Erol Aksoy

Sanat’ın gecekonduları (2)

24 Ağustos 2010
Can alıcı soru şu: İzmir bir “sanat kenti” mi? Paris bir sanat kenti midir? Öyle, kuşkusuz. İtalya’nın Milano’su da bir sanat kenti diye bilinir. Londra, Edinburg, New York, Moskova daha niceleri... Ve İstanbul.
O kentlerde süregelen sanat kaynaşmalarını düşünüp, soruyu yine soralım: İzmir bir sanat kenti midir?
Yıllardan beri birbiri ardından inşa edilmiş sanat yapıları, suskun birer sfenks gibi dikilip, etkinlikleriyle ülkede yankılar uyandıran birer sese, söze, görüntüye dönüşemiyorsa İzmir’de, temelde yatan neden ne olabilir?
İzmir, akademik kurumlarıyla çeşitli dallarda sanat eğitimi veren Türkiye’nin önde gelen üç kentinden biriyken, her yıl onlarla sanatçı adayı ellerinde diploma, “sanatçı kimliği” kazanmak için niye İstanbul yollarına düşer?
Yavrusunu yuvasında yetiştirip ocağında besleyip tutamayan, yine aynı dalda tüneyen bir kuş gibidir İzmir!
BİR ÖYKÜDÜR Kİ...
Bu hüzün verici öykü çok yıllar öncesinden başlar. Her yıl sanat şenlikleri, öykü–şiir günleri düzenleyen yerel yönetimler, sanata uzak durmadıklarını gösterseler de, “eser bırakmak” adına sanata bir “bina” daha kazandırırken, nasıl başlamış da sürüne sürüne bugünlere gelmiş o öykü, anımsarlar mı acaba?
Öyküye biraz tersten gireyim. Darülbedayi’nin, sonrasında İstanbul Şehir Tiyatrosu’nun 1985 yılında 82 yaşında hayattan ayrılan ünlü sanatçısı Şaziye Moral anlatıyor:
“1923 de (İstanbul’da) sahneye çıktığım ilk gece, piyesin ikinci perdesini oynadığımız esnada, polis perdeyi kapattı ve Türk kızlarının sahneye çıkamayacağını söyledi, bizi de karakola davet etti. Birkaç gün sonra da olay mahkemeye intikal etti.”
Şaziye Moral mahkum olmaktan nasıl kurtulmuş?
“O sırada Bedia da kocası Muvahhit’le, İzmir’de turneye gitmiş ve Atatürk ün teşvikiyle sahneye çıkmış. Mahkemede en büyük ve kuvvetli kozumuz bu oldu.”
BİR İLK DAHA
Olay çok basit, oysa gerilere doğru baktımızda, anlamı bugün için çok büyük.
Mustafa Kemal İzmir’dedir. Darülbedayi İzmir turnesindedir. Bedia Muvahhit, oyunda görevi olan eşi Muvahhit’le İzmir’e gelmiştir; filmlerde oynamış, ama sahneye çıkmak “müslüman işi” olmadığından tiyatro sanatçısı değildir. Mustafa Kemal, “Ateşten Gömlek” filminde izlediği Bedia Muvahhit’i sahnede görmek istediğini söyler. Hemen o gün Bedia Muvahhit’e bir rol verilir; oyun provaya konur ve Bedia Hanım, “ilk müslüman tiyatro sanatçısı” kimliği de kazanıp İbnürrefik Ahmet Nuri’nin piyesi ile sahneye çıkar.
Buyrun bakalım, sanat dedik, “ilk olma” adına karşımıza yine İzmir çıktı! Yine Mustafa Kemal, yine “çağdaşlık”. Üstelik ilk “müslüman kadın”ın sahneye çıktığı kent. Ya piyesin adı? “Ceza Kanunu”.
İzmir deyip sanatın öyküsünde daha geriye gideceğim, ama yerim kalmadı. Haftaya “sanatın gecekonduları” içinde biraz daha soluk aramaya çalışalım.
Yazının Devamını Oku

