21 Şubat 2011
Doğrular, gerçeği doğru doğru dosdoğru yansıtır mı, her zaman?
İzmir Devlet Opera ve Balesi’nin “Carmen Carmen’dir” adıyla sunduğu temsili izleyeyim diye Ahmed Adnan Saygun Sanat Merkezi’ne gittiğimde aklıma düşüverdi bu soru.
Doğrudur, Ahmed Adnan Saygun Sanat Merkezi (AASSM), değil Türkiye’nin, ola ki Balkanların da en nitelikli “eylemli müzik” mekânıdır. Doğrudur, AASSM yıllar ötesini aşarcasına bir düş gerçekleştirmiş ve İzmir’e sunulmuştur. Ancak AASSM, adını aldığı Ahmed Adnan Saygun gibi “çok sesli batı müziği”nden ayrı düşünülemez. Ya ünü yurtdışına taşmış değerli bir besteci diye Saygun’a tiyatro oyunu yazdırmaya kalkışırsanız ne olur?
İşte benim AASSM’nin “küçük” salonunda “Carmen Carmen’dir”i izlediğimde gördüğüm “şey” olur.
* * *
AASSM’nin 243 kişilik “küçük” salonu, 1153 kişiyi alan “büyük” görkemli salona göre daha “sevimli” bir hava taşır. Oturma yerleri yukarıya doğru yayılırken izleyiciler sahneyi kucaklar gibidir.
Sahne, önü açık üç duvarlı bir büyükçe odadan başka bir özellik taşımaz aslında. Yüksek tavana açılmış yuvalardaki ampullerle aydınlanma sağlanmakta, iki yanda birkaç spot da sahne aydınlatılmasına destek olmaktadır.
Yazının Devamını Oku 14 Şubat 2011
TAM da üstüne geldi. İzmir’de birer “anıt” gibi yükselen önemli kültür merkezlerinin kentin sanat gelişimine katkılarını kurcalamaya kalkıştığım sırada yolum “Carmen”e düştü!
İzmir Devlet Opera ve Balesi “Carmen Carmen’dir” deyip -izlendiği zaman ne olduğu anlaşılan- “özgün” bir işe girişmiş ve o ünlü opera “Carmen”, “Carmen’dir” olup en görkemli kültür sanat merkezimiz “Ahmed Adnan Saygun”un “küçük” kucağına sığınmıştı.
İzmir Devlet Opera ve Balesi’nin üzerinde uzun uzun durulması gereken bu “büyük” atağının o “küçük” kucakta başına gelenleri anlatmayı, -“büyük” olanının “küçük” karşısında nasıl küçük düştüğünü irdelemek açısından- sonraki yazıma bırakıyorum.
* * *
O ateşli Carmen’in öyküsünü neredeyse bilmeyen yoktur. Carmen, İspanyol çingenesidir de bir Fransız yazar, Prosper Mérimée, 1845’te kısa bir roman yazmış. Derken yine bir Fransız besteci, Bizet, 1875’de Carmen’i bir opera ile müzik dünyasına taşımış. Ve yıllar sonra Amerika’ya kadar uzanan Carmen, güzeller güzeli bir kadın, -gerçek adı da “Carmen” olan- Rita Hayworth’un işveli, kıvrak oyunuyla ünlenen filmle neredeyse Hamlet kadar bilinen biri olmuş.
Hiç yaşamamışken ölümsüzleşen bir kadındır Carmen!
Yazının Devamını Oku 7 Şubat 2011
HEP merak etmişimdir kimlerdir, ki onlar bir kentin kültür-sanat yazgısını çizerler? Söz gelimi, İzmir gibi gelişmiş bir kentte, başta Büyükşehir Belediye Başkanı ve İlçe Belediye Başkanları mıdır kentin kültür-sanat gelişimine yol verecek araçları seçenler?
Araçlar ne olabilir?
Geride kalmış, Cumhuriyet’in yarattığı, 1950 sonrası siyasal çekişmeler, çekemezlikler arasında yok edilmiş bir kurum, Halkevleri, herhalde bir benzeri daha olmayan bir araç olmuştur bu yolda.
