Erol Aksoy

Bir “Guguk Kuşu” ki

27 Aralık 2010
DAĞLAR delinir kuşkusuz, o sevda ile çıktığınız yolda her engel önünde biraz daha güçlenen inancınız varsa! Geleneğinde ne opera, ne bale olan Türk toplumunda Cumhuriyet’in açtığı kapılardan sanat yoluna düşenler, yaş erişti, çağdaşlığı aydınlatan birer sanatçı oldular. Güzel sanatlar bir uygarlık ölçüsü ise, Amerika’dan Avrupa’ya uzanıp gelir de o uygarlığın sınırı Türkiye’den sonra biter.
Devran değişip de ölçü değişirse, kuşkusuz güzel sanatlar da biter, sanatçılar da tükenip gider.
Tükenmiş olmakla suçlandıkları bir dönemde, Devlet Opera ve Balesi içinde kendilerine “Birim Dans Tiyatrosu” adını “uydurup” kafa tutanlar, sanatlarında yeni bir biçim yaratmakla kör anlayışın dağını delip geçmiş oldular.
* * *
“Dans Tiyatrosu”, 2008’in başlarında bale sanatçısı İhsan Kadir Bengier ile arkadaşlarının öncülüğünde Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü yapılanması içinde bir “birim” olarak kurulmuş. Bengier’in dans düzeniyle “Guguk Kuşu”nun İzmir’de sahneye çıkmış olmasıyla da İzmir Devlet Opera ve Balesi, sanatçı Nurselen Şekercioğlu yönetiminde “Dans Tiyatrosu” birimiyle  ilk gösterisini gerçekleştirmiş oluyor.
Klasik Bale’nin adımları genç yaşta olmayı gerektirmekte. İlerleyen yaşlarında sanatçıların, onca yıl eğitimini görüp gönül verdikleri baleden uzak düşmeleri, dünyanın her yerinde, kaçınılmaz bir yazgı.
“Dans Tiyatrosu”, bu yazgıya bir başkaldırış sanki; özgün bir buluş. Bale dansçıları, bedenlerine işlemiş müzikli bir düzenle uyumlu ustalıklarını, en geniş anlamıyla tiyatronun dramatik yapısına yaklaşarak, sahnede yeniden yansıtabiliyorlar. Bir tiyatro oyununun, dans diliyle anlatımı bir bakıma.
* * *
“Guguk Kuşu”, özgün adıyla “One Flew Over the Cuckoo’s Nest – Kafesinden Bir Guguk Uçtu Gitti”, Ken Kesey’in 1962’de yayınlanan ilk romanı. Roman uyandırdığı yankıyla ustaca uyarlanmış bir tiyatro oyununa dönüşüyor; sonrasında Oscar’ın en iyi filmlerinden biri olup çıkıyor.
“Guguk Kuşu’nun bir “bale” olması, dünyada ilk kez gerçekleşmekte.
İzmir’de verilen temsil, sanatçıların yıllar süren nice birikiminin bambaşka bir yolda patlamasından başka ne olabilirdi ki!
* * *
Yine de söylenecek bir söz var: Sahnedeki canlılığı, “cansız” bir müzikle sürdürmek zorunda kalmak! İlteriş Sun’un müziği, bir ses kaydına hapsedilip de temsil boyunca orkestra icrasından yoksun bırakılmış olmakla, besteciye saygı ölçüsü bir yana, belli ki, birkaç engel daha yol üstünde durmakta.
Herhalde ayrımında değil kimileri! Dans Tiyatrosu, Türk Balesi’nin dünyaya sunduğu özgün bir adım. Bu adım, el verin de bu kez Türkiye’den Avrupa’ya doğru atılsın.
Sözünü edip durdum da “Guguk Kuşu” neyi söyler ne anlatır, üzerinde hiç durmamışım. Ne önemi var! Kafesinden kurtulan bir kuş ne söylerse, güzel söyler; zaman olur, dağları deler.
Yazının Devamını Oku