Sanatın gecekonduları (1)

17 Ağustos 2010
Bu yazıya kızanlar olacak, hiç kuşkum yok. Diyecekler, “İzmir’e çağdaş sanat yapıları kazandırıyoruz; eleştirip karşı çıkmak da ne oluyor?” İzmir’e içtenlikle çağdaş sanat yapıları kazandırma uğraşındaki yerel yöneticiler, geçmişte yığılmış olanlarla birlikte konuyu değerlendirirlerse, umarım, bu sanat yapılarına niye “sanatın gecekonduları” dediğimi anlayacaklardır.
Bir haber: Karşıyaka Belediye Başkanı Cevat Durak demiş ki, “Son bir yıl içinde yaptığımız en güzel eserlerin başında Karşıyaka Belediyesi Opera ve Kongre Binası gelmektedir. Modern mimarisi, kültürel yapısı, sahne düzeniyle tam bir prestij projesi olan Opera ve Kongre binamız, ...hedefimizdeki en önemli kilometre taşlarından birisidir.”
Bir başka haber: İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu demiş ki, “Biz İzmir’in bir kültür-sanat kenti olabilmesi için peşpeşe pek çok projeyi hayata geçirdik... Şimdi de toplam 25 bin metrekarelik alan üzerinde, 1200 kişilik Opera ve Bale Salonu ile 400 kişilik ikinci bir salona sahip dev bir Opera Binası yaparak İzmirlileri uluslararası nitelikte bir opera salonuna kavuşturmaya hazırlanıyoruz.”
Opera ve Bale’ye çağdaş bir oyun yeri altyapısı oluşturma çabalarına kim karşı çıkabilir ki!
KARŞIYAKA 2, BU YAKA 1
Ya sonuç?
Karşıyaka’da iki tane Opera ve Bale binası.
Konak’ta da, Devlet Opera ve Balesi’nin temsillerini vermekte olduğu Elhamra Sineması.
Diyelim, opera ya da bale tutkunları, yeri nerede olursa olsun, giderler opera dinleyip izlemeye; ya da bale izleyicileri için hiç önemli değildir temsilin nerede verildiği.
Güzel de İzmir’de Devlet Opera ve Balesi dışında, temsil sanatları arasında en zorlu çalışma aşamalarından geçen, üstelik alabildiğine kalabalık bir sanatçı katılımıyla gerçekleştirilebilen opera ya da bale gösterisi ortaya koyabilen başka bir sanat kurumu var mı? İzmir Devlet Opera ve Balesi bile, kendi olanaklarını zorlayarak haftalık dönüşümü doldurabilmekte.
Karşıyaka’da iki, Konak’ta bir; bir kentte üç opera ve bale binası! Acaba dünyanın başka neresinde var böylesi bir çokluk!
Şöyle mi düşünsek acaba? Büyükşehir ve Karşıyaka yerel yönetimleri İzmir dışından opera ya da bale toplulukları getirip o çağdaş yapıları etkinliklerle dolduracaklar. Hiç sanmam ki, yüksek bir harcama gerektiren böylesi bir girişime yerel yönetimler kaynak ayırsın.
ZARF MI, MAZRUF MU? 
Ne demişti Eskişehir Belediye Başkanı Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen:  “Yakın gelecekte, kendi kadrolu Belediye Operası bulunan ilk kent unvanı da kentimize ait olacaktır.”
Görkemli yapılarla eser bırakmak güzel, ama ortada sanatçıdan “eser” yoksa!
Geçmişten bu yana neler esmiş de yel götürmüş? Haftaya görüşelim.
Yazının Devamını Oku