O Halkevleri önce bir mekân, sonra o mekân içinde oluşan bir ortam, sonuç değer olarak sanat sevgisinin yaygınlaşma kaynağı ve o ortamda soluk ala ala adını duyuran sanatçılar ocağı olmuştu.
DEMOKRASİNİN ETTİĞİ
Demokrasi anlayışında “siyaset yoğunluğu”nun öncelik kazanmasıyla Cumhuriyet değerlerinin de tartışma alanına sürüldüğü bir gerçektir. Güzel sanatlar da, sanatçının yetişmesinde yüklendiği görev açısından devlet katında öncelikler arasında neredeyse sayılmaz olunca, sanat ve sanatçı “devlet değeri” olmaktan çıkıp “kişisel değer” olma gibi bir sınırın içinde varlığını duyurmaya çabalamaktadır artık.
Bir Kültür Bakanlığı’nın varlığına karşın, sanat gerçeğine “kuşbakışı” bir yaklaşım sürdürüldüğü içindir ki, bireyin sanata yönelme yollarını açmak Yerel Yönetimler’e kalmış durumda. Güzel sanatların eylemsel gücünün bir çağdaşlık ölçütü olduğuna gönülden inanan Yerel Yönetimler eksik değil kuşkusuz. Herhalde İzmir, Yerel Yönetimleri ile bu inançta başı çeken kentler arasında en önde geleni olsa gerek.
BAŞLAR İSTANBUL GELMEZ İZMİR’E
Yazının Devamını Oku 31 Ocak 2011
Gereksiz yere birikmişleri atmak üzereydim, o gazetenin eski sayılarından birinde bir başlık gözüme ilişiverdi: “İzmir, Yine Örnek Oldu.” Ne denli övünülse az, “örnek olmak” bir kent için, üstelik “yine”. Daha önce de örnek olmuş da İzmir, şimdi “yine” örnek oluyor!
Doğrudur, İzmir “örnek kent” olarak ortaya çıkar zaman zaman. Özellikle çağdaş değerlerden yana hiç ödün vermemesiyle, kolay değildir İzmir’le yarışmak. Hele yetiştirdiği değerleri İstanbul’a kaptırmakta üstüne yoktur İzmir’in!
ACABA HANGİSİ?
Gazetenin attığı başlık bir olaya dayandırılmıştı ve “...kültür – sanatı öncelikler arasında en üst sıralara koyan İzmir’in örnek alınması gerektiği dile getirildi.” deniyordu.
Şimdi belleğinizi bir yoklayın. Hangi olay olabilir acaba, İzmir’in “kültür-sanatı öncelikler arasında en üst sıralara” koyduğunu belgeleyen olay? Öyle bir olay ki, İzmir “yine” bir “örnek” oluştursun öteki kentlere. Desin ki, öteki kentlerin yerel yöneticileri, aydınları, “İzmir başardı, niye biz de gerçekleştirmiyelim böylesi bir girişimi!”
İstanbul’a örnek olsun; Ankara’ya, öteki kentlere örnek olsun İzmir!
Anımsıyabildiniz mi, böylesi bir olayı? Yoksa örnek olmadaki değerini kavrayamadığınız için mi, belleğinizde yer etmemiş o olay!
Bir yıl önceydi oysa, birkaç ay da fazlası vardı. 2009’un bir sonbaharında, aylar kışa dönmeden daha, İzmir çalkalandı birbiri ardından verilen demeçlerle. O ekim ayında, 24’ünde Ekim’in, “İzmir Kültür Çalıştayı” açılmıştı.
İSTANBUL YEDİ TEPE, VARDI İZMİR ÜSTÜNE
İstanbul’dan iki kültür adamı -bir profesörle bir yardımcı doçent- “moderatör” olup İzmir’in “kültür-sanat eksenli kalkınma yaklaşımını hayata geçirmenin ipuçlarını bulmak” üzere Çalıştay’ın çatısını kurarlar. İzmir’i “Akdeniz kentler ağına kültür yoluyla bağlayacak” olan Çalıştay çalışmaları İzmir Büyükşehir Belediye Başkanlığı adına yapılacaktır.