Guguk Kuşu’nun sesi

20 Aralık 2010
“Guguk Kuşu” geldi Ankara’dan İzmir’e, kondu Elhamra’daki Devlet Opera ve Balesi’nin sahnesine! Bilirsiniz değil mi o guguk kuşunu? Hani, şu kurma zinciri aşağıya sarkan cicili bicili yuvasından başını uzatır da her saat başı, öter “guguk guguk” diye. Şimdi de bir haberci gibi “vakt erişti” demeye mi geldi bu “Guguk Kuşu”?
“Birim Dans Tiyatrosu” adını “uydurup” Devlet Opera ve Balesi içinde 2008’de ortaya çıkıp da “Guguk Kuşu”na can veren bu “oluşum”, bale sanatçısının çaresizlik yazgısı karşısında üzerinde önemle durulması gereken, ama olağan işlerdenmiş gibi geçiştirilip gitmiş bir olgudur.
* * *
Seyirci alkışlar da o sanatçıların “yaş 35, Dante gibi yolun yarısı” bile diyemeden ortada kalıvereceklerini düşünmez bile. “Bedenin ya da sesin sanata dönüştüğü başka bir sanat var mı baleden başka, sanatçısını elden ayaktan kesen?” diye bir düşünmeye dursak!
On yaşını geçmeden başlayan on yılı aşkın eğitim ve sonunda on yıl kadar sürecek bir ayakta kalış! Sonrası, onca az bulunur yeteneği, onca emeği ile ne işe yarayacağını bilememenin dramatik çıkmazı! Bir “çöp” gibi ortada kalıvermenin acısı, dinmez sancısı!
Cumhuriyet, güzel sanatların sanatçılarıyla bir ulusun uygarlık yolundaki onuru olduğu inancıyla, bale sanatını da “devlet koruması” altına almış. Biraz gecikmiş gibi görünse de İstanbul Yeşiköy’de on yedisi kız, on biri erkek, daha ilkokul çağında ne olduğunu pek bilmedikleri bir yolculuğa başlıyor, 6 Ocak 1948’de. Başöğretmenleri bir kadın, İngiliz: Dame Ninette de Valois .
İnanılmaz görünse de o kadın, bir vakitlerin ünlü balerini ve İngiliz Kraliyet Balesi’nin kurucusu Dame Ninette de Valois, eğitimin 1950’de Ankara Devlet Konservatuarı yapısı içine alınmasından sonra da neredeyse ömür boyu süren yakın ilgisiyle, “çoluk çocuk”tan bir “company” yaratır. Yine inanılmaz gibi gelse de özellikle 1960’dan sonra o çocukların Devlet Balesi’nde birer sanatçı olup o görkemli bale temsilleriyle sahneye çıkışları, beklenenin ötesinde şaşırtıcı olmuştur.
1961’de ilk uzun soluklu gösteri: “Coppelia”. Ve o “Taşbebek Coppelia”da Binay Okurer. Nerede şimdi o “sevgili” Binay! Ve Coppelia’nın öteki unutulanları: Ferit Akın, Cantürk Sakarya, Hüsnü Sunal, Tenasüp Onat, Engin Akaoğlu, Evinç Sunal, Ümran ve Rezzan Ürey... Ve hemen arkalarından çığ gibi gelenler: Meriç Sümen, Sait Sökmen, Gülcan Tunççekiç, Güloya Aruoba ve daha niceleri.
* * *
Ve yaş dayanır 30’a, çekilirler sahneden ya da gerilerde sallanmak düşer kendilerine ya da kral, kraliçe gibi salınıp dururlar, içlerinde tıkanıp kalmış o coşkuyla.
Dediler onlar için, “65 yaşına kadar devlet bunlara aylık mı ödeyecek” ya da dediler, “bankamatik sanatçısı”!
İşte, şimdi onlar, o “yaşı geçmiş” balerinler, baletler birer “Guguk Kuşu” olup uçup duruyorlar sahnede. Sanatlarının yolunu bekleyen o kör çıkmazda yeni bir yol yaratmışlar kendilerine: Dans Tiyatrosu.
Herhalde bir farkı var balenin, canım, düğünlerde eğlentilerde çıkıp oynamaktan. Yoksa niye gençliklerini müziğe uydurup adım adım tüketmiş olsunlar!
“Guguk Kuşu”, o içinde sıkışıp kaldığı yuvadan “vakt erişti” deyip ortalığa uçuverdi de adımlarını şaşırıverdi mi, onu anlamayı da haftaya bırakalım.
Yazının Devamını Oku

Dilim döner gelmez sözüm (6)

13 Aralık 2010
YOKTUR daha bir eşi, tarihiyle derinliklere uzanan bir ırk, soy –ya da nasıl denirse- Türk’ten başka, dilini sürekli eloğluna kaptırmış olsun!