İstanbul’dayken İzmir’i düşünmek

4 Ağustos 2010
O yedi tepeden sarkıp da denize inivermiş, can alıcı İstanbul’da iken İzmir’i düşünmek olur mu!

Hele Asya ile Avrupa’yı yarıp geçen Boğaz’ın kıvrılıp gidişine dalmışken... Emirgan’da isen, yudumladığın çayın son damlasında bir an, bir anı canlanıvermişse! Ya da Kanlıca’daysan, bir başka yaşanmışlık kaşıkladığın ballı yoğurda çakılıp kalmışsa!
Yahya Kemal’den İstanbul üstüne kırık dökük bir iki mısra da dudaklarına takılıvermiş...
“Git bu mevsimde, gurub vakti, Cihangir’den bak!
Bir zaman kendini karşındaki rüyaya bırak!”
Bilirim, güzeller güzeli bir kenttir, İstanbul! Yine de ben, İstanbul’da olduğum günlerde hep İzmirli olduğumu duyumsarım. Diyesim gelir, “Gel her mevsim, gurub vakti, Kordonboyu’ndan bak.”
Yaşamak, bir gurup vaktinde kalsaydı, ne tasa, içime bir acı hüzün çökmezdi İzmir’i düşünürken İstanbul’da.
GURUP VAKTİNDE VAR BİRİ

Yazının Devamını Oku

Katip Çelebi üniversiteye gidiyor

27 Temmuz 2010
“Ah İzmir, vah İzmir! Gücün yetmemiş yine, bir üniversiteye ad vermeye?” mi desek acaba!

Yasalaştı artık, yedi ilde devlet üniversitesi kurulacak, aralarında İzmir de var. Adı da kondu: “Katip Çelebi”.
Yasa önerisinde YÖK demiş ki, adı “Turgut Reis” olsun. Barbaros’un “Turgut benden yeğdir!” dediği, Malta Adası’nda St. Elmo Kalesi’ni fethederken son nefesini veren ve Trablusgarp’ta kendisinin yaptırdığı caminin yanındaki türbesine gömülü bu yiğit denizcinin İzmir’le ne ilişkisi olabilirdi!
BİR ÜNİVERSİTE, KAÇ İSİM?
İzmir halkını temsil edenler geç ayrımına varmış olmalılar ki, birdenbire itirazlar yükseliverdi. “İzmir’in ne misyonuyla, ne geçmişiyle ne de istikbaliyle” ilgiliydi Turgut Reis kimine göre; “Türk-İslam sentezini temsil eden” bir anlayışla konmuştu bu ad. Niye “Hasan Tahsin” değildi? Kimisi de Hasan Tahsin adının “temcit pilavı” gibi öne sürülmesini Yunanistan’la açılım yapıldığı süreçte tartışmaya yol açabileceğinden söz etti. Kimisi “kendime yakın hissetmedim” dedi, “Batı Anadolu” olsun dedi. “Homeros” olsun diyen oldu, “Zübeyde Hanım” diyen oldu. Birileri de “Nazım Hikmet” dedi.
Yani İzmir, kucağında doğacak “en hakiki mürşit” çocuğa ortak bir ad bulamadı! Sonunda geldi, nasıl doğacağı da pek bilinmeyen o çocuğun adı, 386 yıl önce doğmuş “Katip Çelebi” oluverdi.
Türkiye’de son yıllarda üniversitelere verilen adlarda hiçbir ilkenin gözetilmemiş olduğu gerçeği karşısında “Bir üniversitemiz olsun da...” deyip adıyla yetinmek, ülkemiz siyasal yapılanmasının bir zorlaması kuşkusuz.
ÖNYARGILARIN GÖLGESİ Mİ

Yazının Devamını Oku

Ayvalık’ta ayva yok!

20 Temmuz 2010
Ayvalık’ta “ayva” var mı? Yok. Zeytin var; ama “Ayvalık” demişler, “Zeytinlik” değil. Yolum düştü geçenlerde, kıyıları kıvrıla kıvrıla, kimi yerde kopuverip de ada ada olmuş o Ayvalık’a; Ege’nin güzellikten yana birincisi!