Yurdun dört bir yanından, özellikle İstanbul ağırlıklı 106 kişi çağrılır. Çalıştay, iki gün boyunca kurullara ayrılıp görüşmelerle sürer ve sona erer.
İzmir’in bu Çalıştay’ın düzenleniş biçimiyle, kültür-sanat gelişimine açılacak yolları, yöntemleri bulmada kendi yetiştirdiği aydınlardan yoksun olduğunun sanki itiraf etmesi gibi yorumlamayı bir yana bıraksak da parlak sözler söyleyip gidenlerin şu dediklerine ne demeli:
“İzmir Kültür Çalıştayı’ndan temel beklenti, kentin sahip olduğu coğrafi, beşeri, kültürel ve tarihsel özellikler ile günümüz konjonktürü doğrultusunda önündeki fırsatların tesbiti, sorunlar ve çözümlerine yönelik somut önerilerin paylaşılmasıdır. İzmir Kültür Çalıştayı’nın temel hedefi, İzmir’in kültür-sanat ekseninde gelişerek, Akdeniz havzasında uluslararası bir Kültür – Sanat ve Tasarım Metropolü olarak konumlandırılması için bir başlangıç noktası oluşturulmasıdır.”
Anımsıyabildiniz mi, “İzmir, Yine Örnek Oldu” diye gazetelere yansıyan o Çalıştay’ı. Kendi gitti, adı başkalarına kaldı yadigâr. Çalıştay üstüne Çalıştaylar yapılmakta şimdilerde.
Gereksiz yere birikmişleri atmak üzereydim; vazgeçtim, bir köşeye koydum yine o gazeteyi. Gönlüm razı olmadı İzmir’in unutulmuşlar arasında yitip gitmesine.
Yazının Devamını Oku 24 Ocak 2011
Giuseppe Verdi, Shakespeare’den aldı “Othello”yu, İzmir Devlet Operası da İzmir Büyükşehir Belediyesi’nden aldı Ahmed Adnan Saygun Sanat Merkezi’ni, o Othello’yu sahneye çıkardı.
Eski bir “sanat geleneği”dir bu. Bir yazarın eseri üzerinden yeni bir eser yaratmak! Kimi zaman bir tiyatro oyunundan bir başka oyun çıkar, kimi zaman bir opera ya da bale. “Othello” da böylesi bir opera. Shakespeare’in “Othello”su 1604’de ilk kez oynanır, Giuseppe Verdi’nin operası “Othello” 1887’de müzikli bir canlanışa kavuşur.
Bu kadarla değil kuşkusuz. Dokunulmamış, başkalaştırılmamış neredeyse hiçbir oyunu kalmamış olan Shakespeare’in “Othello”su üç kez de filme çekilir. 1952’te Orson Welles, 1965’te Laurence Olivier, iki büyük sanatçı, hem yönetirler filmi, hem Othello’yu oynarlar. Son Othello filmi, 1995’te Oliver Parker yönetiminde gerçekleşir.
* * *
Ya, o Othello bizim elimize düşerse ne olur?
Kuşku yok ki, geleneğindeki köklü müzik eğitimini sürdürmekten ödün vermeyen bir anlayışla yetişmiş opera sanatçılarımız dünyanın en gözde kentlerinde sahneye çıkacak yeterliliktedir. AASSM gibi bir sanat merkezinde sanatçılar, kendilerinin daha güçleneceklerini duyumsamış olacaklardı doğal olarak. Öyle de oldu.
Yazının Devamını Oku 17 Ocak 2011
BİR “muhteşem” ki, tarihin derinliklerinden çıkıp, indi bütün ihtişamıyla gündemin tepesine! Kıt’alar birleştiren o Süleyman, geçmiş 500 yıl aradan, şimdi de memleketi bölmez mi!