Yine herhalde yoktur Türkçe’den bir başka dil, onca “istila”ya karşın omurgası kırılmamış, canını yitirmemiş olsun.
“Anadolu’nun kapılarını Türklere açan” Alparslan’dır ya, Selçuklular’ın devlet katında “farsça” konuşulur!
Düşüncenin derinliklerinde Türkçe’ye söz düşmüyor olmalı! Dilini anlamasak da beyit beyit derinleşmiş bir düşünce anıtı olduğuna inandırıldığımız “Mesnevî”yi, Anadolu’ya geldiğimiz o 1071’den iki yüz yıl sonra, Mevlâna Celaleddin-i Rûmi “farsça” yazmıştır.
* * *
Mevlâna’nın 1273’de ölümünden sonra dört yıl geçmiştir, 13 Mayıs 1277’de, devlet katında Türkçe’nin yüceltildiği ilk kez duyulur. Karamanoğlu Mehmet Bey bir ferman yayınlar, der ki:
“Bugünden geru divanda, dergahta, bargahta, mecliste ve meydanda Türkçe’den başka dil kullanılmayacaktır.”
* * *

Yazının Devamını Oku

Dilim döner gelmez sözüm (4)

29 Kasım 2010
Şu bizim “tayyare” havalarda geze geze, sonunda yere kondu da “uçak” oldu mu?

Dedim ya, “Dilimizde “uyduruk”luğun en güzel yansıması, “uçak” olmalı.. Yabancıların “hava”dan uydurduğu sözcük, “televizyon”, “sinema” gibi söylenişi dile pek yatkın olmadığından, Türkçe sıkışıp kaldığı yerde Arapça’ya sığınıvermiş: “Tayyare”.
Tuhaflık şurada ki, Arapça’da “tayyare” diye bir sözcük yok. “Tayyar” var, “uçan, uçup giden” demek. Eklemişler sonuna “dişilik” gösteren –e’yi, olmuş  “uyduruk” bir “tayyare”. Dahası el oğlunun sözcüğü “eril-erkek”, bizim tayyare “dişil”.”

 * * *
Şimdi baştaki sorunun yanıtı:  “Uçak” olmadan o “tayyare”,  birden oluverdi “uçku”!
 
Atatürk’ün buyruğuyla başlatılan Türkçeyi Arındırma oturumları sırasında dönemin ünlü aydını, gazeteci Hüseyin Cahit bu oluşmayı şöyle eleştirir:
“Tayyare icat edildiği zaman buna dilimizde isim bulmak için Arapçadaki tayr kökünden çıkmış bir kelime arayacağımıza, bunu öz dilimizden çıkararak uçku, uçkaç, uçuşkan demiş olsaydık, şüphesiz ki daha iyi olurdu. Fakat bugün en sıradan köylüler bile tayyareyi belledikten sonra kaldırıp da yerine bu türlü öz Türkçe kelime koymakta boşuna yorgunluktan öte bir fayda düşünemem. Çünkü ‘tayr’ Arapça da olsa, ‘tayyare’ muhakkak ki Türkçedir.  Çünkü bizim buluşumuzdur, Türk çocuğudur.”

Gerçekte Hüseyin Cahit Yalçın’ın bu sözleri, dilin, konuşula konuşula uyduruk olanı kendine uyduran bir canlılık oluşunu çok iyi özetler. Ne var ki, yine de  benimsenen o “tayyare”, yerini bir süre zorlana zorlana “uçku”ya bırakır. Dahası “tayyarenin inip konacağı” yere de bir ad bulurlar: “uçak”. Yani “uçku” uçar, “uçak”a konar.

