ikiye böldüğü ortaya çıkan, yabancıya özenince “referandum” oluveren “halk oylaması” öncesi, “evet” diyeceklerden yana saf tuttu diye pop müziği söz yazarı, besteci ve ses sanatçısı Sezen Aksu’nun bir vakitler ailesiyle yaşadığı evin bulunduğu sokakta asılı duran tabela indirilmeli miydi, indirildiyse yerine konmalı mıydı?
Bütün ilçeleriyle, mahalleleriyle “hayır” diye haykıran İzmir’in bir küçük sokağında, adı 15 yıl önce bir tabelaya konmuş olan Sezen Aksu’ya İzmirli tepkisi daha “evet” dediğinin ertesi günü başlamıştı. Evet’ler Hayır’ları bastırınca olan oldu; gerçekte adı “145” olan sokakta oturanlar, “Sezen Aksu” adını sokaklarının duvarında görmek istemediklerini bildirir bir kalkışmayla imza toplamaya başlayınca da evet-hayır çekişmesi o küçük sokağa düştü kaldı. Bu arada, bir görünmez el araya girmiş, o cicili bicili yazılmış tabelayı indiri vermişti.
Aradan birkaç gün geçmişti ki, Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu da Konak Belediye Başkanı Dr. Hakan Tartan da tepkilerini gösterdi ve bu kez resmi ölçülere uygun düzenlenmiş, ama resmi dayanağı olmayan “Sezen Aksu Sokağı” yazılı tabela eski yerine kondu.
BİR ‘LEYLA GENCER’ OLMASA DA...
Başlayalım düşünmeye: Bir insanın, düşüncesini açıkladı diye, dolaylı yoldan da olsa, cezalandırılması doğru mu? Hayır.
O insan hele sesiyle ünlenmiş bir sanatçıysa, Leyla Gencer gibi uluslararası bir üne kavuşmamış olsa da, “evet” deyişiyle etkileyici bir değer taşır mı? Taşımasa da, “hayırcılar” kendilerini İzmir’in orta yerinde vurulmuş saydı.
Şimdi gerçeğin gerçek yanına yanaşıp düşünelim: Sezen Aksu İzmirli mi, yoksa Sezen Aksu diye bilinip ünlendikten bu yana, sürekli yaşayacağı yeri de seçmiş olduğuna da bakarak, İstanbullu mu?
Bir de şöyle soralım:
Yazının Devamını Oku 14 Eylül 2010
Bu yıl da “9 Eylül” geride kaldı! 1922’den bu yana, ocağını yangın yerine çeviren o ateşe karşı yanıp kül olmadan verilen sınavın o son günü, her yıl sıcaklığını yitire yitire, yaşanan herhangi bir gün gibi anımsanır oldu.
Geçip gidecek bir 365 gün sonra yine bir 9 Eylül gelecek ve yine geride kalacak.
Bugünün İzmir’ine bakıp da “88 yıl geçmiş aradan, daha ne olsun!” mu demeli?
* * *
Gerisinde nice özveriler, nice yiğitlikler bıraka bıraka o 19 Mayıs’a, 29 Ekim’e, 23 Nisan’a kapı açmış bir gün olsa da 19 Mayıs ya da 23 Nisan ya da 29 Ekim gibi bütün Türkiye’nin kutladığı bir gün değildir 9 Eylül.
Bir 15 Mayıs günü 1919’da, bir bağımsızlık haykırışı gibi şehit düşeceğini bile bile “ilk kurşun”u o atar, o kurşun dönüp gelir de yine İzmir’e, düşmanı vurur.
9 Eylül İzmir’in kendisidir; “gavur” diye vurulan damgadan sıyrılıp kişiliğini bulma yolunda yola çıktığı gündür.
* * *
“İlk” ve “Son” olmanın dışında, Mustafa Kemal’in içinde durduğu nice olay vardır ki, İmparatorluk başkenti İstanbul ve Cumhuriyet’in başkenti Ankara’nın yanında İzmir’i seçkinleştirir.
Mustafa Kemal, annesi Zübeyde Hanım’ı İzmir’e emanet etmiştir. Ve Zübeyde Hanım İzmir’de ölür, mezarı da İzmir’dedir. (14 Ocak 1923)
Evleneceği eşini İzmir’den seçmiştir. (29 Ocak 1923)
Ulusal kalkınmanın temel taşlarının atılması hedefiyle Mustafa Kemal “İktisat Kongresi”ni İzmir’de gerçekleştirir. (17 Şubat 1923)
Mustafa Kemal’in canına kastedenler de İzmir’i seçmiştir. (Haziran 1926)
Türk kadının ilk sahneye çıktığı yer, İzmir’dir. (31 Temmuz 1923)
Çok partili siyasal düzene geçişte Serbest Fırka’da toplaşıp ilk güç gösterisini düzenleyenlerin seçtiği yer, İzmir’dir. (7 Eylül 1930)
Ve gerisinde yılların bulunduğu kültürün bir yangınla kendisini yok ettiği yerde “Kültürpark” adını alıp da açılan buluşma yeri ilk İzmir’de açılmıştır. (1 Ocak 1936)
* * *
Eylül’den bir gün daha geçip gitti!