Güler yüzlü bir adam, Timur Savcı, ola ki, varıyla yoğuyla Osmanlı Tarihi’nin en şanlı sayfasını aralamış, gerçekleştirip bir televizyon dizisi “Muhteşem Yüzyıl” demiş. Ve daha gösterime girmeden dizi, RTÜK’e yağarcasına gönderilen binlerce şikayetname dizisi.
Gazetelerde yazı üstüne yazılar, televizyonlarda ardı ardına tartışmalar. Neredeyse hükümet katına ulaşacak bir “memleket meselesi”.
TUHAF BİR DURUM!
Muhteşem Süleyman’ın Osmanlı’yı ulaştırdığı aşamaya göre geride mi, ilerde miyiz? Haritaya bir bakıverin, anlarsınız neredeyiz.
Ve de bir “İslam Devleti” idi Osmanlı. Koca bir imparatorluk ki, içinde türlü millet ile türlü mezhep barındırır idi; “çıt” çıksa da “hır” çıkmaz idi.
Demişler ona bir de “Kanuni”, yasaları yazıya bağlayıp kendini de bağladığı için. Bizde de yasalar var; yorumlayanlara bakarsanız kimini bağlar, kimini bağlamaz. Herhalde demokrasiden yana Kanuni bizimle yarışacak değil. Bu yüzden değil mi ki, yorumlar çeşitli ve de değerlendirmeler ya destekli, ya hiddetli.
Kaptan-ı Derya Barbaros Hayreddin Paşa’yı bir donanma ile ta Fransa kıyılarını gönderip Fransa Kralı Fransua’yı kurtaran da Muhteşem Süleyman idi. Şimdiki Fransa’nın başının bizi yanına yanaştırmamasına ne demeli!
Yazının Devamını Oku 10 Ocak 2011
DEMİŞ olmalı Konak Belediye Başkanı Sayın Hakan Tartan, “Yâd ellerde olsa da yurt, sevgisiyle yanar tutuşur insan. O sevgiden doğan film ‘Hayde Bre’ye kucağımızı açalım, ilk gösterimini Belediyemizce yapalım.” Ne bir “şair” olan Hakan Tartan’ın güzel sanatlara düşkünlüğü tartışılabilir, ne de daha ilk dakikalarında görülmeye değer olduğunu görselleştiren ‘Hayde Bre’nin yönetmeni Orhan Oğuz’un ustalığı. Ve kuşkusuz, yerel yönetimlerin güzel sanatları etkinliklerle yaygınlaştırma girişimleri gerçekten övgüye değerdir.
Karar her yönden doğruydu da, “icra”sı, bakın nasıl oldu!
BİR ÇAĞRI Kİ, NEREYE
Konak Belediyesi’nin ilgili birimi, “alışıldık kalıbı” içinde, e-posta ile etkinliğin çağrısını yapar. Beni ayrıca telefonla da aradıklarında sormuştum:
“Etkinlik nerede?
Yanıt çok açıktı: “Eşrefpaşa Kültür Sanat Merkezi’nde saat 18.00 de.”
Bilmediğim yer değil, “sanat etkinlikleri” hep orada yapılır zaten. Ne var ki, verilen bilgiye inanırsanız, “Hayde Bre” başlayacak diye orada bekler durursunuz. Saat 18.00 olur da Hayde Bre’den ses çıkmayınca, soruşturup anlarsınız ki, etkinlik Kültür Sanat Merkezi’nde değil, o yapı içindeki Nikâh Salonu’ndadır. Çağrıyı düzenleyenler, “sanat” ile “nikâh” arasında ne fark var ki, diye düşünmüş olmalı!
GİRDİM NİKÂH SALONU’NA
Bende bir şaşkınlık yine: Küçük masalar çevresinde toplaşanlar, ortalıkta gezinenler. Yenmekte, içilmekte. Garsonlar, ellerinde tepsi, dolaşmakta. Bir yerden de müzik sesi geliyor. Anlaşıldı ki, saat 18.00’de başlayacak olan “kokteyl” imiş, film 19.00’da gösterilecekmiş!