Yazının Devamını Oku

Dilim döner gelmez sözüm (3)

22 Kasım 2010
“Almanolog”... Böyle bir sözcük var mı acaba!

Ya da “Fransızolog”! Olmasa da niye demeyelim Finolog, Rusolog, Macarolog! Diyorlar ya, “Türkolog”...
Böyledir dil işi, yerini buldu mu “anlamlı” görünür sözcük, dengi dengine alıp taşıdın mı bir başka yere çarpılıverir o sözcük, gülünçleşir de üstelik.
* * *
“Türkolog”, özellikle yazılı kaynaklardan yola çıkarak Türklük olgusunu tarihsel gelişim içinde araştıran, çoğu Türk olmayan bilim adamlarını tanımlayan bir sözcük. “Türk”ün sonuna Yunanca “logos - bilgi” sözcüğünden türetilmiş bir ekleme yapılmış gibi görünse de oradaki “Türk” de Türkçe değil gerçekte, İtalyanca “alaturka/Türk tarzı” gibisinden bir “Türk”, yani Turco. Kurcalayınca bir başka tuhaflık daha ortaya çıkıyor: “Turco” sözcüğü “dişil” değil, “eril”; erkekliği vurguluyor. Bu da onların dillerinin cilvesi, “Turco” derken dişiliği dışlamış olmaları!
 Ve böylesi bir “turco/Türk”ün sonuna bir de Yunanca “logos/bilgi”yi ekleyince, bizi, bizim dışımızda inceleyen bilim adamlarına verilen ad ortaya çıkıveriyor: “Türkolog”.
* * *
Yine de pek şaşmamalı dilin, ordan burdan “aşırılmış” sözcüklere dolana dolana, dağarcığının “şişip” durmasına. Dil, ortaya çıkıveren her yeni kavram ya da buluşu yapılan her “nesne” karşısında çaresiz! Batılı diller Yunanca’ya, Latince’ye sığınıveriyor; bize de onların uydurduklarına dilimizi uydurmaktan başka yol kalmıyor.

Yazının Devamını Oku

Dilim döner gelmez sözüm (2)

15 Kasım 2010
DİLDEN açılınca söz, geliyor akla hemen çarpıkça bir söz: “Kim daha Türk’tür?”

Bir çelişiklik gibi görünse de diline değil de “dile düşkünlük” bir ölçüyse, Macar daha mı bir Türk’tür? Araya Ruslar da karışıyor bu bağlamda. Avusturyalıları Almanları da atlamak olmaz. Dahası Ermeniler de var.
Türk Dili’nin geçirdiği evreler, aşamalar okullarda kuru bilgilerle anlatılır ve sonuçta denir ki, “Türkçemiz Orta Asya’dan sürüp gelen pek büyük bir dildir.”
Öyle de çevremize dolup duranlara bakınca ve de “medya” denen ortama kendimizi kapatıp gitmişliğimizle, nasıl inanalım o “büyük” oluşa! “Süpermarket”ler, “kuaför”ler, “show”lar daha niceleri; televizyonlarda dil yoksulu olduğunu bilmeden yollu yolsuz dillendiriciler! Hele o “spor spikerleri”! Türkçe’yi bozmada ilk olmayı hiç kaptırmadılar kimseye şimdiye kadar! “Oldukça”yı, “çok” yerine yerleştirmiş olmaları da en büyük başarıları!
Onlar, Türkiye’de yurttaş olmakla Türkçe konuşanlar... Ve ötekiler, başka bir ülkenin yurttaşı olmakla Türkçe’nin, onca çarpıklığa karşın, yüzyılların derinliğinden bugüne yaşamışlığını kökenine ine ine kitaplara dökenler!
* * *
Andreas Tietze... Kaç kişi bilir acaba, Türkiye’de bu adı! Kaç kişi vardır acaba, Türkiye’de Andreas Tietze’den daha yoğun kendini adamış olsun Türk Dili’ne! Sanmam ki, tek bir kişi bulunsun da ortaya çıksın!
Andreas Tietze 1914’te Viyana’da doğmuş Avusturya’dan bir bilim adamı. Türklerin yüzyılların gerisine uzanan geçmişinde olagelmiş olayları, kültür değerlerini, özellikle dilindeki değişim ve dönüşümlerini derinliğine inip de inceleye inceleye Türkiye Türkçesi’ne kördüğümle bağlayan bir bilge kişi. Yunan-Roma kitabelerinden, Bizans kalıntılarına, Arapça-Farsça metinlere kadar geçmişlere gömülmüş her türlü veriyi, belgeyi değerlendirebiliyor, okuyabiliyor. Dahası, Türk kökenli dillerin hemen hepsini biliyor.