Bugünün İzmir’inden o 9 Eylül’ün İzmir’i görünür mü!
Bilinmez.
İzmir olmak!
Denizinden açılıp gitmiş bir ülkü mü?
Kimbilir!
Yazının Devamını Oku 6 Eylül 2010
“İzmir sanatın yoğun yaşandığı bir kent mi?” diye sorup duruyorum ya; ola ki, “yoğun” olmasa da “yoksun” olmamakla İzmir’i sanatın soluk aldığı bir kent sayanlar vardır.
Geçenlerde halka açık bir söyleşide sorunun yanıtını bulmak olanağı doğdu. Uluslararası İzmir Fuarı’nda gelip geçenlerle söyleşelim diye Konak Belediye Başkanlığı, düzenlediği etkinliklerin birine beni de çağırmıştı. Dizilerin tanınmış bir oyuncusu Şenay Gürler de çağrılı olunca, bizim bir ikili olarak televizyon dizileri üzerine söyleşeceğimiz anlaşılıyordu.
Hiç de öyle olmadı. Bizi dinlemeye gelenler, sordukları sorularla İzmir’in sanat yaşamını sorgulamak istiyorlardı.
ÜNLÜ OLMANIN YOLU
Rastlantı ya, Şenay Gürler üniversite öğrencisiyken, TRT İzmir Televizyonu’nda çalıştığım yıllarda gerçekleştirdiğim bir programda ilk kez ekranda görünmüştü. Sonraki yıllarda İstanbul’a gitmiş, seslendirme, film, dizi derken halkın tanıdığı ünlü bir kişi olmuştu. Şimdi, İstanbul’da yaşayan bir sanatçı olarak İzmirlilerin karşısına çıkıyordu.
Söyleşiye katılan dinleyiciler, “ünlü” olmanın ön koşulunun İzmir’den İstanbul’a göç etmek oluşunu sorguluyordu. Somut örnek de karşılarındaydı: Ben Ankara’dan İzmir’e gelmiştim, Şenay Gürler İzmir’den İstanbul’a gitmişti.
Yazının Devamını Oku 31 Ağustos 2010
Bağımsızlık ve ardından Cumhuriyet inancından hiç vazgeçmeksizin ulus olma bilincine varmak üzere çıkılan kavgalı yolda İzmir, nice “ilk” olmakla tarihimize “şeref ve şan” kazandırmıştır da, zengin varlığı ve birikimine kıyas edilince, kültür-sanat alanında neden yıllardır yerinde saymıştır, giderek kimi başka kentlerin gerisine düşmüştür?
Herhalde şu saptamayı yapmak yanlış olmayacak: 1950 öncesi Cumhuriyet’in çağdaşlık adına kültür–sanat alanında kurumlar yaratıp kurumlaşmayı sağlamak, öncelikli devlet görevleri arasındaydı. 1950 sonrası demokratik düzenin girişiyle “devlet” “kurucu–yapıcı-izleyici” olarak sahayı terk etmiş, halkın doğrudan temsilcileri “yerel yönetimler” ise, ellerine bırakılan kültür–sanat içerikli hizmetleri, halk baskısı da olmadığından ve dahi sandığa giden ‘oy’a toz taneciği kadar etkisi bulunmadığından, önceliklerin arka sıralarına itivermiş.
Güzel sanat denen estetik değerler oluşumu, bir üst yapı kurumu. Üstteki devletten alttaki yerel yönetime bırakılınca güzel sanatların altta kalması kaçınılmaz. Belli ki, İzmir’in de kültür–sanat yazgısını çizmiş 1950’lere geçiş.
“LEVANTEN” DENEN HALK
İnternete “İzmir ve Tiyatro” yazıp girince, karşıma çıkan onlarca araştırma, bu gerçeğin kanıtı gibi satır satır dökülüveriyor. Sanatın çok önceleri de “devlet” ile değil, “yerel” ile yerden kaldırılıp başa konulduğunun birer tarih aynası sanki o araştırmalar.
Avrupalıların “doğulu” anlamında bulduğu bir sözcükle, oysa bizim “batılı” diye bellediğimiz “levanten” halkın girişimiyle daha 1700’e varan yıllarda tiyatro ile tanışmış İzmir. “Müslüman” halkın ortaoyunundan öte, seyirlik sanattan habersiz olduğu o günlerde İzmir’in “gavurları” 1650’lerde İzmir’de Fransız Konsolosluğu’nda Corneille’nin “Nicomele” adlı trajedisi temsil edilmiş.
Osmanlı halkından sayılan levantenler, kapitülasyonların tanıdığı olanaklarla gittikçe zenginleşirken, İzmir’de tiyatro binaları yapıp Avrupa’dan sık sık opera ve tiyatro toplulukları getirir olmuş. Tanzimat’la birlikte edebiyat alanında yazarlar, şairler birbirleriyle yarışırcasına ün kazanırken, insanın insan önüne çıkıp da yarattığı seyirlik sanatlar, devletin bakışıyla “gavur işi” olmaktan kurtulamamıştır.
BİR RİCANIN SONRASI
Yazının Devamını Oku