Ayıptır söylemesi, Avrupa, Amerika, Japonya görmüşlüğüm var, hiçbir kültür-sanat etkinliği öncesinde böylesi bir “kokteyl”in verildiğine tanık olmadım. Tam tersi olur. Etkinlik izlenir, sonrasındaki kokteyl boyunca o etkinlik üzerine konuşulur, söyleşilir.
29 Aralık 2010, o çarşamba günü, salonu sığmazcasına doldurmuş olan çağrılılar kokteyl sürerken birbirlerine birşeyler söylemiş olsalar da söylediklerini birkaç kez söylemek zorunda kalmış olmalılar. Orkestra, sanki çağrı onlar için yapılmış gibi ya da “nikâh salonunda böyle olur” dercesine yüksek perdeden çaldıkça çalmakta.
Sonunda çağrı yaptılar, film başlayacak diye. Ve filmden önce tam bir “kasaba” görüntüsü! Çoğu koltukların üzerinde giysiler, çantalar! İşi “bilenler” çoktan en iyi izleme yerlerini önceden kapatmış bile. Arkalarda boş yer var, ama film gösterme makinisti “burada makinanın gürültüsü olur.” diyor. Nikâh salonunda “film oynatma” âdeti olmadığından, çaresiz, koca bir makine getirip koymuşlar salonun arkasına.
VE BAŞLADI FİLM
Başladı da... Yönetmen Orhan Oğuz ile “Hayde Bre” sanatçılarından ve Konak Belediye Başkanı Sayın Hakan Tartan’dan özür dilerim, makinist filmin ikinci makarasını takarken ben “nikâh salonu”ndan ayrıldım.
Bir nikâh töreninin ses düzeni ve teknik olanaklarıyla aktarılan filmdeki konuşmalar anlaşılmaz bir boğukluk içinde inip çıkmaktayken, inip kalkan başların arasından alçak tavana asılmış bir perdede görüntüler görülebildiği kadarıyla akıp giderken, güzel sanatları yüceltme adına uğraş verenlere, sanki bilinmeyen birileri “hayde bre” diyordu!
Ve, o 29 Aralık 2010 Çarşamba günü “Hayde Bre”ye saygımdan, o sese uydum.
Yazının Devamını Oku 3 Ocak 2011
HAYDİ, umutların ardına takılalım! Atmışız ya, yine bir “yeni” yılın kapısından içeri ilk adımlarımızı, atalım eskilerimizi, koyulalım edinmeye yenilerimizi!
Ah, yılanın kabuk değiştirmesi gibi olabilseydi yılları birbiri ardından değiştirirken yenilenmek! ‘Eski’, ‘yeni’ye takmış pençesini, bırakmaz ‘yeni’nin yeniden biçimlenmesini!
Diyelim, baktık geriye, yaşanmışlıklarımızla kişiselleştirdik bir YIL’ı! Ve dedik inadına, eskimiş o YIL’ın eline bırakmayalım kişiliğimizi, tutsak etmeyelim kendimizi geçmişimize. Yıl dediğin nedir ki! Gün gün döner, devrilir aylara! Ve derken, o günlerin içinde bir gün, bir an, bir umut gerçek olur.
Ne mutluluktur o an!
* * *
Ya da ola ki, o an, günler boyu sürecek gibi gelmez olur da, o YIL’da beklenen o an bir YIL’AN olur, sürünür gider.
Desek ki, umutsuzluğa gömülen yılgın “yılan” olmayalım. Değil mi ki, “umut, fakirin ekmeği, ye babam ye.” “Sabreden derviş, muradına ermiş.” Ne dervişin umutla karın doyurduğu var, ne fakirin derviş olmaya niyeti var. Yine de sözün kurusuyla umutlar yeşermeyi bekler.
Ve YIL, YILAN derken, ardında o anı bekleye bekleye tükenirken ömür, o yaşanmışlıklar bir YALAN mı?
Yazının Devamını Oku