Bir de “şeytan sofrası” var Ayvalık’ın. Şeytan’ın ne işi var Ayvalık’ta! O güzellik cennetini kıskanmış da gelip oturmuş tepesine, sofrasını mı kurmuş Şeytan!

Kimbilir hangi “şeytan akıllı”nın uyduruverdiği bir söz, başına taç gibi konduruluvermiş Ayvalık’ın.

BİR GÜZELDİR Kİ...

Bakındım sokaklarında gezinirken, ne var ne yok diye. Her yerde “zeytin” sözü. Sanki kendini zeytinyağına bandırıp da yemekte Ayvalık. Kıyılarda lokantalar, balıkların türlüsü tabaklarda. Yaz aylarıyla geliveren dışarlıkları denizde günlük gezintiler için kapmaya çalışan tekneler...

Adını “Alibey”e değiştiren Cunda Adası uzaktan el sallamakta. Anakaraya bağlandığından beri yapılarla doluvermiş Cunda’ya açılan topraklar.

Yazının Devamını Oku

Yapım İzmir TV

13 Temmuz 2010
GEÇEN haftaki yazımda Türkiye’de ilk televizyon yayınının 1952’de başladığını belirtmiştim ya, tarihte bir yanlışlık olduğunu sananlar olmuş. Kiminin yaşı elvermediğinden, çoğunlukla da elimizin altındakiyle oyalanıp geçmişi öğrenme çabamız eksik olduğundan karşımıza çıkan bir gerçek, bizi şaşırtıverir.
BBC’nin 1929’da deneme yayınlarına başlamasına karşılık Türkiye’de devlet eliyle ilk televizyon yayını ancak 31 Ocak 1968’de gerçekleşebilmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi’nin iş edinip de 1952’de başladığı çalışmalarıyla 1953’de, çok dar bir alanda da olsa, haftada bir yayın yapan televizyona kavuşmuştu İstanbul. TRT tekelinin gerçekleşmesiyle İTÜ Televizyonu 4 Şubat 1972’de kapanır.
VE İZMİR...
İzmir’de bir televizyon program üretim merkezi açılması ise, 1971’de düzenlenen 6. Akdeniz Oyunları’na rastlar. Akdeniz Oyunları televizyondan yayınlanacaktır, zamanın Belediye Başkanı Osman Kibar da bu fırsatı iyi değerlendirir ve Kültürpark’taki Belçika Pavyonu’nu “yılda bir lira” kira karşılığında TRT’ye önerir. Osman Kibar’ın bu “olup bitti”si TRT’yi Ankara dışında, İstanbul’dan önce, İzmir’de bir televizyon üretim merkezi kurmak zorunda bırakmış olur.
İzmir TV’nin ilk müdürü Yılmaz Tekin Onay’dır. Programların sonuna “Yapım İzmir TV” yazısını koyup çok dar, hatta kısıtlı olanaklarla ürettiği programlarla İzmir Televizyonu, adını duyurmaya başlar. İzmir TV’nin geliştirilmesi adına Yılmaz’ın genel müdürlüğe “kafa tutuşu”, bir “istifa” getirir sonunda. Benim İzmir Televizyonu Müdürü oluşum bu ayrılış üzerinedir.
Yapımcısı, kameramanı ve bütün teknik gerçekleştiricileriyle memurları 32 kişilik bir İzmir Televizyonu, 1975 sonrasında “Yapım İzmir TV” ile simgeleştirdiği programlarla neredeyse Ankara’ya kafa tutar. Bu gelişmede “eski müdür” Yılmaz’ın dost yaklaşımı da etkili olmuştur kuşkusuz.
MEVVE VEREN AĞAÇ MİSALİ
Ne var ki, Yılmaz’ın başlattığı, içinde kısa güldürülerin de yer aldığı “Stüdyo İzmir” adlı eğlence programı başımıza “dert” olur. Masadaki bardaklara “rakı” koyduğumuz ileri sürülür.
Bir başka programla da, ödemeler yoluyla gizli bir gençlik örgütüne para aktardığımız konu edilip üzerimize müfettiş yollanır. Henüz renkli yayına geçilmediğinden siyah-beyaz yayınlanan o “suçlu” programlarda ne “rakı” bulunur, ne ödenmiş tek kuruş!
TRT’nin “tek” olduğu o günlerde sunucusuyla, şarkıcısıyla, uzmanıyla çoğu kişinin yayınlarında yer alma tutkusunu, bugünlerin gelişen yayıncılığı karşısında anlamak zordur. Küçük hesaplar, didişmeler, olabilecek atılımları yoğun tutkularla tutmaktan hiç geri kalmamıştır.
Siyasal güçlerin “hedef tahtası” olmaktan kurtulamayan TRT, sonunda “onikiden vurulup” özerkliğini yitirince, özel televizyonlar arasında artık gerçekten “özel” bir devlet televizyonu olarak yayınlarını sürdürmekte!
Ya İzmir Televizyonu? Hangi programları üretiyor şimdi, biliyor musunuz?
Yazının Devamını Oku