Yazının Devamını Oku

Dilim döner gelmez sözüm (1)

8 Kasım 2010
Dil döner de sözü söyleyemez mi? Yok ise söyleyecek sözü, istediği kadar dönsün dili! Ya da duyduğunu söyler de ne anlama geldiğini bilmez. Ya da ne dili döner, ne söyler. Bir karışık iştir şu dilin ettikleri, ya da dilin dile ettikleri!
Türk Dil Kurumu Başkanı Prof. Dr. Şükrü Haluk Akalın, Türkçe’nin en kapsamlı “Etimoloji Sözlüğü” için devlet bütçesinden bir milyon lira ayrıldığını muştuluyor. 2011’de bir kurul oluşturulacak ve Cumhuriyet’in 90. yılında “ilk cilt raflardaki yerini” alacakmış.
Ne mutlu, o Cumhuriyet’in 90. yılına ki, Türk Dili, sözcüklerinin kökenlerine erişmiş olacak!
* * *
Var mıdır acaba bizim gibi “büyük” olduğuna inanan bir başka “ulus”, düşünce ve de teknoloji kendi sınırlarını günden güne zorlayıp genişlettikçe, dili tutulmuş gibi eloğlunun sözüne takılıp kalsın!
Derler ya, sözcükler gereksinimlerin ses kalıplarıdır. Düşüncede “şeytan” olmasa nereden çıkıp gelirdi dilimize o “şeytan”.
Ne zaman, kim demiştir bilinmez, şu “otomobil” sözcüğü söz gelimi. Çeşitli teknolojik aşamalardan sonra Avrupalı birileri kendi kendine giden bir taşıt yapmış, o özellikte nesneler de adına kavuşmuş: “Automobile”.
Şimdi şu garipliğe bakın: O sözcüğü “uyduran” her kimse, Yunanca’dan “kendiliğinden” anlamında “auto”yu almış, sonuna da Latince’deki “hareketli” anlamındaki “mobile”ı ekleyivermiş; olmuş “automobile”.
Yazıldığı gibi okumak pek garip olacağından, biz de Fransız’ın söylediğine kulak vermişiz de Türkçe’miz bir “otomobil” kazanmış! Yani diyememişiz, “dörtteker” ya da “kendigider”. Bu da ne, demeyin! Diyorsunuz ya, “biçerdöver”; bir vakitler de dilinize yakışan ne güzel bir sözcük vardı: “Kaptıkaçtı”. “Gecekondu”yu da uyduran siz değil misiniz! Dahası, şu “bilgisayar” nereden çıktı! O teknolojiyi bulan Amerikalı’nın söylediği gibi “computer” diyen kaç kişi var!
Yine de zordur direnmek elin dediğine, yok ise elinde onun bulup devşirdiği, tür içinden tür çıkarıp geliştirdiği.
Varsayalım Afrika’nın ortasında bir yer, “limon” yetişmez orada; garip zenci güneşi görür de limonu bilmez. Öylesi garip zenciye “limon” deyin, ağzı sulanmaz; ne tadını ne adını bilmediğinden. Gün gelir tanışır limonla garip zenci, artık ona ne ad uydurduysa, adını duyunca tadını anımsayıverir dili onun da!
Neyse ki, biz biliriz “limon”u. Adını da tadını da. Ağzımız sulanıverir hani! Varsa Türkçe’mizde, dilimizde “limon” sözcüğü nasıl sulanmasın ağzımız!
Diyecektim de yine pek garip, o “limon” sözcüğü de Yunanca’dan gelip dilimize oturmamış mı!
Dilimiz, eloğlundan gelen sözcüklere mi sulanıyor, ne!
Yazının Devamını Oku