Ölen kim? Bihter mi Uşaklıgil mi?

6 Temmuz 2010
GÜZEL genç kadın yere yığılıverir bir tabanca sesiyle. Üç buçuk çizgi olup kan, usulca sızar hafifçe aralanan göğsünden: Bihter ölmüştür!

Geride kalan günlerde üzerinde konuşulan, gazetelerin işlemeden edemediği, televizyonların sözünü etmeyi eksiklik saydığı olaylardan biri oluverdi Bihter’in Ölümü. Açıklamaya gerek yok ya, yine de söyleyelim: Bu Bihter, “Aşk-ı Memnu” adlı televizyon dizisinin, 50 yaşındaki kocasının genç ve yakışıklı yeğeniyle yasak aşk yaşayan 22 yaşındaki o genç ve güzel kadını!
Yazılıp çizilenlere bakılırsa, Bihter’in ölümü birçok insanı ağlatmış! Ağlar işte insan... Bir öykünün sonuna da ağlar, vurulup gidenlerin ardından da ağlar.
UŞAKLIGİL YAŞAMIYOR YA...
Yazdığı romanın başına gelenlere ne ağlamaya, ne gülmeye ömrü yetmeyecekti kuşkusuz Halit Ziya Uşaklıgil’in. 1866’da doğup da 79 yaşındayken 1945’te öldüğünde, gerçi İngiliz John Logie Baird 1925’te televizyonun icadında ilk önemli adımı atmış, BBC de 1929’da deneme yayınlarına başlamıştı; yine de Türkiye, 1952’de ilk televizyon yayınını gerçekleştirdikten sonra yerli dizilerin ortaya çıkması için 1970 sonrasını bekleyecekti. Bu gelişim içinde TRT, “dizi” yapımlarına yöneldiğinde, 1975’de yayınlanan “Aşk-ı Memnu” önemli bir çıkışın ilk adımı olmuştu.
Uşaklıgil, Osmanlı’nın Avrupa değerlerini benimsemeye yöneldiği 19. yüzyıl sonrasında “alafranga” olmaya özenip de geleneksel ahlâk değerlerini yitirmekle ortaya çıkan yozlaşmayı vurgulamak üzere, romanı, “varlıklı olup da aylak bir yaşantı” sürdüren bir aile yapısı üzerine kurmuştur. Romanı sürükleyen “aşk” ise, “yasak” olmanın çok dışında, bir “yatak ilişkisi”dir. Aşkın bir damlası bile yoktur Bihter ile Behlül arasında.
Yönetmen Halit Refiğ, yazarın 1900’lerin toplumsal değişimlerine yerleştirerek işlediği kahramanlarını, romanın kurgusunu çarpıtmadan, Halit Ziya’nın bakışına saygılı bir bilinçle yaklaşarak ustaca gerçekleştirmişti “Aşk-ı Memnu”yu.
Ya, hafifçe aralanan göğsünden üç buçuk çizgi olup kan usulca sızarken yere yığılmış da yatan Bihter’in ölümüyle gözyaşları arasında sonuçlanan “Aşk-ı Memnu”?