“MARAT SADE” MARA ile SAD okunur (3)

1 Kasım 2010
NE güzeldir tiyatroya sevdalanmak! Kendi kişiliğinden sıyrılıp da bir başka kişiyi yaşatmak, yazarın oyuncunun dilinde, gözünde, bedeninde canlanacağını düşlediği o kişiliğin içine sızar gibi sahnede yaşamak! Ancak, sözcüklerle var olup da yaşanmışlığı var sayılan, sonra bir gün oyuncusuyla sahneden çekildiğinde yine satırların arasında yitip gidecek, belki de bir daha hiç anımsamayacak o insancıklara can vermek!
Pek delidir tiyatro sevdalıları. Gerçek, çıkmazlarıyla çekip çekiştirip dururken sahnenin üç duvarı arasına sanki kendilerini kapatmışlardır da onlar; gerçeğin açmazlarını, aymazlıklarını, vurdumduymazlıklarını, ola ki ayrılıkla biten bir sevdayı anlatmak için dördüncü duvarlarını zorlayıp dururlar.
* * *
Bornova’da kızlı erkekli gençler de düşmüş böylesi bir sevdaya. On yılı aşmış mı ne, Uğur Mumcu Sahnesi’nde deneyimli-deneyimsiz birbirlerine tutuna tutuna bir yol gitmişler ki, sonunda varmışlar “Marat Sade” doruğuna.
Peter Weiss’in oyunu, söyledikleriyle söylemedikleriyle, kabaran dalgaları birbiri ardından gelen umman gibidir. Tarihin dönüm noktalarından sayılan Fransız İhtilali’nin karnını deşer sanki, içinden seçtiği Marat ve Sade’la Deliler Evi’ndeki kaçkınların dilinden dünya düzeninin çarpıklığını yüzüne vurur insanın.
* * *
Uğur Mumcu Sahnesi’ndeki o yuvalarından çıkıp Sabancı Kültür Sarayı’nın koskoca sahnesinde şaşırtıcı bir gösteri sundu o gün gençler. Yuvalarında sıkışıp kalmış kuşlar gibi, o koca sahneye kavuşunca, görkemli bir gösteri içinde oynadılar, dans ettiler, şarkılar söylediler.
Neydi o, her ayrıntısı düşünülmüş sahne tasarımı ve hele neydi o dansların, vurucu müziği eşliğinde, birbiri ardından birbirini bütünleyen akışı!
Herhalde bütün o şaşırtcı oluşumun gerisinde oyunu sahneye koyan Ant Aksan var. Oyun, ‘müzikli oyun’ yapısına kaydırılılınca “müzik-dans-şarkı” birlikteliğindeki kaçınılmazlık, ustalık sınırına gelip dayanıyor. Ayşegül Sünetçioğlu’nun dansları düzenlemedeki ustalığı -bir de buna oyunculuğu eklenince- gerçekten şaşırtıcıdır. 
Ozan Gökmen, Sinan Göksan, Gökay Koçanoğlu, Barbaros Göksan’ın besteleyip canlı icrayla sundukları özgün müzikler ve Gamze Şatana’nın dekor tasarımı, nice gencin yetenekleriyle bir köşede sıkışıp kaldıklarının göstergesi.
Dedim ya, pek delidir tiyatro sevdalıları. Deliler Evi’nde deliliklerine yer bulmuş gibi o erkekli-kızlı gençler, hele kızlar, bir an oyundan kopmaksızın, kalabalık içinde görünmez olsalar da, akıllı oyunculukları sürüp giderken şarkılarıyla danslarıyla işleyip durdular, Peter Weiss’ın “Marat Sade”ını.
Böylesi görkemli çıkışıyla şaşırtıcı bir gösteriyi sahneye getirmişken, ses yetersizliğinde ağza uzatılmış çubuk mikrofon kullanmak gibi tiyatronun doğasına aykırı uygulamayı, haydi, görmezlikten gelmiş olalım.
Görünen o ki, Bornova Belediye Başkanlığı gibi tiyatro sevdalısı yerel yönetimler var oldukça, gençler sahnede yer alıp çağdaş aydınlığa sürekli perde açacaklar.
Yazının Devamını Oku