Yazının Devamını Oku

Gitti "Kavak Yelleri"

29 Haziran 2010
URLA’da başlamıştı herşey. Seferihisar, Sığacık derken dört gencin çevresinde gelişen olaylarıyla “Kavak Yelleri” İzmir’in güzelliklerini ortaya çıkaran bir televizyon dizisi olmuştu. Bir ara İstanbul’a sürüklendiyse de, yeniden İzmir’e dönüşüyle artık İzmir ve çevresinde yerleşip kalacağı beklenirken “Kavak Yelleri” yeniden İstanbullu oldu.
İzmir’in yazgısı bu. Yazan da bu yazgıyı, İzmir’in kendisi. Yetiştirdiği sanatçılarını tutamayıp da İstanbul’a kaçıran bir kent olduğu sürece İzmir, İstanbul’un “pazar yeri” olmaktan kurtulamayacak.
İSTANBUL’DAN UZAKTA OLMAK
Televizyon kuruluşları, reklam gelirlerinde önemli bir payı olan televizyon dizileri ile “reyting” denilen ölçümlemede üst sıralara tırmanabilmek için birbirleriyle yarışır durumda. Yıllardır bir film seti gibi kullanılan İstanbul’un neredeyse her köşesi görüntülendiğinden yapımcılar zaman zaman çekimlerini Anadolu’nun çeşitli yörelerine taşımakta. İzmir özellikle Ayvalık, Foça gibi doğal güzellikleri ile üstelik çalışma kolaylığı da sağladığından zaman zaman televizyon dizilerinin için “mekan” olarak seçilmekte.
Ama “oyuncular” ne kadar dayanabilirler, İstanbul dışında yaşamaya! Hele çoğunlukla geceyarısını aşan çekimler boyunca neredeyse soluk almadan çalışmak zorunda olan yönetmeni, kameramanı, ışıkçısı, setçisi ile teknik gerçekleştiriciler sürekli evlerinden uzak yaşamak zorunda kalıyorlarsa.
Ve İstanbul’a dönüş kaçınılmaz oluyor, ya da dizinin ömrü kısalıyor.
HEM VAR, HEM YOK
Yine de “Kavak Yelleri” İzmir’den uzun süre ayrılmayan bir televizyon dizisi oldu. Bu arada, İzmir adına kaçırılan fırsatlar da oldu kuşkusuz. Özellikle senaryo yazarlarının, olay akışını kurmanın ötesinde “İzmir’in karakteristikleri” üzerine eğilmemeleri başlıca engeli oluşturmakta.
Deniz kıyısında boyoz satılan bir kent İzmir! Bu kadarcık mı! Aslı’sıyla, Deniz’iyle, Mine’siyle, Efe’siyle, Güven’iyle o gençler Urla’da, Seferihisar’da, Sığacık’ta yaşadılar, ama hiçbiri, ana babaları da hiçbir zaman İzmirli değildi!
İstanbul’un baskın kültürü, gittikçe tekelleşen eğlence ve sanat gücü yanında İzmir’in de bir güç olarak gelişebilmesi için bir kaygımız var mı?
Olsa bile, herhalde artık çok geç.
İstanbul’un bize tanıdığı her neyse, onunla yetinmek, ya da yetiştirdiğimiz değerlerin İstanbul’da ün kazandıklarını görüp de avunmak zorundayız.
Ben Kavak Yelleri’nde Osman Amca’yı oynamış olmakla mutlu olmuştum. Şimdi bir esinti aldı götürdü İzmir’den o Kavak Yelleri’ni.
Diyelim, estikçe yeller, gün olur bir gün, bir kuru yaprağı yine İzmir’e düşer!
Yazının Devamını Oku